Yeni Üyelik
31.
Bölüm

Bölüm 31

@zeeyneep41

Heyoooooo. Bölümlendiniz şekerlerim.

 

Bu şarkıyı severim. Bölümü de bu şarkı ile dinleyin. Öpüldünüz wattpad ailem :)

 

Sol alt köşedeki yıldızlara basarak yıldızlanalım.

 

Satırlar arasına yorumlar bırakmayı unutmayınız.

 

Dilşah ve Hazar için kalpler bırakma satırıdır :D ( DilZar )

 

Yeni bir aşk mı doğuyor bu bölüm? Hadi sizi bekletmeden bölüme geçelim.

 

Keyifli okumalar dilerim.

 

~~~~~~~~~~~~~~~~

 

"Hazar'ım, bana hikâye anlatır mısın? Senin hikâye anlatmanı özledim."

 

Hazar gülümseyerek baktı. Aklında bir hikâye vardı ve onu anlatmak için derin bir nefes alarak anlatmaya başladı.

 

"Bir zamanlar Güneydoğu'nun göbeğinde kaosun hüküm sürdüğü dönemler yaşanırmış. Ülkenin savaştan çıkması, halkın fakirlik yaşadığı dönemlerde iki gencin gönlü, birbirlerine düşmüş.

 

Herkesin diline düşen sevda, ailelerinde hayır demesiyle imkânsız hale düşmüş. Artık görüşemez olan gençler, kaçıp kaçıp bir tepeye gider olmuşlar. Tepenin üstünde bir arazide ağacın altında oturur ve birbirlerine aşkla bakarmışlar.

 

Aşkla muhabbet eder ama asla birbirlerine dokunmazlarmış. Çünkü gerçek sevginin ateşinde yanarken birbirlerine dokunmak o aşkı ve kutsallığını bozmak gibi görünürmüş

 

Herkes onların o tepeye gittiklerini bilir ama görmezden gelirmiş. Köylülerden bazıları mırıldanır olsa da, çoğu sessiz kalırmış. Tam yine böyle bir zamanda, yağmurlar azalmış ve ekinler kurur olmuş.

 

Bazı insanlar ise günah keçisi olarak sevdalı gençleri bahane eder olmuş. Yağmurlar yapmadıkça sesler artmış ve iki gencin başına dertler açılır olmuş. Halkın içinde, kendini bilge zanneden bir adam yağmur duasına çıkmak için insanları toplayarak en yüksek yere çıkarmış.

 

Gençlerin bu kıtlık zamanında neşeyle ve aşkla şakıdığını, uzaktan bile olsa görenler haset etmişler. Haset kötüdür ama aşkın korumasındaki kişilere ulaşamaz.

 

Bunu bilen haset, etrafa yayılmaya ve insanları zehirlemeye başlamış. Her gün her gün dua için giden insanları, birer vahşi canavara çevirir olmuş. Artık canavardan bir farkı kalmayan adamlar ve kadınlar, birlik olarak artmaya başlamışlar.

 

Sonunda beklenen olmuş ve iki gencin yanına, öfkeyle dolup taşan canavarlar gitmeye başlamış. Aile, eş, dost... Herkes savaşmaya ve o iki günahkârı öldürerek tanrılarının kendilerine merhamet etmesini bekliyorlarmış.

 

İnandıkları tanrının onları, iki aşığın zevk almasından dolayı bereketsiz bıraktığına inanan insanlar âşıklara doğru ilerlemiş. İki genç sonları olduğunu bilerek o tepeye gitmişler.

 

Kalpleri, bugün son kez aşkla hızlanacak ve gözleri bugün son kez birbirine değecekti. İki genç elbiselerinden bir parça yırtarak ağaca bağlamış ve aynı anda dilek dilemişler.

 

Tüm canavarların gelmesiyle ilk defa el ele tutuşmuş ve asla ellerini bırakmadan ölümü kabul etmişler. Tüm işkencelere el ele dayanmış ve öldüklerinde de el ele ölmüşler.

 

Onları kendini bilge zanneden adam gömmek istemiş ama ellerini ayıramıyormuş. Sonunda da el ele gömmeye razı olarak ağacın altına, iki genci el ele gömmüşler.

 

Derler ki, o iki âşık her zaman gerçek âşıkları yanına çağırırmış. Gerçek âşıklar, ölmeden o ağacın altına gider ve o ağaca dilek için çaput bağlarmış. Dilek tutanların da dilekleri kabul olurmuş.

 

Gerçekten sevmeyen kimse oraya gidemezmiş. Yürürmüş yürürmüş ama yolu asla tepeye ulaşmazmış. Şimdi diyeceksin ki, gençler ölünce ne olmuş? Yağmur gelmiş mi?

 

