Yeni Üyelik
2.
Bölüm

BİRİNCİ BÖLÜM

@zehirden

Merhaba bölümde kafa karışıklığı yaşamamanız için nasıl okumanız gerektiğini anlatacağım.

 

Bölümün başında karşınıza çıkan sahne, yıllar öncesini anlatıyor ve ana karakterin küçüklük yıllarında yaşadıklarını ele alıyor. Bir kaç bölüm başında bu geçmiş sahnelerinden okuyacağız.

 

Daha sonra önümüze çıkan sahnelerin hepsi üç ay önceye ait. 3 ay öncesine ait olanların başında da zaten belirttim.

 

Ara ara geçmiş sahnelerinden okuyabileceğimiz için duyurmak istedim bazen karışıklık olabiliyor diye haber vereyim dedim.

 

Ve geçmiş sahnelerine her gittiğimizde, sahnenin başında geçmiş olarak belirtiliyor. Bunu da buradan belirteyim istedim, şimdiden keyifli okumalar dilerim.

 

Yorumlarınız beni çok motive ediyor yapmaktan asla geri durmayın bu yüzden. İyi ya da kötü eleştirebilirsiniz. Son olarak oy verdiyseniz keyifle okuyun.

 

 

 

Bölüm şarkıları:

Hande Mehan- Dermanım Yok

Sezen Aksu- Hata

Emre Fel- Bir telaşım var

Dedublüman-Merdiven

Muharrem Aslan- Hoşçakal Demedim

Levent Yüksel- Yas

 

 

Geçmiş (yıllar öncesi olarak bahsettiğim)

 

Gülümsedi çocuk. Kırık kalbine, incinmiş gururuna ve yaralı ruhuna rağmen gülümsedi. İçinde ukde olarak kalan ne varsa en derinine basarak bir kez daha gülümsedi.

 

"Babacığım," diye seslendi gökyüzü yerine koyduğu tavanına bakarak. "Özledim seni desem yine gelmez misin?" Ses gelmedi. "Geleceksin ama biliyorum." Kendi gökyüzünde gözlerini gezdirmeye devam etti.

 

"Ömer ağabeye gönlümü verdim diye mi kızdın? Ben sana kızmadım baba. Sen bana kızdın mı?" Yukarı bakmaktan ağrıyan boynunu dinlendirdikten sonra tekrar gökyüzüne baktı.

 

"Biliyor musun baba? O da bana vermiş gönlünü. Beni kucağına alıyor, beraber dönüyoruz. Tıpkı müzik kutusundan çıkan balerinler gibi."

 

Bilmiyordu. İleride bu günlerin bir azap gibi boynuna dolanacağını bilmiyordu. Bilse yapar mıydı hiç? Daha önce sahip olamadığı müzik kutusundaki balerin gibi döndüğü günlerin kendine diken olup batacağını bilse yapar mıydı hiç? Yapmazdı.

 

"Sonra başım döndüğü için beni kendiyle birleştiriyor, geçmesini bekliyoruz." Kahkaha attı.

 

"Çok komik oluyoruz babacığım. Sanki yapışmışız gibi. Keşke sende görsen." Hüzne büründü gözleri. "Ben büyüdüm baba, ben sayı saymayı öğrendim, ben koşmayı öğrendim, ben sevmeyi öğrendim babacığım. Bari ben sevmeyi öğrendiğimde yanımda olsaydın. Keşke. Keşke. Keşke..." Bir damla aktı dolan gözlerinden.

 

"Seni çok özledim baba. Beni özlersen kapat gözlerini say demiştin sayabildiğin kadar. Saydım baba yirmiye kadar. Sen gelmedin. Ben yine saydım. Yirmi kez yirmiye kadar saydım. Sonra gözlerim uyumuş baba. Ben uyumadım babacığım yemin ederim ben uyumadım. Sen o zaman geldin dimi baba? Yine gelir misin? Yine gel lütfen. Bu sefer gözlerim uyumadan gel olur mu?"

 

Küçük kızın sözleri bitince ıslak gözlerini sildi. Tam o an da bulunduğu odanın kapısı açıldı.

 

"Ooo Belgin hanım burada mıymış?" Belgin gözlerini kendisinden on üç yaş büyük olan adama çevirdi. Ağlayan gözleri neşe ile parladı. "ÖMER!" diye bağırırken koştu ona doğru.

 

"HOPPA!" diyerek ona doğru gelen kızı kucakladı.

 

Ömer "Bu hal ne böyle? Ağladın mı sen?" diye sordu küçük kıza.

 

"Ben değil," dedi Belgin gülüşlerinin arasından. "bunlar ağladı." Gözlerini işaret etti minik elleri ile.

 

"Onlar da ağlayamaz sende. Biz ne konuşmuştuk senle. Prensesleri kimse ağlatamaz. Sadece prensleri ağlatabilir."

 

"Benim prensim yok ama." Dedi minik Belgin.

 

"Ben bostan korkuluğu muyum? Benim tabi senin prensin, sadece ben tamam mı?" Ömer küçük kıza bakmayı sürdürdü.

 

"Tamam. Sensin benim prensim." Derken halinden epey memnundu küçük Belgin.

 

"Öp o zaman şu prensini bir tane." Kendini kucağındaki kıza yaklaştırdı.

 

Belgin kocaman tebessüm ile Ömer'in yanağından öptü.

 

"Kızıyorum ama Belgin. Prensesler prenslerini dudaklarından öperler. Ben senin prensin olduğuma göre sen de beni sadece dudağımdan öpeceksin."

 

"Ama Ömer abi-"

 

"Belgin!" Diye sesini yükseltti Ömer. "Beni daha fazla kızdırma. Ömer diyeceksin. İkimizin olduğu yerlerde ben senin abin değilim."

 

Belgin korkarak titredi kuş kadar olan bedeni Ömer'in kucağında. "A-ama Ömer, Ayşe teyze Osman enişteyi dudağından öpmüyor. Ayşe teyze prenses değil mi?"

 

Ömer umursamadı. Arsızca devam etti sapkınlığına. "Annem kraliçe. Kraliçeler işlerini gizliden hallederler." El kadar yavrunun beynini yıkadıkça yıkadı.

 

"Ne işi ki? İşe gidince mi yapılıyor? Sen de işe gidiyorsun. Sen de mi kraliçesin o zaman?"

 

Sabır çekti Ömer. "Sikeceğim şimdi çeneni ya," dedi ağzının içinde kısık sesle. "bak şimdi boş ver dudağı öpücüğü falan. Sen geç şöyle." Belgin'i odada bulunan yatağa koydu. "Ben de sana yeni bir oyun öğreteceğim. Oyun oynayacağız tamam mı?"

 

Belgin başı ile onayladı. "Şimdi oyunumuzun ismi sevgi yüzüşü. Sen insanlar yüzerken nasıl üstlerini çıkarıp mayo giyer bilir misin? Bilmezsin. İşte onlar gibi mayolu yüzeceksin. Ben sana yüzmeyi öğreteceğim ki ileri de denize gidince yüzdüğün suda boğulma." Sevgi yüzüşü. İstismar oyunun ismi.

 

Su olmadan da boğulmanın ne demek olduğunu öğrenecekti küçük Belgin.

 

"Ama benim mayom yok." Derken dudaklarını büzdü. Ömer daha fazla uçkuruna sahip çıkamayacak gibiydi. Küçük kız hüzünle dudaklarını büzerken Ömer bu harekete tahrik olmuştu.

 

"Boş ver mayoyu. Senin mayondan güzeli mi var ki?" Derken pis elleri Belgin'in taytına gitti.

 

"Hani ki benim mayom?" merakla sordu Belgin.

 

"İşte burada," Taytı eliyle çekiştirdi. "Senin mayon bu taytın altında. Diğer mayoların en güzeli bu. Hadi çıkaralım. Daha yüzmemiz lazım. Oyun yeni başlıyor."

 

Sevinçle olduğu yerde zıpladı Belgin. Onun da elleri Ömer gibi taytına gitti. Belgin yavaşça çıkarmaya çalışırken Ömer onun aksine hırçın bir şekilde bekleyişinin öcünü almak istercesine hızla aşağı çekti taytı. Ayaklarına düşen taytı bir çırpıda kenara attığında Belgin artık iç çamaşırı ile kalmıştı.

 

Ömer içinde bir ziyafet başlatmıştı adeta. İğrenç gözleri zevkle küçük bedeni taradı. Son demlerini yaşıyordu. Eli bu kez Belgin'in tişörtüne gitti. "Şimdi de mayonun üstünü çıkaralım." Dedi heyecanla. Tişörtü de çıkarınca Belgin savunmasız bir şekilde Ömer'in pis gözlerinin hedefi haline gelmişti.

 

"Bravo Belgin'e" Ömer ellerini birbirine çarptı. "İşte bizim mayomuz hazır. Şimdi de yüzeceğiz." Dedi. Belinden kavradığı kızı yatağın üstüne yüzüstü yatırdı. Ellerini iki yana açtırdı. Önce bu görüntüyü izledi daha fazla vakit kaybetmeden Belgin'in üzerine yattı. Amacı ihtiyacını küçük kız üzerinden karşılamaktı. Altında ezmek değil. Bu sebeple onu rahat bir konuma getirdi ki kıpırdanıp durmasın.

