Yeni Üyelik
1.
Bölüm

RÜZGÂR MEVSİMİ

@zehra_446

1978 - Trabzon

Taksiden indiğinde sık, gür siyah saçlarında çiseleyen yağmur damlaları yerlerini aldı. Aracın içine tezat olan rüzgârlı havanın soğuğu burnunu sızlatmıştı Mehmet'in. Gri bulutların örttüğü güneş, sadece gün ortasındaki bir vakti bildirecek kadar belli ediyordu kendini. Köprünün başında bekleyen arabadan biraz uzaklaştı. Sakin ve sağlam adımlarla bastı zemine. Ve paslanmış kalın demir korkulukların yanında durdu.

İncecik kaynaklardan çıkıp birleşerek gürültüsüyle akan bir dere vardı ayaklarının altında. Ve göğe yakın yerdeydi evi. Mevsimin en koyu yeşilinin arasında gözünü açanın görebileceği iki katlı ev uzaktan ne de sessizdi. Köprünün sonunda sağ ve sola ayrılıyordu yol, uzun iki toprak yol. Çay bahçelerine hem muhafız hem de sınır olmuş ağaçların yapraklarının sesini taşıyordu rüzgâr kulağa.

İnsan geleni hoş karşılayan derenin gürültüsü arasında bile seçebiliyordu yapraklarını döken ağaçların rüzgârla mücadelesini. Rüzgâr mevsimiydi şimdi, gücü tükenen ayrılırdı toprağından, dallar yapraklarından. Mehmet bu toprağın çocuğuysa da sandığı kadar sağlam basmamıştı ayakları. Ve dallarına tutunan yaprakları bırakmak zorunda hissediyordu. Üstelik bahara umudu olmayan bir ağaçtan farksızdı.

Sert bir rüzgâr daha esti, babasına benzeyen hafif çekik kahverengi gözlerine yaş doldurmak ister gibi bir amacı vardı sanki. Mehmet titrediğini hissetti. Güçlü kuvvetli gözüküyordu, yapılıydı, hantal bir adam değildi. İşi gereği dinçti bir kere. Yirmi dokuzdu yaşı, ciddiyetinin alameti alnındaki derin çizgiler olmasa yanındaki yirmiliklerden farkı olmazdı. Buna rağmen manalı rüzgârlar eserse titrerdi insan.

"Baba!" Mehmet aracın arka koltuğunda oturan ve başını camda çıkartmış küçük kıza ağır ağır döndü yüzünü. İnsanın bir çocuğu varsa, çocukluğunun hiç değişmeyen yollarını bile seyretmek için fazla vakti olmuyordu. Ya da Mehmet çocukluğunu terk eden bir adam olmanın yükünü kızında kabahat bularak hafifletmeye çalışıyordu. Fakat onun gibi az konuşan insanlar, o ifadesiz bakışlarının arkasında içlerindeki muhasebeyi daima sürdürür halde oluyorlardı. Ve şimdi Mehmet küçük kızını görmezden gelme hakkına sahip olmadığının bilincindeydi. Onca yolu yaşından beklenmeyen bir sabır ve sessizlikle geldikleri için bile minnettar olmalıydı bu kıza. Yutkunup, soğumaya başlamış elini havaya kaldırdı ve kıza yanına gelmesini işaret etti.

Aracın kapısı açıldı. Taksicinin gözlerindeki sıkılganlığın aksine ayaklarını babasının toprağına basan küçük kız bir kraldan buyruk almış kadar heyecanlıydı. Mehmet kızının kendisine olan hayranlığını nasıl anlamlandıracağını bilemezdi çoğu zaman. Nasıl bir sevgi nasıl bir bağdı ki bu aralarındaki, bu küçük tatlı varlık durmadan onun gözlerine bakıyor, söylediğini yapmaya çalışıyor ve gerçekten elinden gelen kıymeti vermeye çalışıyordu babasına. Eğer ileride çok büyük bir hata yapmazsa "bana baktığında ne görürdün?" diye sormak isterdi Mehmet.

"Deniz mi?" Parmağını uzatıp dereyi gösteren kızına kaşlarını çatmadan edemedi. Sekiz yaşında bir çocuk bunun deniz olmadığını bilmez miydi?

