Yeni Üyelik
3.
Bölüm

2. BÖLÜM: DAVET

@zeusuyratlmamshera

Ruhani özgürlüğümün peşinden koşuşum ve kafesimden çıkma çabam sonsuzdu. Engellere takılmazdım. Yol uzundu. Engebelere yılmazdım. Gökyüzüne sığmazdım. Nefrete kapılmazdım.

Renkleri severdim. Duygularımın dışavurumuydular. Acılarımı simgeleyen renkler vardı, mutluluklarımı simgeleyen, nefretimi simgeleyen renkler vardı. Ne kadar nefrete kapılmasam da artık nefretimi simgeleyen bir renkler vardı.

Siyah ve kehribardı o renkler. Ona ait olan bütün renkler nefretimi simgeliyordu.

Yağmuru severdim. Kokusu geçmişimi anımsatırdı. Saatlerce altında kalmak isterdim ama izin vermezlerdi. Ben de yağmurdan uzak kalmaya başlamıştım. Yeri gelmiş ıslanmaktan korkar olmuştum.

Reha Vuslat Mahidar benim için resmen bir yağmurdu. Yağmurdan korkuyordum, en az onun bana yapabileceklerinden korktuğum kadar. Bazen korkudan midem bulanıyordu. Hırsı o kadar büyüktü ki şehri yakabileceğinden korkuyordum. Şehirden çok sahneyi yakar gibiydi. Ne yapacağını kestiremediğim çocuğun kanı damarlarından taşarcasına akıyordu. Ruhu bedenine sığamıyordu. Ruhunun bir parçasını bana vermişti.

Sabahın ilk ışıkları yüzüme vuruyordu. Annem birazdan eve gelecekti. Ben ise hazırlanmış, kahvaltımı yapmış bir şekilde evden yeni çıkıyordum. Ayakkabılarımı giydim ve yola çıkarak yürümeye başladım. Otobüs durağına ilerledim. Bu sırada da kulaklığımı çıkardım ve kulaklarıma taktım. Film müziği çalıyordu. Rigel’s theme.

Düşüncelerimde boğulmaya başladım. Reha zihnimin her köşesini işgal ediyordu. Zihnimi kuşatmıştı ve beni köşeye sıkıştırmıştı. Nefesimin daraldığını hissediyordum. Nefret ettiğim bir insanın zihnimi kuşatması iğrenç bir şeydi.

Uzun bir otobüs yolculuğundan sonra okulun yakınındaki durağa varmıştım. Otobüsten indim ve kaldırımdan, okula doğru yürümeye başladım. Etraf genç doluydu. Gruplar bahçede oturuyordu. Sigara içen bir kesim vardı. Hiçbirine bakmadan bahçede yürürken adımı söyleyen bir ses duydum. “Hazan Mahi Piyale,” Sesin geldiği yöne döndüm. Tanımadığım bir çocuktu. Bedenen süzdüğümde cüsseli ve tipinin de gideri olduğunu fark ettim. Elbette ki buna göre konuşmayacaktım. “Namın hızlı yayılmış bakıyorum.” Gülümsedim. “Biraz öyle olmuş,”

“Karel ben.” Yüzündeki sıcak gülümseme izlemeye değerdi. “Memnun oldum.” Diyerek cevap verdim. Okula doğru ilerlemeye başladık. “Takım nasıl gidiyor? En son bıraktığımda bir tiyatro için uygun oyuncu arıyorlardı.” Kaşlarım çatıldı. Bu çocuk ayrılan tiyatro oyuncularından mıydı? “Sen takımda mıydın?”

“Evet, üç yıl boyunca takımdaydım ama bu yıl futbol takımına da girince idare edemedim, tiyatrodan çıktım.” Anlamışçasına başımı salladım. Fiziği spor yapmaktan geliyor olmalıydı. “Ee, sen ne yapıyorsun takımda?”

“Yeni bir tiyatro var. Onda oynayacağım.” Gözleri parladı, gülümsemesi büyüdü. “Adı ne?”

“Kan Resitali.” Şaşkınlıkla bana baktı. Sanki beklemiyormuş gibiydi. “Bu tiyatro çok değerli bir tiyatro. Hangi karaktersin?”

“Ana karakter.” Kaşları, şaşkınlığının büyüdüğünü belli edercesine daha da kalktı. “Umarım istediğin başarıya ulaşırsın.” Gülümsedim. “Teşekkürler,”

“Dersin ne? Belki aynı sınıftayızdır.”

“Fizik sanırım,” Gülümsedi. “Benim de fizik. Ender hoca mı?”

“Evet,” Başını salladı. Galiba aynı sınıftaydık. “Gidelim o zaman.” Fizik sınıfına doğru ilerlemeye başladık. Kanım ısınmıştı. Karel iyi birine benziyordu. Umarım Kunter gibi biri çıkmazdı. Reha’nın anlattıklarından sonra Kunter’e yaklaşabileceğimi dahi sanmıyordum ama Karel iyi gibi görünüyordu. En azından Reha gibi değildi.

Sınıfa girdiğimizde sınıfın her yerinin dolu olduğunu fark ettim. Sadece iki yer boştu.

Biri Kunter’in yanı.

Diğeri Reha’nın yanı.

Ah, Lanet.

İçimden Reha’nın tüm akrabalarına sayıp sövdükten sonra yanına doğru ilerledim. Başka çarem yoktu. Kunter’in yanına gitmekten korkuyordum. Bu sefer koridor tarafında olan bendim. Sıra yine cam kenarındaydı. Yine dördüncü sıraydı. Reha telefona bakıyordu. Ona doğru geldiğimi gördüğünde sorgulayıcı bakışları üzerimde gezindi. Önce beni baş ucumdan ayaklarıma kadar süzdü. Sonra yanındaki çantayı aldı ve masanın askılık bölümüne astı. Ben ise yanına oturdum. Çantamı yerine astım ve derin bir nefes vererek eşyalarımı çıkardım. Kendimi zorlayarak “Günaydın,” dedim. Beni şaşırtan bir şekilde “Günaydın,” dedi. Sesi pek bu durumdan hoşnut değilmiş gibiydi. Söylediğimden çok telefonuna odaklıydı. Defterimi masaya koydum ve kalemliğimi çıkartıp en çok kullandığım kalemlerimi defterin üstüne koydum. “Dün söylediklerimi dinlemiş gibisin.” Karşı çıkmam gerektiğini hissediyordum ama cevap vermedim. Öğretmen geldi. Yoklamayı aldı ve derse başladı.

