@zehratugral
|
1.Bölüm/İngiltere Redwich Yıl:1812 (Lenora Synder'ın gözünden) "Lenora, canım sen yoruldun otur şuraya dinlen." Başımı sallayarak onu onayladım ve gösterdiği ağaçın dibine oturup soluklandım. Elim istemsizce belirginleşmeye başlayan karnıma gitti, o kadar büyümüştü ki artık bol elbiselerle saklanamıyordu. Onu hissetmek çaresizlik gibi birçok duyguyu peşinde getirse de çok güzeldi, varlığını hissetmek çok güzeldi, eşi benzeri olmayan bir duyguydu ve bu duyguyu hiçbir şeye değişmezdim.
Harvard yanıma geldi, çantasında bir şişe su çıkarıp bana uzattığında teşekkür ederek suyu aldım ve tek dikişte suyu bitirdim. Yanıma oturdu, bir süre doğanın sesini dinledik, kuşların cıvıltısı, esen hafif rüzgarın sesi ve rüzgardan dolayı uçuşan yaprakların hışırtısı.
Her şey o kadar huzur vericiydi ki o an her şey bir an içinde bulduğum korkunç durumu bile unutmuştum, sonsuza kadar burada onunla kalmak istiyordum ama biliyordum imkansızdı, birlikte olmamız bile imkansızdı.
"Çadır için mükemmel bir yer buldum canım, çadırımızı kuralım mı?" Harvard'ın sesiyle düşüncelerimden kopup gerçekliğe döndüm, yerden kalkıp kalkmam için bana elini uzattı.
Ne önemi vardı ki? Şu an berabersek önemli olan buydu. Elini tutarak ayağa kalktım. "Kuralım." dedim gülümseyerek.
Fazla güneş görmeyen ağaçlık bir alana çadırımızı kurmaya başladık, hareketlerim kısıtlıydı, eğilmek gibi daha bir çok hareketi yapamıyordum ama bunu Harvard'a belli edememek de beni oldukça zorluyordu. Sonunda uzun uğraşlar sonucu çadırı kurmayı bitirmiştik.
Güneş battığında üzerimize akşam serinliği sinmişti. Getirdiğimiz yemek sepetlerini de alıp yemek yemek için güzel bir yer aramaya başladık.
Bir uçurumun kenarına geldiğimizde yere örtü serip üzerine oturduk, buranın manzarası gerçek üstüydü. Aşağıda deniz vardı tepede ay, ay ağaçların arkasından yeni yeni doğarken yıldızlar gökyüzünün geri kalanını süslüyor ortaya muhteşem bir görüntü çıkarıyordu. Güneşin kavurucu sıcağı yerini hafif bir akşam esintisine bırakmıştı.
Şüphesiz hayatımda yaşadığım en güzel an buydu, önümde mükemmel bir manzara varken sevdiğim adamla kamp yapıyordum, daha ne isteyebilirdim?
Harvard sepetten iki sandviç çıkarıp birisini bana uzattı, sandviçi alıp yemeye başladım, açlıktan karnım kazınıyordu. Sabahtan beri hiçbir şey yemediğimi ve karnımdaki bebeği de işin içine katarsak bu saate kadar dayanmam bile mucizeydi.
"Sen baya kilo almışsın ya, diyete mi girsen?" Harvard alayla yemek yiyen halime bakıp söylediğinde donakaldım, son zamanlarda iyice büyüyen karnımı ona belli etmemek için bol giyiniyordum ama fark etmişti. "Çok mu kilo almışım?" "O kadar kilo almışsın ki çadıra sığacağında şüphe ediyorum hem bak yanakların tombul tombul olmuş." Yanaklarımı sıkarak söyledi, yanaklarımı elinden kurtarıp derin bir nefes aldım, artık söylemem gerekiyordu, ondan sonsuza dek saklayamazdım.