"Dere" dedi düz bir sesle. Kız kollarını taşları döver gibi akan suya eriştirmek ister gibi sarkıtmıştı. Hava soğuk, yağmurlu ve gün kapalıydı. Şimdi dingin bir haz değil, önüne geleni alıp götüreceğine dair bir izlenim veriyordu ki bir yerde kalmak ve oraya alışmak için bu pek de iyi bir gün olmayabilirdi.

"Ah evet, bir çeşit nehir olmalı bu..." Düşünürken babasının söylediği kelime çıkmıştı aklından. Mehmet de kızının anlık unutkanlığını hemen fark etti. Evde Türkçe konuşulacaktı, hem de çok düzgün. Okulda ya da dışarıda Almanca konuşulabilirdi ancak. Bazı terimlere, kelimelere yabancı olabilirdi ama artık Türkiye'deydi ve kısa süre içerisinde yaşadığı yeri keşfederek, buradaki insanlarla tanışarak babasının elinden geleni yaparak oturtmaya çalıştığı kültür yolculuğundaki eksikliğini tamamlayacaktı. Mehmet'in ilk hedefi buydu. Sanki aklının başköşesindeki levhada bu görev yazılıydı ve onu hatırlamak bile ciddi bir eğitimcinin ruh haline bürünmesine sebep oluyordu.

"Bunun adı dere Azize! Söyle bakayım, dere."

"Dere... Tamam unutmayacağım." Kollarını demirden çekip babasına teminat verdiğinde yorgunluğuna rağmen direnen neşesi ve heyecanı bu ciddiyet karşısında sarsıldı. Şimdi başını kaldırıp önündeki uzun yolu, sağ ve solundaki deniz gibi uzanıp giden geniş çay bahçelerini, orta çağdan kalma bir yapıya benzeyen ve ileride gelip gitmeyi çok seveceği çay alım yerini, hemen karşısındaki daima akan çeşmeyi, sonrasında haylaz bir çocukla keşfedeceği çeşmenin üstündeki dik ve kaygan patika yolu seyretmek istemedi. Üşüdükçe pembeliğini kaybeden küçük dudaklarından silindi gülümsemesi.

Mehmet çoğu zaman kendini yetersiz bir baba olarak görse de Azize'nin üşüdüğünü anlamayacak kadar beceriksiz değildi bu işte. "Haydi geç arabaya, eve çıkacağız." Kızın omzunu tuttu yönlendirmek için. Sonra ufak bir hayal kırıklığıyla ezbere bildiği yolun sonundaki yokuşa baktı. Ağaçların güneşe ulaşmak için büyüdükçe büyüdüğü, yolu gölgelere hapsettiği bir düzlüğe çıkana kadar orada eve varmanın heyecanıyla yürümek vardı şimdi! Sonra yine dönemeçli bir yokuş tırmanması gerekirdi ve ardından çaylıkların arasından geçip, sol tarafında kalan bodur incir ağacını gördükten sonra dizlerinde kalan son güç ve göğsünde artan heyecanla kalan mesafeyi koşturmak isterdi. Sonra bir dağın tepesi gibi uzanan yokuşu umursamasına gerek kalmazdı çünkü yolun kenarında kendine bir düzlük bulmuş evine varmış olurdu.

Şimdiyse taksinin içinde, camın arkasından seyrediyordu yolu. Teknoloji mesafeleri azaltmış olsa da insanın sevdiklerine kavuşması için yeterli bir hıza sahip olamayacaktı. Alayla güldü Mehmet. Elinden aldığı bir zevke karşı, teknolojinin yetersizliğini keşfetmiş gibi hissetti. İçinde bir yerlerde bu mevzunun mahkemesini kurmak istemediğinden de emindi.

Yüksek ceviz ağacının dökülmüş yaprakları altında durdu araba. Mehmet taksiden indi, Azize'nin kapısını açtı. Taksici aldığı yüksek para yüzünden katlandığı bu müşterisinden kurtulmak istercesine hızlı hareket edip, bagajdaki iki bavulu indirdi. İnsanların gurbettekilerden çok getirdiklerini bekledikleri bir dönemdi. Uzaktan gelen, kendi kıyafetlerinden fazlasını getirmekle yükümlüydü.