 

Ömer'in eli küçük kızın kalçasının üstündeki bez parçasına gitti. Tam kenara doğru sıyıracaktı ki kapı büyük bir gürültü ile vurulmaya başlandı. Ömer aniden olduğu yerde sıçrarken ağzından bir küfür savurdu. Belgin ise ne olduğunu anlamaya çalışırken korkmaya başladı.

 

Kapıdaki her kimse onu bu zevkten mahrum bıraktığı için gözüne öfke büründü. Evde kimse yoktu Belgin ve Ömer dışında. Osman ve Ayşe işleri olduğunu ve geç geleceklerini söyleyerek evden çıkmışlardı. Gelmeleri imkansızdı bu saatte.

 

Ömer düşündü. Belgine dönerek "Şimdi gidip kapıya bakacağım sen de hemen üstünü giyin çünkü prens dışında kimseye böyle gözükemezsin. Yasak." Dedi ona bakan korkulu gözlere.

 

"T-tamam. Sen gelecek misin?"

 

"Sen dolaba saklan şimdi ve sakın oradan çıkma. Teyze ve enişteni bekle ben gelmezsem. Sakın dolaptan çıkma ama. Şimdi çabuk üstünü giy."

 

"Sende mi babam gibi gelmeyeceksin artık?" derken üstünü giyinmeye başlamıştı küçük Belgin.

 

"Belgin sen dediklerimi yap ve dolaba gir. Daha fazla konuşma. Gidiyorum ben. Ne bu odadan ne de bu dolaptan çıkmıyorsun." Kapı inatla kırılacak şekilde yumruklanırken daha fazla dayanamadı Ömer ve odadan çıkarak kapıya yöneldi.

 

"Patlama ulan geldik." Kapıyı açtı. Gördüğü üç simaya karşı korkuyla gözlerini açtı. "Ağabey."

 

Ellerinde sopalı adamlar Ömer'in başına üşüşmüştü. "Ağabey ya ağabey." Dedi bir adam sinirle. "Ağebeyin siksin lan seni!" Elindeki sopa ile Ömer'in bedenine vurdu. "Ağabey mi bıraktın lan? Ben sana borcunu vereceksin demedim mi? Enayi yerine koyduğun yeter bizi!" Diğer adamlarda Ömer'e vurmaya başladı.

 

Ömer hepsine verecekliydi. Bahis ve şans oyunlarında borçlandığı adamlardı. Uzun zamandır adamları oyalıyordu. Hep bir bahane bulup işin içinden sıyrılıyordu ancak bu kez öyle olmamıştı. Yakayı ele vermişti.

 

"Ağabey vallahi billahi verecektim bu Cuma. Ahh vurmayın."

 

"BU CUMA DİYE DİYE KAÇ CUMA GEÇTİ LAN HABERİN VAR MI SENİN?" Bir diğer adam sinirle gürledi.

 

Belgin bu sese alışık olsa da gözlerinden yaşlar akıyordu korkuyla. Dolabın içinde saklandığı yerden çıkmak istiyordu ama Ömer ona çıkmamasını söylemişti ne olursa olsun. Direnmeye çalıştı. Gözlerini kapattı. Kulaklarını kapattı. Saydı. Saydı. Saydı. "Baba gel. Baba gel. Baba gel." Babası yine gelmedi. Güçsüzleşen bedeni önceden yediği dayakların vücuduna esir ettiği acıya dayanamadı. Bulunduğu dolabın içinden bilinci kapanarak bayıldı.

 

Kapıdaki adamlar Ömer'i ensesinden tuttuğu gibi sokakta sürümeye başladı. Diğer iki adamsa dövmeye devam ediyordu. Dedikodunun çok olduğu bir mahalleydi yaşadıkları yer. Mahalleli Ömer'in bu tür olaylarına alışık olsa da daha önce Ömer'in dayak yediğini görmemişler gibi evlerinin camından elleri ağızlarında izliyorlardı olanları.

 

Ömer canının acısına ve bedenine vurulan darbelere daha fazla dayanamadan bayıldı.

 

Adamlar duracak gibi değildi. Öldüresiye dövüyorlardı Ömer'i. Döve döve bir depoya götürdüler onu.

 

O gün üç el silah patladı.

 

Üç kurşun havalandı.

 

İlki Belgin'in ruhunu sakat bıraktı.

 

İkincisi Ömer'i delip geçti.

 

Üçüncüsü ise akın karaya sonsuza kadar direnemeyeceğini gösterdi.

 

-

 

ÜÇ AY ÖNCE

 

Tık tık. Ses gelmedi. Tık tık. "Gelebilir miyim beyim?" Diye bir ses duydu Merdim kapının ardından. İnce bir iş üzerinde çalıştığından dikkatinin dağılmasını istemedi. "Sonra gel Zennure. İşim var şu an."

 

Kapıyı hafifçe araladı Zennure. İçeri bakmadan konuşmaya başladı. "Beyim gerçekten hiç rahatsızlık vermek istemem size ama ağam çağırıyor." Güzel bir kadındı Zennure. Hatta bir hizmetliye göre haddinden fazlaca güzeldi.

 

Zennure bu konakta var olduğundan beri Merdim'e yanıktı. Duygularının üstünü iyi bir şekilde örtebildiğinden dolayı kimse bilmezdi Merdim'e olan sevdalığını. Zennure annesi ile yatılı bir şekilde müştemilatta kalıyordu. Haliyle bu konakta doğup büyümüştü. Bu sebeple Merdim Zennure'nin çocukluğunu iyi bilirdi ve de onun böyle ağırbaşlı aynı zamanda oturaklı bir kız olmasından gurur duyardı. Elinde büyümüştü adeta onun. Şimdi ise müthiş güzel su gibi bir kadın olmuştu.

 

Merdim Zennure'nin sözleri ile dikkat kesildi bir anda. "Dedem mi?" diye sordu kaşını kaldırıp kapının arkasındaki kadını görmeye çalışarak. Kapının ardında kafasını sallayan Zennure'yi görmedi Merdim. "İçeri girebilirsin Zennure. Ben seni göremiyorum buradan."

 

"Yok beyim ben hiç girmeyeyim zaten bunu söylemek için gelmiştim. Şimdide gidiyorum." Zennure telaş içinde konuşurken Merdim gülümsedi hafifçe. Aradaki çizgiye saygısını koruması epey hoşuna gidiyordu Merdim'in. Her insan mahreme önem vermezdi. Saygılı bir hanımefendiydi Zennure.

 

"Gelsene buraya abisinin gülü. Ne kaçıyorsun hızlı hızlı?" diye sordu Merdim ayağa kalkarken. Zennure bu sözlere karşı paramparça olmuş gibi hissetse de soğukkanlı olmaya özen göstererek cesaretini toplayıp içeri bir adım attı.

 

İkisi karşılıklı bir şekilde dururken Merdim gülümsedi daha derin bir şekilde. Sert mizacına rağmen gülünce çok içten ve de derinden bir adam oluyordu. "Benden ne zamandan beri kaçar oldun fıstık?" Merdim konuşurken Zennure'yi kolunun altına alarak burnunun ucunu sıktı.

 

"Yok be Merdim ağabey ne kaçması? Ağam öyle birden bire kararlı bir şekilde seni çağırınca şey etmeyeyim dedim bende." Ağabey ithamı her ne kadar güzel olsa da Zennure, Merdim'e bu şekilde hitap ederken içinden bir şeyler kopuyordu.

 

Merdim çalışanlar arasında mesafe olmasından yana olsa da Zennure onun kız kardeşi gibiydi. Hiç ötesi olmamıştı. Bu sebeple Zennure'nin ona ağabey demesini isterdi. Ancak Zennure yüreğine ağır gelen duygularından dolayı beyim demeyi tercih ediyordu genelde.

 

"Ney etmeyeyim dedin sende?" Merdim kolunun altındaki kadın ile dalga geçerken Zennure bu yakınlıktan dolayı daralmıştı.

 

Ter döker gibi olduğunda "Aman be ağabey, ney etmiyorsam etmiyorum. Sen gitsene ağama bakmaya." Diye konuştu Merdim'in kolunun altından kaçarak.

 

Zennure odayı terk etmeye çalışırken "Kararlı dedin Zennure. Önemli bir şey mi var? Çıtlatsana bir şeyler biliyorsan." Derken kapıda durdurdu onu Merdim.

 

"Vallahi benim hiçbir şeyden haberim yok ama aşağının kalabalığına bakılırsa ciddi bir konu olduğu kesin." Merdim perdeyi aralayarak pencereden aşağı baktı. Erkekler bir tarafta Haşim ağanın önüne dizilerek oturmuştu.

 

"Haklı gibi görünüyorsun. Var sanki bir şeyler..." Merdim kısık sesle konuşurken Zennure hala kapıdaydı.

 

"Başka bir diyeceğin yoksa ben çıkıyorum ağabey?" Onay almak ister gibi baktı Zennure. Tamam demeliydi Merdim, zira Zennure'nin az önceki temastan dolayı kalp çarpıntısından bayılması an meselesiydi. Olacak ise de burada olmamalıydı.

 

"Tamam ağabeyciğim çıkabilirsin. Bu arada sağ ol haber verdiğin için."

 

"Ne demek işim bu." Derken Zennure odadan çıkmış Merdim ise sandalyenin üzerinde asılı olan ceketi beyaz gömleğinin üzerine giymişti.