Gözlerim tahtadaydı ama aklım başka yerlerdeydi. Gözümün önündeki şeyi neredeyse görmüyordum bile. Dikkatim o denli dağınıktı. Aklım ise Reha ile geçirdiğim her bir saniyede cirit atıyordu. Zihnim her bir anı tekrar ediyordu. Hisleri döngüye almış bir şekilde tekrar yaşıyordum. Tekerrürlerde boğuluyordum.

Tam o sırada saçımda bir ağırlık hissettim. Çekmeden çok ucunun hareket ettirilmesiydi. Göz ucuyla Reha’ya baktığımda kolunun sırtıma doğru uzandığını gördüm. Yine saçımla oynuyordu ve ona o kadar güvenmiyordum ki klasik bir ergen gibi saçıma sakız yapıştıracağını bile düşünebilirdim.

Başımı omzumun üstünden ona doğru çevirdim. “Yine ne yapmaya çalışıyorsun?” Keskin bakışları yüzüme döndü. Gözleri kısıktı. Yüzünde gülümseme ve samimiyetten zerre yoktu. Cevap vermedi. Düşündüğüm her şeyi unutturan teması beni germişti. Ara sıra eli sırtıma değiyordu ve bu vücuduma dev bir elektrik yayılmasına sebep oluyordu. Sanki etrafımı yavaş yavaş parmaklıklarla sarıyor gibi hissediyordum.

Ensemde hissetmeye başladığım sıcak nefesi ile irkildim. Bu halimi gören Reha’dan burnundan nefes vererek attığı gülüşü işittim. Başımı ona çevirmemekte diretiyordum ama gözlerim de tahtada değildi. Dersten tamamen kopmuştum. Reha ise kopukluğumu fırsat bilerek kulağıma fısıldamaya başladı. “Sözümü dinlemen onca meydan okumadan sonra çok abes geliyor. Kafa dinlediğimi hissediyorum. Tek sıkıntı: ben kafa dinlemek istemiyorum.” Bu bir savaş davetiydi. Yerinde duramayan bir çocuğun, sakince duran bir çocuğu zorla dansa kaldırışıydı -ne kadar sakin olduğum tartışılırdı- ve ben biliyordum ki ben bu dansa kalkmak istemesem de Reha beni bıçak zoruyla bu dansa kaldıracaktı.

“Amacın ne, bilmiyorum, Reha ama Alevlerini benden uzak tut. Bir daha yanmak istemiyorum.” Yüzünde sırıtışın yayıldığını, sesinden anlamıştım. “O zaman birlikte yanalım, küçük balık.”

*** 

Nefeslerimde boğulduğumu hissediyordum. Midem bulanıyor gibiydi. Stres bütün bedenimi sarıyordu. Nefretim içime sığmıyordu. ‘Kurunun yanında yaş da yanar’ atasözünü ‘Kurunun yanında yaş da yanacak’ şeklinde değiştiren Reha Vuslat Mahidar, beyaz bayrak çeker gibi savaş ilan ediyordu. Sözleri barıştan bahsediyordu. Örtüyü kaldırınca siyahları görüyordunuz. Siyah bayrakların üstünde ‘Reha Vuslat Mahidar, Hazan Mahi Piyale’ye ateşler içinde bir savaş teklif etti.’ yazıyordu. Savaşı gözlerimle görebiliyordum. Gözleri içindeki cehennemi gizleyemiyordu. Kıvılcımlar yakıyordu. Önce onu, sonra beni.

Dersin bitimine az kalmıştı. Tek ders seçmediğim için kendimden nefret ettiğim nadir anlardan biriydi. Bir daha bu dersi hatırlamak bile istemiyordum çünkü Reha bana savaş teklif etmişti.

Reha bana savaş teklif etmişti.

Ne kadar da abes bir cümle. Ne kadar da iğneleyici bir lütuf. Lütfeden Reha, lütfedilen ise şeytandı. Ben ise şeytanla Reha arasında bir ileticiydim sadece. Oyuncaktan bir farkım yoktu.

Reha’nın eli hâlâ saçımdaydı ve sırtıma değdikçe sanki çıplak tenime değiyor gibi hissediyordum. Dokunduğu yerler yakıyordu. Nefretin ateşi sönmezdi. Bunun kanıtı bu temastaydı.

Zil çaldığında hiçbir şeyimi almadan sınıftan çıktım. Hiç iyi hissetmiyordum. Gözlerim fal taşından halliceydi. Nefeslerim düzensizdi. Hareketlerim panik atağa işaret ediyordu. Kriz mi geçiriyordum? Daha önce hiç panik atak krizi geçirmemiştim.

Koridorun en ücra köşesine gittim ve çömeldim. Ellerimle başımı sardım. Sesler uğultulu geliyordu. Aniden yükselip alçalıveriyordu ve bu beni delirtircesine rahatsız ediyordu. Görüşüm buğuluydu. Başımda atıp duran bir ağrı vardı. Duramıyordum. Zihnim iyi değildi. Gözlerimin kaydığını, başımın ağırlaştığını hissediyordum. Yıllar gibi gelen bir süre sonra başımın kenarında sert bir ağrı hissettim. Görüşüm karardı. Açamadım. Etrafımda bana dokunan insanlar olduğunu hissediyordum. Bütün bedenime dokunuyorlardı sanki. Rahatsız ediciydi. Çok rahatsız ediciydi. Bir süre sonra dokunuşları bile hissedememeye başladım ve dünyaya açılan kapılarım kapandı.