Azize için yeniydi her şey. Önünde durdukları iki katlı pembe ev, eski ahşap pencereleri, koyu yeşil boyanmış iki tarafı da açık metal kapısıyla merakını tatmin eden bir seyir zevki veriyordu küçük kıza. Yollar ve evin önündeki beton zemin ıslaktı. İkinci katın balkonu olması sebebiyle kapının önünde yağmurdan ıslanmadan oturulabiliyordu. İki küçük renkli oturağa takıldı gözü. Bacakları ahşap, oturma kısımları mavi sarı iplerden örülmüş gibiydi. Uzaktan net seçemiyordu, babasına döndü sabırsızlıkla. Eve yaklaşmayı istiyordu.

Mehmet Almanya'dayken sık sık köydeki evi anlatırdı Azize'ye. Ve babasıyla sohbet edebildikleri tek konu köy olduğu için küçük kız dinlemekten sıkılmaz aksine yeni heveslerle hayal kurardı. Tabi anlatılanla kafasında canlanan aynı değildi. Azize dümdüz yemyeşil ovalar, zirvesine koşarak çıkacağı tepeler, otlaklarda otlayan kuzular görmeyi bekliyordu. Sık ağaçlar, betonlaşan evler, bir dağın altındaymış izlenimi veren kayalıklar İsveç dağlarında koyunların peşinden koşturmayacağının habercisiydi. Masal güzellemelerinin sadece masaldan ibaret olduğunu anlayacak yaşta değildi henüz. Hoşuna gidecek başka şeyler bulacaktı elbette.

Kuvvetli kollarına iki valizi de alıp eve doğru ilerleyen babasının arkasından yürüdü. Kapıda kimse yoktu, evde kimler vardı acaba? Derin bir nefes sonrası zile bastı Mehmet, oysa kapı açıktı. Geliş haberini vermişken biraz da ortaya çıkmaya başlayan heyecanını dindirdi böylece.

Azize basamağın hemen önündeydi. Bir babasına bakıyordu bir de içeriden kendilerine doğru gelen yabancı kadınlara. Yüzleri belirginleştikçe, coşkulu bir heyecana erişecek olan şaşkınlıklarına şahit oldu. Sonra kapının önü bir anda kalabalıklaştı. Babası yaşlıca bir kadına sıkıca sarılırken gülüşmeler ve hayret nidaları, Azize'nin hiç de alışık olmadığı yüksek perdeden kulağına erişiyordu. Ürkek bir adım attı geriye doğru. Henüz babasının varlığıyla ilgilenen kalabalığı biraz da olsa izleme fırsatı buldu böylece.

Başında tepeden sıkıca bağlanmış yeşil tülbendli, yaşı kendini belli etmiş bir kadın vardı. Kumral tenli, orta boyluydu. Mehmet'in "annem" diye sıkıca sarıldığı bu kişi Azize'nin babaannesi Rahime'ydi. Kadın kollarını sıvamış mutfakta bir işle meşgulken oğlunu bir anda kapıda görmenin telaşesini yaşıyordu. Gülünce alnındaki derin izler kayboluverdi, belirgin elmacık kemikleri kızardı. Uzun parmaklı ellerini kalbinde birleştirdi. Göğüs kafesine baskı yapmak ister gibiydi. Kahverengi gözlerinin etrafındaki damarlar kırmızıya boyandı.

Çok hızlı konuşan bir kadın daha vardı ki Azize onun sayesinde bu karşılamanın bir gürültüye dönüştüğünü düşünüyordu. Üstündeki una bulanmış önlüğü umursamadan sevmekle dövmek arasında bir yaklaşım sergiliyordu Mehmet'e. Küçük kız aynı muameleyi görmek istemiyordu. Bu orta boylu, uzun burunlu, yapılı kadının yer yer yara olmuş kaba ellerinin arasında yüzünü hayal etmek bile onu ürküttü. Bu kadın babaannesinin kız kardeşi Meryem teyzeydi.

Köşede duran iki genç kadın vardı. Bunlar Azize'nin hiç tanımadığı amcalarının hanımlarıydı. Selvi ve Emine. Sonra uzun uzun tanışacaklarsa da ilk izlenim birisine yaklaşabilmek için gerekliydi. Azize onların daha kısık sesle ve saygıyla konuştuklarını gözlemledi. "Hoş geldin abi" dediler sırayla. Karşılığında mesafeli bir tebessüm aldılar.