Gelmiş...

 

İlk zamanlar azar azar yağmur gelmiş. Ağaçlar yeşermeye ve ekinler baş vermeye başlamış. Herkes günahkârlar ölünce, tanrı bizi affetti diyerek yağmur dansına çıkarmış.

 

Bir haftanın sonunda da, artık yağmurlar durmaz olmuş. Ekinler çok sudan ölürken evleri ve ahırları su basmış. Bazı hayvanlar telef olmuş. Yağmurlar durmayınca halk toplanarak tepeye gitmeye karar vermişler.

 

Mezarların etrafını kırmızı güller dikerek çevrelemiş ve hazırladıkları konuşma için içlerinden en masum olanı önlerine alarak arkalarına saf dizilmişler. Küçük bir çocuğun haykıran sesi, genç âşıklara ulaşmaya çalışıyormuş.

 

Ey genç âşıklar! Biz sizi gördük ama haset bizleri zehirledi. Bilgisiz beynimiz bizlere oyun oynarken sizin tertemiz zihinlerinizi göremedik. Sevdanıza ve temizliğinize şahidiz. Bize merhamet edin.

 

Bizi affederek merhamet ederseniz tanrı bizi affeder. O zaman canımıza ve malımıza kast eden bu yağmurlar, biraz olsun azalır ve bizlerin hayata dönmesine izin verir.

 

Ey âşıklar! Biz sizleri gördük, sizlerde bizleri görün. Merhamet edin ki, bu köyün gençleri, hayatlarını ve sevdalarını yaşayabilsinler. Tanrı sizleri yine köyümüzde doğmak için göndersin.

 

Çocuk tüm bunları sesli söyledikten sonra herkes evlerine doğru ilerlemeye başlamış. Tepeye gidişleri uzun sürmüştü ama inişleri çok kısaydı. Herkes evine gelerek camlarda yağmuru izler olmuş.

 

Bu duanın tesiri, bir iki saat sonra kendisini göstermeye başlamış. Şiddetli yağan yağmurlar azalarak bitmiş. Her gün az az yapan yağmur sonunda normal hayata dönmeye izin vermiş.

 

Bolluk ve bereket o köyün simgesi olmuş. Herkes ne dikerse diksin ekinler fazlasıyla olurmuş. Köy halkı da, âşıklara dokunmaz ve herkesin sevdasını yaşamasına izin verirmiş.

 

Tabi sevdanın da gizli ve temiz yaşayanına... O tepenin adını Âşıklar Tepesi, o köyün adını da Kılavuz köyüymüş. Mardin'de. İstersen seninle de oraya gidebiliriz.

 

Dilşah şaşırmıştı ama bunu belli edecek hali bile yoktu. Hafifçe başını sallayarak onaylamış ve o anda gözlerini kapamıştı. Hazar, yatağın kendi tarafına geçerek Dilşah'ı kendine çekmek istedi.

 

Dilşah tir tir titriyor ve ateşler içinde yanıyordu. Dilşah'ı sakince uyandırmaya çalışmıştı ama Dilşah pek gözünü açamıyordu. Konuşmaları ise bir mırıltı gibiydi. Ateşi vardı ve bunu anlamadığı için kendine kızıyordu.

 

Hazar, yavaşça kucağına aldığı kadını hızla dışarı çıkarmış ve arabaya bindirmişti. "Aziz çabuk sür. Hastaneye!" diyerek kadınıyla birlikte arkaya geçmiş ve Dilşah'ı yalnız bırakmamıştı. Hastaneye geldiklerinde de, hızla arabadan indirerek içeri taşımıştı.

 

"Yardım edin!"

 

Hazar'ın sesi tüm hastaneyi ayağa kaldırmıştı. Doktorlar hızla gelirken hastane personelleri de sedye taşıyordu. Hazar Dilşah'ı sedyeye yatırırken doktora tüm olan biteni anlatmaya başlamıştı.

 

Hazar'ın telaşlı bekleyişi başlamıştı. Ateşoğlu konağına haber vererek beklememelerini ve Dilşah'ın durumunu anlatmıştı. Ateşoğulları hep birlikte yola çıkarak gelinlerinin yanında olduklarını belirtmişti.

 

Tüm Mardin, bu gece rahat bir uyku çekecekti. Çünkü Hanım ağaları bulunmuştu. Artık tek soru, Azat Kürkçüoğlu'nun ne zaman ve ne cezası alacağıydı. Yavaş yavaş saat ilerliyordu. Hazar, zamanın geçmemesine alışmıştı ama kendini kötü hissediyordu.

 