 

Hazır olduktan sonra merdivenlerden inerek dış kapıya doğru adımladı Merdim. "Merdim oğlum aç mısın yavrum? Yemek koyayım istersen hemen." Zennure'nin annesi olan Zeren hanım konuşurken bir çaba içindeydi.

 

"Yok Zeren abla tokum ben. Hiç zahmet etme."

 

"Oğlum ne zahmeti? Sabahtan beri çay sigara çay sigara. Boğazına bir lokma yemek girsin."

 

"Acıkırsam alırım ben bir şeyler. Şimdi dedemin yanına gitmem lazım." Zeren hanımın konuşmasına müsaade etmeden kapıyı açıp gitti Merdim. Dedesi Haşim bey ile göz göze geldiğinde küçük bir baş selamı verdi kafasını eğerek.

 

"Selamın Aleyküm." Merdim dedesinin karşısındaki sandalyeye oturmak yerine yerdeki adamlar gibi çömelecekti ki, "Senin yerin burası evlat." Dedi Haşim bey karşısındaki sandalyeyi gösterirken.

 

"Estağfurullah dede." Merdim ısrar etse de Haşim bey izin vermedi. "Karşıma Merdim." Diyerek isteğini açıkça dile getirdi. Bu ısrara karşı dedesinin karşısına oturdu Merdim. Yerde oturan babasına amcalarına ve erkek kuzenlerine ise özür manasında boyun büktü.

 

"Beni çağırmışsın dede. Önemli bir şey yok ya?" Merdim emin olmayan gözlerle Haşim beye baktı.

 

"Var evlat. Bugün açıklamam gereken iki önemli mevzu var. Bunun hakkında üç beş kelam edelim diye çağırdım senide." Haşim bey emin bir sesle konuştu.

 

"Baş göz üstüne dede. Seni dinliyorum."

 

"Hepiniz kulak verin beni iyi dinleyin," Haşim beyin sözleri ile tüm bakışlar ona döndü. "Yıllardır ben sizi siz beni bilirsiniz. Hepiniz benden birer parçasınız. Bu zamana kadar birinizi birinizden ayırdım mı?" Diye sordu Haşim ağa.

 

Her bir ağızdan, "Haşa ağam." Diye bir ses yükseldi. Haşim ağa duymak istediğini duymuş gibi başını salladı. "Ee o zaman bu saniyeden sonra ağzımdan çıkacak her lafı boynunuzun borcu olarak bileceksiniz. Ne inkar ne de isyan istemiyorum. Rahatsız olacak biri varsa içinizden şu saniye çıkıp gidebilir. Gitmiyorsanız ise zaten dediklerimi onaylamışsınız demektir."

 

Haşim ağanın bu net tavrı herkesi huzursuz etmişti. Saygıdan kalkıp gidemeyecekleri için kendilerini sıkışmış hissediyorlardı. Herkes tedirginlikle birbirine bakarken Haşim ağa konuşmasına devam etti.

 

"Yaşım aldı başını gidiyor çocuklar. Siz her ne kadar yok deseniz de benim bir ayağım çukurda," Kalabalığın ağzından hayır duaları dökülürken Haşim ağa sesi eli ile susturdu. "Bir kez konuşacağım. Sözümü tekrarlatacak şeyler yapmayın evlatlarım. Ben konuşayım siz dinleyin ve bu konu daha sonra ebediyen kapansın." Herkes onaylayarak kafalarını salladı.

 

"Biliyorsunuz ki ağalık bizim törelere göre babadan oğula geçer. En büyük erkek evlat hangisi ise ağalık yapan babanın vefatından sonra o ağa olur. Onun ölümü ile de diğer büyük oğula geçer." Haşim ağanın en büyük oğlu olan Feyyaz bey etrafındakilere kibir dolu bakışlar gönderirken keyfi gayet yerindeydi.

 

"Bize de çok geç olmadan adetlerimizi yerine getirmek düşüyor," Haşim bey Feyyaz beye doğru bakarak konuşurken, "Estağfurullah baba." Dedi büyük bir beklenti ile. "Burada ağa ben olduğuma göre gönlüm nasıl bir seçim yapılmasını isterse o şekilde seçerim." Derken bakışlarını en büyük oğlu olan Feyyaz'dan çekti.

 

"Uzun süredir kimsenin haberi olmadan kendi adalet terazimde tartarak kimin ağa olacağına karar verdim. Bu kişinin ağalığı en iyi şekilde layığıyla yerine getireceğine eminim." Haşim bey konuşurken Feyyaz bey daha da böbürlendi. Ömründe babasından duymadığı övgüleri şimdi herkesin içinde duymak gururunu epey okşuyordu.

 

"Gerek adaleti gerek ise saygı ve sevgisi ile benim yerimi aratmayacağına eminim." Bahsi geçen kişinin Feyyaz olmasının şoku içerisindeydi herkes. Çünkü bu saydığı özelliklerin zerresi onda yoktu. "Hepinizin ağası olarak yeni ağayı seçtim. Bunca zaman sevgimi ona karşı her ne kadar dile getirmesem de benim için her şeyden ötedir."

 

Haşim bey sözlerinin sonuna doğru yaklaşırken Feyyaz bey ayağa kalkarak yeni ağa olduğunu belli edercesine babasının yanına gitti. "Bu vakitten sonra ben ölene kadar ikinci ağa, ben öldükten sonra ise Haznedaroğlu aşiretimizin tek ağası güzel torunum Merdim'dir. Bundan sonra onun ağzından çıkan her söz benim ağzımdan çıkmıştır."

 

Kalabalıktan bir anda şoke olduğunu belli eden sesler yükseldi. Feyyaz bey köşede kalakalınca kalabalık ona gülmeye başladı. Kimi bu karara çok sinirli kimi ise çok mutluydu. Ancak çoğunun sindiremediği bir şey vardı. Herkese göre ağalık en çok kendilerinin hakkıydı. Merdimden ne farkı vardı onların.

 

Merdim yaşadığı şaşkınlık ile hızlı şekilde toparladı kendini. Olduğu yerden ayaklanıp karşısında oturan dedesinin elinden öptü. Sonra sarıldılar Haşim bey ile. "Dedem... Çok teşekkür ederim." Dedi Merdim mutlulukla.

 

"Ne dedesi evlat. Bundan sonra Haşim ağa diyeceksin. Ağanın ağaya dede dediği nerede görülmüş?" diye sorarken gülümsüyordu. "Öyle olsun bakalım Haşim ağa." Dedi Merdim.

 

"Şu saniyeden sonra Merdim ağayı ağanız bilin. Onun sözünü çiğneyen her kim var ise benim sözümü çiğnemiş demektir. Ve benim sözüm çiğnenince ödenecek bedelleri bir kez daha düşünün." Haşim ağa tehdit içerici kelimeler kullanırken Feyyaz bey köşede hasetliğinden kuduruyordu.

 

"Yav baba," Dedi Haşim beye dönerek. "Sen yapmış isen en iyisini biliyorsundur da hiç olur mu bunca yıllık törelere karşı gelip torunu ağa etmek? Haznedaroğlu aşiretine yakışık kalır mı hiç?"

 

Haşim bey Feyyaz beye dönerek, "Madem ben en iyisini biliyorsam daha fazla söze ne hacet Feyyaz?" Diye sordu.

 

"Baba, haklısın da en büyük evlat benim. Ağalık benim hakkım değil midir? Senin dediğin gibi bir ayağın çukurda iken dünkü sıpa mı ağa olacak bize?" Feyyaz'ın Haşim beye yaptığı terbiyesizlikten dolayı lafı burada Merdim ele aldı.

 

"Amca! Farkındaysan sesimi çıkarmamaya çalışıyorum sinirini hoş görmeye çalışarak. Ancak bu Haşim ağaya saygısızlık yapacağın anlamına gelmez. Eğer burada şu saniyeden sonra ağa bensem sizin de bunu hoş görerek susmanız gerekir." Haşim ağa torunu Merdim'e büyük bir gururla bakarken verdiği kararın ne kadar doğru olduğunu bir kez daha idrak etti.

 

"Elinizde büyüdüğüm doğrudur. Hepiniz benim birer babam, abim, kardeşim ve amcamsınız. Yıllardır hiçbirinize hiçbir saygısızlık etmedim. Fakat bildiğiniz üzere bende bir insanım ve benimde sabrımın bir sınırı var. Yıllardır Haşim ağaya saygı duyup hürmet gösteriyorsanız bundan sonra da bu böyle devam edecektir. Onun ağzından benim ağa olacağımın kararı çıktıysa bu böyle olmalıdır. Yine de yanlış bir şey söylediysem af ola ama bunu aklınızda bulundurun."

 

Merdim'e büyük bir gururla bakan yalnız Haşim ağa değildi. Mümtaz bey de hayranlıkla yeğenini izliyordu. Kibir, kin, kıskançlık olamazdı onların arasında. Gerçek bir amca-yeğen nasıl olunur bu konağa çok güzel ispatlamışlardı onlar. Merdim'in gözleri de Mümtaz amcasını bulunca kocaman gülümsediler birbirlerine. Feyyaz beyin aksine gerçek bir amcaydı Mümtaz.

 

Fakat gölgesinde nefesleneceği bir babası yoktu Merdim'in. Ah ne zordu babası hayatta iken babasızlığı yaşamak. Ne zordu ki 'babam' dediğin adama gönülden sarılamamak.