*** 

Gözlerimi, floresanların loş ışığında parlayan tavana doğru açtım. Bulunduğum yer soğuktu. Sırtüstü yatıyordum. Kolumu kıvırıp doğrulacakken kolumda hissettiğim gerilme ile kolumda bir serum olduğunu fark ettim. Serum bağlı koluma bakarken görüş açımda bir cüsse belirdi. Zaten oradaydı ama ben yeni fark etmiştim. Hiçbir devinim emaresi yoktu. Sanki kaskatı kesilmişti. Gözlerine bakabilmek için cesaretimi toplayamıyordum. Gözlerimi sertçe kapattım ve açtığımda başımı yüzüne doğru çevirdim. Tıpkı bir psikopatın bakışlarına sahipti. Doğrudan beni izliyordu ve bakışları beni mahvedeceği hakkında soneler veriyordu. Kehribarları alev saçıyordu. Dudağının kenarı kıvrıldı. “Balıkların uyuma rekorunu kırdın.” Göz devirdim. “Saat kaç?”

“On iki.” Derin bir nefes verdim. Neredeyse üç saat uyumuştum. “Bana ne oldu?” Aniden bayılışım ve hissettiğim karma karışık hislerden sonra aniden burada belirmek farklı hissettirmişti. Bir revirden çok nezarethanede gibi hissediyordum. Loş floresanlar buna işaret ediyordu.

“Tansiyonun düşmüş. Bayılıp kalmışsın koridorun köşesinde. Ben görmesem kim bilir kaç saat yatardın orada.” Ona öylece bakakaldım. Beni o bulmuştu. Onun dışında kimse beni umursamamıştı.

O mu beni umursamıştı?

Bana dokunan eller hissetmiştim. Onlar da mı yalandı? Onlar da mı halüsinasyondu?

Serumun bitmesine daha vardı. Yanımda ne telefonum ne de başka bir eşyam vardı. Reha ile öylece duruyordum.

“Neden benden kaçtın, Mahi?” Duymak istemediğim o soru gelmişti. Cevap veremeyeceğim bir soruydu. Ne diyeceğim benim için bile bir muammaydı. Sessiz kaldım ama o arkada kalmadı.

“Soruma cevap ver, Mahi.” Sakindi. Fırtına öncesi sessizliğin farklı bir versiyonuydu.

“Beni ateşe atma dedim, Reha.” Cümlelerimin arkasından gelecek sorulardan kaçışım olmadığını biliyordum. “Ama sen beni diri diri ateşe attın.” Gözlerimi kapattım ve soru sormamasını diledim ama o Reha Vuslat Mahidar’dı. Elbette sessiz kalmazdı. Sandalyesi yakınımdaydı. Yüzüme doğru yaklaştı ve sıcak nefesini kulağımda hissettim. Fısıldamaya başladı. “Sana dokunmam seni yakıyor, değil mi? Bütün bedenin alev alıyor ve kanının gerçekten aktığını hissediyorsun.” Bakışları keskinleşti. “Seni mahvediyorum, Mahi. Öyle değil mi?” Cevap beklemeden devam etti. “İşte tam da bu yüzden biz yan yana durmaması gereken iki kişiyiz. Benim olduğum sahnede senin yerin yok. Biz birbirimizi yakıyoruz. Bir araya gelince ateşe dönüşen iki parçayız. Yan yana durmamız bütün kurallara aykırı.”

Sesinde nefret vardı. Sesinde vazgeçirme çabası vardı. Sesinde arzu vardı. Hüküm arzusuydu. En iyisi olmak istiyordu. Kendine rakip olabilecek kimseye tahammülü yoktu. En çok da bana.

“Biz birbirimizi yakmıyoruz, Reha. Sen beni yakıyorsun.” Gözlerini gözlerime çevirdi. “Sence sana dokunurken ben yanmıyor muyum? Sende bıraktığım etkiyi bende bırakmıyor musun?” İçimde beliren şaşkınlığın gözlerime yansıdığını hissettim. Benimdeki his onda da mı vardı?

“İmkânsız.”

“Fazlasıyla mümkün.” Gözlerimi kaçırarak iç çektim. Bende bıraktığı etkinin farkında değildi yoksa bu kadar iddialı konuşmasına ihtimal yoktu. Çektiğim acıyı göremiyordu. Nefesimin daraldığını, ciğerlerimin bir ateş gibi sönmeye yüz tuttuğunun farkında değildi.

Sessizliğimizi bölen şey, Reha’nın telefon müziğiydi. Rigel’s theme çalıyordu. O da mı bu piyanonun ihtişamına kapılmıştı?

Kendime itiraf etmem gerekirse Reha’dan böyle bir şey beklemiyordum. Piyano dinleyecek biri gibi görünmüyordu.

Kimi kandırıyordum? Piyano tam da onun tarzıydı. Nefret edeceğim derken kendime yalan söyler olmuştum. Geçmişini bilmiyordum, çektiği acıları da ama ruhunun inceliği apaçık gözler önündeydi ve bana gösterdiği tarafının ruhunun önünde bir baraj misali duran bir duvar olduğu aşikârdı.

Ben ise o duvarı yıkmak için hiçbir şey yapmayacaktım çünkü duvar zehirli sarmaşıklarla kaplıydı. İstediğim o duvarları geçmek değildi zaten, dikenleri bana dokunmasa yeterdi.

Telefonu açtı ve benim yanımda telefonla konuşmaktan hiç gocunmadı. “Mahi’nin yanındayım.” Bir süre konuştuğu kişiyi dinledi. “Ne zaman geleceğimiz belli değil. Siz bizi beklemeyin.” Karşıdaki kişiyi dinledi ve bir süre sonra telefonu kapattı. Ne diyeceğini veya ne diyeceğimi bilmiyordum. Öylece kolumdaki serumun bitmesini bekliyordum ve serumun yarısına kadar dolu olması beni çığlık atmaya teşvik ediyordu. Onunla aynı odada durmaya katlanmak gerçekten çok zordu.

“Yemek yemek ister misin?” Zaten onun üzerinde olan gözlerime gözleri değdi. Gözlerinin resmen titrediğini hissediyordum. Sanki bir sıkıntı vardı. “Olur,” Ayağa kalktı ve revirden dışarı çıktı. Arkasından öylece bakakaldım çünkü Reha bu denli cömert biri değildi. Bunun herkes farkındaydı.

Veya ben onu öyle sanmıştım.

Birkaç dakika boyunca öylece revirde bekledim. Saatin sesi kulaklarıma doluyor ve sinirlerime dokunuyordu. Her bir tik ve tak sesi içimde saati parçalama arzusu uyandırıyordu. Dikkatimi dağıtabilecek ne telefonum ne de başka bir şey vardı. Sadece ben ve...