Ve çok geçmeden, basamağın yanında olanları öylece seyreden küçük kıza geldi sıra. Anlaşmış gibi hepsi bir anda Azize'ye baktı. Öyle baktılar ki; orada bekleyen yabancıyı sevmeden önce baştan aşağıya incelemeli ve sonra sarılmalıyız, der gibiydiler. Babası bu gergin sessizliği bozmasa Azize ağlayabilirdi bile, korkmuş ve çekingen hissediyordu. Kendini ne kadar hazırlarsa hazırlasın, küçük ömründe daha önce hiç bu kadar yabancıyla karşı karşıya kalmış değildi çünkü.

"Bu benim kızım, Azize." Sonra Mehmet daha önce yapması gerekeni yapıp elini kızına uzattı ve onu yanına aldı. Şimdi Azize ilk kez tanışacağı babaannesiyle karşı karşıyaydı. Bebekken yapılan ve talihsiz bir zamana denk gelen o tanışmadan haberi yoktu. Önce gülen ve heyecanlanan kadından biraz da olsa umudu vardı aslında Azize'nin. Yüzünün rengi, yuvarlak gözleri sevimli gelmişti ona. Fakat şimdi o gözler küçük yüzünü inceliyordu. Bir şey arar gibi bakıyordu, taranmış olsa da artık dağılan saçlarının kestane renginden memnun gözüküyordu. Islak ve parlak yeşil gözler, bu coğrafyaya epey yakışıyordu. Açtı kollarını kocaman olmasa da. Babası tarafından hafif öne getirilen kızı sarmaladı sıcak bedeniyle. "Sen da hoş geldun" dedi Azize'nin adapte olmakta zorlanacağı bir Türkçe ile.

"Hayde içeriye geçelim, yoldan geldiniz." Yumuşak sesin sahibi Selvi'ydi. Onca yolu tepen iki insanı eve almamışlardı henüz, oysa içeride gürül gürül yanan bir soba vardı. Taze ekmek pişiyordu fırınında. Çay da demlendiğinde peynir ve tereyağı eşliğinde yemekti niyetleri. Demek iki kişinin daha rızkı vardı bu sofrada. Azize sonra bu insanların farklı konuşmasının sebebini soracaktı babasına. Ama şimdi Selvi yengesi tarafından kendisine uzatılan beyaz ve genç eli tutmalıydı. Bu tatlı gülümseyişe karşı kayıtsız kalınamazdı. Ela gözlerinin sıcaklığı ilk andan beri insanı kendisine çekiyordu. Uzun boylu ve zayıf bir kadındı.

Girişe açık kahverengi, içeri girenin yorgunluğunu atacağı bir koltuk koyulmuştu. Solda bir salon ve onun yanında da sıcaklığıyla insanı davet eden bir oda bulunuyordu. Hemen karşıda bir mutfak vardı. Açık ahşap kapısı eve öyle güzel bir koku yayıyordu ki Azize pişen ekmeğin kokusundan daha çok sevdi bu kokuyu. Selvi hâlâ elini bırakmamıştı kızın, onu sobalı odaya yönlendirdiğinde Azize bulunduğu açıdan eve baktı. Ne kadar da büyüktü böyle!

Mutfak hizasında da odalar diziliydi, karşılıklı olarak toplam dört oda saydı. Yine geniş bir koridor vardı. Koridorun sonunda da büyükçe iki pencere bulunuyordu. Küçük bir beden için bu ev tam da keşif mekânıydı. Fakat büyüse de ruhu evin her köşesinde küçük haliyle koşturan Mehmet için burası hüzün kaynağıydı. Soru yağmuruna tutulan genç adam başını kaldırıp doğru düzgün eve bakamamıştı bile. Yalnızca odanın girişine konulmuş sobanın sıcaklığına olan özlemin kalbinde gezindiğini hissedebildi. Meğer ne soğuktu dışarısı!

Azize deseniyle oynamayı sevdiği gri ve siyah çiçekli kadife kumaşla kaplı koltuğun bir köşesinde ucu ona hiç dokunmayan sohbetleri dinlemeden oturdu. Hatta kulaklarını tıkayabilmeyi isterdi Meryem teyzenin bağırışları karşısında. Kavga eder gibi konuşuyordu ama yüzüne bakan onun çok mutlu olduğunu görebilirdi. Mehmet bu kadının huyunu biliyordu ama küçük Azize için şu an tam bir muammaydı.

