@zeraleyyy
|
Merhabalar, nasılsınız? 💐 Düşüncelerinizi paylaşmayı unutmayın lütfen. ❤️ Keyifli okumalar dilerim. 🥂
Beni anlamıyorlardı. Zarar yok. Zaten beni, daha kimler anlamadı...
~Oğuz Atay~
Devam ediyoruz... 🪄
Elimde ki bebeklerle yattığım ince bir halının korumasızca, süs misali serilmiş olduğu soğuk betonda düşüncelerime karşı direniyordum. İlk Ezgi'ye olan nefretimi düşündüm, sonra Dela olmanın direncini taşımamı... Tüm bunlardan çıkardığım tek doğru olduğunu düşündüğüm düşüncem vardı; iyi değildim... Hastane bana iyi gelmiyordu, ilaçlar da öyle. Bana iyi gelen bir şey bulmak şu an zihnime karşı savaş açmak gibiydi.
Ne yaparsam yapayım, bir daha eski Dela'nın gelmeyeceğini kabul etmem gerekliydi. Şimdi ben, ben değildim. Acı beni değiştirmişti. Acı bana hükmetmişti. Belki de gerçekten sağlıklı düşünemiyordum, ancak ana karakteri olduğum bir savaş vardı. O savaşı bir yere kadar kazanmalıydım. Sonrasında belki de kendimi ölümün soğuk nefesine bırakmalıydım.
Ölüm deyince aklıma getirmeden duramadığım, beş yılımın en verimli geçirdiğim düşüncelerine kahve hareler karışmıştı. Kahve gözleri... Kahvenin en güzel tonlarıydı. Hayatımda gördüğüm en parlak gözler, bir o kadar da soğuk, ölüm barındıran gözlerdi.
Sahi, ayık olduğum çoğu saniye aklımdan asla çıkaramadığım ve geçmişte yanına ne kadar da gitmek istesem de gidemediğim adam, beni öldürmek için çaba sarf ediyordu. Şakağıma inen ıslaklıkla göğsüme bastırdığım bebeklere daha çok sarıldım. Bir ceset gibiydim. Bir anda ceset olmuş ve bir ceset gibi yaşamaya başlamıştım. Öyle ki, ben bile yaşam fonksiyonlarımın bir yere kadar durduğunu düşünüyordum.
Çığlık atıp ağlasam ilgi için mi yaptığım sanılırdı? Yoksa, onca insanın arasından bir kişi acı çektiğimi anlayıp beni bağrına mı basardı? Anlaşılmak bu kadar zor olmamalıydı. Ancak zordu. Biri tarafından anlaşılmak; mezara girmese de ölü farz edilen bir beden için çok zordu. Kim, nasıl canlandırabilirdi bu ölü ruhumu?
Sırtımda ki dikişlerin dahi uyuştuğu bir andaydım. Tüm bedenim uyuşuktu. Soğuk beton beni bağrına basmuş olmasına rağmen bu uyuşukluk canımı acıtıyordu. Kendimi zorlayarak yerden doğruldum ve kendimi yatağıma attım. Üzerimi örterken Dela ismini verdiğim bebeğimi yatağın altına itekledim ve Ezgi adını verdiğimi bağrıma bastım. Aslında tüm yaram Ezgi'ydi. Tüm benliğimi Ezgi de kaybetmiştim. Benliğim kendi ismimin bana kazandırdıkları kötü tecrübeler gibiydi. Kayıptı, kimse yatağında korkudan ağlayan o kız çocuğunu bulamıyordu.
🥂
Gözlerimi zorlukla araladım. Kimin açtığını bilmediğim perdemin güneşliğinden içeri sızan soluk güneşe bir süre odaklandım. Dün göğsüme sakladığım bebeğim yatağımın içinde kaybolmuştu. Onu aramak yerine gözlerimi ovuşturdum ve yerimde doğruldum. Daha fazla dayanamayarak üstümde ki tişörtü sıyırdım ve ayağa kalkıp pantolonumu da çıkardım. İç çamaşırlarımla kaldığımda aynanın karşısında durdum.