 

Merdim'in gözleri babasına dönünce ona nefret ile bakan bir adamla karşılaştı. Hoş, ilk değildi bu. Hep böyleydi Ilgaz Beyin bakışları. İçi acıdı bir an. Merdim Ne olurdu dedi kendi kendine. "Ne olurdu ilk sen sarmalasan be baba..." fısıltı eşliğinde söylediği sözleri kimse duymamıştı.

 

Kıskançlık. Bundandı işte Ilgaz'ın hasetliği. Yediremiyordu kendine. Daha kendi ağa olmamıştı. Oğlu olacak tulanın ne haddineydi ağalık. O da duramadı. "Baba... Sana saygısızlık etmek değildir niyetim ama biraz daha mı düşünsen? Ağebeyim haklı değil mi sence de?"

 

Merdim hayal kırıklığı ile babasının gözlerinin içine bakarken yine şaşırmadı. Tula. Ona yakıştırdığı sıfat. Başını eğerek bir kez daha hüsrana uğradı.

 

Oğullarının büyük ısrarına rağmen net şekilde konuştu Haşim bey, "Torunum çok güzel bir şekilde konuşup özetledi durumu. Hala buna karşı olan varsa çıkıp gidebilir. Kimsenin arkasından ağıt yakıp ağlayacak değiliz. Başka bir durum yoksa da dizilin ve yeni ağanızın elini öpün."

 

Kimse bu durumu sindirememişti ancak susmaktan başka çareleri yoktu. Hepsi Merdim'in önünde el öpme sırasına girdi. Merdim ağanın elini öpen diğer tarafa dizilip bir de Haşim beyin elini öpüyordu. Sıra ilerledikçe Haşim ağa bağırdı, "Çalın davulları zurnaları, benim torunum ağa oldu!"

 

Haşim bey sevinçle şakıdı. Sözünün bitmesi ile çalgıcılar zılgıtlar eşliğinde davul ve zurnalara sarıldılar. Bir yandan da halay oluşmuştu konağın ortasında. Türlü türlü şeyler çalıyor konak neşeleniyordu.

 

El öpme sırası Mümtaz beye gelince elini vermedi Merdim. Öpmeye çalıştığı elini sıktı amcasının. "Estağfurullah amca." Dedi gülerken.

 

"Evlat," dedi Mümtaz bey gözleri mutluluktan parlarken. "Ne evladı gerçi? Ağa ağa! Merdim ağa." Amcasının mutluluğuna karşılık verdi Merdim de. "Amcam... Babam... Atam... Bugün bu durumdaysam senin sayendedir. Çok emeğin var üstümde. Hakkını nasıl ödeyeceğim inan hiç bilmiyorum."

 

Merdim'in sırtını sıvazladı Mümtaz bey. "Ben eğer bir karşılık bir ödeme bekleseydim ensenden ayrılmazdım senin. Dediğin gibi az emeğim yok üstünde. Evladımsın ulan sen benim. Kolay mı? Tabi ki yanında olup kol kanat geleceğim sana. Ve de bundan bir karşılık beklemeyeceğim. Sen benim gözümün bir bebeğisin. Kuzenlerin diğer bebeği. Sizsiz gözlerim görmez benim. Yoluma karanlık başıma fenalık gelir. Şimdi bırak onu bunu da tadını çıkar ağalığının."

 

Merdim bu sözlere karşı sarıldı amcasına. Birbirlerini kucakladılar duygulanarak. "Amca... Babasızlığımın babası oldun sen benim. Bir evlat nasıl olunur sen öğrettin bana. Eminim ki bu ağalık da en çok sana yakışırdı. Ama işte dedem-"

 

"Senin hakkındı senin oldu Merdim. Senin gibi bende çok eminim ki bu ağalık en çok sana yakışır ve yakıştı. O hayırsız babana da aldanma sen. Kafaya takıp kendini yorma."

 

"Yok... Takmam." Dese de elbet ki takacaktı. Kolay mıydı babasının nefretinin altında yetişmek. Çok çekmişti cefasını.

 

"Heyt benim aslanıma be!" Mümtaz bey gürlerken bir kez daha sarıldılar. Daha sonra amcası Haşim beyin elini öpmeye giderken diğer kişiler Merdim'in elini öpmeye geliyordu.

 

"Paşama bak sen benim paşama." Mümtaz beyin büyük oğlu olan Mahir gülerek kuzeninin yanına geldi. "Nasılım?" dedi Merdim de tıpkı onun gibi. Ceketini üstünden çıkarıp beyaz gömleği ile kalmıştı Merdim. Omuzlarında bulunan puşiyi Mahir'e gösterirken beklenti ile bakıyordu. Puşiyi göstermek değildi amacı. Ağalıktan bahsediyordu.

 

"Dur bakayım." Dedi Mahir, Merdim'i usulca süzerken.

 

"Bak."

 

"Jilet." Dedi Mahir aklındaki repliği söylerken.

 

Merdim kinayeyle, "dikkat et de kesmeyeyim ha." Dedi repliği devam ettirirken.

 

"Sen ancak benim sakalımı kesersin bebeğim." Mahir'in gülerek söylediği söz ile Merdim de güldü. Kendi aralarında geçen bir diziden esinlenen bir replikti.

 

"Hadi lan oradan." Dedi Merdim gülerken.

 

"Bak vallahi lan. Şu puşide seni ayrı bir seksi gösteriyor." Arkadakiler duymasın diye kulağına yaklaşıp söyledi Mahir. "Kadın olsam var ya yemin ediyorum ilk sana ve-"

 

"Siktir git oğlum. Puşt puşt konuşuyorsun yine. Millet duyacak." Merdim gülerken Mahir'i ensesinden kendine doğru çekti.

 

"Duymazlar duymazlar..." Mahir fırsattan istifade Merdim'in kafasını tutup alnından öptü. "Bebeğim ağa mı oldun sen şimdi? Yerim seni bak şimdi. Çok tatlı geldin gözüme he. Merdim ağa. İyi hoş ağamız oldun sen ama dedeme oturuyordu garipsemiyordum. Şimdi ağa ne amına koyayım ya, çok kıroca geliyor sende."

 

"Her duyduğu kelimeyi bin defa tekrar eden çocuklar gibi niye bin defa tekrar edip duruyorsun oğlum?"

 

"Belki ilgi istiyorum senden? Belki canım seni istiyor?"

 

"Arkada bir sürü insan varken pezevenk gibi hareketler yapıyorsun."

 

"Evet," diyerek onayladı Mahir. "Böyle daha güzel oluyor."

 

"He hadi yol al. Bekletme milleti."

 

"Ağamın elini öpmeden gider miyim hiç? Ver elini ağam. Ver elini öpeyim bir kez." Mahir hala makara yaparken Merdim'in elini öpmeye çalışıyordu. Merdim elini gizletmiyordu önünde duruyordu Mahir'in. Ancak o sanki Merdim ona el öptürmüyormuş gibi maytap geçiyordu.

 

"Öp bakayım." Dedi Merdim keyifle.

 

En son elini tutup öptü. Yetmedi. Bir kez daha öptü. "Emret öleyim ağam. Nökerin burada hazır. Kurban olurum oğlum sana. Tipe bak." Mahir sevgi patlaması yaşarken Merdim ciddiyetini bozmamaya çalışarak gülüyordu Mahir'e. Yalan değildi birbirlerini çok severlerdi. Mahir'in her ne kadar yapısı çok gevşek olsa da gönülden severdi Merdim'i.

 

Merdim de Mahir'i onun gibi yürekten severdi. Kardeşlerdi bir nevi. Mümtaz amcası babası, Mahir ise kardeşi gibiydi.

 

"Mahir bir çekil de artık bizde görelim yeni ağamızı." Dedi arkadan bir ses. Bu ses Ilgaz beye itti. Yani Merdim'in öz ve öz babasına.

 

"Geç amca." Dedi Mahir daha sonra dedesinin elini öpmeye gitti.

 

"Oğlum." Dedi yalancı bir gülümseme ile. "Amcalarının ve babanın ağalık hakkını yerken hiç utanmayacak mısın sen? Hiç yüzün kızarmayacak mı senin?" Böyleydi işte Ilgaz bey. Merdimin içindeki ukdelerin en büyük sebebi.

 

"Ben utanılacak yüzü kızarılacak ne yapmışım da utanayım baba?" Merdim sinirle sordu.

 

"Ne yapmışım mı? Atalarının ağalık hakkını yiyorsun. Bu büyük bir sebep zaten." Ilgaz bey sinirle solurken hala bunu sindirememişti.

 

"Kimsenin hakkını yediğim falan yok benim. İtaat edip saygı duyduğun adam olan dedemin ağzından ne çıkacak diye dört gözle bekliyorsun. O adam karar verdi buna. Senin baban olan adam. Madem onun emrine bu kadar amadesin o zaman buna da boyun eğeceksin baba. Karşında beş yaşında bir çocuk yok senin. Bana tula yakıştırmasını yapsan da ben seni koy verip yıllar atlayalı çok oldu. Ne ben senin azarladığın çocuğum ne de sen beni azarlayıp yerin dibine sokan o adamsın."

 

Merdim'in uzun soluklu konuşması Ilgaz beyi biraz dumura uğratmıştı. Çünkü daha önce araları iyi olmamasına rağmen ona hiç bu kadar ters çıkmamıştı.