Hızlıca yere bir sofra hazırlandı. Domates, salatalık, ekmek, peynir, zeytin, tereyağı ve çay konulan yuvarlak yer sofrası insanın midesine hitap eden renklere sahipti. Azize gerçekten acıkmıştı ve yanında oturan babaannesiyle ya da bu odadakilere henüz tanışmış olmamasını pek de önemsemeden önüne ne konulduysa yedi. Rahime hanım ise bu yaşa gelene dek sadece bebekken kucağına alıp sevdiği sonra da bir daha görmediği torununu göz ucuyla süzmeyi ve önünde bir eksik varsa ona fark ettirmeden tamamlamayı ihmal etmedi. Azize doyduğunda bile babaannesinin yaptığını fark etmiş değildi. Mehmet izliyordu annesini, kızına olan mesafesini aşmasını bekliyordu. Yol yorgunuydu, annesi ise şaşkın. Güzel şeyler için zamana ihtiyaç olduğunu biliyordu.

Sonra kurulduğu kadar hızlı kaldırıldı sofra. Azize yengelerinin çabuk hareketlerini seyrederken, yemek sonrası henüz yıkamadığı elleri yüzünden rahatsızdı. Sofra bezini kaldıran ve hiç konuşmadığı diğer yengesinin yanına yaklaştı. Kısık bir sesle, ellerini yıkamak istediğini söyledi. Aldığı cevap "benimle gel" oldu. Ki ailesiyle tanışan bir küçük çocuk için bu tavır fazlasıyla soğuk ve sevimsizdi. Yine de söyleneni yaptı. Mutfağın yanındaki kocaman, soğuk zeminli ve yarısına kadar duvarları buz mavisi mermerle kaplanmış banyoya girdi.

Ellerini yıkarken, boyunun yetiştiğince aynaya baktı. Sobanın sıcağından kıpkırmızı olmuştu yanakları. Babaannesine benzeyen büyük yuvarlak gözlerine, kararmaya başlayan havanın etkisiyle bir yorgunluk çökmüştü. Şimdiye dek odasında, yatağında, kendi banyosunda, kendine ait olan şeyleri bilerek yaşayan Azize'nin içini sarmaya başlamıştı def edilesi bir his. Bu his ki; karanlıkla beraber ay gibi ortaya çıkıveriyordu. Sıkıyordu insanın kalbini, çepeçevre sarıyordu. Bir özlemdi kaynağı fakat beraberinde kaybolmanın korkularıyla ümitsiz bir kimsesizliğe sürüklüyordu insanı.

"Evimi özledim biraz" diye mırıldandı Azize. Eve döndüğünde bile bu hissin yakasını bırakmayacağından korktu. Çünkü aynada kendi küçük yüzüyle karşılaştığı andan itibaren ağlayası vardı. Fakat kimin omzunda? Babasının istediği kişi olmaya çabalayan Azize bile içindeki çocuğun kimsesizliğini ayan beyan görüyordu da, geldiğinden beri koca koca insanlar ne diye bir kaç kelimeden fazla konuşmamışlardı onunla? Babasının annesi, ona da annelik etmez miydi? "Sevmedi beni" diye mırıldandı yine. Oysa Azize evine döndüğünde babaannesini özleyebilmeyi isterdi. Onu sevecek bir insanın daha hayatına dahil olması çocukluğuna verilen en güzel hediyelerden olurdu.

Hâlâ banyodayken ve kendini sakinleştirmek için çaba gösteriyorken bir gürültü duydu dışarıdan. Sonra babasının gülme sesi geldi kulağına, bir sürü erkek sesi de ona eşlik ediyordu. Çok yorgundu, işi bitse de banyoda kalmayı tercih etti. Dışarıdaki gür sesli, mutlu adamların arasında kaybolacakmış gibi hissediyordu. Düştü omuzları, köyü böyle tahmin etmemişti. Yok gibi görüldüğü, bir sürü yabancının arasında oturmak zorunda kaldığı bir yerden farksızdı burası. Şimdiden kapı komşusu, yaşlı Bay Felix'i özlemişti. Merdivenlerdeki ayak seslerini duyar duymaz kapısını iki kedisiyle beraber açan, baston kullanmasına rağmen günlük yürüyüşlerini aksatmayan kır saçlı adam, Azize'ye hiçbir çocuğa göstermediği yakınlığı gösterirdi.

