
*Başlarken küçük bir açıklama, Nazlı kuması olduğunu bilmeden altı ay geçiriyor. Hesna'nın rahatsızlığında fırsattan istifade eden Döne kadın kızı eve getiriyor. Hamile olduğu için Nazlı'nın mecbur kalıp buna katlanacağını düşünüyor. Yani birden kuma gelip beş sylıkda hamile olmuyor.🙋🏻♀️
Hapishanede, diğer bir tabirle içerde hayatın akışı başkaydı, daha doğrusu akmayışı...
Geriye baksan pişmanlık, ileriye baksan yıllar sürecek hak edilmiş bir esaret. Kemal ve Naci pişmanlığın koynunda kıvranıyordu. Kemal evimden ailesinden olmuş, yaptıklarını öğrenen karısı görüşte yüzüne tükürüp çekip gitmişti. "Senin gibi bir adama benim çocuklarım baba diyemez" deyişi durup durup kulağında yankılanıyordu.
Naci ise ondan halliceydi, karısının gidecek yeri yoktu, üstelik hamileydi. Cihan'ın kolu kanadı sayesinde haberini alsa da bu delikten kaç yılda çıkacağını bilmiyordu.
Hüseyin Ağa'nın ise derdi başkaydı, o bitti demeden biten hiç birşeye tahammülü yoktu, iki ranza ötesinde kitap okuyan Cihan'a en ters bakışını attıysa da burda işler istediği gibi yürümüyordu. Kemal ve Naci'ye bile dişi zor geçiyorken, Cihan'ı nasıl alt edeceğinin planını yapıyordu. Büyük oğlu, Cihan'ın yerini dolduramaz, o kadar işi, oteli, tarlayı yönetemezdi. Eni sonu Cihan'a mecbur olacaktı. O zaman iki kardeşin arasının düzelmesin önüne geçmeliydi.
Bekir oldu olası fazla merhametli bir adam olmuştu, onun için babasının gözünde zayıf halka olmaktan kurtulamıyordu ya...
Dünden beri şehrin en ünlü avukatları Cihan için gelip gidiyordu. İşte saman alevi gibi öfkesi sönen Bekir'in işi bu kadar olurdu.
O kafasında kura dursun gardiyanın sesiyle daldığı derinden çıktı,
"Cihan Karacahan ziyaretçin var!" Demesiyle okuduğu kitaptan gözünü çekti genç adam.
O avukat istemiyordu ki abisini, annesini istiyordu,
"Avukat mı?" diye sordu onun için... Gelip gidenden sıkılmış gardiyan başıyla onayladı.
"İstemiyorum söylersin boşa gelip durmasınlar." diyerek kitabına geri döndü.
Hüseyin Ağa'nın beklediği fırsattı bu,
"Ne o, abin kıyamıyor mu sana Cihan Ağa, yoksa işlerin içinden çıkamadı da kuyruğunu mecburen mi indirdi? Gelen giden bitmiyor..." diye laf attı.
Duymazdan gelen oğlu sinirini bozsa da belli edemezdi,
"Senle ben olmadan altı aya batırırlar herşeyi, çıktığımızda kıçımıza giyecek don bulamıyacağız bu gidişle. Sen de tükürüğünü yalamazsın, anca beraber kanca beraber bundan sonra ha Cihan Ağa?"
Sessizlik en sinir bozucu olan cevaptı. Cihan'dan ses gelmedikçe, adam yerine koyup muhatap almadıkça deliriyordu,
"Ee... Sayende kafa dinliyoruz, sağolasın ne diyelim. Hayırlı evlat senin gibi olur." diyerek son kozunu oynadı. Cihan'ın geri dönüşü sadece ters bir bakış oldu.
İstediğini alamasa da kafa karışıklığı yeterdi Hüseyin Ağaya, geçen iki dakikanın ardından aynı gardiyan kapıda tekrar görüldü, biraz evvelki bıkkın hâlinden eser kalmamış bir yüzle,
"Cihan Karacahan, Avukat Derya Acar Hanoğlu sizinle görüşmek istiyor." deyince koğuşta ki bütün sesler bir anda kesildi. Laf söylemeyenin lafı ağzında, tavla oynayanın zarı elinde kaldı bir kaç saniye.
Tek kaşı havalanan Cihan çabuk toparlandı, babasının gözünün içine bakarak elinde ki kitabı şak diye kapattı, bu sesi bekliyormuş gibi tüm bakışlar ona döndüğünde kendi de en az onlar kadar şaşkındı ama belli etmemeyi seçti,
"İşte beklediğim avukat... Gidelim de Hanım ağamızı çok bekletmeyelim..." diyerek doğrulup yavaş ama emin adımlarla çıktı koğuştan.
Peşi sıra elindeki çay bardağını duvara fırlatan Hüseyin Karacahan'ın öfkeli haykırışı duyuldu.
Üstü başı dağınıktı ama umrunda olmadı Cihan'ın esas aklı dağınıktı. Ne işi vardı burda Derya hanımın, haline gülüp eğlenecek biri değildi ama boşa buraya gelecek de değildi.
Aklı karışık girdiği görüşmeden, bütün fikirleri düzen bulmuş bir şekilde çıktı, zaten kırksekiz saat dolmadan ardından bakakalan babasıns nispet tüm koşuşa baklavalar dağıtarak hapishaneden de çıktı.
İçeri girmesi gerekenler sırada bekliyordu, telefonunda gördüğü video ile daha sokağa adım atar atmaz belanın başına yağışına lanet etti.
Cemil ve Döne kadının defterini çok çok önce dürmeliydim diye kendine kızdı.
Çok geçmedi, zor olmadı koluna kelepçeyi yiyen Cemil, Cihan'dan boşalan ranzanın yeni misafiri oldu.
Döne hanım ise konulduğu koğuşa girdiğinde çok sevdiği yiğeni Zelal için büyük sürpriz oldu,
"Hala senin burda ne işin var?" Diyerek yanına gelen kıza ne sen sor ne ben söyleyeyim bakışı attı Döne kadın,
"Cihan hepimizin ipini çekti Zelal, azrail gibi dikildi tepeme." Deyip boynunda ki morarmış el izini gösterdi. "Gözü dönmüş gibiydi, canımı zor kurtardım elinden..." deyip Zelal'in çekelemesiyle Şilan şaşkın bakışları eşliğindeki alt ranzaya oturdular.
"O ne demek, babam engel olmadı mı? Nasıl mani olamadınız." dedi herşeyden habersiz.
"A kızım baban hapiste haberin yok mu? Cihan'da içerdeydi de Derya denen avukat hanım ağa çıkarmış." dedi dertli dertli...
Zelal ve Şilan'ın gözleri büyüdü duydukları ile, tamam Cihan eni sonu mevzuya ayacaktı da Hüseyin Karacahan'ın hapise düşmesi demek içerde para ile kurdukları saltanatın da bitişi demekti.
" Zelfi orospusu anlatmış herşeyi mahkemeye de, baban saklatıyordu Cihan'dan. Nasıl olduysa öğrenmiş, üstüne Kemal ile Naci'yi konuşturup babanı içeri aldırdı." diyerek diğer detayları olanı biteni anlattı.
"Bekir abim daha Cihan abimin yüzüne bakmaz, o salak Hesna da abi abi diye Cihan'ın peşinde geziyordu. İyi olmuş araları açılmıştır şimdi... Aklı sıra benim yerime geçecek uyanık besleme." Dedi sona doğru sinirlenerek.
"Kızım onu bunu boşver." deyip sesini kıstı Şilan "annemden gelen üç kuruşla burda ancak sürünürüz, Hüseyin Ağa'nın içerde olduğuna odaklan, ne halt edeceğiz şimdi?" Dedi Zelal'i biraz sarsarak.
Ne halt edeceklerdi...
Zelal'de bilmiyordu, babasının denklemin dışına çıkışını hiç düşünmemişti ki...
Ne olursa olsun arkasında bir dağdı Hüseyin Karacahan...
Zelal için kötü günler bitmiş, daha kötü günler gelir olmuştu...
*******
"Ülkü güzelim uyan artık" diyerek yanağını okşayan adamın sesine kayıtsız kalamasa da gözlerini açmıyordu. Nöbetten çıkıp sabah uçağı ile İstanbul'a gelmişlerdi, uçağın iniş yaptığını sarsıntılardan anlasa da, sanki göz kapaklarının üzerinde tonlarca ağırlık vardı.
Mirza kıyamıyordu ama Hosteslerin inmeleri için başlarına dikilmeleri sn meselesiydi,
"Bebeğim, babanla kardeşlerin seni bekliyor. Dünden beri Hilal'i mutfaktan çıkaramıyorlarmış. Hadi kahvaltıya yetişmemiz lazım." deyince biraz ilgisini çekebildi.