İlk arkamı dönüp sırtıma bakmaya çalıştım. Dikiş izleri çok kalır mıydı? Düşünmeden edemiyordum. Nefesimi düşüncelerimden sıyrılmak amaçlı sesli bir şekilde verirken kurumuş boğazımla bir kaç kez yutkundum. Ardından iç çamaşırlarımı da çıkarıp bornozumla banyoya gittim. Çıkardıklarımı kirli sepete atarken ılık suyu açtım. Saçlarımı tokadan kurtarıp özgür bıraktım ve duş almak üzere kabine girdim.
Gizem, dikişten ancak 48 saat sonra duş alabileceğimi söylemişti ve dikişten 48 saate yakın süre geçmişti. Duş almak biraz olsa beni rahatlatırken kendimi temiz hissedinceye kadar ılık suyun altında kaldım. Çıktığımda ise bornozumu giyinip odama gittim. Siyah iç çamaşırlarımı çıkarıp giydim ve dolaptan boğazlı olmasına rağmen kısa kollu olan siyah tişörtü üzerime geçirdim. Altına bol paça kot pantolon giydim. Saçlarımı tarayıp kuruttum ve eski odamdan çıktım.
Medivenlerin başında Arslan ile karşılaşırken Arslan'ın uykusundan çok zor uyandığını hatırlayarak yüzüne baktım. Gözleri kapalıydı. Merdivenlerden aşağı adım atacakken sol koluna sarılıp onu arkaya çektim ve, "Arslan! Ayakta uyuyorsun, uyansana!" dedim sitemle. Gözlerini açıp neler olduğunu anlamak için etrafına bakındı ve sonra bana.
"Ne istiyorsun kızım sabah sabah, öğle vakti ederiz kavga!" Sözlerine sırıtıp göz devirirken,
"Arslan! Ya uyan, uyan." dedim dişlerimin arasından.
"Abla! Abi! Kahvaltı hazır diyorum duymuyor musunuz?" diye sordu Arda. Çenemle Arslan'ı işaret ederken, Arda'nın kaşları havalandı.
Merdivenler bitince ben dış kapıya, Arslan ise büyük salona yönelirken Arda benim peşimden gelmeyi tercih etmişti.
"Abla, nereye gidiyorsun? Salonun yerini mi unuttun yoksa?" dedi gülerken, başımı iki yana sallayıp bileğimde ki tokayla saçlarımı toplamaya başladım.
"Unutmadım da, kahvaltı yapmıyorum ben." dedim. Şaşkınlıkla baktı.
"Nasıl yani? Annem kahvaltı etmeden bizi dışarı hayatta göndermez." dediğinde buruk bakışlarımı ona yönelttim. Annem onları göndermezdi, ama beni her türlü gönderirdi. Hatta kaç kez kahvaltı için yanlarına gitmeyeyim diye para verip dışardan yememi söylemişti, saymamıştım.
"Öyle ama dediğim gibi, kahvaltı yapmıyorum ben." Yüzü en masum ifadesini bürünürken, "Bizimle kahvaltı yapmayacak mısın?" diye sordu.
"Cık, yapmayacağım. O masanın ne kadar sıkıcı olduğunu biliyorum ve bu yüzden kendi evime gidiyorum." Gözleri irileşti ve yüzünde bir hayal kırıklığı yer aldı.
"Burada ya evimiz abla... Neden başka bir eve gitmek istiyorsun? Anlamıyorum." Bakışlarımı kaçırdım.
"Arda, burası benim için bir ev değil... Benim bu evde olmamam herkes için daha iyi." dediğimde Arslan'ın bizi dinlediğini konuşmaya dahil olduğunda fark ettim.
"Kim karar verdi daha iyi olduğuna? Daha tek kelime konuşmadın ikisiyle de." Gözlerimi yumdum ve sesli bir nefes vererek açtım.
"Ben karar verdim." Arslan alaycı bir tavırla göz devirdi. "Dışarı çıkamazsın Dela, hepsi seni öldürmek için sıraya girmiş durumd-" Kelimesini yutarken Arda bana baktı endişeyle.
"Ağzımı açtırma çocuğun yanında." dedi dişlerinin arasından öfkeyle.