Dilan Hanım ise ikinci kez Dilşah için hastane köşelerinde bekliyordu. Daha önceki anıları gözünün önüne geliyor ve yıllardır girmediği hastaneye, yine büyük kızı için giriyordu. Diken üstünde oturuyordu.

 

Ezhem ağa, Dilan Hanımı desteklemek için ilk gün gelmişti ama çocuklar, bunu biraz düşünmek istemişlerdi. Bir ablaları vardı ve adı bile anılmamıştı. Ölmüş, üvey bir abla... Hülya biraz utandı ama annesini anlamaya başlamıştı.

 

Ablalarının bulunduğu haberi geldiğinde, tüm çocuklar bir araya gelerek ailelerine destek olmak için Ateşoğlu konağına gelmişlerdi. Tabi ki hastane haberini duyunca hastaneye gelerek annelerine destek olmak istemişlerdi.

 

Hülya Hazar'ı gördüğü gibi, baştan aşağı süzmeye başlamıştı. Kısa süre önce evlenen kuzeni, sanki yıllardır sevdiği birini kaybetmiş gibi kötü görünüyordu. Kayboluşu ve hasta olması... Hazar, dağ gibiydi ve onu yıkabilmek asla kolay değildi.

 

Yıkılmıştı,

 

Perişandı ve

 

Çökmüş görünüyordu...

 

Ablası ve Hazar, artık birbirlerine aitti. Hülya, bu durumu kalbine gömerek sessizleşmişti. Hazar'ı silmek ve kendi hayatına devam etmek zorunda olduğunu biliyordu. Sessizce ilerlemiş ve herkesi selamlamıştı.

 

Dilşah'ın durumunu öğrenmek ve ne gerekiyorsa yapmak istiyordu. Yavaşça oturmuş ve annesine sarılmıştı. Diken üzerinde oturan annesi, sessiz sessiz ağlıyor ve "Yine olmaz. Allah'ım ne olur onu alma. Kendimi anlatmadan ve kokusunu içime çekmeden alma" diye tekrar tekrar mırıldanıyordu.

 

Annesinin titremeleri dakikalar geçtikçe artıyordu. Artıkça da Hülya, biraz daha sarsılıyordu. Ezhem ağa kızını kaldırarak eşinin yanına oturmuş ve eşine destek olmuştu. Hülya ise sessizce acil kapısına bakıyordu.

 

Bu sırada Hazar'ın kuzeni Ağir, herkese su getirmişti. Hülya, kendine uzatılan suyla bakışlarını Ağir'e çevirmişti. Kendine uzatılan suya uzanmadan Ağir'in gözlerinin içine bakmıştı.

 

Bakışlarını çekmeden elini suya uzatmış ve Ağir'le elleri birbirine değmişti. Ağir'in gözlerinde bir parıltı kendini göstermişti. Hülya, o an içinde bir parçanın kopup gittiğini düşündü. İçinde bir şeyler olmuştu ama ne olduğunu bilemiyordu.

 

O an, gözlerinin önüne hep Ağir'in bulunduğu anılar gelmişti. Hazar'a bakmaktan göremediği, canı yansa da saklayan ama umudunu hiç yitirmeyen Ağir'di o. Hazar'la konuşmak için çabalayan ama kendisi için çabalayanı görmeyen...

 

Birbirlerine bakmaya devam eden iki genç, etraftaki herkesi unutmuştu. Hamit ağa o gençlere kendilerini hatırlatmak istemişti.

 

"Ağir, bana da su getir oğlum" diyerek Ağir'i harekete geçirmiş ve olası bir tartışmayı önlemişti. Yanına gelen yeğenine bir bakış atmış ve yerini göstermişti. Hülya'dan uzak durmasını ima etmişti. Çünkü şuan yeri ve zamanı olmayan bir şey varsa, o da kavga çıkmasıydı.

 

Herkes sessizlik içinde beklemeye devam ederken acil kapısı yavaşça açılmaya başlamıştı. Doktorun yavaşça çıkması, Dilşah Ateşoğlu'nun yakınları demesi ve doktorun yanına toplanmaları...

 

Hepsi sanki zaman durmuş gibi yavaşça olmuştu ve Hazar'ın artık sabrı kalmamıştı. "Ben eşiyim" diyerek kendisine anlatmasını bekliyordu. Çünkü saniyeler bile Hazar'a eziyet eder olmuştu.

 

 

Bölüm Sonu

 

Oy ve yorum ile destek olabilirsiniz.

 

Bölümde en beğendiğiniz kesit neresiydi?

 

Hülya ve Ağir için kalp bırakalım mı? (H&A)

 

Sizce Hülya ve Ağir yakışır mı?

 

Loading...
0%