“Al,” Reha düşüncelerimi bölmekle kalmamış, elindeki poşettin de üstüne telefonumu getirmişti.

Sonunda ona ısınabilmem için bir sebep...

Telefonumu açtım. Gelen bildirimleri kontrol etmek üzereydim ki midem buna engel olmuştu. Telefonumu yanıma bırakıp poşetin içine baktığımda vişneli meyve suyu ve haşhaşlı poğaça vardı. Bu çocuk benim bunları sevdiğimi nereden biliyordu?

Ben poğaçayı poşetten çıkarırken Reha da yerine oturdu ve telefonuna gömüldü. Ben ise yemeğimi yemeye başladım. Yavaş yavaş açlığımın geçtiğini hissederken Reha telefonunu bıraktı ve dirseklerini diz kapaklarının hemen üstüne dayayıp ellerini birleştirdikten sonra önüne eğilip beni izlemeye başladı. Korkunç olmasa da ürpertici bir görüntüsü vardı. Gözlerimi ona çevirdiğimde ağzımdaki lokmayı çevirmeyi bıraktım. Birkaç saniye sonra yavaş ve seyrek bir şekilde çiğneyip yuttum ve “Ne oldu?” Diye sordum.

“Hiç,”

“Ne düşünüyorsun?”

“Seni nasıl başımdan savmam gerektiğini.” Meyve suyundan bir yudum aldım. “Benimle muhatap olmayabilirsin.” Çapkın bir şekilde güldü. “Farkında mısın, bilmem ama aynı tiyatro takımında çift rolündeyiz ve birkaç saat önce seni kurtarmamış olsam hâlâ orada yatıyor olurdun. Belki de ölmüştün.” Donuk bir şekilde yere baktım. “Sıkıntı çıkarmak için elinden gelen her şeyi yapıyorsun.” Dudaklarını birbirine bastırdı.

“Benim bir şey yaptığım yok.” Yemeğim ağzımda büyüdüğü için yiyesim kalmamıştı. Poğaçayı poşete geri yerleştirdim ve sedyenin yanındaki komodinin üstüne, vişne suyu ile birlikte koydum. Reha’ya kaçamak bakışlar attığımda kaşlarının çatıldığını gördüm. “Niye yemedin?” Sessiz kalmak istedim ama gözleri, cevap vermezsem beni boğacakmış gibi bakıyordu. Sinirli değildi. Gayet sakindi ama gözlerinde vahşet vardı. Sıkıntı bakışları değildi. Sıkıntı gözleriydi.

“Yemek yerken tartışırsam yemeye devam edemiyorum.” Çatık kaşları gevşedi ve anlamışçasına başını salladı. Uzun süreli sessizliğin ardından serum bitti. “Görevliyi çağırsana.” Hiç kapıya ilerlemeye bile yeltenmeden çekmeceden pamuk ve dezenfektanı çıkarıp koluma uzandı ve kolumu dezenfektanla sildikten sonra hassas bir parçaymışım gibi kolumdan serumu çıkardı. Canımın yanmasını bekleyerek anlık da olsa dehşete kapılmıştım ama öyle bir şey olmadı. Pamuğu koluma bastırdı ve pamuğu tutmamı beklediği için elini çekmedi. Pamuğu tutup onun bastırdığı sertlikte bastırdığımda serumun parçalarını çöpe attı. Şaşkınlıkla ona bakarken ayağa kalktım ve telefonumu alarak onun peşinden revirden çıktım. Bunu nereden öğrendiğini açıklama ihtiyacı bile hissetmemiş olacak ki sınıfa gelene kadar hiçbir şey söylemedi. Kaçıncı dersteydik, bilmiyordum ama sabahki ders bitmiş olmalıydı.

En son derse girdiğimiz sınıfa gittik ve kapıyı çalarak sınıfa girdik. Öğretmenden izin isteyerek çantalarımızı aldık ve sınıftan çıktık. Telefonumu açarak dersimin ne olduğuna baktım. Ders edebiyattı. Sayısal seçmeme rağmen edebiyat görmek sinirlerimi bozuyordu. İyi ki sınavda cevapları veriyorlardı yoksa sorun çıkarırdım.

“Ben derse gidiyorum, mümkünse uzun bir süre karşılaşmayalım.” Güldü. “Nereye? Prova var daha. Düş önüme, tiyatro salonuna gidiyoruz.” Göz devirdim. Sabahtan beri çok gergin hissediyordum. Müzik dinlemem gerekiyordu. Stresimi atmazsam birkaç dakika sonra provaya çıkamayabilirdim. Kulaklığımı çıkardım ve ‘Karlı ve Sessiz’ şarkısını açtım.

Hadi, söyle. Senin bu gözlerinde bir şey var. Reha’nın gözlerindeki her ne ise anlayamıyordum. Bir duyguyla donatılmıştı gözleri. Duyguları gözlerinden taşacak duruma gelmişti. Bir damla dahi taşsa neler döndüğünü anlayacaktım ama taşmıyordu. Dengesini ayarlamayı o kadar iyi biliyordu ki hiçbir şeyi anlamlandıramıyordum.

Uzun süreli ruhani istirahatimin ardından tiyatro salonunun kapısına vardığımızda kulaklığımı kutusuna koyup çantamın kenarına sıkıştırdım. Salon yavaş yavaş doluyordu. Gözlerimle Lahza’yı aradım ama bulamadım. Sanırım gelmemişti. Tereddütle gözlerimi etrafta gezdirirken Reha aniden “Neden ilk defa gelmiş gibi davranıyorsun?” diye sordu. ‘Ciddi misin’ bakışımı takınarak ona döndüm ama cevap vermedim. Beni sinir etmenin verdiği zevk ile güldüğünde göz devirerek önüme döndüm. Sahnenin önündeki sırayı geçmiştik. Birinci sıradaki koltukların çoğunda çantalar, hırkalar ve montlar vardı. Benim hırkam yoktu. Üstümdeki sweatshirt ile gelmiştim ve geldiğimden beri çıkarmamıştım. Formam sweatshirtün içindeydi. Burası da çok sıcak olmadığı için çıkarma gibi bir planım yoktu.