Dağılmaya başlayan uykusuyla, gözlerinin üzerinde ki yük de hafifler gibi oldu.
Mirza'nın desteği ile uçaktan inip valizlerini beklemeye başladılar. Ülkü'nün hâlâ uykulu olan bedeni Mirza'ya yaslı başı göğsünde, beline sarılmış kola güvenerek iyice sokulup kollarını sevdiği adamın beline sardı.
"Mardin de olsak böyle sarılmazsın Mirza Ağa..." Diye de takıldı.
Ülkü'nün saçlarından derin bir nefesi içine çeken adam bu taşı niye yediğini elbet biliyordu, hep o düğün günü karısıyla aşk tazeleyen Boran Ağa'nın yüzünden bu tripleri yiyordu,
"Tahmini kaç seneye bu hatamı unutursunuz Ülkü hanım?" diye sordu.
"Bastona binsek yine söylerim... Kusura bakma yüce yaradan bizi de böyle yaratmış. Elimize koz vermeyin sizde." dedi kıkırdayarak.
"Bastona bindiğimde yanımda ol da gerisi önemli değil, nazında siteminde başım gözüm üstüne Çiğdem çiçeğim..." Deyip burnunun ucunu öpen adama kızamadı Ülkü.
Havaalanından çıkıp bir taksi çevirdiler, Timur beyin verdiği adrese doğru yola çıktılar. Gergin bir şekilde başını Mirza'nın omuzu bırakmış, parmakları ile oynuyordu genç kadın... Babası daha çocuk yaşların da hayatından çıkardığı, tüm çabasına emrğine sırt çevirdiği adam. Evleneceğini öğrenip Mirza'nın karşısına çıkacak kadar, 'kızımı üzersen...' Deyip üstü örtülü göz korkutacak kadar peşinde, ne yaptığından haberdar. Hiç bırakmamış, hiç vazgeçmemiş...
Gözleri doldu yine, zaten kaç gündür kabuğunu soyup attığı, bak benim bu yaram çok derin diyerek Mirza'ya anlattığı andan beri ara ara doluyurdu gözleri.
Nasıl çıkacaktı şimdi karşısına, kendini yüzsüz gibi hissediyordu. Peki ya ikizler, Hilal ve Oğuz ablalarını kabul edecekler miydi? Ne ablalığını görmüşlerdi ki? Kimdi Ülkü onlar için...
Araba durunca geldik sansa da güzel bir pastanenenin önünde durdukları fark etti,
"Pasta alayım diyorum ama başka bir şey istersen?" diyerek karısının dolu dolu bakan gözlerine içi giderek baktı Mirza.
"Pasta olur..." deyip yutkundu Ülkü "Varsa kestaneli olsun olur mu?" deyince yanağına küçük bşr öpücük bırakıp, inmek için kapıyı açtı kocası,
"Mevsim uygun bence vardır güzelim." deyip pastaneye geçti.
Babası çok severdi kestaneli çikolatalı pastayı... Hatta sevdiği tek tatlı da denilebilirdi. Onu unutmadığını hayatından çıkarmadığını aklının en güzel köşesinde hep sakladığını babasının yüzüne söyleyecek yüzü yoktu ama böyle anlatsa da anlayacağını biliyordu.
Çok geçmeden elinde özenli bir kutu ile döndü Mirza,
"Kestaneli çikolatalı varmış şansına sonuncusunu biz aldık." deyip kulağına yaklaştı "Sen hiç sevmedin kestane hayırdır canın mı çekti?" deyip muzipçe göz kırptı.
Ah bu adam ya çocuğu iki günde olup aşermeye başlatacak birşey sanıyordu, ya da bunun muhabbetini bile etmekten mest oluyordu.
Evet, Ülkü kendisine yapılan iş teklifini kabul etmeye karar vermiş. Bu süreçte hafifleyecek iş yükü ile de yaşı daha fazla ilerlemeden evlat sahibi olmak istediğini söylemişti.
Mirza'nın gözlerinde yanan ışığı, oturduğu yerde oturamayıp odada dolanarak "sahi mi Ülkü? Gerçekten mi? Emin misin?" Diye soruşunun nasıl canını yaktığını hatırlayınca gülümsedi kocasına. Hakikaten insanın kendine yaptığı kötülüğü yetmiş millet insan bir araya gelse yapamazdı. Evliliklerinden neleri çalıp eksiktiğini yeni yeni fark ediyordu Ülkü. Böylesi saçma bir ilişkiye Mirza'dan başka bir adam muhtemelen katlanmaz çoktan boşanıp yoluna bakardı...
Eli kocasının yanağını buldu okşadı usulca,
"Babam çok sever kestaneyi ve kestaneli çikolatalı pastayı..." dediğinde Mirza onu kendine çekip sarıldı sıkıca. İçindeki ufak kız çocuğunu babasından sonra sadece Mirza görüp sevmişti ya zaten...
Dünden beri İstanbul'a yağan karın tekrar başlamasıyla yolculukları kısa bir süre daha devam edip, müstakil iki katlı, yağan karın etkisiyle bakımlı bahçesi bir kart postalı andıran evin önünde durdular.
Mirza taksinin ücretini ödeyip indiğinde taksici de valizlerini bagajdan çıkarıp teslim ederek uzaklaşmıştı.
Ülkü ise elinde pasta kutusu ile içeri adım atacak gücü kendinde bulmaya çalışıyordu. Kart postalda ki evin kapısı Timur bey tarafından açılıp gözleri buluşana kadar.
Ne yani? Camda yollarını mı gözlüyordu...
Mirza belinden destek verip ilerletmese Ülkü yıllarca orada durup babasının kapıda onu bekleyişini izleyebilirdi.
Adımları onu unutmadığı yüze yaklaştırırken, yılların yaşlandırdığı ama asla değiştirmediği ela gözlerin de dolu dolu baktığını fark etti.
Gülümsemeye çalıştı ne kadar başardığı kesinlikle tartışılırdı ama o çabayı Timur bey hemen fark edip aynıyla karşılık verdi.
Asır gibi uzun gelen ama bir o kadar da nasıl bittiği anlaşılamayan karlı mesafeyi aştığında artık karşı karşıyaydılar.
Dudakları ip gibi inceldi Ülkü'nün şuraya gelene kadar türlü türlü başlangıçlar düşünmüştü ama hiç birinde babası karşısında tek değildi, onun kafasında ki sahnede babasının yeni eşi Perihan hanım hep kocasının arkasında zarif bir gülümseme ile onları karışıyordu. Kardeşleri az daha geride ama meraklı gözlerle ona bakacaktı. Babasıyla tek kalacağı bir karşılaşmayı hayalinde dahi oynatıp ilerletememişken şuan tam da o anın içinde sıkışıp kalmıştı.
Onun halini anlamış gibi Timur bey,
"Hoş geldiniz." diyerek sessizliği bozdu.
"Hoş bulduk efendim." Dedi Mirza Ülkü'nün elindeki pasta kutusunu aldı, "hadi güzelim" diyerek sessiz bir destek verdi.
Ülkü içeriye bir adım atınca aralarında ki mesafe iyice azaldı,
"Baba..." dedi yılların özlemiyle hâlbuki hoşbulduk demek için aralamıştı dudaklarını,
Göz bebeklerinden bir ışık, peşi sıra titreme geçti Timur beyin,
"Kızım, Çiğdem çiçeğim..." dedi çocukluğundan beri söylediği şekliyle.
Dudaklarını hatta yanak içlerini ısırdı Ülkü, bunu kendine niye yapmıştı. Bu kadar güzel bir adamın babalığından kendini nasıl mahrum etmişti. En çok kendine zalimdi işte, başka açıklaması yoktu.
"Ba-ba..." derken titreyen çenesi heceletti onu, kollarını açan adam ise göz yaşı kapakları beraberinde açtı.
Gözlerinden süzülen yaşlarla en son sekiz yaşındayken sığındığı kollara tekrar kavuştu. Heybetli bir adamdı Timur bey, Mirza gibi... Küçükken kaybolurdu bu kollarda ama şimdi de çok birşey değişmiş değildi.
Saçlarından, başının üzerinden öptü babası Ülkü küçüldü sekiz yaşına geri döndü o kollarda, o küçük kızdan özür diledi babasına sırtını dönen Ülkü olarak.
Derin bir nefesi ciğerlerine çekince kokusunun bile değişmediğini fark etti.
"Baba... Özür dile-" cümlesini tamamlatmadı babası.
"Ben özür dilerim, sana kendimi anlatamadığım dahası seni anlayamadığım için... Sen çocuktun, senin suçun yok."
Yok muydu? Vardı...
Babası bunu kabul eder miydi? Asla...
Daha sıkı sarıldı Ülkü, daha çok kuşattı Timur Bey...