 

"Bana bak Merdim. Arkada bir sürü insan varken bana yaptığın saygısızlık kabul edilecek bir durum değil. Daha dün gözyaşlarını silemeyen benim dayağımı nimet bilen bir çocuktun. Şimdi ne oldu da böyle bir havalandın sen? Deden mi veriyor bu özgüveni sana? Çok güvenme oğlum dedene. Bir gün o güvendiğin dağlara kar yağar. İşte tam olarak o zaman donmanın ne demek olduğunu öğrenirsin. Adamın kendi diyor 'ayağım çukurda' diye. Sen düşün gerisini. Onlar gider sen ben ve o günler kalır geriye."

 

Ilgaz beyin Merdim'e meydan okuyan sözleri ve gözleri epey kinliydi. Bir kini vücutta ve kalpte diri tutmak oldukça zor bir durumdu. Ancak Ilgaz beye göre çok basitti. Onun nefreti Merdim'in doğup, Haşim beyin oğluna vermediği sevgiyi ona verdiğinden beri devam ediyordu. Ne zaman yumuşayacak olsa 'ben onun oğluydum ama o beni hiç benim oğlumu sevdiği gibi sevmedi' sözleri ile kendi nefretini diri tutuyordu.

 

Sevgisizlik sevgisizliği doğururdu. Haşim Hanzedaroğlu'nun yıllar önce oğluna vermediği sevgi gibi bugün de Ilgaz Hanzedaroğlu öz oğluna sevgisini vermiyordu.

 

"Dediklerimi tekrar etmeyi de uzun uzun konuşmayı da hiç sevmem bilirsin. Yok ya bilmezsin. Sen benle alakalı olan hiçbir şeyi bilmezsin nasıl olsa. Demem o ki, şu an karşı karşıya olduğun adam, gözyaşlarını silemeyen ve senin dayağını nimet bilen bir çocuk değil. Hasmının en yakınında durduğunu bilen ve onun yaşattığı tüm felaketleri içindeki acı merdiveninden çıkarıp zirveye taşıyan adam. Gamdan merdiven yapmış bir adama seni acıtırım denir mi? Beni acıtamazsın baba. Ben acımam."

 

Merdim sert ve net sözler etmekten hiç kaçınmadı. Yılların birikimi vardı içinde. Ona saysın istedi.

 

"Gün geçtikçe daha çok ben oluyorsun. Şu yılmam diyen gözlerin, acımam diyen dillerin... Görüşeceğiz oğlum seninle de görüşeceğiz. Herkesin canı yanar. Herkes yanar. Bunu ispatlayacağım sana."

 

"Hiç durma öyleyse baba. Çünkü benim içimdeki gamlar soğudukça ben güçleniyorum. Senin en büyük düşmanın ellerinle, ellerindeki felaket ile oluşturmuş olduğun o canavar benim."

 

"Şu sözlerinin benimkilerle oldukça benzemesi de mi baba oğul olmamızdan kaynaklanıyor? Aynaya bakmadan bir ben daha görmenin hazzı ne kadar güzel bir duygu bilemezsin."

 

"Tehditlerin bittiğine göre şimdi diğer insanlara müsaade et." Merdim'in konuşacakları bittiği gibi Ilgaz'a postayı koydu. Diğerleri de Merdim ve Haşim beyin elini öptükten sonra konakta çalınan davul ve zurnaların çaldığı yere döndüler. Konaktan kadınlarda indiğine göre onlarda haberi aldılar demekti.

 

İşte o gece davullar çaldı zurnalar çaldı. Hiç susmadılar. Hiç susmadıkları için hiç susmayan bir kadının çığlıklarını duyamadılar. Davul ve zurna sesleri bir kadının yardım çığlıklarını bastırmaya yetmişti. O kadının çığlıkları koca Kars'ı inletti o gece ama kimse duymadı.

 

 ...

 

ÜÇ AY ÖNCE

 

SARIKAMIŞ DEVLET HASTANESİ

 

ACİL - GECE YARISI 01.16

 

Sedyeler, engelli arabaları havada uçuşuyordu bugünde acilde. Kimisi kendini yere atmış doktorların ağızlarından çıkacak tek kelamı tedirginlikle bekliyor kimisi ise elleri ile yüzünü kapatıp sessizce dua ediyordu. Hayat. Herkes kendi imtihanından galip gelmeye çalışıyordu.

 

"DOKTOR! DOKTOR ÇAĞIRIN! YARDIM EDİN!" Acilin kapısına doğru ağzında ağıt dilinde feryat ile geliyordu bir adam. Herkesin bakışları kollarının arasında bir kadın ile koşarak gelen adama döndü. Rüzgar adamın kollarının arasında bulunan kadını ondan almak ister gibi acımasızca esiyordu. Sanki adam direnmese uçacak gibiydi kadın.

 

Adamın kollarının çevresinden taşıdığı kadının kanları süzülüyor direkt olarak yere damlıyordu. Koca cüssesine rağmen her an devrilecek gibi duruyordu adam. Sanki kollarında yüzlerce kiloluk ağırlık vardı. Oysa küçücük bir kadını taşıyordu.

 

Adamın ikazı ile hastane yetkilileri başına üşüştü. Bir görevli sedye getirirken diğer görevli adamı sakinleştirmeye çalışıyordu ancak gerçek kaçınılmazdı.

 

"Beyefendi sakin olun lütfen. Hastayı yavaşça sedyeye koyun." Yetkilinin uyarısına rağmen adam sakinleşemedi. Kucağındaki kadını narin bir eşyasının kırılmamasına özen gösterir gibi nazikçe sedyeye yatırdı. Ancak burnundan aldığı sert soluklar onu pek de sakinleştiremiyordu.

 

"ULAN ANAM ÖLÜYOR BENİM ANAM! BEN NASIL SAKİN OLAYIM HE? SÖYLE BUNU BANA BEN NASIL SAKİN OLAYIM?" Annesini taşımak değil annesinin ölü gibi yatan bedenini taşımak bükmüştü adamın belini.

 

Diğerleri sedyedeki kadını ameliyathaneye götürürken birkaç kişi ise adamı zapt etmeye çalışıyordu. "Beyefendi bakın lütfen zorluk çıkarmayın. Annenizi ameliyata alacağız şimdi. Sizin yapacağınız tek şey beklemek. Birazdan arkadaşlar hastanın durumu hakkında sizden olanları öğrenmek için bilgi almaya gelecek. Onu bekleyin sadece."

 

"Bakın o kadın benim annem. O kadının kurtulması lazım. Kendinizi benim yerime koyun. Vicdanınız ağır basacaktır. Ona bir hasta değil de annenizmiş gibi kurtarın. O kurtulmalı. Kurtarın onu."

 

"Bizde hastanın kim olduğunun önemi yok beyefendi. Gücümüzün yettiği yere kadar çabalayacağız. Elimizden ne geliyorsa sonuna kadar yapacağımızdan emin olabilirsiniz. Şimdi izninizle ameliyata girmem gerekiyor. Sizde lütfen sakinleşmeye çalışın. Bizden gelecek haberi bekleyin."

 

"Tamam, Allah yardımcınız olsun."

 

"Amin." Kadın ameliyathanenin yolunu tuttu.

 

Adamın aldığı nefesler haram olmuştu ona. Bugün annesinin sesini duyacaktı, onu görecek, konuşacaktı. Yoksa olacaklardan ne o ne de Kars'ın sert rüzgarları sorumlu değildi.

 

Hararet basmıştı bedenini. Oturuyor, beş saniye geçmeden kalkıyor, kendine alan belirlediği yerde volta atıyordu. Kendini acilin çıkışına attı zorbela. Bir köşede açtı ellerini, döndü kıbleye, baktı semaya doğru. "Ey alemlerin sahibi. Ey yüce yaradan. Ey gücü her şeye yeten. Ey Rabbim." Dedi içli içli.

 

"Senden başka gelecek yol bulamadım yine. Yarattığın koskoca şehirde yapayalnız bırakma beni. Anası olmayan bir evlat boynu bükük bir ağaç dalına benzer. Beni onca dalın arasındaki bükük dal eyleme yarab. Anamı benden alıp da öksüz koyma beni. Ey sesimi duyan. Ey gönlümü bilen. Onu bana bağışla... Amin. Amin. Amin." O duymadı ama tüm şehir amin dedi o duaya.

 

Eli kana bulanmış kumaş pantolonun cebine gitti. Sigara paketinin içinden bir dal çıkarıp ucunu üzerinde "H" harfi olan gümüş kaplama zippo ile ateşledi. Bu gece ateşlediği tek şey sigarasının ucu olmayacaktı. Annesinin bedeninden akan her bir damla kanın hesabı sorulacaktı. Fakat bunu annesine soracaktı. İnanacağı tek kişi oydu. En iyisi onun uyanmasını beklemekti.

 

Ateşin kırmızı mavisi kara gözlerini parlattı. Kırmızı mavi. Yan yana iken ateş olup ayrı ayrı iken sönmüş kül olan...

 

...

 

 

Ateş söndü. Mavi kızıl gitti. Yerini sağlam atılan çığlıklar getirdi. "Oy benim kuzum! Aç gözlerini yavrum. Aç öldürme bizi." Ellili yaşların başında bir adam kucağında ise baygın yatan bir kadın vardı. Adamın yanında da karısı olduğunu düşündüren aynı yaşlarda bir kadın.

