Yeni Üyelik
4.
Bölüm

3. BÖLÜM: KAHVE VE DÖVÜŞ

@zeusuyratlmamshera

Bazen ‘İşte ölüm günüm bugün.’ gibi peşin hükümlerde bulunurdum. Oysa hiçbiri gerçek olmazdı. Şu an bedenime verilen adrenalin ise bütün hücrelerimin bu cümleyi bağırmasına sebep oluyordu. Dehşet, bütün bedenimi turlarken benim yapabildiğim tek şey Reha’ya bakakalmaktı.

Sahne vardı. Sahnenin üç köşesi vardı. Biri kulisle sahneyi kesen duvar, diğer iki taraf da sahnenin sağ ve sol duvarıydı. Reha üç dekor getirmişti. Sahne büyük olsa da o bize yetecek kadar alan bırakarak dekorları yakınımıza koymuştu. Kulisin önündeki dekor sağlam görülmüyordu. Adım attıkça titrese de bunu kimse takmamıştı.

Oysa takmamız gerekiyordu.

Üstüme düşmek üzere olan dekoru kaldırdığında hiçbir şekilde kıpırdayamamıştım. Öylece ortalığa bakıyordum. Kafamın içinde hareket ediyordum, kafamın içinde korkuyordum, kafamın içinde konuşuyordum ama dışımda hiçbir hareketlilik yoktu. Bu semptomlar genelde babam bana hesap sorduğunda olurdu. Beni karşısına alırdı, konuşurdu. Ne yaptın? Neden yaptın? Neden böylesin? Doğru duramıyor musun?

Annemle babam boşandığı için annemden daha mutluydum. Üzerimde kurduğu psikolojik baskının bende hasar bıraktığını söylemişlerdi. Ben ise bunu, olanlardan on yıl sonra fark etmiştim. Açtığı yaralar derin, dikiş ipleri ince ve çürüktü. Her an kopabilecek dikişlerden bir tanesi kopmuştu bile.

Reha hareket etmediğimde şoka girdiğimi anlamış olacak ki omuzlarımdan tutup beni hafifçe sarstı ve “İyi misin, Mahi?” diye sordu. Transa girmiş gibiydim. Onun sarsması ile daldığım yerden odağımı az da olsa toplamayı başararak gözlerine baktım. “İyi misin?” Şaşkınca başımı salladım. Zihnim bulanıktı. Hiçbir şey düşünemiyordum. Sürekli kendi kendine konuşmakta olan zihnim bile sessizdi. Tek bir çıt yoktu kafamın içinde. Sanki zamanı durmuş bir şehir kadar sakindi ama gürültünün içinde suya girmiş kadar da boğuktu. “Tamam, bugünlük bu kadar yeter.” Kollarımı bıraktı ve sahneden indi. Reha’nın cümlesi ile şaşkınlığım artarken kaşlarım çatıldı. O buna nasıl karar verebiliyordu?

“Yedeklerle devam edeceğiz, çocuklar. Siz bugünlük gidebilirsiniz. Görevi olmayanlar da dağılabilir.” Olayların gelişme hızının verdiği şaşkınlıkla etrafa bakarken eşyalarıma doğru ilerledim ve çantamı sırtıma takıp Lahza ile vedalaştıktan sonra salondan çıkmak için yürümeye başladım. Bunu yaparken arkamda kalan insanları izlemekten kendimi alamıyordum.

Hayatımın en saçma günlerinden biriydi.

Kulaklığımı takıp müzik dinlerken düşünmeye başladığımda bir şeylerin farkına varmıştım.

Reha ve beni kurtarmak?

Üstüme bir dekor düşmek üzereydi. Reha dekoru tutarak beni kurtarmıştı. Bir günde iki kere beni kurtarması normal değildi bence. Ortalıkta dönen oyunlar olduğuna kanaat getirmek üzereydim. Etraftaki kimsenin tepkisine bakmaya fırsatım olmamıştı. Onun dışında.

Reha’nın gözlerinde ilk defa korkuyu sezmiştim. Dekor fazlasıyla büyük ve ağır bir dekordu. Belki de o olmasaydı şu an dekorun altındaydım.

Belki de o olmasa şu an o koridorda canımla cebelleşiyordum.