Kızının kulağına fısıldadı,
"Ben bu kocanı hiç süründüremedim içimde kaldı, şimdi biraz çektirsek çok mu geç olur." Diyerek ağırlaşan havayı dağıttı.
"Bence hiç birşey için geç değil." Deyip kıkırdadı.
Eh... Arjin hanımın acısını oğlundan çıkaracaktı yapacak birşey yoktu.
Ayrılan ikiliden sonra kayınpeder damat el sıkıştılar, salonun kapısında sanki işaret bekler gibi dizilmiş üç kişi ile göz göze geldi Ülkü, bunu bekleyen Perihan hanım,
"Hoş geldiniz." Diyerek en sıcak tebessümü ile onlara doğru yürüdü, peşinde ki iki genç de onu takip etti.
"Hoş bulduk Perihan Abla." dedi Ülkü.
Çocukken tanıştıkları günü hatırladı ikisi de "bana abla de istersen, istersen arkadaşın da olurum. Ben babanı ve seni çok seviyorum Ülkü." demiş ama asık bir surattan öte karşılık alamamıştı Perihan hanım. O zaman ki çocuk aklıyla en büyük düşmanı babasının evlendiği kadın olan Ülkü'den de fazlası beklenmezdi zaten.
Kısa ama sıcacık kucaklandı bir anda, sözsüz bir teşekkürü vardı Ülkü'ye Perihan hanımın. Bunca yıl sonra da olsa geldiği için, Timur'un yıllardır kapanmayan yarasına derman olduğu için...
Sonra sıra en hasret çektiği ikiliye geldi, hep kardeşi olsun isteyen Ülkü'nün hiç ablalık edemediği kardeşlerine...
Üst dudağını ısırdı zordu, çok zordu. Kan bağına rağmen bu kadar yabancı olmak çok koyuyordu Ülkü'ye,
"Sarılabilir miyim size?" dedi küçük bir çocuk gibi ağlamamak için frenledi kendini.
Babasının kopyası olan Oğuz, annesine benzeyen Hilal'e baktı kısa bir an sonra babası gibi kollarını açtı, küçük bir kardeş gibi değil bir ağabey gibi sağına Ülkü'yü, soluna ikizi Hilal'i aldı.
Ülkü hıçkırarak ağlamaya başlayınca, Hilal de ondan geri kalmadı. Oğuz ise isyanın eşiğindeydi,
"Of... baba of... Hilal yetmiyordu bir sulu gözümüz daha oldu..." dedi gerçekten dertli bir tavırla.
Hilal kardeşinin göğsüne yalandan bir yumruk attı,
"Ben sulu göz değilim, sen çok duygusuzsun." dedi göz yaşlarını silerken.
"Burnunu silde ilk dakikadan enişteye bari rezil olmayalım."diyen Oğuz'un Hilal'i pek taktığı söylenemezdi. Ya da anlaşma şekilleri böyleydi. Şimdilik bilemiyordu Ülkü...
"Ablamdan alışıktır eniştem, hem eminim senin gibi dalga da geçmiyordur." diyerek ikizinden ayrıldı Hilal, hatta Ülkü'yü de çekip sadece kendisi sarıldı.
"Öyle değil mi abla?" deyince Ülkü sanki yıllardır ablası gelsin de ikizini şikayet etsin diye beklemiş kıza içi kıpır kıpır bakakaldı.
Bu kadar hızlı bir kabulleniş asla beklemiyordu, imdadına Mirza yetişti,
"Hiç dalga geçer miyim?" deyip önce Hilal'in gönlünü aldı. Sonra Oğuz'a döndü, "Canıma susamadım, sürünerek ölmek için çok gencim" deyip göz kırptı.
Ailecek gülüştüler, Timur bey "Kimse benim kızlarımla dalga geçemez." diyerek oğlum sana söylüyorum damat sende duymuş ol gibilerinden göz dağı verdi.
Hep beraber özenle hazırlanmış sofraya geçtiler...
Timur bey yıllardır ilk defa eksik hissetmeğini bir sofraya oturdu, Perihan hanım eşinin mutluluğunu ile mutlu oldu. Çocuklar birbiri ile kaynaştı, Oğuz eniştesine bir iki zarf atıp kayınçoluk yaptı. Hilal ablası ile meslek tercihleri üzerine sohbet etti.
Mutlu bir kartpostal resmi gibi karlı İstanbul gününün tadını çıkardılar.
*******
Saatlerdir yataktan çıkmayan hatta mümkün olsa orda yaşayacak kadar hayattan kopmuş kadına karşı çaresizdi Miran,
"Canan kahvaltı hazırladım, hadi birşeyler ye. Sonra da hastaneye gideriz güzelim hadi..." Diyerek alacağı cevabı bilerek şansını denedi.
"İstemiyorum, sen git. Sütüm de kesildi zaten ne yapacağım hastanede?" derken o kadar söylediğinin doğruluğuna inanıyordu ki Canan, Miran ne yapacağını şaşırmış haldeydi.
"Kızımızı görürüz, o da özlemiştir bizi. Hadi güzelim." dedi yine alttan alarak.
"İstemiyorum Miran niye anlamıyorsun?" Diye diye yüksek perdeden çıkıştı Canan, doğum yapalı iki ayı geçmişti ama psikolojisi bir türlü toparlanmıyordu.
Ama Miran da sabrının sonundaydı, son gün annesine olan öfkesiyle konuşup Narin'in de kalbini kırmıştı. Oğlunu özlüyor ama arayacak yüzü kendinde bulamıyordu. Kızı yoğun bakımdaydı, düzenli süt sağacak kadar umursamadığı için Canan'ın sütü kesilmiş, bir damla bebek mamalara kalmıştı.
Miran sabırlı bir adamdı, Canan dini nikahlı karısıydı ama gün gelir pişman olur diye yıllarca sınırları aşmadan, Canan'ın bütün zorlanmalarına rağmen ileri gitmeden resmi nikahlarının olacağı, gelinliği ile ona geleceği günü beklemişti.
Araya hiç hesapta olmayan bir iftira ile Narin girmiş, tüm direncine rağmen hayatının merkezine oturmuştu. Onun kendisine olan hastalıklı sevgisine bile saygı duymuş karşılık vermemiş ama incitecek, kalbini kıracak tek söz de etmemişti.
Narin'in abisi öldüresiye dövmüş, babası silahını alnına dayamış olmasına rağmen ağzını açıp Narin'i incitecek tek söz etmemişti. Ne şartla evlenmiş olurlarsa olsun Narin onun nikahı altındaydı. O nikah varken geçen iki yıl boyunca Canan'a dokunmayı aklına bile getirmemişti. O evlilik bitmeden de dokunmak niyetinde değildi. Ta ki Narin kendi elleriyle kışkırttığı Canan'ı canlı bir bomba gibi üzerine salana kadar.
Yaşanan o güne, iradesini kaybetmiş oluşuna hâlâ lanet ediyordu Miran. Yıllarca sabrettiği herşey tek bir anlık gafletiyle çöp olmuştu.
O dakikadan sonra da yaptığı hataya sahip çıkmaktan başka şansı kalmamıştı.
Canan'ı kuma diye konağa getirmek bir yana Narin ve Canan'ın aynı şehirde olmasına bile izin vermezdi eğer Narin damarına basmasaydı.
Kucağın da Asım ile odasına gelip,
'Bitti artık Miran, kabul edin ben kazandım. Bırak o Canan'ı, bir kere bırak ve gerçek yüzünü gör...Kabul et artık, ben bu konağın hanım ağasıyım, sende Aladağ aşiretinin ağasısın. Kucağımda ki bebekte bunun garantisi, sana ihtiyacın olan herşeyi verecek tek kadın benim.'
Herşeye tamamdı, bir yere kadarda anlıyordu ama kendi Dünya'ya getirdiği bebeği bir garanti olarak görüşünü kaldıramıştı Miran. Hele ki gece gizli gizli bebeği sevmeye gittiğin de, Hediye'nin yalvaran sesine rağmen, Asım'ı emzirmeyi göğüsleri bozulur diye reddettiğini duyunca öfkeden delirmişti. Madem hakkıyla annelik etmeyecekti, niye Asım'ı Dünyaya getirmişti. Bu çaba sırf hanımağa olmak için miydi? Canan'ı yendim, ben kazandım demek için...
Annesinin bebek Mevlüdü için tüm Mardin'i ayaklandırdığı günün akşamı konağa Canan ile gelmesinin akla yatan hiç bir yanı yoktu. Ama herkes delirmiş gibi aklına eseni yaparken aklı selimini korumakta çok mümkün görünmüyordu.
Yine de Narin'in karşısına geçip de kalbini kıracak tek söz etmemişti, ta ki İstanbul'a gelecekleri güne kadar.