"Alaz Aldar mı öldürecekmiş ablamı? Hani kapanmıştı bu konu?!" diye çıkıştı Arslan'a, "Arda, bilmediğin şeyler var abiciğim. Sen kahvaltıya git, biz geliyoruz." Arslan'ın onu gönderme çabalarını boşa çıkaracak gibiydi.
"Ben büyüdüm abi! Ne haltlar döndüğünü anlayabiliyorum. Eğer bana yalan söylediysen ve o herif ablama zarar verirse sizden bilirim!" dedi Arda işaret parmağını Arslan'a yönelterek, ikimizde Arda'ya bir şey söyleyemeden arkadan kalın bir ses duyuldu.
"Arda!"
Yıllar boyunca bu sesi duymamak için evden kaçtığımı bilirdim. Odama saklanır, ya da evden çıkıp bir kaç dakika yürüme mesafesinde ki sahile iner sabaha kadar orada -Karahan'ın peşime taktığı korumlarla- dururdum. Arda'ya sert bir şekilde seslenirken bile şefkâtliydi. Ancak Ezgi dediğinde, bir buz kalıbıyla eş değerdi.
"Abinle düzgün konuş," dedi yüzünde ki durgunlukla. "her ne halt yediyse ablan yedi. Hıncını abinden çıkarma, sakın!" Göz bebeklerimin titrediğini hissettim.
"Şimdi sofraya..." dedi kaşlarıyla içeriyi işaret ederken, Arda içeri geçerken Arslan bizim yanımızda kalmıştı. Şimdiye dek yüzüme bakmamıştı ancak Arslan ve ben kapının önünde öylece durunca çatık kaşlarıyla devam etti.
"Sofraya dedim, duymadın mı Ezgi?" dedi, Ezgi derken gözlerinden nefret akmıştı sanki.
"Gideceğim." dedim tam da onun yaptığı gibi gözlerine nefretle bakarak.
"Oğlum," dedi Arslan'a, öfkeyle bana bakarken. "Ezgi bugün evden çıkmayacak." Kaşlarım alayla havalandı.
"Hangi güç benden izinsiz, beni burada tutabilir?" dedim sinirli bir ifade takınırken. O an annemin kolona yaslanmış bizi dinlediğini fark etmiştim. 'Dur!' diyordu bal hareleri, 'Evet de, boyun eğmeye devam et.' Eğmeyecektim.
"Ne dedin sen?" dedi babam ürkütücü bir sakinlikle, "Ben istemediğim hiçbir yerde kalmayacağım." Kaşları olabildiğince derin çatıldı.
"Sen benim lafımın üstüne laf mı söylüyorsun?" Dişlerinin arasından konuşurken elini koluma atmak istedi ancak benden önce Arslan ona engel olmuştu bile.
"Dela evde duracak zaten baba. Buna gerek yok." dedi önüme geçerek, ben ise gözlerimi dikmiş hâlâ babama bakıyordum.
Başka bir şey söylemedi. Bir kaç dakika önce benim çıkmam tahmin edilen kapıdan çıkıp gitti. Arslan ise beni kahvaltı sofrasına yönlendirdi. Arda bir sürü ekmeğe çeşitli reçeller sürmüş ve tabağıma koymuştu, ben ise sadece çikolata sürülü ekmekten biraz yemiştim. Bugün benimle vakit geçirmek için derslerine gitmek istemese de ben gitmesini, derslerinden geri kalmamasını söylemiştim. Arslan ise benimle evde kalacaktı, daha doğrusu evden kaçmamam için nöbet tutacaktı.
Annemle hiç konuşmamıştık. Arada beni izlediğini fark etsem de ben ona bakmamış, tek kelime dahi etmemiştim ona karşı. Babam bana ne kadar haksızlık yapmışsa, o da o kadar yapmıştı. Çoğu şeye beni katmamışlardı, sanki sadece üç oğulları vardı da, hiç var olmamıştım onlar için. Görmezden geliyorlar, yokmuşum gibi davranıyorlardı.
Kahvaltıdan sonra Arslan, babamın çalışma odasına çekilmiş ve yaklaşık bir saattir oradan çıkmamıştı. Ben ise odamda kitap okumakla meşguldüm. Canım sıkılmıştı, elimde ki kitabı yatağın üstüne koyup Arslan'ın yanına gitme kararı aldım. Odamdan çıkıp babamın bir üst katta ki çalışma odasına yönlendim.