Derin bir nefes vererek okuldan çıktım. Soğuk havanın yüzüme vurması çok iyi gelmişti. Zihnimin açıldığını hissediyordum. Ağırlık çökmüş gözlerimin yorgunluğu üstünden kalkarken kambur duruşumu dikleştirip kumral saçlarımı düzelttim. Toparlanmalıydım. Bu akşam ders çalışacaktım. Yarın ise yeni bir prova daha vardı. Hem çalışmam hem dinlenmem gerekiyordu. Bayılmamın etkisinin geçtiğini hâlâ hissetmiyordum. Okulun girişindeki merdivenlerden indim ve otopark olarak kullanılan bahçenin kapısına doğru ilerledim. Her şey birbirine girerken arada kaynayanın ben olacağımı hissediyordum.

*** 

Eve vardığımda kendimi yatağa attım ve ilk iş olarak senaryoyu inceledim. İnce satırlar akıp giderken okuduğum satırları anlamadığımı fark ettim. Sayfada rastgele bir satıra baktığımda gördüğüm şey beni şoka uğrattı. Sesli bir şekilde yazanı okudum. “Öpüşürler.”

Kitapta totalde üç karakter vardı.

Reha ve Kunter öpüşemeyeceğine ve ben senaryoda Kunter’i sevmediğime göre geriye tek seçenek kalıyordu.

Reha ve benim öpüşme sahnem vardı.

Ah, lanet olsun.

Kafayı yemek üzereydim ama bu işe girişen bendim. Reha’ya inat bu işi bırakamazdım. Gerginlikle çantamdan ders kitaplarını çıkarmak için yöneldiğimde elime küçük bir kitap çarptı. Şaşkınca kitabı çantamdan çıkardım çünkü okula kitap götürmemiştim.

Kitabı çantamdan çıkardığımda kitabın Dorian Gray’in Portresi olduğunu fark ettim. Eski baskı gibi görünüyordu. Kitabın sayfaları sararmıştı, cildi yıpranmış olsa da çok hasarı yoktu. Sayfalarının arasında bir boşluk fark ettiğimde o sayfayı açtım.

Sayfada iki tane mor Lisyantus çiçeği vardı.

Dikkatle çiçekleri elime aldığımda çiçeklerin sayfada iz bıraktığını fark ettim. Elimle temizlemeye çalıştığımda sayfada dokunabileceğim tarzda bir iz yoktu. Mürekkep gibiydi leke. Takmadan Lisyantus’ları geri sayfaya koydum.

Lisyantus zarafet ve adaleti temsil ediyordu. Aynı zamanda sevgi, saygı ve sadakati de. Bunu kim çantama koymuştu?

Kitap çantama düzgünce yerleştirilmişti. Yanlışlıkla oraya düşmüş olamazdı veya tesadüf eseri. Biri bilerek onu oraya koymuştu. Kim, neden bunu yapardı?

Ben bu düşüncelere dalarken çalan telefonum bütün düşüncelerimin ortasına bir bomba gibi düşerek her şeyden sıyrılmamı sağladı. Telefonumu elime aldığımda telefonumda yazan şey şuydu: Bağ Bozumu Tanrısı. Ben Reha’yı böyle kaydetmemiştim. Şifremi sadece Lahza biliyordu ve Lahza da böyle bir şey yapmayacak kadar Reha’yı sevmiyordu.

Aslında sevmiyor değildi, Reha’nın bana olan tavrını anlamlandıramadığı için ondan uzak duruyordu.

Telefonu açtım. “Ne var?” Gülme sesi duydum. Reha’nın sesiydi. Başka kimin olmasını bekliyordum ki? “Herkesi böyle kabaca mı karşılarsın?” Göz devirdim. “Niye aradın?” Ona karşı olan gardımı indirmemekte kararlıydım. Ona boyun eğmem, tiyatrodan vazgeçmem demekti. Ben tiyatrodan vazgeçemezdim. Gerekirse Reha tiyatroyu bırakırdı ama ben yolumdan dönmezdim.

“Ne yapıyorsun diye aradım.”

“Ne yapıyorum diye mi aradın? Sahnedeki rollerine ne oldu? Sahneden çıkar çıkmaz yalan yeteneklerin mi köreliyor, Reha Vuslat Mahidar?” Bu sefer gülme sırası bendeydi. “Yarın çok yoğun bir gün olacak, bu yüzden hazırlıklı gel ve bir şey daha var...” Duraksadı. Cümlesini tamamlayan ben oldum. “Öpüşme sahnesi mi?”