Canan yorganı savurarak yataktan çıkıp banyoya yürüdüğünde kolundan yakaladı, haftalardır sabrettiği herşey taşmak için boğazını zorluyordu,
"İstemiyorum anlamıyor musun?" Diyerek kolunu çekmeye çalıştı Canan ama kolunu kurtaramadı, Miran'ı daha önce bu bakışla görmediğini ancak o zaman fark etti,
İstemekle mi anne babalık yapılıyor Canan, ya benim hiç dokunmadığım bir kadından çocuğum var. Her gün fotoğraflarına bakıyorum, özlüyorum, vicdan azabı çekiyorum. Sen canında büyüttüğün çocuğa nasıl böyle durabiliyorsun, anlamıyorum ya anlamıyorum Canan. Allah rızası için anlat bak ben deli olacağım artık." diyerek hayatında ilk defa Canan'a çıkıştı.
Fakat Canan'ın bu konuşmada duyduğu tek bir nokta vardı,
"Oğlunu mu özledin Miran, tutan yok git. Git gör oğlunu... Narin zaten dokun ona diye bekliyordur, gitmişken onu da aradan çıkarırsın." dediğinde Miran da ilk defa Canan'a uzaktan bakma gereği duydu.
Bu karşısında ki kadın Canan'dı değil mi? Bu lafları edebiliyordu... Hemde şimdiye kadar kendisinden başka hiç bir kadına dokunmamış Miran'a...
Tuttuğu kolunu bırakıp çıkmak için arkasını döndü, hayal kırıklığı mıydı içinde ki cam kesiği...
Kapıya doğru iki adım atmıştı ki,
"Gitmiyorum hastaneye falan, bağlanmak istemiyorum o bebeğe neden anlamıyorsun... Doğdum doğalı savaşıyorum ben, bu hayatta kim neye ulaşmak için benim kadar savaşmış. Yoruldum... İstemiyorum bu hayatı, sil baştan başlamak istiyorum!" diye haykıran kadına diyecek tek sözü yoktu.
İki ay önceki Canan mı gerçekti bu kadın mı?
Önce odadan, sonra evden çıktı. Hastaneye ulaştığında camın önünde durup küvözdeki bebeği izledi, Canan'ın bir türlü isim vermek istemediği ama Miran'ın kendi içinden Masal'ım diye sevdiği minicik bedeni... O sırada telefonu çalınca gözlerini camdan ayırmadan ezbere hareketlerle açıp kulağına götürdü,
Mirza'dan bugün Asım'ın fotoğrafı gelmemişti sebebi konuşma bittiğinde anlamış oldu. Mirza ve Ülkü İstanbul'daydı...
Canan'ı aklı arkada kalmadan emanet edebileceği tek kişi Ülkü olabilirdi. Zaten Canan da başka kimseyle görüşmek bile istemeyecek durumdaydı. İlişkileri son iki ayda yıllardır yıpranmadığı kadar yıpranmıştı. Bugün duydukları Miran için son damlaydı, biraz kafasını dinleyip sakinleşmezse taşıp önğbe ne gelirse umursamadan konuşacak dönülmez yollara gireceklerdi.
Ülkü ve Mirza'ya durumu izah edip ilk uçakla Mardin'e döndü, oğlu burnun da tütüyordu.
Narin'in yeni evinin adresini bindiği taksiye söylerken saat çok geç olmasa da tedirgindi. Narin'in bu ziyareti asla beklemediğini adı gibi biliyordu. İşin zoru ne diyip, nasıl iletişim kuracaktı hiç bilmiyordu.
Evin önüne geldiğinde, ışıkların çoğunun yanıyor olması ile biraz rahatladı. Kapıyı çalıp açılmasını bekledi fakat çok tuhaf birşey oldu, Narin söylenerek kapıyı açıp gelene bakmadan ağlayan oğlunu avutmaya çalışarak içeri yürüdü,
"Gelmeseydin Nermin, vallahi bak gelmeseydin yani... İyi ki kırk yılın başı yardıma çağırdım." Asım bir çığlık daha kopardığında "Şşşş... Yok annem, yok güzel oğlum sana demedim. Pis teyzene dedim, zilli teyzene dedim... Dünden beri hiç uyumadım, bırak uyumayı ağzıma iki lokma atacak fırsatı bile bulamadım, sakın saçma sapan romantik datelerini bahane diye anlatma vallahi saçını başını yolarım." Diyerek kucağında ki oğlunu hoplatarak susturmaya çalıştı.
Dün geceden beri ateşliydi Asım, diş çıkarıyordu üstüne de boğaz enfeksiyonu ile birleşince huysuzluğu, huzursuzluğu arşualaya ulaşmıştı. Kız kardeşi Nermin göya yardıma gelecekti, on dakikaya ordayım diyor ama o an dakika iki saattir bir türlü dolmuyordu.
"Ne oldu suçlusunya sesin çıkmadı Nermin hanım" deyip tepesinde topuz yaptığı saçları, üstünde saçma sapan avakado desenleri olan polar pijaması ile ses vermeyen kardeşine söylenmeye devam etmek için geriye döndü. Fakat kapının önünde öylece kalakalmış Miran'ı görünce gözleri kocaman açıldı.
İkisi de ne diyeceğini bilmez bir halde birbirine bakakaldığında, Miran bir an karşımda ki bu kadın Narin mi diye düşündü.
Saç baş dağılmış, bırak makyajı saçına bugün tarak değmediği garantili bir topuzla yüzüne şaşkın gözlerle bakan kadın Narin olamazdı.
Asım bir çığlık daha koparmasa ikiside o halde ki saçma bakışmayı sonlandıracak gibi değildi.
"Miran..." dedi Narin ilk şoku atlatınca.
Kaldığı kapı ağzından bir adım içeri geçti adam,
"Habersiz geldim, kusura bakma ama sabahı bekleyemedim. Uçaktan iner inmez Asım'ı görmek istedim. Işıklarıda açık görünce..." Diyerek saçma açıklaması daha da uzatacaktı ama Asım acılı bir çığlıkla onu susturmasaydı.
"Şşşş... Oğlum tamam annecim... Baba gelmiş bak." Deyip bebeğinin kendine dönük yüzünü Miran'a çevirdi "Sorun değil, istediğin zaman oğlunu görebilirsin tabii. Ama bugün her zamankinden biraz daha huysuz, dil çıkarmaya başladı. Üstüne boğaz enfeksiyonuda gelince..." Deyip durumu izah etmeye çalıştı.
Kim bilir Miran'ın gözünde ne beceriksiz bir anne imajı çizmişti... Her türlü berbat birgün daha da berbat hâle gelmiş, üstüne Miran da tüy dikmişti doğrusu.
"Ben ilgileneyim sen dinlen biraz, durur mu benimle? Yabancılamazsa..." dediğinde son kelimeyi kendi söylememiş gibi boğazına battı. Oğlu için yabancıydı değil mi?
"Aslında çok çabuk kaynaşır ama hastaya şimdi, belli olmaz sağı solu. Sen ellerini yıka önce, yani yıkarsan iyi olur. Dışardan geldin sonuçta." Deyip içinden 'sus Narin, konuştukça batıyorsun' Diye kendine kızdı.
Miran ise tam tersine Narin'in bu şaşkınlıkla bile atlamadığı detaya memnundu. Eve giren herkese aynı muameleyi yaptığı o kadar belliydi ki. Sepette ki tek kişilik havlular bile ne kadar özenildiğine delil gibiydi.
Ellerini yıkayıp kuruladı, hatta montunu da çıkarıp vestiyere astı, bir kaç adımda salonun girişinde oğlunu susturmaya çalışan Narin'in kucağındaki oğluna ulaştı.
"Gel bakalım küçük adam, hasta mı oldun sen babacım?" Diyerek salonda volta atmaya başladılar.
Boşta kalan yorulmuş kollarını bedenine sarıp omzunu kapı pervazına yasladı Narin.
Asım hâlâ huysuzdu ama yeni bir ses ile karşılaşınca biraz durulmuş babasının sakallarına avucunu bastırarak muhtemelen elinde ilk defa tattığı duyguyu anlamlandırmaya çalışıyordu.
"Babam..." dedi Miran ilk defa dolu dolu içinden geldiği gibi sakınmadan, sesini kısmadan "Unuttun değil mi beni?" deyip bebeğin yüzünde dolaşan elinin üzerine bir öpücük kondurdu. "Kardeşin çok hastaydı babacım gelemedim."