Çantalarımızı ön koltuklara bıraktıktan sonra ben sahnenin önüne oturup Lahza’nın gelmesini beklerken Reha dünkü gibi koltuklardan birine oturup telefonunu kurcalamaya başladı. Ona doğru göz devirdikten sonra gözlerimi kapıya diktim. Lahza’yı beklerken kapıdan aniden Karel girince kaşlarım çatıldı. Üstünde okul forması yerine altında gri bir eşofman, üstünde dar gelen ve hatlarını -kaslarını- belli eden siyah bir tişört vardı. Tek eli cebindeydi, diğer elinde pahalı bir telefon vardı. Sahneye doğru ilerledi ve gözüyle etrafı taradıktan sonra Reha’nın kulağına doğru eğilip bir şeyler fısıldadı.

Reha başı ile onu onayladıktan sonra arkasını döndü ve geldiği kapıdan geri çıktı. O tam çıkarken kapıda Lahza belirdi ve Karel’i görmesi ile kaşları çatıldı. Sorgularcasına ona bakarken göz göze geldiklerini gördüm. Birbirlerine sürterek ilerlediler ve Karel bir süre sonra gözden kaybolurken Lahza ise benim yanıma geldi. “Karel takımdan ayrılmamış mıydı? Burada ne işi var?” Çantasını koltuklara bırakırken Karel’e attığı sorgulayıcı bakışın aynısını Reha’ya da attı. Reha onu fark ettiğinde ‘ne var’ dercesine başını salladı. Lahza göz devirerek yanıma geldi.

“Neler oluyor?”

“Ben de bilmiyorum ki,” Bir anda bayıldığımı hatırlamış olmalı ki telaşla “Sen iyi misin? Sabah bayıldığını söylediler. Bu gereksiz bulmuş seni. Sanki çok umurundaymışsın gibi.” Güldüm. “Uyandığımda bir çakırkeyifti bir görsen. Kesin ona borçlu olduğumu falan düşünüyordur.” İkimiz de güldük. Reha’nın hallerine gülmemek elde değildi. Aslında gülünesi bir tarafı da yoktu. Sabah nasıl korktuğumu bir ben bilirdim bir de Reha.

“Neyse, sen iyiysen onun hiçbir tavrı önemli değildir.” Gülümsedim. “İyiyim, merak etme. Sadece yorgunum. Gece pek uyuyamadım da.” Reha’nın fiziği sağ olsun.

Sinir oluyordum. Tanrı kompleksli olması beni delirtiyordu. İlk fırsatta onu boğmak istiyordum. Aslında şu an da boğabilirdim. Bana engel olan neydi?

Hiçbir şeye veya kimseye, ona olduğu kadar sinir olmuyordum. Üstüne onun beni sinirlendirme çabaları da girince varını yoğunu talan edesim geliyordu.

Bir süre daha öyle konuştuktan sonra Öğretmen içeri girdi. “Toplanın çocuklar, provalara başlayacağız.” Bana doğru geldi ve “İyi misin, Hazan? İstersen biraz dinlen, o sırada yedekleri çalıştırayım.”

“Gerek yok, Hocam. Ben gayet iyiyim.” Gülümsedi ve sahneye doğru çıktı. Biz de Lahza ile o sırada ayaklanıp koltuklara geçecektik ki ön koltukların hepsi dolmuştu. Reha’nın yanındaki iki koltuk boştu. İç geçirerek Reha’ya uzak olan koltuğa oturacakken Lahza o koltuğa aniden oturunca ona ters bir bakış attım. O da bana suçsuz olduğunu belli edercesine ellerini kaldırdı. Derin bir nefes verdim ve Reha’nın yanına oturdum. Telefonda olan gözleri aniden bana döndü. Ben de yanında oturmayı istemediğimi belli edercesine ters bir şekilde gözlerimi, kehribar gözlerine diktim. Uzun bir süre ikimiz de birbirimizden tepki bekledik. En sonunda gözlerimi kaçırdım ve sahneye döndüm. Kunter ve yanında tanımadığım bir çocuk vardı. Senaryonun aklımda kaldığı kadarına göre Öldürecek olan adam ile adamın bir arkadaşının, bizin hakkımızda konuştuğu bir sahneydi. İki koltuk getirmişlerdi ve önlerinde şömine varmışçasına konuşuyorlardı.

“Sence ne yapmalıyım, Matthew?” Role girdiklerini fark ettiğimde pürdikkat onları izlemeye başladım. Işıklar söndü ve sadece sahnenin ışıkları yanmaya başladı. Reha hareket ediyordu ama ne yaptığını görmüyordum. Daha doğrusu görmek istemiyordum.

Reha’ya kaçamak bir bakış attığımda üzerimde olan bakışlarına değdiğimi fark ettim. Sahneye döndüğümde yakalanmanın verdiği utanç ile gözlerim büyüdü. Reha burnundan güldüğünde ve dudağının kenarı kıvrıldığımda derin bir nefes vererek göz devirdim. Aptal çocuk.

Gözlerimi tekrar anlık bir cesaret ile ona çevirdim. Esmere kayan buğday tenine vuran ışıklar, yüzünün parlamasına sebep oluyordu. Ona söyleyecek çok şeyim vardı. Oysa ona söyleyecek hiçbir şeyim yoktu. Zihnimde sıraya giren cümleler dilime ulaşamadan uçup gidiyordu. Gözlerime ulaşan cümleler vardı. Bu cümleler Reha’ya ulaşabiliyordu fakat Reha’nın bunları anlayıp anlamadığı tamamen bir muammaydı. Yüz hatları gergindi. Gözleri gözlerimdeydi. Hiçbir temasımız yoktu fakat bedenimizin her bir parçası bir bütündü. Nefes kesici cazibesi altında istemsizce ezilirken ne yapacağımı veya ne diyeceğimi bilemez bir halde ona bakıyordum. Aniden kulağıma doğru eğilmeye başladığında irkildim. Fısıldayarak “Aklından geçirdiğin her şeyi duyabiliyorum, Küçük balık.” Dedi.