O sırada annemin salonda kahve içtiğini gördüm, bana baktı ve bir süre bakışlarını çekmedi üzerimden. Nefret değildi bakışı, endişe duymadan bakıyordu, alay etmediği de belliydi. Neden bana böyle anlamsız bakıyordu? Mavilerim onun üzerinden ayrılıp merdivenlerden çıkmaya yönelirken arkamdan seslendi. "Dela Ezgi, kahve içmez misin?" Cevap vermedim. Merdivenleri çıkmaya devam ettim.
Sonunda çalışma odasının önüne geldiğimde kapısının zaten aralık olduğunu gördüm. Arslan, telefonla konuşuyordu. Bu kat boştu ve sadece babam çalışma odasını bazen kullanıyordu. Arslan'ın neden burada olduğunu da anlayamamıştım zaten. Elimi kaldırdım, tam aralık kapıyı tıklatacaktım ki duyduğum isimle elim havada kaldı.
"Alaz Aldar," dedi Arslan. "sorgulamayacaksın, sık diyorsam sıkacaksın. O herif bugün ölecek. Peşine benim çocuklardan İlhan'ı taktım. Bir saattir sahilde oturuyor, tek başına. Arabasının altına düzenek mi koyuyorsun, frenleri mi bozuyorsun, yoksa direkt kafasına mı sıkıyorsun, ne bok yersen ye, o adamın leşini getir bana." Gözlerim bir yerde kaldı. Arslan ise bir süre telefonun diğer ucundaki kişiyle konuştu.
"Başlatma lan büyük lokmasına! Varlığını yokluğunu silerim o herifin! Dela yine aklını kaçırmadan gömülecek o herif, abisinin yanına!" dedi acımasızca, sonra daha demin hiç kızmamış gibi neşeli bir kahkaha attı.
"Ha şöyle... Kafasına sıkmadan çağır beni, izlemek eğlenceli olur." Gülmeye devam etti, ben ise sertçe yutkundum.
Ben Ali yüzünden aklımı falan kaçırmamıştım! Ben sadece anlaşılamamıştım ve anlaşılamamak bazen çok büyük bir yüktü insanlar için. Alaz Ali'ye suikast düzenletiliyordu besbelli. Bunu yapan benim öz abimdi. Hiçbir zaman ulaşamadığım kahvenin en güzel tonlarını bir daha göremeyeceğim anlamına geliyordu, bu.
Olamazdı. Ali'ye bunu yapmasına izin vermezdim. Benim yüzümden öldürülmesine izin veremezdim. Onu kalbimde yıllarca büyütmüşken, kahvenin en güzel tonlarına son kez bakamazdım. Yapamazdım bunu... Arslan'ın tekrar konuşmasıyla kendime biraz olsun gelebilmeye çabaladım.
"Kilyos da sıkıştır işte amına koyayım! Bunu da ben öğreteyim sana?" dedi gülen halinden eser kalmayarak.
"İki saate elinin içinde olsun şu herif. Tamam lan tamam, ne kadar istersen vereceğim dedim ya! Tamam, Kumköy'de bir depomuz var, götür oraya. Ben gelene kadar öldürme. Eti senin, kemiği benim."
Nefesim kesilmiş gibi elim havada öylece dikiliyordum ki, Arslan telefonu kapatıp bir sigara yaktı. Nasıl engel olacaktım? Ali'nin peşine bir de adam takmıştı. Tanırlardı beni, ama bir yolu olmalıydı. Tanınmamanın, sessiz sedasız Alaz Ali'ye ulaşmanın bir yolu olmalıydı. Yaklaşık bir dakikadır tuttuğum nefesimi sessizce verdim. Tam o sırada Arslan sigarasından bir duman aldı ve kapıyı tıklamak üzere havada kalan elimi ve beni gördü.
"Dela," dedi, daha demin hiç birinin ölüm emrini vermemiş gibi. "niye dikiliyorsun kızım orada? Gelsene." Yutkundum ve kendimi toparlamaya çalışarak elimi indirip içeri girdim.