Oğluna hesap verir gibi dert anlatan adamın haline gülümsedi Narin, o kadar tekti ki yardıma gelecek bir çift kol nasıl hissettirir hiç bilmiyordu. Doğrusu bunu hiç düşünmemişti, düşünmeye de gerek yoktu. Asım onun bencilliğinin ürünüydü, Miran bebeğinin babası olsa da sorumluluk almasını beklemeye hakkı olduğunu düşünmüyordu. Nasıl ki adama sormadan bu yola çıktıysa öyle tek tabanca devam etmeliydi.
Telefonunu cebinden çıkarıp Nermin'e gelmemesine dair bir mesaj yazdı, şimdi Miran'ı görürse bin türlü laf sokar can sıkardı. En iyisi hiç karşılaşmamalarıydı.
Sonra ise baba oğulu baş başa bırakıp odasına geçti, düzgün bir eşofman takımı giyip saçlarını at kuyruğu olacak şekilde topladı, zaten inanılmaz dökülüyorlardı. Doktoru vitamin takviyesi versede sadece biraz yavaşlatmaya yetmişti. Ülkü 'tek başına savaşıyorsun ondan bu dökülme' diyerek teşhisi koysa da tedavi yoktu bu işte. O yanlız bir anneydi, bunu kendi seçtiği için sitem edecek kimsesi de yoktu.
Salona geri döndüğünde Miran'ın bir eli telefonunu tutarken bir eli de oyun halısına yatırdığı oğlunun göbeğinde hafifçe gıdıklayarak oyalamaya çalışıyordu. Ve kan çekmesi denilen şey gerçekse bu tablo da ona delil diye kullanılabilirdi.
"Bitkisel mi? " deyip karşıyı dinledi "Haluk abi tamam diyorsa alıp sana attığım konuma getir Cengiz. Tamam bekliyorum aslanım." deyip telefonu kapattı.
Narin kendi evinde yabancı hissediyordu şuan, bu manzara halis miydi?
Sormak istediği şeyler vardı ama soracak cesareti yoktu. Miran belki en çok Narin ile sınanmıştı ama hiç bir zaman kalbini kurmamıştı. En çok hak ettiği anlarda bile arkasını döner giderdi, tepkisi tepkisizlikti. Verdiği ceza görmezden gelmek olurdu en fazla.
Ne yapmamıştı ki Narin, seksi gecelikler ile odasına dalmak mı dersiniz, yoğun trafikte yola odaklıyken öpmeye çalışmak mı? Ailecek masadayken elini tutmaya çalışmak mı? En masumundan en sabır yoklayanına kadar aklına gelenlerle içten içe utandı. Ne kadar gurursuz davranmıştı...
"Narin..." diyen sesle daldığı düşünce kuyusundan sıyrıldı,
"Efendim." dedi ne konuşacaklardı ki.
"Cengiz bitkisel bir ilaç getirecek, sana sormadan aradım ama eczacı arkadaşım olur Haluk abiyi tanırsın sende. Zararlı birşeyi vermez, için rahat etmezse vermeyiz yine... Çok ağlayınca kıyamadım." Diye çekinerek konuşunca Narin çektiği yabancılıkta yanlız olmadığını anladı.
"Tanıyorum Haluk abiyi, getirsin Cengiz okuruz içeriğini aklımıza yatarsa veririz." deyip ekledi "iyi düşünmüşsün." Diye de ekledi. Babasıydı o yabancı gibi duruyor olması, izin alır gibi konuşması can yakıcıydı Narin için...
Asım yine ağlamaya başlayınca annesi aldı kucağına odada dolaştırdı biraz çok geçmeden zil çaldığında Miran çıkıp ilacı aldı.
İçindeki Prospektüsü okuyarak geldiğini görünce Narin içinde tanımlayamadığı bir huzur oluştu,
"Bence verebiliriz ama sende bir bak istersen." deyip kağıdı verip oğlunu aldı.
"Ağlama babacım sesin kısıldı artık." Diyerek sırtını sıvazlayarak gezdirdi odanın içinde.
Okuduğu ile içine sinen ilacı kutusundan çıkardı Narin,tek kullanımlık toz şasesini açıp,
"Verelim bakalım oğluma şifa olsun inşallah, değil mi annecim?" Diyerek baba oğluna yaklaştı. " Koluna yatırırsan daha kolay içiririz." deyip Miran'a da yol gösterdi.
Oğlunun başını sol koluna yatıran adama yaklaştıkça kalbi ağzında atıyordu, bu duygu can yakacak kadar sert ve acı verici bir ritimle atan kalbine zarardı. Aşk buysa kesinlikle uçan kelebekler falan yoktu. En azından Miran ve Narin'in içinde o kelebekleri hiç uçurmamıştı. Çoğu zaman midesine sert bir yumruk yemiş gibi iki büklüm olası gelirdi de, kuyruğu dik tutar burnunu havaya dikerdi.
Miran ise şakaları iyice seyrelmiş saçları fark etti, onun tanıdığı Narin'den geriye bu kadın kaldıysa kesinlikle kalanın gidenle alakası yoktu. Bedeni bozulacak diye bebeğini emzirmeye yanaşmayan kadına ne olmuştu böyle. O sözlerini kendi kulağıyla duymasa, insan şu haline bakıp iftira etmişler derdi.
Asım ağzına azar azar bırakılan tozun tadını sevmiş olsa gerek itiraz etmezken Narin bebeğini düşünmese tozu ağzına boca edip Miran'dan uzaklaşırdı.
Nihayet bittiğinde uzaklaşıp içinden derin bir oh çekti hatta...
"Ben ona mama hazırlayıp geleyim yorgun düştü sakinleşirse uyur belki." Diyerek mutfağa kaçtı. Su ısıtıcısını çalıştırıp, elini kalbine koyarak tezgaha eğildi.
'Atma, bu adam için atma, yapma... Ondan bize fayda yok anla artık...' diyerek laftan anlamayan kalbini yola getirmeye çalıştı.
Mamayı yapıp içeri geçtiğinde, Asım oldukça sakinleşmişti,
"İçirmek ister misin?" diye teklif ettiğinde Miran Asım'ın yanından kalktı.
"Sen doyursan daha iyi olur benim küçük bir işin var." Diyerek çıktı odadan.
Narin'in kalbi hakkı varmış gibi kırıldığında, oğluna odaklanmayı seçti genç anne,
"Gel bakalım oğluşum, acıktın mı annem." deyip biberonu doğru açıyla dudaklarına değdirdi bebeğinin.
İştahla karnını doyuruşunu izlemek hep çok keyifli gelmişti Narin'e Miran da bu anı yaşasın istemişti sadece.
'Her zamanki gibi çabuk kaptırdın kendini Narin diye payladı kendini, elini verse koluna yapışıyorsun. Kim bilir nasıl kaçarak gidecek birazdan...'
İç ses miydi? Düşman mıydı? Belli değildi ama çoğu zaman doğruyu söylediği de gerçekti.
Asım biberonun yarısını geçtiğinde uyuyakalmıştı bile...
İlaç gerçekten iyi gelmişti yada babası iyi geldi, kim bilebilirdi...
Usulca odasına geçip beşiğine yatırdığı oğlundan sonra ne yapacağını bilmez halde odadan çıktı, aynı anda da kapalı olan mutfak kapısı açıldı önce tost kokusu geldi sabahtan beri sıcak lokma yutmamış Narin'in burnuna, sonra ise elinde tepsi ile Miran' gördü...
"Sen de yemek yiyemişsin, beni Nermin sanıp söyleniyordun ya, o ara duydum. Asım uyumuşken karnını doyuralım gel hadi." Dedi ilk defa yumuşacık bir sesle.
Nefes nasıl alınıyordu, boğaza oturan yumru nasıl savuşturuyordu... Peki bu kadarcık bir merhamete hasret olmak nasıl bir acizlikti.
Başını ufacık sallayıp salona geçti Narin, içini ise Miran'ın bu halinin sefasını Canan'ın sürdüğü gerçeği kemiriyordu.
Önüne konulan tost ve meyve suyuna odaklandı, zira başını kaldırıp baksa Miran içini okuyacak kadar şeffaftı bakışları, kendini saklayacak gücü kalmamıştı.
Tostundan bir ısırık aldı, meyve suyundan içti. Uzun uzun plastik çiçek desenli tepsinin renklerini inceledi.
Ta ki,
"Narin..." diyen sese kadar.
Derin bir nefes alıp bakışlarının kalın perdesini bulamasa da tülünü çekmeyi başardı. Çok yakından bakmazsa içini görmezdi Miran, hiç bçr zaman da yakından bakmamıştı zaten.
"Biz senle çok uzun, engebeli yollardan geçtik, çok sınandık yorduk birbirimizi ama ne olursa olsun ben seni kırmaktansa çekip gitmeyi, görmezden gelmeyi seçtim. Kalbini kırmak istemedim..." dediğinde onun yarım bıraktığı cümleyi Narin'in beyni 'kalbini kırmak istemedim, fazlasıyla hak etsende...' diye tamamladı.