Sözleri ne kadar imkânsızsa o kadar gerçekti. Aurasını görüyordum. Altın sarısıydı. Bir bakışta ona ait olan her şeyi görebiliyordum. İki çift rengi vardı. Sarı ve siyah. Bu iki renkten vazgeçemiyordu ki zaten bu iki renk yaratılışında vardı. Sanki sarı ve siyah birbirine karışmıştı ve Reha ortaya çıkmıştı. Ben oyunun provasından tamamen kopmuşken üstüne onun yaratılışı üstüne düşünmek iyice sinirlerimi bozuyordu.

“Hazan, piyano çalmayı biliyor musun?” Reha’nın üzerinde olan bakışlarım, yakalanmış olmanın korkusunun yüklediği adrenalin ile hızla Öğretmene döndü. “Evet, hocam.” İki yıl önce piyano kursuna gidiyordum. Güzel çalıp çalmadığımı bilmiyordum ama genelde notaları şaşırmazdım ve melodimi beğenirlerdi. Öğretmenin gözleri aniden parladı. “Çok iyi. Reha, kalk ve Kunter ile piyanoyu taşı. Resital provası yapacağız.” İşi Reha’ya verdiği için Reha’nın hoşnutsuz yüz ifadesinin verdiği haz ile Reha’ya doğru sırıttım. Reha ise göz devirerek “İçine edeceğin işlere kalkışmaya bayılıyorsun.” Dedi ve sahneye doğru ilerledi. Çevik bir hareketle sahneye çıktığında onu süzdüğümü fark ettim. Kendimi toparladım ve ayaklanarak ben de sahneye çıktım. Kunter ve Reha sahnenin arkasından piyanoyu getirirken Reha bu durumdan hiç hazzetmiyor gibi bakıyordu. Piyanoyu taşımaktan çok Kunter’den hazzetmediğini düşünüyordum. Kunter, yanımdan geçerken bana göz kırptığında bütün zihnim, Reha’nın bana dün gece dedikleri ile doldu. Kunter’in göz kırpmasına tepki vermeyince Kunter önüne döndü ve işine odaklandı. Piyanoyu dikkatli bir şekilde yerleştirdiler ve yerlerine geçtiler.

Piyanonun önüne getirilen koltuğa oturdum. Öğretmen bana birkaç sayfa uzattığında bunların notalar olduğunu anlayarak elime aldım ve biraz inceledikten sonra yerine yerleştirdim ve çalmaya başladım. Fazlasıyla güzel bir melodiydi. Acaba kimin bestesiydi?

Notalar soğuktu. Etraftakilere bakmak istiyordum ama notayı kaçırırım diye korkuyordum. Reha’nın sinirine tanık olup zevkten dört köşe olmayı o kadar istiyordum ki...

Ben farkında bile olmadan melodi bittiğinde salonda bir alkış yükseldi. “Harika! Harika.” Öğretmen bana doğru ilerlerken arkadan Reha geldi ve sahneye çıktı. Bir anlığına beni tebrik edeceğini düşünsem de öğretmen “Yerlerinizi alın. Resitalden sonraki sahneyi oynayacağız.” demesiyle tebrik için gelmediğini anladım. İçimde bir yerlerde göz devirsem de gerçekten göz devirmedim.

Senaryodan hatırladığım kadarıyla yerlerimizi aldıktan sonra birkaç saniye bekledik. Öğretmenin komutu ile role başladık. “Sevgili Helena Sylwester, yüreğimdeki bütün aşk parçaları, yüreğimin hapsolduğu kafes ve damarlarımda akan kanın her bir damlası size aittir.” Derin bir nefes verdi ve mutlu ifadesini değiştirerek üzgün bir hâl aldı. “Aylardır resitallerinizi izliyorum ve melodilerinizden önce güzelliğiniz beni sarhoş ediyor. Bir kadeh şarap kadar mest ediyorsunuz beni. Ben bu aşkın tek taraflılığına dayanamıyorum artık. Aşkımın sahibi olmanız için size yalvarıyorum.” Önümde diz çöktüğünde şaşkınlıkla ona baktım. Rolün hareketlerinde bu yoktu ve bu, role girebilmemi daha da kolaylaştırmıştı. Bana elini uzattığında elini tuttum. Bu elini ilk tutuşumdu. Eline ilk dokunuşumdu. Eli sıcaktı ama tutuşu ‘bana dokunma’ diye bağırıyordu.

“Bayım, adını bile bilmediğim bir adam bana ne kadar tutulursa tutulsun, kalbimi böyle bir aşkla yok edemem. Bu bana olduğu kadar en az size de haksızlık olur. Üzgünüm, efendim.” Dün oynadığımız sahneyi tekrar oynuyorduk ama öğretmenin istediği buydu. Yönerge dışına çıkmak manasızdı. Senaryoda birkaç yeri değiştirmiştim çünkü estetik durmuyordu. Bunun pek umursanacağını sanmıyordum.

Sabah uyandığımda gördüğüm mesaja göre de birkaç diyalog eklenmişti. O diyaloglar da bu sahne içindi.

“Yüreğinizde hiç bana ait bir yer yok mu güzel hanımefendi? Dünya benim için bu kadar boş mu yoksa?” O kadar gerçekçi mimikleri vardı ki bir an gerçekten ağlayacağını veya kollarıma yığılacağını düşündüm. Oyunculuğu fazla iyiydi. Reha çok tehlikeliydi. Oyunculuğu fazla iyiydi. Aklıma, dediği hiçbir lafın gerçek olmama ihtimali düştü. Korkmaya başlamıştım. “Maalesef, bayım. Benim yüreğim taşmak üzereyken içine bir kişi daha almak aptallık olur.”

“Ama benim yüreğim ikimizi de taşımaya yeter, Bayan Sylwester?” Bakışı beni benden almıştı. Ondan nefret ediyordum. Bunca yaptığına rağmen nasıl hâlâ bu denli içten ve duygulu bakabiliyordu?