"Bir şey mi duydun sen?" Elinde henüz yarısına dahi getirmediği sigarayı küllüğe bastı ve kaşlarını çatıp bakışlarını yüzüme çıkardı şüpheyle.
"Ne gibi bir şey? Bir dal sigara içsem, Karahan'a şikâyet eder miydin?" dedim konuyu değiştirmeye çalışarak. Düşünür gibi oldu ve bir şey duymadığıma kanaat getirerek sırıttı.
"İspiyon için fazla büyümedik mi?" diye sordu sırıtmaya devam ederken.
"Büyüdük." dedim ve masanın üzerine bıraktığı sigara paketinden bir dal çıkarıp dudaklarım arasına yerleştirdim, çakmağı çakıp sigaradan bir nefes çekerek ucunu yaktım.
Ciğerlerime çektiğim bir kaç derin nefesi dışarı üfledim ve ilerleyip odanın pencerelerinden birini açtım. Sanki odada ki eski ahşap mobilyalar içeri biraz hava girmesini bekliyormuşçasına tozlarını havaya saldı. Arslan şaşkınca beni izlerken sigaradan bir nefes daha çektim.
"Neden öyle bakıyorsun?" Arslan çenesiyle parmaklarım arasında ki sigarayı işaret etti.
"İlk değil, değil mi?" Bu sefer ben sırıttım. Çaktırma der gibi göz kırptım ve artık izmaritine ulaştığım sigarayı küllüğe bastım.
"Ne zaman evime dönüyorum?" dedim soğuk kanlı olmaya çalışarak, ancak o bu söylemime göz devirdi.
"Soru sormayalım bir süre birbirimize. Soruya soruyla da cevap verilmez cadaloz!" Ofladım.
"Arslan, ben çok sıkıldım ya... Dışarı mı çıksak?" dedim hayali çıkış kapısını çıtlatarak.
"Sen dışarı çıkamazsın. Dışarıdan bir şey istersen, Servet abiler aşağıdalar, onlar alır." dedi.
Servet abi babamın güvendiği sayılı adamlardandı ve evi korumakla yükümlüydü.
"Bir saate çıkarım bende," dediğinde ayağa kalktı. "Bende geleyim işte," Ortaya atılmam bir işe yaramamış olacaktı ki başını iki yana salladı. "Yok, gelme." Kaşlarım havalandı ve, "Gelsem ne olur ki?" dedim.
"Sen evde kalıyorsun şam şeytanı!" dedi son kez ikaz ederek ve hızlı adımlarla odadan çıkışına yürüdü.
"Ebendir şam şeytanı." duymamasını bekleyerek kurduğum cümle beni pişmanlığa sürüklemiş, Arslan arkasını döndüğü anda yanında ki koltuktan aldığı yastığı bana küfredercesine fırlattı. Attığı yastığa ellerimi sararak bedenime değmesine engel oldum. Arslan, ağzının içinde sağlam bir küfür savurdu ve arkasını dönüp çıktı.
Onun çıkışıyla benim ruhumda bir geri sayım başladı. Alaz Ali, aptal bir adam değildi ancak yalnız başına neden sahilde oturduğunu da anlayamamıştım. Kafası dağınık olsaydı bile, tuzağa düşmeyecek kadar açık görüşlü olmalıydı. Yine de görmek istiyordum onu, başına bir şey gelmediğine emin olmak istiyordum. Onu görmem mümkün müydü? İçimde ki sıkıntının son bulması için onu görmem gerekliydi. Bu durumun açacağı yol belliydi, kaçacaktım. Yine...
Alaz Ali... Kilyos... Sahil... Kafamın içerisinde ki uyuşukluk her dakika daha da derine kazınıyordu sanki. Çok beklemeden bende aşağı indim ve annemin kahve içtiği, yarım saat önce beni de şaşırtıcı bir şekilde davet ettiği oturma takımlarına oturdum. Annemin elindeki altın renkli fincan artık önünde ki masanın üstünde yarısı içilmiş şekilde duruyordu. Annem geldiğimi bile fark etmemiş ya da beni görmezden gelmeye yüz tutmuş bir şekilde elinde ki kitap ile ilgileniyordu.
"Anne..." Bakışları kitaptan ayrıldı ve kısa bir süre yüzümde oyalandı. "Dışarı çıkacağım," Umursamaz bir dille kitabından başını kaldırmadan konuştu.