"Ta ki İstanbul'a gideceğimiz o güne kadar, öfkem sana özel değildi ama senin elinde patladı. Hiç yaşansın istemezdim, yaşadığımız bir çok şey gibi olmaması gerekendi, oldu." Deyip tekrar Narinle göz göze geldi. "Özür dilerim, ikimizin bir evladı var ve yükün tamamı senin omuzlarına kaldı. Her zaman yanında olurum diyemem ama ihtiyacın olduğunda iki elim kanda olsa bırakıp koşarım bunu bil olur mu?" deyince bir damla yaş kurtulup Narin'in yanağı boyunca süzüldü. Silen olmadı, ne göz yaşını nede peşi sıra bıraktığı izini...
O geceden birbirine eş olamamış ama iyi anne baba olmaya and içmiş iki kişi olarak çıktılar.
********
Bir haftadır kimsenin uğramadığı Karacahan konağının kapısındaydı Cihan, kapıda bekleyen adamlar saygıyla eğilip konağın gösterişli kapısını açtılar. Dışardan heybetli içerden çökmüş halde girdi içeri, boş avluda gezindi bal rengi gözler, insansız ne kadar anlamsızdı bu gösteriş. Ağır ağır çıktı merdivenleri son basamağa yaklaştıkça basamaklarda kurumuş kan damlaları gördüğünde boğazını sıkan el biraz daha daraltı. Adımları duraksadı göz kapakları sanki faydası olacakmış gibi kapandı, oysa hiç faydası yoktu görmek istemese de görecek, duymak istemese de duyacaktı.
Daha saatler önce Zelfi'nin dediklerini istemese de duyduğu gibi, bu kanı da istemese de görecekti. Zamanında görüp duyması gereken şeylere kör oluşunun bedeli buydu. Can yakıcıydı, hem de çok fazla...
Abisinin odasının kapısı yakınında kurumuş kan izinin önünde durdu, her vebale ilaç olurdu belki de ölüme yitişe çözümü yoktu. Zelfi'nin yaraları sarılırdı, kırıldığı yerden sabırla incitmeden sevilirdi. Gün olur yarası iyileşir diye gerekirse ömür verirdi de, avuçlarında kayıp gitmiş bir canın kanı varken Hesna'nın yüzüne nasıl bakardı.
Abisi haklıydı, silmekte de yüzüne bakmamakta da... Ama Cihan en ağır suçluluğu Hesna'ya karşı taşıyordu.
Hesna'nın onu sevmesi için hiç bir sebebi yoktu ki? Abi... Abi... Diyerek sürekli kapalı kapılarına dayanışına hiç bir zaman anlam verememişti.
Halbuki Zelal'e ettiği abiliğin gölgesini Hesna'nın üzerine düşürse yıkılmaz bir kalesi olacaktı Cihan'ın.
Gülhan hanımı aradığında 'Hesna seni görmek istiyor oğlum, hakkıdır gel geçmiş olsununu dile.' demişti.
Ne yüzle gidecekti...
Dahası ne diyecekti...
İzlerden en uzak kenardan geçerek odasına geçti, büyük bir valiz alıp içine eşyalarını doldurdu, otelde ki odasında herşeyi vardı ama bu konakta izi kalsın istemiyordu. O kan izini bir kere daha geçecek gücü yoktu.
Valizi kapatıp, kenara bıraktı. Dolabının üst rafında duran zarif ahşap kutuya uzandı. Üzerinin tozunu silip karton bir çantaya dikkatle yerleştirdi. Yıllardır eli uzanmıştı ama artık sahibine gitme zamanıydı.
Konaktan çıkmadan kahya ile konuşup çalışanları otele yönlendirip konağı kapatmasını söyledi. Konak kapatmak bitiş ilanıydı Mardin'de tıpkı evlenen oğulun ayrı evde oturmasının ayıplanır oluşu gibi... Bekir'in aklında hep ayrı ev vardı, Cihan tanıyordu abisini ama düğünün aceleye gelişi ile ertelemek zorunda kalmıştı, sonrasın da ise Hesna'nın gitmek istemediğini tahmin etmek zor değildi.
Kimin ne konuşacağı umrunda olmadı, kimseye mutluluk getirmeyen bu taş yapı ancak sessizliği, kimsesizliği hak ediyordu.
Otele geçtiğinde kendisine dört halifeden birini görmüş gibi sevinçle koşturarak gelen müdürü görünce anladı ki burda da işler karışık.
Kendine özel odasına çıkıp üzerinde hâlâ hapishane kokan kıyafetlerden kurtuldu. Duşunu alıp işlerin başına oturduğu sırada günlerdir aklını kurcalayan başka bir mevzuya takıldı.
Derya hanımdan dinlenecek özrüne bir de Nazlı için edeceği teşekkür eklenmişti. Kuru bir teşekkür olmazdı, bugün teşekkür etmek istediğinde nerdeyse duymazdan gelip bir de üstüne dışarı çıkmayı kabul ettiği için kendine teşekkür eden kadın hergün şaşırtıyordu.
Parmakları masada bir ritim tutturmuşken , bir eli de sakalını karıştırdı. Mardin'e hanım ağa olmuş bir kadına ne hediye edilebilirdi ki, Boran zaten uydu gibi etrafında dönüyordu. İsteyipte sahip olamayacağı birşey olacağını hiç sanmıyorumdu.
Ama bulmalıydı, çok seveceği, sevineceği birşey bulup önüne sermeliydi. Evli kadına da takıydı çiçekti alınmazdı, Boran bu kez topuklarına sıkardı...
Aklına gelen fikirle düşünmeye fırsat vermeden telefona uzandı, çok çalmadan cevaplandığında,
"Benim numaram var mıydı sende Cihan Ağa? Bu hattı değiştirmek şart oldu..." Diye söylenen Devran'ın sesinde yalancı bir sinir vardı.
"Yenisini bulmam da çok zor olmaz ama sen bilirsin tabii." diyerek ona uyum sağladı.
"Bulup ne yapacaksan acaba? Neyse derdin ne akşam akşam uzatmadan söyle işim gücüm var." diye terslendi.
"Derya hanımdan özür dilemek istiyorum." Demesiyle sabırsız bir
"Eee..." Sesi geldi karşıdan.
"E'si elim boş gitmek istemiyorum, senden akıl sorayım dedim. Ayıbım büyük malum, kapatacak bir şey olsun." Dediğinde,
"Bir buket çiçek al git Derya takılmaz öyle şeylere." dedi Devran umursamaz bir tavırla.
"Ha diyorsun ki Boran seni vursun herkesin içi soğusun."
Karşıdan gir bir kahkaha sesi geldi,
"Sandığımdan akıllısın Cihan, aferin düşmedin tuzağa." dedi açık açık.
"Devran!" diye çok da üst perdeden olmasa da uyardı Cihan.
Karşıdan derin bir soluklanma sesi geldi,
"Ne alacaksın oğlum, kocası malikanede yaşatıyor kadını, hele de bebek haberi geldi geleli peşinde pervane. Babası evinde desen görmüş, doymuş... Koskoca çiftlikleri var... Yani demem o ki canından can vermediğin sürece ödeşemezsin..." dedi son cümleyi özellikle vurgulayarak.
"Canından can diyorsun..." derken düşünceliydi Cihan,
"Aynen Cihan Ağa, benim bacıma da aşağısı yakışmaz." deyip kapattı telefonu.
Şu Mardin'de herkes bildirdi ki Cihan Karacahan canını verir, Bal kızının tayını kimseye vermez. Cins bir Arap atıydı, kardeşi heves etti diye Bekir kendi parasıyla alıp hediye etmişti. O zamandan beri peşine düşen düşüne olsa da Cihan,
'Canımdan can isteyin, Bal kızın tayını istemeyin' diyerek tüm yolları kapatmıştı.
Sevdiğine fazla düşkün, gözünden sakınan bir yapısı vardı. Bu huyu onu bazen gerçeğe bile kör etse de, Cihan'ın yaradılışı buydu.
Zelfi'yi o köyden bulup kurtaran kadını, Nazlı'yı gözü arkasında bile kalmadan bırakıp gelebileceği kadar güven vermiş avukat hanımı nasıl elden sayısındı. O Derya'yı içinde çok başka bir yere koymuştu, belki bir abla, belki kardeş, umutsuz bir belki ile de iyi bir dost.
Derya'nın bunların hiç birine ihtiyacı olmadığını adı gibi biliyordu. Aslan gibi bir ağabeyi, onu aratmayacak bir erkek kardeşi vardı. Hoş bunlar olmasa Devran yeterdi, bacım dedikçe bacım çıkıyordu ağzından...