"Orada olsaydım cumartesi saat üçte sizin balkonunuzda kahve içebilirdik Bay Felix." İlk anın yabancılığının onda uyandırdığı korkunç yalnızlık hissi içerisindeyken, konuştuğu Bay Felix değildi elbette. Babasına bu seyahatin hissettirdiği kötü duyguları aktarıp aktarmama konusunu düşünmesi gerekiyordu. Günler uzun saatlere dönüşmesin diye dua edecekti yalnızca. Babasının öğrettiği gibi olmasa da arkadaşlarından gördüğü şekilde dua edebilirdi. Koridordaki sesler uzaklaştığında elini kapının koluna attı bu soğuk banyodan ayrılmak için. Başını çıkarttı önce, kimseler yoktu etrafta. Halının üstüne bastı bir adım atıp. Sobalı odanın kapısı kapanmıştı ve tüm kalabalık içerideydi. Kapıyı açtığı an tüm bakışların üstünde toplanacağını tahmin etmek zor değildi. Evin dışında oturmayı tercih ederdi.

Elbisesinin eteğini çekiştirerek yavaş adımlarla koltuğun önünden geçip dış kapıya doğru ilerledi. Hava kararıyordu neredeyse. Kapının önünde ceviz ağacından kısa, sarı bir sokak lambası yanıyordu. Rüzgâr usul usul esiyordu şimdi. Ağaçlara bile akşam olmuş gibiydi. Tatlı bir yorgunluk çökmüştü yer yer çukurlaşmış taş yollara. Başını kapının pervazına yaslayıp, köyün karşı tarafında kalan caminin minaresine baktı. Yemyeşil ışıkları yanmış minareden az sonra akşam ezanı okunacaktı. Azize şimdilerde tüm bunların yabancısı ve hayretli bir seyircisiydi. Adımlarındaki temkin, uyumlu davranmaya çabalaması, sevgisini sevdiği babasının yanında hatalarını aza indirme isteği, onu yaşından beklenecek bir davranış olan ağlamaktan alıkoyuyordu.

Sonra yokuştan kendilerinden önce sesleri çıkan bir grup çocuk ilişti gözüne. Ellerindeki tahta parçalarını yere vura vura yürüyorlardı. Bir tür sohbet tutturmuşlardı ama dışarıdan gören bu ses tonuyla kavga ettiklerini sanırdı. Gruptaki çocuklardan biri -sapsarı kısacık saçları diken gibi gözüken ve insana çim adamı anımsatan, yüzü toz toprak içinde olanı- hariç hepsi yokuşu tırmanmaya devam etti. Azize kendisine doğru gelen zayıf, pantolonunun paçaları yırtık, haylaz görünümlü bu çocuğun Londra'da çocuk tacirlerinden kaçan bir hikâye kahramanına benzediğini düşündü.

"Kimsin?" dedi ince ve vurgulu çocuk sesi. Azize aniden kendisine yöneltilen bu soru karşısında duraksadı bir an. Aslında adını söylemek öyle zor bir şey değildi de, uzun yolculuktan sonra böyle adamakıllı bir soruya ilk kez muhatap oluyordu. Üstelik bu çocuk da büyükleri gibi konuşuyordu.

"Azize ben."

"Ben de Mustafa, kimlerdensun?" Mustafa güzel giyimli, kapının kenarında öylece bekleyen bu kızı merak ediyordu. Gün boyu koşup oynamış, çamurlara bulanmıştı ama hâlâ enerjisi vardı. Ela gözleri Azize'nin ketum sözlerini arıyordu.

"Mehmet'in kızıyım. Almanya'dan geldik."

"Hangi Mehmet? Emicem mi?" Azize ne bilsindi emice kelimesinin anlamını? Bilmem anlamında dudağını büzdü. Böyle olunca sanki burnunun altında kırmızı bir top duruyormuş gibi oldu. "İyi, hayde içeri girelim. Benim karnım çok aç." Mustafa hızlıca ayağındaki kara lastikleri çıkartınca çamura bulanmış parmakları gözüktü. Azize istemsizce çattı kaşlarını. Temizlik nedir bilir miydi bu çocuk? "Dereye girdim bu gün" dedi kızın aklını okumuş gibi. Sonra bir an duraksayıp elini pantolonun cebine attı. Avucuna fındık doldurup Azize'ye uzattı ve çarpık büyüyen dişleriyle gülümsedi. "Al bakalım, en iyilerinden topladım. Hoş geldun!”

 

Loading...
0%