Yeni Üyelik
19.
Bölüm

Bölüm 19

@zeeyneep41

Heyooooo bölümlendiniz.


Satırlar arasına yorum bırakmayı unutmayınız.


Sol alt köşedeki yıldızlara basarak oy vermenizi çok isterim.


Bu bölümde hassas içerik(+18) bulunmaktadır. Hazar ve Dilşah için yeni bir dönem başlıyor ve sizleri biraz olsun rahatlatıyoruz. Arkadaşlar hassas içerikler yazmıyorum ama bazen bu gibi kesitleri veriyorum. Çünkü üzeri kapalı bir minnak kesit, sizlerin olayı anlamanıza yardımcı olacaktır.


Şekerlerim! Uzun bölüm sevmediğimden bahsetmiştim. Eğer sizi rahatsız ediyorsa, bildirmeniz yeterli olacaktır. Seviliyorsunuz.


Keyifli okumalar dilerim...


~~~~~~~~~~~~


Hazar ve Dilşah ise, çifte kumrular gibi oturmuş ve Dilşah'ın "Ağabeyime ne teklif ettin?" diye sormuştu. Hazar planlarından tabi ki bahsetmeyecekti ama karısını da cevapsız bırakamayacağını biliyordu.


"Sana sadece bir kısmını söyleyebilirim. O da ağabeyini aşiretin başına geçirebilirim. Kabul edersen sen aşiretin başında kal ve aşiretini sürmeyeyim dedim. Galiba kabul edecek." Hazar bilerek babasının konusuna girmemişti.


Haşmet'i öldürmüyorsa sebebi, Dilşah üzülmesin diyedir. Dilşah ise merakına yenik düşerek Hazar'a baktı. "Peki, O adamı... Yani... Haşmet Ağa ne olacak?" diye sormuştu. Baba bile demek içinden gelmiyordu.


"O adamı en iyi ihtimalle sürmeye karar verdim. Sürmek ona bahşedilmiş bir hayat. Asıl cezası ölümdür ama sen..." Cümlenin devamını bile dile getirmedi. Dilşah ise Hazar'ın ne dediğini anlamıştı.


"Onu sürmek aslında bir şeyleri bahşetmek değil. Haşmet Ağa hiç başka şehre gitmedi. Emin ol ona iyi bir ceza olur ama o pisliğin olsa bile, eline kan bulaştırma." Hazar dikkatle bakıyordu sevdiği kadına.


"İlk randevumuzda bunları konuşmayalım lütfen Dilşah Ateşoğlu. Hadi tanışalım. Ne sormak istersin?" diyerek konuyu değiştirmek istemişti. Dilşah'ın soracak çok şeyi vardı ama tanışmak için pekte sorusu yoktu. Aklı hep Dilan Kırklıhan'daydı.


Dilşah ilk randevularını bu şekilde bozmamak için, Hazar'a ayak uydurmuştu. Biraz düşünerek aklına ilk gelen soruyu sormuştu. "En sevdiğin renk?" diye sordu. Hazar hiç düşünmeden çiçek bahçesine baktı.


"Beyaz!" dediğinde Dilşah, Hazar'ın baktığı yöne bakarak çiçeklerin renklerine baktı. "Peki, nedenini sorsam?" diyerek Hazar'a bakışlarını çevirdi. Hazar ise çiçeklerden aldığı gözlerini, yavaşça Dilşah'ın gözlerine kavuşturdu.


"Beyaz ile her renk sadece biraz açılır ama yine de aynı renktir" dediğinde Dilşah'ın anlamadığını düşünerek tekrar söze girdi. "Mesela pembe. Pembe ve beyaz birleşince, adı açık pembe olur. Pembe kendinden bir şey kaybetmez" diye açıkladı.


"Peki, siyah ve beyaz birleşince gri oluyor. Ona ne diyeceksin?" diyerek Hazar'ın tezini çürütmek istedi. Hazar ise gülümseyerek sevdiğine baktı. Aslında söylediği doğru sayılabilirdi ama yine de eksikti.


"Siyah ve beyaz birleşince, siyah yine siyah aslında ama yıllar boyu insanlar siyahı renk olarak görmemiş. Siyah sadece karanlıkmış. Kötü ruhların yaşadığı, insanların uyuduğu ve hayatın durduğu zamanmış siyah. Zamanı yutan..."


Hazar derin bir nefes alarak anlatmaya devam etti. "Renk olarak görülmeyen siyah, değerini çok sonra bulmuş ama o zaman, zaten artık adından feragat etmiş ve griyi çıkarmış. Siyah bir anne gibi, gri ise evladı."