Onun ihtiyacı yoktu da Cihan'ın vardı işte... Zelfi'ye bu kadar yakın bir dalı olursa yarasını daha iyi tanır, belki sarmaya gücü yeterdi.
Çiftliği arayıp bal kızın daha iki aylık bile olmayan tayını hazırlamalarını söyledi, peşi sıra önünde yığılmış dosyalara daldığında sabaha karşı işleri kolaylamış uyuyakalmıştı.
Sabah gözlerini resepsiyondan gelen arama ile açtı,
"Cihan Bey, Asil Bey geldiler sizinle görüşmek istiyor müsaitseniz odanıza yönlendirelim mi?" diye soran gençe,
"Buyursun bekliyorum." deyip kapattı telefonu.
Sol elinin avuç içiyle gözünü ovalayarak saate baktığında onbir civarı olduğunu görerek bu kadar nasıl uyuduğuna şaşkın banyoya geçip elini yüzünü yıkadı.
Üstüne değiştirmişti ki kapı tıklatılınca o tarafa yöneldi,
"Ooo... Cihan Ağam yeni mi uyandın? Diyerek imali bir bakış attı,
"Asil gerçekten bu sabah son ihtiyacım olan senin muhabbetin" deyip saatini takmak için çalışma masasına ilerledi
"E yüzün gözün şiş bu saate kadar uyuduğuna göre yanlız uyumamış olman lazım, rahatsız mı ettik Ağam?" diyen adamın bu gevşekliğine tezat kişiliği olmasa asla arkadaş olamazlardı.
"Sen öyle yapıyorsun sanırım, kişi kendinden bilir işi bi yerde..." diyerek misillemesini de yaptı.
"Yok... Ben Edalı yarime ihanet edemem. Mahşerde kavuşsak mahşere kadar tek tabanca devam." dedi kendinden fazlaca emin.
"Senin yerinde olsam bir dakika kaybetmezdim Asil." Dedi az evvelkine göre fazlaca ciddileşerek,
"Benim yerimde olcak kadar ne derdin var oğlum hayırdır?" derken Asil de bütün dalgacılığını kenara bırakmıştı.
"Boşver öyle gelişine konuştum, hangi rüzgâr attı? Turla mu geldin?" Dedi konuyu değiştirmek için.
"Yemedim Cihan, sen gelişine konuşmazsın ama zorlamanın da fayda etmeyeceğini bilecek kadar seni tanıyorum. Turla geldim, seni zengin etmek için tur rehberi oldum, böyle hayırlı arkadaş nereden bulacaksın?" dedi konuyu uzatmayarak.
"Veli nimetimsiniz Asil Bey siz olmasınız oteller zincirimi nasıl devam ettiririm hiç bilmiyorum." Dedi göz devirerek.
"Biliyorum, tezahürata gerek yok ben Asil bir insanım." dedi her zaman ki espirisini yaparak.
"Eda nasıl? Ömer abi nasıl?" derken ikisi de koltuklara yerleşmişlerdi.
"Nasıl olacaklar Cihan, aynı tas aynı hamam..." Dedi cano sıkılarak.
"Aslında Ömer abiye eli maşalı bir gelin getirsek, o cadı Elmas hanımı mum eder hepiniz muradınıza edersiniz." Dedi yarı şaka yarı ciddi.
"Adamın kimseye güveni yok ki, evlenmek istese kapıya kuyruk olur para gözler. Neyse kardeşim bu hamur çok su götürür kahvaltı söylede kan şekerimiz düzelsin. Sen de iki lokma yersin sayemde, cimri misin oğlum malını yemeye kıyamamış gibi yüzün çökmüş."
Cihan kaç gündür doğru düzgün yemek yemiyordu, saymayı bırakalı bayaa olmuştu.
"Ara söyle ne istiyorsan, benim çıkmam lazım. Önemli bir işim var, mekan senin keyfine bak." deyip ayaklandı.
"Ne işin var oğlum benden önemli?" derken yalandan tripli hali Asil'e yakışıyordu ama başkasın da muhtemelen komik dururdu.
"İşim rast gelirse akşam anlatırım, hadi eyvallah." deyip dünden hazırladığı karton çantayı alarak çıktı.
İstikamet Nazlı'nın yanı olsa da hedef farklıydı.
Nazlı ise misafir edildiği evde el üstünde tutuluyordu. Hele sabah şehir dışından dönem Boran Ağa'nın Duru ile oyun kurma çabası, iki kelam etsin diye dil döküşü içini ezmişti. Derya'nın onları eli karnında büyük bir aşkla izleyip olaya dahil olmasıyla karısının mavi gözlerine hayran hayran bakan adam, onun bakışını anında yakalayıp gülümseyen kadın çok izlenilesi bir manzaraydı.
'Allah'ım mutluluklarını daim et...' diye geçirdi yüreğinden. Şu topraklarda Boran'ın başından geçenleri bilmeyen onun için üzülmeyen yoktu.
Kapının naif zili çaldığında, Zelfi'nin açtığı kapıdan Murat içeri geldi,
"Ağam Cihan Karacahan kapıda." Deyip duraksadı.
Boran ağzını açmış söylenecekken Derya'nın Duru'yu işaret etmesiyle yuttu,
"Gelsin Murat niye dışarda bekletiyorsun?" dedi Nazlı'yı kötü hissettirmek asla istemezdi.
"Derya hanım size bir hediyesi varmış, dışarda onu vermek istiyor." Dedi gözleri çekingence Boran'a değerken.
"Yok illa ağzımı burnumu kır diyor." Diyerek ayaklanan Boran'ın sesi kısık olsa da tavrı kendini ele veriyordu.
"Saçmalama Boran, mahcup hissediyor adam. Haklı olduğu yerlerde var, bilmeden de olsa sebep oldukları çok ağır. Lütfen sakin olalım, hımm?" dedi kendine zaafı olduğunu bildiği adama mavilerini dikmiş bakarken Boran'ın sinirinin baki kalması mümkün müydü?
"Kim gelmiç?" Diye soran Duru'ya dönüp,
"Cihan dayın gelmiş fıstık hadi gidip bakalım." diyerek küçük kıza elini uzattığında eline yapışan miniğe güldü.
"Didelim..." Derken kapıya doğru çekemeye başlamıştı bile.
Sabahtan beri dil döken Boran Ağa'ya yüz vermeyip Cihan Dayı diyerek koşturan kıza hayretle baktı Zelfi.
Adamın içinden dün resmen kükreyen bir canavar çıkmıştı. Doğrudu hiç de öyle çoluk çocuk sevecek bir tipe benzemiyordu. Cüsse desen Duru'nun onu dev sanması muhtemeldi. Neyine sevinip koşturuyordu ki?
Aklında bunlar geze dursun evde ki herkes soğuk demeden bahçeye çıkmıştı bile.
Derya'nın,
"İnanmıyorum tay mı o?" Diyerek büyülenmiş gibi gidişine Boran'ın tepkisi "Yok artık, bu niye benim aklıma gelmedi." Diye hayıflanmak olmuştu.
Derya,
"Hoşgeldin Cihan Ağa" derken gözlerini bal rengi taydan çekemiyordu.
"Hoş gelmeyi ummuştum, sanırım başardım." diyen Cihan'ı duymuyordu bile Derya.
"Bal mısın sen? Nasıl güzelsin..." Derken elini koklayan tayın alnında ki beyazlığı okşadı. "Çok küçük daha..." dedi kıyamayarak.
O sırada ilkten taydan korkutup annesinin bacağına sarılan Duru ilginin başka bir miniğe kayışına daha fazla dayanamayıp,
"Cihan Dayı!" diye seslendi.
Hediyesinin beklediği ilgiyi bulmasına memnun olmuş Cihan'ın gözü hemen Duru'ya döndü.
"Prenses..." diyerek tek dizini yere koyarak boyuna indiği kız koşarak boynuna sarılınca kıskandığını anlayıp havada bir tur çevirdiğinde Duru'nun kahkahaları bahçeyi çınlatıyordu.
Kapıda şaşkın gözlerle onları izleyen Zelfi ile Cihan'ın gözleri anlık kesiştiğinde bu yakalanmayı beklemeyen genç kadın hızla içeri girdi.
Boran'ın soğuk hali devam ederken,
"Kaç aylık bu alıp gelmişsin, yazık değil mi? " diye terslendi.
"Kabul görürse geri götüreceğim Boran Ağa, büyüyünce çiftlikten gelir alırsınız. Derya hanım sevdi bence, sende boşa huysuzluk ediyorsun."
Boran yine tersleyerek oldu ama Derya'nın taya bakışını görünce yuttu.
"Bal kızın tayı mı?" diye sordu Boran.
Kucağında Duru ile onayladı Cihan,
"Bal kızın tayı..."