"Çıkamazsın." Hah diye bir ses yuvarlandı dudaklarımdan.
"Sizden izin istemedim Firuze hanım. Çıkacağım dedim taktir edersiniz ki, asla sözlerini hayatına geçirmeyen biri olmadığımı biliyorsunuz. Beni burada zorla tutamazsınız, yoksa..." Dişlerim arasından fısıldıyordum. Annem yüzüme baktı ve tekrar umursamadığını gösteren bakışlarıyla süzdü beni.
"Beni de mi öldürürsün yoksa?" Gözlerim yüzünde kaldı. Öylece boşluğa bakar gibi baktım.
"Söylesene Ezgi," dedi tıpkı babam gibi Ezgi'yi baskılayarak. Elinde ki kitabı masaya sertçe bırakıp bakışlarıyla beni süzmeye devam etti.
"B-Ben..." Gülümsedi. "Sen ne?"
Ellerime baktı. Üstü mosmor olmuş, baloncuk halinde elimin üzerine yerleşmiş yaralara baktı. Parmaklarımla oynadığımı daha yeni bakışlarımı ellerime indirirken fark ettim.
"Hiçbir zaman kardeşlerin gibi normal olamayacaksın. Onlar," dediğinde sertçe yutkundum. "Sus..." Susmadı.
"Kan değil, tıpkı saygın insanlar gibi parfüm kokuyorlar. Sen..." Tekrar yutkundum. "Seninle aynı oksijeni solumaktan bile nefret ediyorum. Kan kokuyorsun, leş gibi..." Dişlerim birbirine kenetlenmişti sanki.
"Yine kavgalar başladı. Çünkü sen eve geldin. Asla benim doğurduğum kız olarak oturamadın bu masada..." dedi çenesiyle arkamızda ki yemek masasını işaret ederek.
"O yüzden bari şimdi abilerine sıkıntı çıkarma da akşama kadar otur şurada. Evde olduğun sürece de gözüme görünme."
"Kimler yüzünden kan kokuyorum? Söylesene!" Öfkeyle baktı, hiçbir şey söylemedi.
Bir süre daha öylece hareketsiz durduktan sonra ayağa kalktım ve anneme göz ucuyla bile bakmadan salonu terk ettim. Bahçeye çıkarken vücuduma dolan öfkeyle etrafa dizilmiş siyah takım elbiseli adamlara baktım bir süre. Bu evden çıkacaktım. Derhâl bu evi terk edecektim.
Başımı sağa sola yatırarak kırtlattım ve garaja doğru emin adımlarla yürüdüm. Kapı sesli bir şekilde açılırken bir kaç adam benim olduğum tarafa yöneldi. Ben garaja girince aralarından iri esmer olanı benimle birlikte garaja girdi.
"Benim kim olduğumu biliyor musun?" dedim sakin bir sesle, daha deminki hâlimden sonra bu kadar sakin bir sesle konuşmam onu şaşırtmıştı.
"Ezgi hanım?" dedi hafif titrek bir sesle.
"Cık cık cık..." Gözlerini kıstı ve kaşları çatıldı genç adamın.
Ben o sırada gri bir Jeep'in önüne gittim. Yaklaşık elli araba vardı ve anahtarları ön sağ tekerlerinin üzerindeydi. Fark ettirmeden tekerleğin üstünden anahatarları aldım ve arabanın içine girdim, adam benim arkamdan hemen yan koltuğa binince göz devirdim.
"Ne yapıyorsun?" Başını iki yana salladı. Ben arabanın içini inceler gibi yapınca arabadan inip benim henüz kapatmadığım kapının önünde durdu.
"Adın ne senin?" dediğimde, "İhsan, Ezgi hanım." Tekrar göz devirdim.
"Ezgi'ye benzer bir halim var mı?" Düşünür gibi etrafına bir süre baktı.
"Anlamadım, efendim."
"Ne zamandır burada çalışıyorsun, İhsan?" Soruma karşılık bir kaç saniye düşündü.
"Nereden baksanız üç ay oluyor, Ezgi hanım." Anahtarları cebime koydum ve arabayı çalıştırmak için düğmeye bastım.