Dilşah, Hazar'ın sözlerini kendisi tamamladı. "Siyah anne gibi hor görülen ve fedakârlık yaparak griyi doğuran anne. Değeri peki nasıl fark edilmiş?" Dilşah'ın sorusu aslında kapsamlıydı. Hazar ise dikkatle cevabını düşündü.


"Bir gün kötülük kendini insanlara göstermiş. İnsanlar kötülüğü hiç sevmezken bazıları, kötülükle beslenmeye ve onunla anlaşma yapmaya başlamış. İnsanlar arasında bu kişileri tanımak için bir işaret aranmış."


Dilşah gözlerini kapatmış ve Hazar'ın hikâyesini aklından canlandırmaya başlamıştı. Hazar ise sevdiği kadını izliyor ve hikâyesine devam ediyordu.


"Sonunda karanlığın çalışanlarına karanlık bir ruh simgesi işareti yapmayı teklif etmişler. O zaman karanlığın rengine de bir isim bulmak istediklerinde, karanlık ruhlar "Siyah!" diye çağırdığı insanların ismini o renge vermişler."


Dilşah hikâyenin bittiğini anladığında yavaşça gözlerini açtı. Karşısındaki adama bakarken Hazar "Peki, senin en sevdiğin renk?" diye sordu. Dilşah ise hiç düşünmeden "Mavi!" demişti.


"Sen sormadan söyleyeyim. Denizi ve gökyüzünü çok seviyorum. Gerçi denizi gerçekte görmedim ama arkadaşım göstermişti. Gökyüzüne kadar uzanan ve gökyüzüyle kavuşan bir mavilik... Uzun uzun bakmıştım o resme..." diyerek anlatmıştı.


Hazar söze girmeden Dilşah "En sevdiğin yemek nedir?" diye sormuştu. Hazar gülümsemiş ve "Soğan kebabı" diyerek cevap vermişti. Dilşah gülümsemeye başlamış ve hatta kahkaha atmıştı. Hazar şaşkındı ve "Soğan kebabında gülünecek ne var?" diye sormuştu.


"Ben kaburga dolması severken senin bu zevkin komik geldi. Düşünsene ben ellerimle kaburga kemirirmişim ve sende çatal, bıçakla soğan kebabı yermişsin" diyerek gülmeye başladı. Hazar gözünde canlanan sahneye gülümserken Dilşah'ın gülümsemesini izliyordu.


Birbirleriyle güle oynaya muhabbet eden genç âşıklar, sorulacak sorular kalmadığında ve biraz acıktıklarında arabadan gelen yemekleri yemeye koyuldular. Dilşah ve Hazar, artık birliktelik yaşayan sevgili edasındaydı.


Dilşah'ın aklı hep duyduğu hikâyedeydi. Hazar bunu görüyor ama elinden bir çare gelmiyordu. Tezini sorarsa belki kafası dağılır ve biraz daha mutlu olabilirdi. Dilşah ise Hazar'dan önce davranmış ve söze girmişti.


"Sence ne yapmalıyım? Yani, senin başına gelmiş olsa sen ne yapardın? O kadını affeder miydin?" diye ardı ardına sormuştu. Hazar, kendini her şeye hazırlamıştı ama empati kurmayı düşünmemişti.


Hazar sessizce, sevdiğinin gözlerine bakmıştı. Gözlerinde gördüğü hüznü silmek için her şeyini verebilirdi. Elinden gelen her şeyi yapmak istiyordu. Çareleri tükenmiş ve kendisinden cevap bekleyen kadına cevap bulmuştu.


"Zaman Dilşah! Zaman her şeyin ilacıdır. Kalp doğru yolu bulandır. Teyzem diye asla affet demem ama istersen yüzleş. Sor, kız, bağır... Kimse sana bir şey diyemez. Haşmet'le de yüzleş. İçin soğuyana kadar sabret. Sonrası daha kolay olacak..." diyerek sözlerini bitirdi.


Dilşah sessizdi. Düşünüyor ve Hazar'ın söylediklerini ölçüyordu. Haklı olduğunu hissettiğinde de kocasına bakarak "Haklı görünüyorsun. Peki, ben düşersem?" diyerek istediği cevabı duymak istedi.


"Sen düşemezsin. Çünkü ben seni hep tutuyor olacağım. Düşmene bile izin vermeyeceğim. İstediğin kadar ağla, bağır veya ben kum torbasına vuruyorum. Sende vur! Yeter ki içine atıp kendine yük etme" diyerek karısını memnun etmişti.