Boran yine huysuzca dudak büktü ama içten içe bunun ne demek olduğunu da biliyordu.
"O kadar diyorsun yani?" Dediğinde 'canından can verecek kadar mı?' demek istediğini ikisi de anlayacak kadar birbirini tanıyorlardı.
"O kadar Boran, bak ben canımı size emanet ettim." diyerek kucağında ki kızın yanağını öptü. "Gözüm arkada bile kalmadı. Özrümü kabul edeceğiniz kadar pişmanlığımda ki samimiyetimi belli etmek istedim." dediği sırada Derya da yanlarına gelmişti.
"Ben o özrü dün kabul etmiştim ama bu güzelliğe asla hayır diyemem. Nazlı'ya gelince başımın üstünde yeri var ama Mardin'de kalmak istemiyor. Haklı nedenleri olduğunu düşünüyorum. Bu duruma bir çözüm üretmek gerek. Ben Nevşehir ya da Kayseri'ye yerleştirebilirim ama bulmaları çok kolay olur." Dedi düşünceli bir sesle.
"Akla gelmeyecek bir yer bulmak lazım,en azından Cemil çıkana kadar. Çok tutanaklarını sanmıyorum, o çıkmadan kraldan kralcı ekipten korusak yeter. Çocukları var sonrasında mecburen görülmek zorundalar." diyerek fikrini belli etti Cihan.
Nazlı'nın onlara doğru gelmesiyle sus pus oldular,
"Şu tay için ne dil döktüm de, sahibi belli deyip vermemiştin Cihan Ağa" dedi alaylı bir sesle konuşsada yüzündeki şişlik biraz inmiş morluk yerli yerinde dururken, onun neşesi karşıya geçmiyordu. "Ama bence en güzel yerini buldu." dediğinde Derya'ya gülümsedi tüm içtenliği ile.
"Sana vermemek değil de o konağa yollamak istememiştim Nazlı." Diyerek verdiği kıymeti bir kere daha ortaya koydu Cihan.
Burukça gülümsedi Nazlı, biliyordu. O konağa giden herşey ziyan olurdu.
"Adını ne koyacaksınız?" diyerek konuyu değiştirmek istediğinde beklediği cevap yanında ki minikten geldi,
"Bence Yıldıj olsun. Başında yıldıj var bak dayı" Deyip tayın alnındaki beyazlığı işaret etti.
Derya,
"Ay... Duru inanılmaz güzel bir isim buldun bayıldım." derken gönül almak için konuşmuyordu. Gerçekten taya verilebilecek en güzel ismi bulmuştu ufaklık.
Biraz daha kapıda oyalanıp sıcak birşeyler içmek için eve geçtiler.
Derya mutfağa geçtiğinde önünde ki fokurdayan demliği seyre dalmış Zelfi'nin halini fark etti. Bu kıza Cihan'ın varlığı hiç iyi gelmiyordu, korkutmamak için usulca yanına gitti.
"Canım..." dediğinde, Zelfi yorgunca Derya'ya döndü,
"Abla biliyorum suçu yokmuş ama içime anlatımıyorum. Adını duyunca midem buruluyor, burda olduğunu bilmek işkence gibi. Benim öfkemi kusup hesap soracağım kimse kalmadı. İçimde kalan kin, öfke beni kemiriyor." Diyerek avuç içini şakağına vurdu."Yaşadıklarım burda dönüp duruyor. Bir el ağzımı kapatıyor, kurtarmıyorum kendimi... Ben bu yıkımı kaç kere yaşadım, hesabını kime soracağım." Derken boncuk boncuk yaşlar gözlerinden güzel yüzüne süzülüyordu.
İçli bir nefes alıp verdi Derya,
"Yarın psikolojik desteğe başlıyoruz Zelfi, itiraz kabul etmiyorum. Tamam kolay olmayacak ama bitecek, o sesleri susturmanın başka yolu yok." dediğinde o kadar baskın konşuyordu ki itiraz edecek gücü bulamadı Zelfi.
Onlar birbirine sarılmışken Boran söylenerek geldi,
"Verin şu adamın çayını da gitsin, bir de işi yok at getirmiş. Ben karıma at alamıyorum sanki?" diye kendince sessiz konuşarak mutfağa dalmıştı.
İçinde bulundukları hali unutup onun bu sinirine kıkırdadı az evvel ağlayan ikili.
"Boran ben hamileyim hayatım sen değil bu ne sinir? Sen de al istiyorsan, yıldızı kızımıza veririz. Hımm?" Dedi yumuşacık bir tonda.
"Kızıma da ben alırım. Zaten şimdiye kadar ben niye düşünemedim ki bunu?" Diye esas derdini söyledi.
"Hadi sen şu kurabiyeleri götür, bende çayları getireyim bir an önce içelim çayımızı." derken tabakları ağadır, Mardin'dir demeden eline tutuşturdu Derya.
Manipüle edilmeye müsait psikolojisi ile ancak salona elinde kurabiye tabakları ile girdiğinde durumun farkına vardı Boran,
"Ah Derya bir de elimle besletiyor bana..." diye söylense de tabakları ortada ki sehpaya bıraktı.
Cihan bu durumla çok eğlenebilirdi ama aklı çay servisini yapmasını beklediği Zelfi de olduğu için farkına bile varmadı.
Çok geçmeden elinde çaylar ile Derya gelince ise burukça eğdi başını, hamile bir hanım ağaya çay servisi ettirecek kadar karşılaşmaktan kaçıyordu sevdiği kadın...
"Bak dayı bunlayı sabah Zelfi ablayla ben yaptık çok düzelley." Diyerek kendine kurabiye uzatan Duru'ya zorda olsa gülümsedi.
Kurabiye gerçekten güzeldi de Cihan'ın boğazından zehir geçiyormuş gibi akıp gitmiyor, boğazında ki düğünlere bir bir takılıyordu.
Nazlı'ya bir çözüm yolu bulacağını söyleyip, zorla bitirdiği bir bardak çaydan sonra ayaklandı hemen. Varlığından bile rahatsızdı belki de...
Ev sahibi karı koca onu kapıdan uğurladığında arabasına doğru yürüdü, hiç gitmek istemediği yerden ardına bile bakmadan gitmesi gerekiyordu. Arabaya binince yanda ki karton çantaya baktı.
Hayalleri başka bahara mı kalacaktı yoksa hayal etmek bile haddini aşıyordu bilemedi. En çok da bilmemek yakıyordu canını...
Tam arabayı çalıştıracağı sırada, camına tıklayan elin sahibine döndü,
"Zelfi'yle konuşmak istiyordun sanırım." Dediğinde ne diyeceğini bilemedi, gözü yan koltuktaki emanetine takıldı yine.
Cevapsızlıktan aldığı cevapla içini çekti Derya,
"Cihan... Bak bu söyliyceklerim biraz ağır farkındayım ama bilmen lazım. Zelfi kötü ne yaşadıysa senin isminle özdeşleştirmiş. Hedef diye önüne sen konulmuşsun, bir tek senin adın geçmiş eziyet edende, para getiren de Cihan Ağamın emri demiş." Derken karşısında adamın gözlerinde kurulan can pazarına şahit oldu Derya.
"Yemin ederim haberim bile yoktu ama haklı olmalıydı..." Diyebildi.
"Bir de o konu var, o karşılaşmada Saba attığı tokattan da utanıyor. Suçsuzluğunu bilmek ondan öfkesini çıkaracağı son kaleyi de aldı." Dedi nasıl bir yaraya sebep olacağını bilmeden.
"O gün ki kadın..." diyebildi Cihan, dili lâl oldu. Tanımamıştı... Sevdiğim deyip hasretini çektiği kadını tanımamıştı...
' Yazıklar olsun sana Cihan...' Dedi içi içine devrildi.
"Cihan ben bir viraneden genç bir kadını bulup çıkarmaya çalışıyorum. Saçından kirpiğine kadar yitirmişti, içini sen düşün... Konuşursun özrünü dilersin ama zaman ver. Adını duymak bile dağıtıyor onu." dedi ama bilmedi bir bidon benzin döküp ateşe verse bu kadar yakamazdı Cihan'ı...
Yandaki çantanın kulpunu tutan eli titriyordu ama yine de Derya'ya uzattı.
"Bunu ona verir misin? Yoluna çıkmamak için elimden geleni yaparım. Yeter ki iyi olsun." deyince buruk bir tebessüm ile onayladı Derya.
Bir ümit gittiği evin bahçesinden ölmüş hayallerinin tabutuyla çıktı Cihan kimse bilmedi...
7200 kelimelik dev bir bölümle geldim...
Üç bölüm uzunluğunda bir bölümle geldim. Demem o ki yoruma boğun beni...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 119.96k Okunma |
11.72k Oy |
0 Takip |
79 Bölümlü Kitap |