“Israr etmeyin, efendim. Benim yüreğim parmaklıklarla örüleli uzun zaman oluyor.” koşarak sahne arkasına gittim. Birkaç saniye sonra öğretmenin sesi kulaklarıma dolduğunda sahne arkasından çıktım. “Mükemmeldiniz ama Reha’da bir sıkıntı var. Eski tuzun, biberin yok olmuş gibi. Bu sorunu düzeltmeni istiyorum.” Reha’nın bakışları bana döndüğünde gözüyle beni boğduğunu gördüm.” Mahi’nin salak saçma halleri olmasaydı bunlar olmazdı.” Kaşlarım çatıldı ve bütün öfkem bedenimin aşağısından yukarıya doğru yükseldi. Sesimi yükselterek “İşine gelince bütün suçu bana atarsın tabii.” dedim. “Senin aptal triplerin olmasaydı böyle olmazdık.” Gözlerim büyüdü. “Ben mi tripliyim? Sabahtan beri bana söylenen kim? Kendi kendine benim sinirlerimi bozup sonra bana uyum sağlayamadığın için suçu bana atmaya kalkma.” Gözlerindeki nefretin büyüdüğünü hissettim. Her bir kelimem onun sinirini git gide arttırıyordu. Tam Reha ağzını açmış, laflarıma karşılık verecekti ki öğretmen araya girdi. “Çocuklar, sizin uyum sorununuz yok. Sizin duygu sorununuz var. Birbirinizi bu denli rakip olarak görürken iyi şeyler başaracağınızı düşünmüyorsunuzdur umarım. Şuna bakın. İkiniz de birbirinizden yeteneklisiniz. İkiniz de resmen uyum içindesiniz. Özellikle sen, Hazan. Reha’dan kopmuş bir parça gibisin. Daha önce Reha’yla bu denli uyumlu kimseyi görmemiştim. Şimdi kalabalıktan kopun ve konuşmaya gidin. Sorunlarınızı kendi aranızda düzeltin ve gelin. Geri geldiğinizde sizi bu şekilde görmek istemiyorum.” Reha’ya baktığımda o da benim gibi şaşkın ve mahcuptu. Özel meselelerimizi sahneye taşımıştık. Bu bir oyuncunun yapmaması gereken bir eylemdi.

Reha, sahne arkasına doğru ilerlemeye başladığında tereddütle peşinden ilerledim. Sahneye çıktık ve kulise girdik. Kuliste birkaç oda vardı. Reha’nın yönlendirmesine göre gittiğim için en geniş odaya gelmiştik. Birkaç koltuk vardı. Aynı koltuğa oturmamaya özen göstererek oturduk ve tek kelime dahi etmedik. Reha düşünceli bir şekilde yere bakarken ben ise öylece onu izliyordum. “Hâlâ dediğimi yapmak için zamanın var, Mahi.”

Kulaklarıma dolan sert sesi, resmen bedenimin uyarı semptomlarını harekete geçirmişti. İçimden bir ses ‘bu işi bırak’ diye haykırırken diğer ses ‘asla bırakma’ diyordu. Ne yapacağımı bilmiyordum. “Böyle bir şey asla olmayacak, Reha.” Yerdeki gözleri üzerime döndü. “Bu işten dönmeni engelleyen şey ne, Mahi? Tehditlerim mi yetersiz? Hakaretlerim mi duygusuz yoksa sana olan dokunuşlarım mı yumuşak?” Gözleri kısıldı. “Söyle bana, Mahi. Söyle ki, kendim için en uygun olanını yapayım.” Bencildi. O kadar bencildi ki bu tiyatronun kendisine getirebileceği hiçbir şeyi görmüyordu. Şehirde onca pankart asılıydı. Çok fazla ünlü tiyatrocu bu performansı izlemek için bekliyordu.

Benim yerime de birini bulabilirlerdi tabii.

“Ellerime dikkat et, Bağ Bozumu Tanrısı.” Ona takma adıyla hitap etmem onu afallatmıştı. “Bu eller ki, bir gün senin sonunu yazacak.”

*** 

Birbirimize olan nefretimize dair bütün söylemlerimizin ve gürültülü kavgaların ardından öğle arası gelmişti. Lahza ile bütün öfkemi de yanıma alarak bahçeye çıkmıştım. Yemeklerimizi aldıktan sonra bahçede bir banka oturup yemeklerimizi yemeye başladık. “Dediğine bak ya, yolundan çekilecekmişim! Ona engel eliyormuşum! İt herif!” Öfkeyle solurken yemeğimi büyük bir iştahla yemeye devam ediyordum. Midem resmen kazınıyordu. Reha’yla kavga ederken resmen enerji harcamıştım. İsraf kaynağı çocuk.

“Bak, ben anlaşabileceğinize inanıyorum ama Reha’da farklı bir şey var. Normalde nefret ettiği insanlar gibi davranmıyor sana. Normalde nefret ettiklerini görmezden gelir ama seni bu işten vazgeçirebilmek için varını yoğunu ortaya koyuyor. O çocukta başka bir şey var ben söyleyeyim.” Derin bir nefes verdim. Sinirim yüzünden hızlı hızlı yemiş ve yorulmuştum. Bahçedeki diğer öğrencileri izlediğimde Reha’yı Karel’in yanında gördüm. Bir şeyler konuşuyorlardı. Ne konuştukları duyulmuyordu ve aceleci gibiydiler. Bir şey yapıyorlardı ama ne yaptıklarını anlayamıyordum.

Başımla onları göstererek “Ne yapıyor bunlar?” diye sordum Lahza’ya. Bunu sorarken bakışlarımı hiç üstlerinden çekmedim.

“Onlar bir işler çeviriyor ama ben de anlayabilmiş değilim.” yemeğinden bir ısırık aldı ve onları izlemeye devam etti. Reha’nın gözleri bir süre bize döndüğünde kendimi kapana kısılmış gibi hissettim. Yine de gözlerimi üzerlerinden çekmedim. Karel bir şeyler anlatıyordu. Bir süre sonra o da gözlerini üzerimden çekti ve Karel’e odaklandı.

Öğle arası bitene kadar Lahza ile havadan sudan konuştuktan sonra zil çalınca ayaklandık ve yemeklerimizin çöplerini attıktan sonra okula doğru ilerledik. Okula girdikten sonra tiyatro salonuna yöneldik ve içeri girdik. Reha daha gelmemişti. Oysa o bizden önce okula girmişti. Bu hiç normal değildi.

Umursamamaya çalışarak koltuklardan birine oturdum. Lahza da yanıma oturdu. Öylece telefonlarımızda sosyal medyada gezinmeye başladık. Birbirimize videolar göstererek gülerken bir anda yanımdaki koltukta bir cüsse belirdi. Bu Kunter’di. İçime büyük bir huzursuzluk doldu. Bütün bedenim uyarı veriyordu, onun buradan gitmesi üzerine.