"Ezgi hanım, evden çıkmanız yasak efendim. Lütfen arabayı terk edin." Sırıttım.
"Sana bir sır vereyim mi İhsan?" Kaşları derince çatıldı ve dışarda ki adamlara eliyle bir işaret yaptı.
"Benim ismim Dela," Ne demek istediğimi anlamaya çalıştı. Arabadan inecek gibi ona döndüm ve göğsüne doğru sağlam bir tekme attım.
O dengesini kaybedip arabadan bir kaç adım ötede yere düşerken, garajın kapısından diğer adamlar girmeye başladı. Arabanın kapısını hızla kapatıp gaza bastım, önüne geçen iki adam son anda çekilirken garajın kapısından son sürat hızla çıktım. Bahçede ki adamlar silahlanıp arabanın tekerleklerine namluları çevirdiğinde annem dışarı çıktı.
Gözlerinde korku vardı. Adamlara durmaları ve bana zarar gelmemesi için bağırıyordu. Bahçe kapısı yarı kapalıydı, araba geçer miydi? Denemekten gayette zarar gelirdi ama bu zararı göz önünde bulundurmayacaktım. Hızı kesmeyerek bahçe kapısından çıkarken sol dikiz aynası gürültüyle kırıldı. Umursamaz bir dille arabayı sürmeye devam ettim.
Arkamdan gelen arabaları sollarken hızımı arttırdım. Trafik yoğun değildi, bu bir yandan işimi kolaylaştırırken bir yandan zorlaştırıyordu. Gittikçe trafik yoğunlaşmaya başlıyordu ve sapabileceğim başka yol yoktu, yukarı çıkan orman yolu haricinde. Arkamda iki arabanın arkasında ki korumaları görürken orman yoluna girdim.
Cebimde ki telefonum sürekli çalarken, orman yolunu takip ettim. Koruma araçları trafiğe takılmıştı. Dikiz aynasından baktığımda bir kaç koruma arabalardan inip orman yoluna doğru koşmaya başlamışlardı. Orman yolunun ilerisinden caddeye çıktığımda sürekli arkamı kontrol ediyordum. Telefonum hâlâ susmamıştı. Bir elim cebime giderken diğer elim direksiyonu kontrol altında tutuyordu.
Karahan Abim Arıyor...
Açıp açmayacağımı kısa bir süre düşündükten sonra açmaya karar verdim ve kulağım ile omuzum arasına sıkıştırdım telefonumu.
"NE YAPMAYA ÇALIŞIYORSUN LAN SEN?!" Ben yerimden sıçrarken telefonum koltuğun altına düştü.
"Ne bağırıyorsun be?" dedim elimi koltuğun altına atmaya çalışıp aynı anda arabayı kullanmaya çalışarak. Telefonumu zorlukla aldığımda hoparlöre verip yan koltuğa bıraktım.
"Ne yapmaya çalışıyorsun kızım sen? Canına mı susadın sen? Amacın ne Dela Ezgi Abacı?! Amacın ne?" Yüksek sesi kulaklarıma dolarken, derin bir nefes verdim.
"Beni istemediğim hiçbir yerde tutamaz! Bilmiyor musun sen bunu Karahan Abacı?!" Sesim sertleşirken öfkeli nefesi sabır diler gibiydi.
"Dela! Derhâl... Derhâl eve dönüyorsun! Ben seni bulursam... Bulursam, değil bir daha bir yerden kaçmayı, rahat hareket bile edemezsin! Duydun mu?!" Sırıttım.
"Biliyor musun? Umurumda bile değilsiniz! Ben gidiyorum... Canım isterse geri dönerim." dedim ve yan koltukta ki telefonu elime alıp camdan fırlattım.
Özgürlük müydü şimdi bu bilmiyordum ama Alaz Ali'ye yetişmem gerekiyordu. Kilyosa doğru giderken hızlı davranmaya çalışıyordum. Benim yüzümden zarar görmesine izin vermeyecektim.