 

Adam tıpkı az önce benim bağırdığım gibi bağırıyor diye geçirdi içinden. Tek bir fark ile. Yalan. Benim aksime yalancı bir yakarış dedi. Doğruydu. Yalancı bir yakarıştı. Kadının baygın yatan kızı sevdiği falan yoktu. Kırıntı kadar olan vicdanlarına rahatsızlık vermesin diyeydi bu çabaları. Yoksa kızın ölümü onları zerre rahatsız etmezdi.

 

"Biri yardım etsin. Ölecek bu kız. Bayıldı hala kendine gelemedi." Adam kucağında kız ve yanında karısı ile hastanenin kapısından girerken onun bakışları bir an kollarındaki kadına takıldı.

 

Baygın yatan kadının gece karası saçları kendi aksine özgürce savrulurken güzel yüzü beyaz köpüklerle doluydu. Adamın, rengini göremediği gözleri kapalıydı. Aşağı doğru sarkan bileğinden ise hafif kanlar damlıyordu. Zaten küçük olan bedeninin bu denli aciz şekilde duruşuna içi acıdı.

 

'Sorunları ne? Ne yaşanmış orada?' diye düşünmeden edemedi adam. Böyleydi işte. Dışarıda güzel gözüken her ne varsa içeride bu şekildeydi. Kimin hikayesinde ne yaşanacak ve neler yaşanıyor bilemezdi insan. Kırar, dağıtır, parçalar sonra ise karşısındaki insanı ne hale getirdiğinden haberi olmazdı. Unuttukları bir şey vardı onların. Karşılarında bulunan insan kendilerinden farklı biri değildi. Onlarda tıpkı kendileri gibi etten kemikten bir insandı.

 

Fakat düşünmeden edilen tüm sözler insanın bir ömür kafa patlatıp kendindeki sorunu çözmeyi çabalamasına sebep olurdu. Bu da yetmezmiş gibi kendindeki sorunu çözemediği için 'Ben ne kadar aptalım,' diye kendine büyük suçluluk duygusu yüklemesine ve bu duygunun kendini tüketmesine müsaade ederdi.

 

Damdan düşenin halini sadece damdan düşen anlardı. Annesinin kanlar içindeki hali gözlerinin önüne gelince lanet etti içine içine. "Şifa." Dedi dudaklarının arasından. "Ona da şifa." Diyerek tamamladı cümlesindeki isteği.

 

Sedyenin içine kadın yatırılırken annesi ve babası olduğunu düşündüğü kişiler yalancı ağıtlar yakıyordu. Yatırdıkları kadın etraftaki kargaşaya rağmen hareketsizce duruyordu. Baygın hali tıpkı bir ölüyü andırıyordu. Sedye hareket ederken adam uzaktan uzaktan son kez baktı kadının yüzüne. Kadın gitti geriye sadece adam kaldı...

 

-

 

GÜNÜMÜZ-BELGİN FERSUN EVİN

 

Bitmedi. Ne çilem ne gamım ne yasım. Hiç bitmedi. Babam öldürüldü. Kolsuz kaldım. Annem öldürüldü. Kanatsız kaldım. Zaten annem hiç olmamıştı. Varlığını göremediğim annemin bir de yokluğuyla sınanmıştım. Bir kuştum ama ne kolum ne de kanadım yoktu. Uçamıyordum.

 

Önce kanatlarımı kestiler. Daha sonra kollarımı. Kolu kanadı olmayan bir kuş daha nasıl yaşardı ki?

 

İçimde yaralı bir ruhum vardı sadece. Başka kimsem yoktu. Onu ne doğru düzgün yaşatabiliyordum ne de öldürebiliyordum.

 

Bundan tam on sekiz yıl önce bir cinayet işlenmişti. O cinayet benim kurtuluşum olmuştu. Onun ölümü benim özgürlüğümdü. En güzel yaşlarımın katili olan o, masumiyetimin koca gölgesine sığınarak beni benden koparmak istemişti.

 

Şayet o günün sonu bir cinayet ile sonlanmasaydı şu an kesik kesik alabildiğim nefesler boynuma bir urgan gibi dolanacak ve sonsuz bir uyku çekmeme neden olacaktı.

 

O öldü fakat sorumlusu ben seçildim. Oysa elime bir bıçak bile almamıştım. O gün elime almadığım bıçak bugün bileklerimi kesiyordu.

 

Acıma tuz basarcasına attım bir kesik daha. Sıktım var gücümle dişimi. Beni ilk kesen ben olmalıydım. Yoksa bir başkasının açtığı kesiğe nasıl dayanırdım?

 

Bedenimden bir zehir gibi akmaya başladı o kırmızılık. O aktı, ben rahatladım. O aktı, ben rahatladım.

 

Bileğimden akan kan yere damlamadan oturduğum yerden bileğime kesik attığım çakıyı alıp ayaklanarak kendimi sığdırabildiğim tek yer olan çekmecemi açtım. Bana verilen kıymet de değer de bu küçük çekmece kadardı.

 

Direkt olarak bana gülümseyen babamın yüzüyle karşılaşınca hafifçe içten bir tebessüm ettim. Elimdeki çakıyı diğer eşyaların altına sıkıştırdım. Çekmecenin içinden aldığım siyah fuları bileğime sarmaya başladım. Sıkıca sararak tamponla kanı durdurduktan sonra canımın acısını umursamadan babamın resmini elime aldım.

 

"Babacığım..." diye fısıldadım yıllardır kendimden mahrum bıraktığım adamın fotoğrafına. "Yıllardır bakamıyorum yüzüne. Ne zaman sana gelsem yüzün gülüyor ama biliyorum için kan ağlıyor. Utandırdım baba çok utandırdım seni..." Derin derin nefesler almaya başladım.

 

"Beni benden aldılar baba. Sana gelebilecek bir kızın yok artık." Utançla başımı öne eğdim. "Artık hep bükülecek karşında bu boynum. Ne sana ne de toprak olan vücuduna saygımı koruyamadım. Küçük kızının ruhunu katleden caniyi sana yar diye tanıttım. Bilemedim ki en büyük yaram o olacak."

 

Elimin tersi ile babamın toprağı renginde olan gözlerimin yaşını sildim. "Ne yapardın baba? Şu an dimdik bir şekilde karşımda olsan bana ne yapardın? Yüzüme tükürür 'yazıklar olsun senin gibi evlada' mı derdin yoksa bağrına basıp 'bu da geçecek can parem' mi derdin?"

 

İmkansızın gerçek olmasını bekler gibi babamın bana cevap vermesini bekledim. Olmadı.

 

"En kötü zamanlarımı geçirirken bir çınar gibi gölgeni hissetmem gerekirken yanımda olamadığın için sana kızmıyorum baba. Bende senin layığın bir evlat olamadım fakat sen yine bana kızmadın. Ben öldüm deme baba. Sen bunu yapmak isteseydin gerekirse hortlaklar gibi o toprak yığınının altından çıkar bana gelirdin. Ama gelmedin ki baba. Neden gelmedin?"

 

Gözlerimden akıp babamın da gözlerini ıslatan yaşları sildim. Gülerken ağlıyor gibiydi ama hiç ağlamasın istedim. Bir kez daha siliverdim babamın gözlerini fotoğraftan. "Sinirlendirdim hep seni, gel bana kız diye. Gel bana kız istedim baba. Küçük bir çocukmuşum gibi kulaklarımı çek beni azarla istedim ama yeter ki gel istedim."

 

"Altüst olan bir hayatın enkazında kaldım ben baba. Ne uğruna yaşadığımı bile bilmediğim bu dünyada üç beş gün daha nefes alabileyim diye uğraştım. Olmadı be baba. Gönülden istediğim her ne varsa hüsrana uğradı. Bugün tek sıkımlık kalan canımı da tamamen alacak bir şey öğrendim ben. Doğru ya da yanlış. Bana rehberlik edebilecek kimsem yok baba. İçimdeki ses, yolun özgürlük olduğu yerde yapacağım her şeyin mübah olduğunu söylüyor. Bu sese güvenmekten başka yol da kalmıyor bana."

 

"Az kaldı gibi hissediyorum... Bu hasret dinecek. Bu saatten sonra beni affeder misin bilmiyorum ama bugün kendi canım üzerinde bir kumar oynayacağım. Kızma bana baba. Başka çarem olsa yapar mıyım? Kıyar mıyım annemle senin canınıza can katarak oluşturduğu bana? Yaşarsam planımı başarmaya çalışacağım sonuna kadar. Ölürsem de kaybederim sonsuza kadar... Kaybedecek hiçbir şeyim yok canımdan başka ama kazanacağım çok şey var bu yüzden yapmalıyım. Yanına geleceğim çok yakında..." Elimdeki fotoğrafı babamın beni bağrına basmasını istediğim şekilde bastım içime. Ne kadar derinime götürsem az geliyordu. Fotoğrafı kendimden uzaklaştırıp arka cebime sıkıştırdım. Bu saniyeden sonrası benim için sadece özgürlüğe giden yoldaki felaketin habercisi olacaktı.

 

Mutfaktaki ilaç dolabındaki tarihi geçmiş ya da geçmemiş tüm ilaçları odama getirmiştim. Hepsini avucuma dökerek bir çırpıda su ile içtim. Ya ölecek ya savaşacaktım.