Reha’nın her bir kelimesi aklımda yankılandı. Bu olurken ise Kadife sesi zihnime bir duman misali çökmüştü. Kunter’e bakma fırsatı bulduğum dakikalarda göz altlarında gerçekten bir uyuşturucu bağımlısında bulunabilecek tonlar vardı. Kendini nasıl toparlayabiliyordu, bilmiyordum. Bırakmış gibi görünüyordu. Belki de tamamen uykusuzluktandı. Reha’nın her lafına inanmamam gerekirdi. “N’aber?” diye sordu. Hâlâ çok rahatsızdım ama belli etmemeye çalıştım. Tam ağzımı açmış konuşacaktım ki salonun girişinden tanıdık bir ses geldi. “Kunter, Feris Hoca seni çağırıyor.” Reha’nın kadife sesi kulaklarıma dolduğunda kaşlarım çatıldı. Neden böyle bir şey yapmıştı?

Kunter ayaklanıp onun bulunduğu tarafa doğru giderken Reha da bize doğru ilerledi. “Ne zaman laf dinleyeceksin acaba?” Ben tam ağzımı açmıştım ki Lahza bir anda konuşmaya başladı. “Şu kıza ne yapacağını söyleyip durmayı kes artık.” Duraksadım. Lahza’nın bu cümlesinden sonra kendimi, kendimi hiç savunmamışım gibi hissettim. Evet, onca kavga ediyorduk. Onca laf havada uçuşuyordu ama hiçbiri bu cümle kadar ağır değildi.

Reha bir anda öne eğildi ve oturduğum koltuğun kolunu tutarak “O çocuk uyuşturucu kullanıyor, Lahza.” dedi ve öfkeyle soludu. Sesini alçaltmıştı. “Sence normal biri olsa bu kadar muhalefet olacağımı mı sanıyorsun?” Kafasını sağa sola salladı. “Ne yani? Mahi’yi kıskandığımı falan mı düşünüyorsun? Hiçbir insan bu kadar kötü bir yola düşmüş insanların arkasından gitmeyi hak edecek kadar değersiz değildir. Ben sadece bunun için uğraşıyorum.” Sahneye çıktı ve kulise doğru ilerledi. Bir süre sonra yüksek bir ses geldiğinde kaşlarım çatıldı. Düşme sesi veya çığlık gibi seslerden değildi. Sürtme sesleriydi. Birkaç saniye sonra Reha görüş açımda belirdiğinde elinde sürüklediği bir dekor vardı. Salonun giriş yolundan bir ses yükseldi. “Dekorla devam edeceğiz, çocuklar. Estetikliğine bakacağım bakalım. Güzel durursa perdenin rengini değiştireceğiz.” Derin bir nefes vererek telefonuma döndüm.

Reha birkaç tane daha dekor taşırken Kunter de salondan içeri girdi. Öğretmenin ona ne dediğini merak etsem de bunu sormayacaktım. Onunla konuşmamak en iyi seçenekti. Yüzünde telaşlı bir ifade vardı. Belli ki güzel şeyler duymamıştı.

“Hazan, sahneye.” Öğretmenin emri ile sahneye çıktım. “Az önceki sahneyi tekrarlayın.” Bütün göz devirme isteğime karşın kendimi tutarak bunu yapmadım ama iç geçirdim. Koskoca senaryoda hiç sahne yokmuş gibi sürekli aynı sahneyi tekrarlayıp duruyorduk.

Piyanonun başına geçtim ve derin bir nefes aldım. Reha da yeri olan koltuğa geçti. Öğretmen komut verince piyanoyu çalmaya başladım. Zihnimi dinlendiren melodiler bir o kadar da strese sokuyordu. Müzik bittiğinde alkışlar yükseldi. Alkışlar azaldı ama tek bir alkış hiç kesilmedi. En sonunda yavaşlayarak o da durdu ve Reha konuşmaya başladı. “Sevgili Helena Sylwester, yüreğimdeki bütün aşk parçaları, yüreğimin hapsolduğu kafes ve damarlarımda akan kanın her bir damlası size aittir.” Sahneye doğru ilerledi ve sahneye çıktı. “Aylardır resitallerinizi izliyorum ve melodilerinizden önce güzelliğiniz beni sarhoş ediyor. Bir kadeh şarap kadar mest ediyorsunuz beni. Ben bu aşkın tek taraflılığına dayanamıyorum artık. Aşkımın sahibi olmanız için size yalvarıyorum.” Bir saat önce olduğu gibi önümde eğildi ve bana ellerini tutmamı beklercesine ellerini uzattı. Ellerini tuttuğumda konuşmaya başladım. “Bayım, adını bile bilmediğim bir adam bana ne kadar tutulursa tutulsun, kalbimi böyle bir aşkla yok edemem. Bu bana olduğu kadar en az size de haksızlık olur. Üzgünüm, efendim.”

Yüzü acınası bir hâl aldı. “Yüreğinizde hiç bana ait bir yer yok mu güzel hanımefendi? Dünya benim için bu kadar boş mu yoksa?” Ellerim karıncalanıyordu. “Maalesef, bayım. Benim yüreğim taşmak üzereyken içine bir kişi daha almak aptallık olur.” Ayağa kalktı ama ellerimi bırakmadı. “Ama benim yüreğim ikimizi de taşımaya yeter, Bayan Sylwester?” Yüzünü yüzüme yaklaştırmaya başladığında bütün Adrenalin vücuduma doldu. Midem patlamak üzere gibi hissediyordum. Alnını alnıma dayadı. Bile bile yapıyordu. Bir hata yapmamı istiyordu ve pozisyonumuzun buna çok müsait olduğundan haberdardı. “Israr etmeyin, efendim. Benim yüreğim parmaklık-” Tam cümlemi tamamlayacakken üzerimde bir ağırlık ve karartı hissetmemle bozguna uğradım. Başımı kaldırdığımda gördüğüm şey Reha’nın Yüzüme dönük yüzü, bedenime temas eden bütün bedeni ve sırtında tutmaya çalıştığı dekordu.

Loading...
0%