Dilşah sonunda ayağa kalkmış ve Hazar'a "Biraz bahçe içinde yürüsek mi? Şu arkadaşlar burada kalsa..." diye sormuştu. Adımını çiçekler arasına attığında Hazar, adamlara geri çekilmelerini işaret ederek Dilşah'ın peşine düşmüştü.


Dilşah arkasından gelen adama bakmak için dönmüştü. Kendisine adım atan ve tabularını yıkan adama elini uzatmış ve tutmasına izin vermişti. Hazar, avcuna değen ele baktı. Yumuşak ve beyaz teni, ince uzun parmakları ve narinliğin arasında ben seninim diyen alyansı...


Hazar, sımsıkı tuttu elini. Birisi görse "Elleri birbirine yapışmış" diyebilirdi. İki genç için en güzel zamandı. Dilşah, içinde yaşadığı o vicdan azabına karşı durmuş ve ateşe veren adam yerine, çiçekler açtıran adamı seçmişti.


İki dönüme yakın araziyi gezmiş ve son kısma gelmişlerdi. Artık geri dönecekleri sırada Hazar, Dilşah için bir çiçek koparmış ve kulağına takmıştı. Saçlarının arasından "Ben bir pembe gülüm" diyen gül, Dilşah kadar güzel gelmiyordu Hazar'a.


Dilşah ile fazla yakın olan Hazar, Dilşah'ın yüzünü incelemeye başlamıştı. Kaşları, gözü derken dudaklarına kaymıştı gözleri. Dilşah da Hazar'ın yüzünü inceliyordu. Çatık kaşları, gözleri, elmacık kemikleri ve dudakları...


Derince yutkunan Hazar'ın hareket eden âdem elmasına kaydı, Dilşah'ın gözleri. İçinde oluşan hislerle başa çıkmaya çalışıyordu. Filmlerde gördüğü sahne, kendilerini bekleyen hazin son gibiydi.


Hazar'ın hafifçe yaklaşmasıyla Dilşah, içinde arzu hissetmişti. Hazar'ın dudaklarına öpücük kondurmak istiyordu ama acemiydi. Ağzından çıkan sözlere hâkim olamamıştı. "Acaba insanlar öpüşürken burunları birbirine çarpıyor mu?"


Hazar duyduğu cümleyi anlamaya çalışmış ve sonunda kahkahayla gülmüştü. Ürkütmemek için alnından öpmeye bile razıyken gelen soru, Hazar'ın kahkaha atmasına neden olmuştu. Dilşah ise utançla başını eğmişti. Dudaklarını kemiriyor ve Hazar'ın sakinleşmesini bekliyordu.


Hazar kendine geldiğinde Dilşah'ı kendine çekmiş ve sımsıkı sarılmıştı. Bir elini tutmuş bırakmazken diğer eli de, Dilşah'ı sırtından tutuyor ve kendine bastırıyordu. Sonunda kendinden uzaklaştırdığı kadının yüzüne baktı.


"Benden utanmaman gerekiyor Dilşah. Gözlerini kaçırman beni kırıyor" diyerek Dilşah'ın kendine bakmasını sağladı. Dilşah'la göz göze geldiğinde, gözlerindeki arzuyu görmüştü. Küçük bir öpücük diye içinden geçirmişti.


Yaklaştığı kadının derin yutkunması Hazar'ın, Dilşah'taki isteği hissetmesine neden olmuştu. Dudaklarını Dilşah'ın yumuşak dudaklarına kenetlediğinde Dilşah, ne yapacağını bilemeden öylece duruyordu.


Hazar'ın içinde uyanan hisleri, diliyle Dilşah'ın dudaklarını aralaması için çabalıyordu. Dilşah istemsizce dudaklarını araladığında iki aşığın dilleri kavuşmuştu. Hazar, kendisi ile savaşıyor ve yavaşça geri çekilmek istiyordu.


Sonunda kendisini dizginlemeyi başarmış ve Dilşah'ın alnına, kendi alnını dayamıştı. Soluklanan iki âşık birbirlerine, artık daha farklı gözle bakıyordu. Artık bu bahçe ce iki âşık daha özel bir zamana girmişti.


Bahçe, kadın için oluşmuştu. Bir sarılma için oluşan bahçe, bir öpücük için tüm çiçeklerini açardı. İki âşık ise, artık daha başka boyuta geçmişti. Evlilikleri, işte şimdi anlam kazanmıştı. Birliktelikleri, bir öpücükle mühürlenmiş ve sevdanın farklı rengine boyanmıştı.


Bölüm Sonu


Yorum ve oy ile destek olabilirsiniz.


Loading...
0%