 

Bir süre bekledikten sonra gözlerim elime değince titreyişi ile olacakları anlamıştım. Aynı titreme bacaklarıma da ulaşınca hemen oturdum. Nefeslenmeye çalışırken diğer yandan da titremenin geçmesini bekliyordum. Kendime isteyerek zarar vermiyordum. Bu olacaklar bilgi dahilimdeydi ancak tam olarak da isteyerek yapıyorum diyemezdim. Titreyişlerim tüm vücudumu ele geçirince dayanamayarak inlemeye başladım.

 

Bana sunulan acı günbegün vücudumu esir alırken sadece olduğum yerde titriyordum. İnleyişlerim artarken ağzımdan köpükler çıktığını fark ettim. Dudağımın kenarından akan beyaz köpükleri silmeye çalışırken dengemi sağlayamadığım vücudum ile yere serildim. Ben yerde acıdan can çekişirken odada hala kimse yoktu. Zaten hiç olmamışlardı.

 

Acı her yerdeydi.

 

"Ayşe! Koş kaşık getir! Geberecek bu tümden." Dakikalar, belki de saatler sonra odaya ne zaman girdiğini anlayamadığım Osman şerefsizi Ayşe'ye bağırdı. Gebermem onlara koymazdı aksine işlerine gelirdi ancak sadece ölmeyeyim ama ölmüş kadar olayım diye çabalıyorlardı.

 

Eli ağzıma doğru yaklaşan Osman eniştemi titreyen ellerimle itmeye çalıştım gücümün yettiği kadar. Dokunmasın istiyordum kimse bana. "Elin kolun rahat dursun gebereceksin orospu!" Üstüme yaklaşmaya devam ederken can çekişir gibi iki büklüm titriyordum yerde.

 

"Yetti be yetti!" Odaya elinde yemek kaşığı ile söylenerek gelen Ayşe teyzeyi gördü gözlerim. "Bıktım bunun krizlerinden de bundan da. Ölecek bir gün başımıza kalacak."

 

Ölecek bir gün başımıza kalacak.

 

Teyzem elindeki kaşığı kocasına uzattı ancak o kabul etmedi. "Bana ne veriyorsun? Yeğeninin kendine dokundurttuğu mu var?" Bu noktada kısılan inlemelerimi bir kenara koyup güçlü bir şekilde inledim.

 

"Sus lan sus! Gören de dokunduk sanır. Beynimi patlattın zaten inleye inleye." Osman şerefsizinin ateş saçan gözleri beni tehdit ederken teyzem olacak kadın kocasının sözlerine karşı kıskaçlıkla kaşığı ağzıma sokmaya çalıştı. Sert darbelerine daha fazla dayanamadım. Açılmayan çenem ve titreyen vücudum ile bilincim kapandı.

 

Gözlerim kapanınca Ayşe'nin sesi olduğunu düşündüğüm yerden çığlık sesi geldi. Son duyduğum sesler ise Osman ve Ayşe'nin korku dolu sesleri oldu. "Ayşe... Ölürse ölürüz. Ölmemeli bu kız." dedi Osman.

 

"Osman al kızı kucağına hemen gidiyoruz hastaneye. Ölemez."

 

Gerisi karanlıktı.

 

 

-

 

"Hastanın nesi var? Nasıl bu duruma geldi?" Doktor Ayşe ve Osman'ı sorguya çekerken şüpheciydi.

 

"B-bilmiyoruz vallahi hocam. Biz salonda oturuyorduk. Ben, kocam ve kızım ile birlikte." Ayşe bir bir olanları anlatırken telaşlıydı.

 

"Sonra ne oldu?" Diye sordu doktor.

 

"Sonra bir düşme sesi geldi. Baya gürültülüydü. B-biz başta sandık ki..."

 

"Ne sandınız?" Doktor olanları dinlerken bir yandan da doğru mu söylüyor diye şüphe ediyordu. Çünkü böylesine ilgisiz olmalarının imkanları yoktu. Bilmeleri gerekirdi.

 

"Ş-şey hocam..." Ayşe telaşeyle konuşurken lafı Osman devraldı.

 

"Biz başta damacana düştü sandık hocam. Mutfakta su arıtıyorduk. Tezgah bayağı inceldi bizim. Hani o kırıldı ve damacana düştü sandık." Osman hızla sohbeti toparladı.

 

"E-evet hocam. Aynen anlattığı gibi oldu." Ayşe de kocasına yancı çıktı.

 

"Anladım sonra ne oldu?" Doktor dinlemeye devam etti.

 

"Sonra işte biz mutfağa baktık. Kırılan dökülen bir şey yok. Yeğenin odasına koştum ben direkt."

 

"Yeğen?" Dedi doktor.

 

"Eşimin yeğeni." Dedi Osman.

 

Ayşe, "Benim yeğenim evet." Destekledi Osman'ı.

 

"Siz neden bakıyorsunuz? Ailesi yok mu?" Diye sordu doktor.

 

"Efendim anne ve babası vardı. Fakat şimdi ikisi de sizlere ömür. Bizde acıdık aslına bakarsanız. Yetim çocuktur dedik, bakmak sevaptır. Biz üstlendik o yüzden. Belgin zaten bizim kızımız gibidir. Hiç ayırmam kendi kızımdan." Dedi Osman

 

"Anladım peki ebeveynleri nasıl vefat etti?" Diye sordu doktor.

 

Osman ile Ayşe birbirlerine şüphe ile baktılar ve Osman tedirginlik ile doktorun kulağına yaklaştı. "Hocam bunlar biraz derin mevzular şimdi açmayalım isterseniz konusunu?"

 

"Bakın beyefendi, yeğeninizin nasıl bu duruma geldiğini anlamaya çalışıyorum. Psikolojik sorunları mı vardı? Bunu anlayabilirsem en azından kendine zarar verdi ya da vermedi diyebilirim." Doktor tane tane açıkladı.

 

"Ee madem öyle... Anlatalım o zaman." Osman, Ayşe'nin başını salladığını görünce doktora anlatmaya devam etti.

 

"Hocam şimdi Belgin'in annesi babasını öldürdü. Artık ne yaşadılarsa orasını Allah bilir. Daha sonra da annesi de haliyle içeriye girdi. İşte kadını da içeride şişleyip öldürmüşler."

 

"Bu duruma hangi insan dayanabilir ki? Kim bilir ne haldedir şimdi kız..." doktor kendi kendine düşündü.

 

"Anladım peki az önce olayı anlatıyordunuz. Ne oldu sonrasında."

 

Bu noktada sözü Ayşe devraldı. "İşte eşim, Belgin'in odasına gitti sesin mutfaktan gelmediğini anlayınca. Belgin yerde can çekişir vaziyette titriyordu. Bizde ne yapacağımızı bilemedik. Zaten yeğenimde epilepsi var. Olur olmadık krizler ile bayılabiliyor. Yine nöbet geçiyor sandık o yüzden ben direkt kaşık getirmeye gittim. Çenesini sıkı kapatmıştı. Dilini ısırmasın diye ağzını açmaya çalıştık. Sonra baktık ki ağzından köpükler akıyor ve gözleri kapanıyor bize bir kal geldi. Soğukkanlı olmaya çalıştım ama daha sonra çekmecelerde kutu kutu ilaçlar görünce şoka girdik."

 

"Anlıyorum. Peki isimlerini hatırlıyor musunuz ilaçların? Ya da epilepsi demiştiniz. Hastalığı için kullandığı ilaçlar mıydı?"

 

"Yok yok. İlaç kullanıyor ama o kadar fazla değil. Evden çıkmak için hazırlanırken ilaçlara biraz göz gezdirdim ben. Tarihi geçen ya da kendine ait olmayan bir sürü ilaç vardı orada." Diye konuştu Ayşe

 

"Yani yeğeniniz bir intihar girişiminde bulunmuş. Bir sorum daha var. Ne kadar süre içerisinde getirdiniz hastaneye. Yani tahminen ne kadar oldu Belgin o ilaçları içeli?" Doktor konuşurken bir yandan da durumun vahimliği için üzülüyordu.

 

Ayşe ve Osman düşündü. Bayağı olmuştu içeli. Osman üstüne koyarak anlatmıştı. Direkt odaya girmemişlerdi. Hatta saatler bile geçmiş olabilirdi. Belgin ilaçların etkisi ile bilinç kaybı yaşadığı için neyin ne zaman olduğunu algılayamasa da bu böyleydi. Başta yine nöbet geçiriyordur diye fazla umursamamıştı ağzını açmaya çalışmak dışında. Fakat üstünden saatlerin geçmesi ile Belgin'in hafif ayık olan kafası tamamen gitmişti. İşte o zaman panik her yerdeydi.

 

"Ç-çok olmamıştır. Biz öyle umursamaz aileler değiliz doktor hanım. Belgin'i o halde görürken içimizin nasıl yandığını bir biz bir Allah bilir. O yüzden çok geç olmadı. En fazla yirmi dakika olmuştur. O da gece yollar dolu diye." Osman yalanları bir bir sıralarken doktor kafası ile onayladı.

 

"Anlıyorum beyefendi. Tamamdır bekleyebilirsiniz." Doktor yanlarından ayrılacakken Ayşe konuştu.

 

"Hocam bir bilgi verin. Ne yapacaksınız? Ne olacak benim yeğenime?"

 

"Şimdi bir midesini yıkayacağız. Umuyorum ki dediğiniz gibi geç olmamıştır ve hala yıkanabilir durumdadır. O da olmazsa aktif kömür verme yöntemini deneyeceğiz. Siz bekleyin sadece."