"Harvard ben hamileyim." dedim tek nefeste, Harvard bu üç kelime karşısında donakaldı, emin olmak ister gibi gözlerini karnıma indirdi, şaşkınlığını üstünden atmaya çalışarak konuştu.
"Saçmalama...şaka yapıyorsun değil mi?" Başımı olumsuz anlamda iki yana salladım, gözümden akan birkaç damla yaşı silip konuşmaya başladım. "Keşke, keşke şaka olsaydı, kaç kere düşürmeye çalıştım ama olmadı...ben özür dilerim." Sinirle ayağa fırlayıp başını ellerinin arasına aldı. "Şaka olmalı, şaka olmalı." "Hayır değil." Ayağa kalkıp yanına ilerledim ve elini tuttum, gözlerimi gözlerine kenetleyip beni anlamasını umdum.
"Bizim bir bebeğimiz olacak, hem de çok güçlü savaşçı bir bebeğimiz, hem belki erkek olur." Sinirle soluyarak elini çekti.
"Lenora sen benim kim olduğumun farkında mısın? Prensim ben, Kraliyet ailesindenim, karnın burnunda Saray'a girdiğinde herkes ne düşünecek biliyor musun?" Cevap vermemi beklemeden devam etti. "Bu çocuk kimden diyecekler, kimse çocuğun benden olduğuna inanmayacak, kimse seni yanıma yakıştırmayacak." "Başta da sen." "Başta da ben, Lenora kendine gel, kimsin sen? Köylü kızı, halktan birisi. Kim bir Prensin yanına köylü bir kızı yakıştırır? Sen kendini benim yanıma layık görüyor musun?" Yüzünü yüzüme yaklaştırdı. "O saraya girdikten sonra güzelliğin hiçbir önemi yok köylü kızı, karnındaki bebeğin de öyle." Sert cümleleri başımdan aşağı kaynar sular dökülmesine yol açtı, farkına vardım, ne kadar büyük bir durumun içinde olduğumuzun, olduğumuz durumun nasıl büyük sonuçlar doğurabileceğini. İçten içe haklı olduğunu bilsem de kabul etmek istemedim, sonuçta bunun tek sorumlusu ben değildim. "Biz ayrı dünyaların insanlarıyız ve benim dünyamda sana yer yok, bir bebeğe de öyle. Beni bu işe karıştırma."
"Ne saçmalıyorsun sen?" dedim titreyen sesimle, ağlamamak için zor duruyordum. "Bunun tek sorumlusu ben miyim?" "Öylesin." Arkasını dönüp uzaklaşmaya başladığı sırada kendimi tutamayarak arkasından bağırdım. "Herkese, herkese anlatacağım her şeyi, rezil edeceğim seni, bunu yanına bırakmayacağım!" Sinirle bana dönüp beni omuzlarımdan ittiği sırada ayağım kaydı, dengemi sağlayamayarak, uçurumdan düşmek üzereyken bir el beni yakalayıp düşmemi engelledi.
"Lenora!" İki elimle de ona tutunup yukarı tırmanmaya çalıştım. "Harvard bırakma beni nolur, bırakma beni. Düşmekten korkuyorum, nolur bırakma beni ölmek istemiyorum." Gözlerimden yaşlar boşalırken daha sıkı sarıldım eline. Çaresizce ona güveniyor, ona tutunuyordum. "Yapamam ben yapamam." Çaresizce mırıldandığında korkuyla ona baktım, Harvard bu kadar kötü bir insan olamazdı değil mi? Hayır olamazdı, olmamalıydı. Kendi elleriyle beni, bebeğini ölüme itecek kadar vicdansız olamazdı
"Sana, bir bebeğe sahip çıkamam, affet beni." Elini ellerimden çekip beni derin bir boşluğa ittiğinde karanlık beni kucakladı, içine çekti, hapsetti, acı yok, ses yok sadece karanlık. Ölümdü bunun adı. |
0% |