Sonunda Kumköy'e geldiğimde ilk Kilyos caddesinde sürdüm arabayı. Etrafa dikkatle bakıyordum. Etrafta ki araçların içlerine kadar gözlemliyor, insanların hareketlerini gözden geçiriyordum. Sahil yoluna girdiğimde ise köşede park edilmiş siyah Range Rover dikkatimi çekti. Plakasına baktım, 34 AAA 4794... Buradaydı! Bu arabayı hatırlıyordum. Hastaneden kaçtığımda beni bu arabayla kaçırmıştı Alaz Ali! Tabii, beni kaçırıp kaçırmadığı meçhuldü ama bunu da görmezden gelecektim.
Arabamı hemen önünde ki boş yere dağınık bir şekilde park ederek arabadan indim. İlk arabasının içerisine baktım, kapılar açıktı. Etrafı kolaçan ettiğimde kimseye denk gelmemiştim. Kenarda ki markete ve marketin önünde oturup ne yaptığımı inceleyen adama baktım ve ona doğru yürüdüm.
"Burada 1.90-1.94 boylarında, kumral, genç bir adam gördünüz mü?" diye sordum tedirgince, bir şey söylemedi. Bir kaç saniye sonra çenesiyle aşağıda ki sahili işaret etti.
"Sahile mi indi?" diye sorduğumda çatık kaşlarıyla öylece baktı.
"Dayı dalga mı geçiyorsun benimle? Adam sahile indi mi, inmedi mi?!" dedim sertleşen sesimle, adam kaşlarını daha da çatıp öfkeyle ayağa kalktı.
"Ne bileyim ben?" dediğinde alnımı ovdum.
"Niye sahili işaret ediyorsun o zaman?" dedim sabırsız bir dille. O sırada içeriden çıkan genç bir kadın bize şaşkınca baktı ve karşımda ki altmış yaşlarda olan adamın koluna girdi.
"Kimsiniz?" dedi genç kadın, derin bir nefes alarak ona döndüm.
"Bakın hayat memat meselesi... Kim olduğum hiç önemli değil. Burada kumral, uzun boylu, yakışıklı bir adam gördünüz mü?" Derin bir nefes verdi genç kadın.
"Sahile yaralı bir adam indi, başka bir şey bilmiyoruz." dedi ve yaşlı adam ile birlikte marketin içesine girdi.
Sahile doğru koşarken etrafıma bakmayı ihmâl etmiyordum. İleride ki boş şezlonglara baktım ve bir tanesinin üzerinde ki 2 metrelik adama. Çığlık atmak geldi içimden. Bulmuştum onu! Ali buradaydı! Ama kadın yaralı olduğunu söylemişti. Etrafta başka kimse yoktu.
"Ali!" diye bağırdım boğazım yırtılırcasına ve ona doğru koşmaya başladım.
Yanına yaklaştığımda adımlarım yavaşladı ve beyaz gömleğinin üzerinde ki kan birikintisine dolu gözlerimle baktım. Yerdeki ceketinin üzerine damla damla düşen kanlar... Getçekten de yaralıydı ve markette ki kadın yaralı olduğunu görmesine rağmen ambulansı bile aramamıştı. Yüreğimi ölüme terk etmişlerdi.
Solgun tenine baktım bir süre. Gözlerimden düşen gözyaşlarıyla tutundum yaşadığı umuduna... Bir kaç adımla ceketinin önünde durdum. Titreyen ince parmaklarımı bedenine yönelttiğimde ilk durağım göğsünün sol yanı olmuştu. Parmaklarım hissetmek istercesine dokundu kalbinin üzerine...
Hiçbir şey hissedemedim.
Dizlerimin üzerine çökerken bir hıçkırık kaçtı dudaklarımdan, kesilen nefesim beni gittikçe zor bir duruma sokarken şezlong'dan aşağı sarkan koluna baktım, ellerimi kolunda gezdirdim. Açık havaya rağmen etrafımı saran kokusuyla koluna sarıldım ve tam anlamıyla çaresizce ağlamaya başladım.
Alaz Ali'nin kalbi atmıyordu.
-BÖLÜM SONU-
~
Tek bir soru;
Sizce Alaz Ali'ye ne oldu?
~
Aşağıda ki minik yıldızı parlatmayı lütfen unutmayın çiçeklerim... 💐
Birdaha ki bölümde görüşmek üzere. ❤️🥂
|
0% |