 

Tamam doktor hanım. İyi olsun da bizim yavrumuz. Başka bir şey istemiyoruz."

 

"Elimizden geleni yapacağız." Dedi son olarak doktor ve yanlarından uzaklaştı.

 

-

 

 

"Dört buçuk saat oldu nerdeyse. Nerde bu doktorlar? Niye hala tek kelime etmiyorlar?" Ayşe hala geçmeyen bir panik ile konuşurken sesi ağlamaklıydı. Etekleri tutuşmuştu. Kolay değildi.

 

"Bilmiyorum Ayşe bilmiyorum. Bir bilsem..." Ayşe ve Osman hastanenin bir köşesinde doktorlardan gelecek haberi bekliyorlardı.

 

Saatler olmuştu dedikleri gibi. Doktor gelip bu yöntemlerin yetersiz olduğunu ameliyata almalarını gerektiğini söylemişlerdi. Aksi takdirde hastanın aşırı dozdan ölebileceğini ve her şeye hazırlıklı olmaları gerektiğini söylemişti.

 

Ayşe ve Osman saatlerdir beklerken diğer adam farklı bir yerde, annesine yakın o kıza uzak bir yerde bekliyordu.

 

Sonunda bir doktor apar topar çıkınca ikisi de hızla ayaklandı. "Doktor hanım Allah'ın aşkına bir şey söyleyin. Bu kız öldü mü kaldı mı? Ne oldu?" Osman feryat figan konuşurken doktor hızla oradan uzaklaşmaya çalışıyordu.

 

"Beyefendi çekilin önümden hastanın durumu kritik. Profesörümüzün ameliyata girmesi gerekiyor."

 

Doktorun konuşması bitince Ayşe ağlamaya başlayarak isyan etti. "NE ÖLMESİ BE KADIN! SAATLERDİR BURADA AĞZINIZDAN ÇIKACAK TEK KELİMEYİ BEKLİYORUZ. SİZ BİZE KRİTİK DİYORSUNUZ! YAŞATACAKSINIZ!" Ayşe'nin hırçın tavırlarını umursamadan gitti doktor. Kaybedecek tek bir saniyesi yoktu.

 

"Hocam. Hocam! Saatlerdir uğraştığımız bir hasta var. Çok kritik durumu. Biz yapamıyoruz. Siz girin lütfen." Kadın doktor panikle konuşurken hocası olan adam da tıpkı kadın gibi endişeliydi.

 

"Vaka nedir?" derken ikisi de hastanın bulunduğu konuma doğru koşmaya başlamıştı.

 

"Yüksek doz ilaç kullanımı hocam. Bunun dışında bileklerinde derinlemesine kesikler mevcut. Vücudunun diğer bölgeleri ise şiş ve morluk dolu. Bundan öncesinde mide yıkama ve aktif kömür yöntemlerine başvurduk. Ancak etkili olmadı ve hasta da kendine gelemedi zaten. Bizde Gupse hocanın ısrarı üzerine ameliyata aldık."

 

"İyi yapmış Gupse. Hastanın yakını ile konuştunuz mu? Nasıl olmuş bu durum?" diye sordu hoca.

 

"Evet hocam. Onlar farklı bir odada iken yüksek ses gelmiş. Hastanın olduğunu anlayınca koşarak yardım etmeye çalışmışlar. Hasta zaten epilepsi hastasıymış. Sık sık nöbet geçiriyor diye o krizlerden biri sanmışlar. Ve zaten ailesi değilmiş onlar. Teyze ve eniştesi oluyorlarmış. Hastanın annesi babasını öldürdüğü için içeri girmiş. Anneyi de içeride şişlemişler. Anne babasız bir çocuk yani. Psikolojik açıdan iyi olduğunu düşünmüyorum o yüzden bana başarısız intihar gibi geldi."

 

"Haklısın. Ancak buna sadece o söylemlere göre karar veremeyiz. Belki kendi ilaçlarını kullanırken yan etki vesaire yapmıştır."

 

"Siz daha iyi bilirsiniz tabi ki hocam. Ancak hastanın odasındaki çekmecede kendi ilaçlarına ait olmayan haplar bulmuşlar. Tarihi geçen ve ona ait olmayan. Bir sürü ilaç. Boş ilaç kutusu falan." Dedi kadın doktor.

 

"Neyse biz hastayı uyandırmaya bakalım biz şimdi. Orası sonra konuşulur ve çözülür."

 

"Haklısınız hocam." Dediğinde çoktan kapıya gelmişlerdi. Osman ve Ayşe çölde su bulmuş gibi aniden hocanın ayaklarına kapandılar.

 

"Hocam siz işinizin ehliymişsiniz. Öyle dedi bize bu bayan doktor. Allah'ınızı severseniz kurtarın o kızı."

 

"Doktor paçasından bir tozu silkelmiş gibi silkti bacağını. "Bu ne rezalet böyle? Bana işimi öğretmeyin!" Doktor yaptığı el hareketi ile güvenlikler Ayşe ve Osman'ı aldılar doktorun paçasından.

 

Hoca gerekli giysileri giyerek hastanın yanına girdiler. Göz göze geldikleri diğer doktorlar olumsuz anlamda kafasını iki yana salladı.

 

Az çok anlamıştı olanı ama emin olmak adına sordu. "Son durum?"

 

"Ex." Dedi başını iki yana sallayarak. "Kalp durdu."

 

"Kahretsin!" dedi doktor sinirle. İşte bir saniye ile ne hayatlar kurtulup ne hayatlar son bulurdu. "Çeklin hemen! Kalp masajına geçmemiz lazım."

 

"Tamam hocam." Dedi her bir ağız ardından kalp masajı için hocalarına yer açtılar.

 

Hoca ameliyat masasının üstüne çıkarak kalp masajına başlamıştı. Bir yandan kalp masajı yapıyor diğer yandan nabza bakıyordu. Usulüne uygun bir kalp masajı ile hastanın duran kalbini hayata çevirmeye çalıştı.

 

Çabaladı. Dönsün diye canını dişine takarak yorulana kadar masajı uyguladı. Dinlenemeden devam etti ancak olmadı. Daha önce gelseydi belki dönerdi ama şimdi olmamıştı.

 

Bir saniye çok şeyi değiştirirdi.

 

Hastanın dönmeyeceğini kabullenince üstüne çektiler beyazları. Bu kadına beyazlar yakışırdı ancak kefen beyazı hiç yakışmamıştı.

 

Doktorlar başı önde eğik bir şekilde çıktılar ameliyathaneden. Osman ve Ayşe inançla doktorlara bakarken doktorlar başını olumsuz şekilde salladı.

 

"Hayır doktor. Hayır hayır deme." Osman başını sağa sola sallayarak gerçeği kabullenmek istemese de durum ortadaydı.

 

"Çok üzgünüz. Hastayı kaybettik. Başınız sağ olsun." Verdiği haberle oradan ayrıldı doktorlar.

 

Ayşe ise "DEME DEDİK DEME!" diye isyan etmeye başlamıştı.

 

İkisi de ne yapacaklarını bilemez halde birbirlerine baktılar. "O-osman... Ne yapacağız?"

 

"BANA ŞU SORUYU SORMAKTAN VAZGEÇ ARTIK AYŞE!" Osman sinirle gürledi.

 

"Rezil olacağız rezil. Tüm Kars'a adımız çıkacak sözünde durmadılar diye!" Korkuları buydu. Belgin değildi. O ha ölmüş ha yaşamış. Ne değişirdi ki?

 

"Kes sesini artık kadın! Bildiğim şeyleri bana hatırlatıp durma! Ne yapacağız artık bu siktiğimin hastanesinde? Eve gidip bir şeyler düşünmemiz lazım."

 

"T-tamam da kız öldü kız! Bunun defnedilmesi var, yıkanması, kefenlenmesi var. Öylece gidecek miyiz?" Ayşe kuşku ile konuştu.

 

"Var da var! Var da var! Hep bir şeyi var senin bu işe yaramaz yeğeninin. Yaşarken ne yararı oldu ki bize ölürken de olsun? Hep zarar hep zarar! Eve gideceğiz Ayşe. O piçe yeterince baktık zaten. Dirisi bitti şimdi ölüsü ile uğraşamam." Netti Osman.

 

"Osman o kadar da olmaz. En azından bir ölüsüne baksaydık?" Ayşe hüzünle konuşurken Osman sinirliydi.

 

"Ölüsünü sikeceğim şimdi Ayşe! Beni çıldırtma gidiyoruz dedim. Çok kalmak istiyorsan yeğeninin yanında, bana söyle bir mezarı da senin için kazmalarını söyleyeyim."

 

"Osman... Ne yapmam gerekiyor bilmiyorum. Elim ayağım boşaldı birden."

 

"Söz dinle söz. Düş önüme gidelim artık şu lanet yerden."

 

Ayşe hala olduğu yerde kocasının yüzüne bakarken Osman sinirle bağırdı. "AYŞE!" tüm hastanenin gözü onlardaydı ama ikisi de aldırmıyordu.

 

El mecbur kocasının sözüne itaat eden Ayşe yürümeye başladı. Ne yapacaklarını bilemez halde hastanede uzaklaştılar.

 

Geride ise daha kabuk tutmamış yaralarına tuz bastıkları kadını bıraktılar.

Loading...
0%