“Evet, o. Psikolojini de ona hazırlayarak gel.” Tekrar göz devirdim. “Mesaj atmak denen şeyden haberin var, değil mi?”

“Prensiplerime aykırı.” Artık göz devirmekten yorulduğum için göz devirmeye tenezzül bile etmedim. “İyi, Reha. Kapatıyorum ben. İşim var daha.”

“Tamam be, iyi akşamlar.” Güldüm. “İyi akşamlar.” Telefonu kapattım.

İlk defa tiyatroyu bırak dememişti. İlginçti. Bunun da üstüne öpüşme sahnesini söylerken duraksaması daha da ilginçti. Reha böyle şeyleri takacak biri değildi. Her geçen gün değiştiğini hissediyordum veya kişilik bozukluğu yaşadığını.

Konuşmamızı unutmaya çalışarak ders kitaplarıma gömüldüm ama ben ders çalışırken o konuşma aklımın bir kenarında sürekli dönüp durdu. Sesi zihnimin içinde yankılanıyordu. Hatta soruları bile onun sesiyle çözüyordum. Bu saçmalık son bulmalıydı. En sonunda sesinin zihnimde dolanmasından gerçekten rahatsız olmuş bir şekilde kulaklık taktım ve öyle çözmeye devam ettim.

*** 

Uyanmamın üzerinden neredeyse yarım saat geçmişti. Üstümü giyinmiş, çantamı almış ve anahtarımı cebime atarak kapıyı açtığımda dışarıda bir gariplik fark ettim. Siyah bir araba kapının önündeydi ve arabanın önünde, sırtı arabaya yaslı, yüzü kapıya dönük ama telefona bakan bir cüsse fark ettim.

Bu Reha’ydı.

Aklıma düşen milyon tane soru işareti ve yüreğime düşen raddesi çok yüksek bir şaşkınlıkla kaşlarımı çatarak ona baktım. “Senin burada ne işin var?” Gözleri bana döndü. Şaşkın halimi gördüğünde güldü. “Sana da günaydın, Mahi.” Şaşkınca etrafı incelediğimde dün gece yağmur yağdığını fark ettim. Etraf ıslaktı. Reha’nın üstünde, tıpkı benim de üstümde olduğu gibi siyah bir deri ceket vardı. Klasik siyah forması ve pantolonu üstündeydi. Siyah saçları dağınıktı ama gayet doğal görünüyordu.

Resmen kopya olmuştuk.

İçeri girip ceketimi düzeltecek zamanım yoktu. “Neden buradasın?” Yüzündeki gülümseme yok oldu ve yüz ifadesi normal bir hal aldı. “Feris Hoca’nın saçmalıkları işte. Seni almazsam bugün beni okuldan içeri dahi almazmış.” Kaşlarım çatıldı. “Feris Hoca niye böyle bir şey istesin ki?”

“Aramızdaki bağı kuvvetlendirmeliymişiz falan filan. Bu kadını anlamıyorum zaten.” Söylenirken arabanın etrafından dolaştı ve hoşnutsuz bir ifade ile arabanın ön kapısını açtı. Hazırlık okuduğumuz için ikimiz de reşittik ve Piyes’teki çoğu on ikinci sınıfın arabası vardı.

Feris öğretmenin ona verdiği emir umurumda değildi.

Kapıyı çekip kilitledim ve arabanın yanından geçerek otobüs durağına doğru ilerlemeye başladım. Neden annemle bana bir araba ve ehliyet almadığımızı ben de bilmiyordum. Araba almaya fazlasıyla paramız vardı. Hatta lüks bir araba dahi alabilirdik ama toplu taşıma sebepsizce onunla gitmem gerektiğini söylüyordu. Sabah saatlerinde fazlasıyla kalabalık olurdu ve bu durumda ehliyet daha mantıklıydı. Neden almamıştım ki?

Durağa yürürken Reha’nın arkamdan geldiğini belirten adım seslerini duyduğumda bana yetişememesi için koşmaya başladım. Resmen oyun oynuyorduk ama onun arabasına binmeyecektim. Günlerce peşimde kulüpten ayrıl dedikten sonra bunu yapmayacaktım.

“Mahi,” Bana seslendiğinde durmadım çünkü o benim peşimden benim kadar koşmasına gerek bile kalmadan bana yetişebiliyordu. Ben koşarken omuzlarımdan beni tuttu ve ben ne kadar ilerlemeye çalışsam da beni durdurdu. “Mahi,” İlerlemek için çırpınsam da etki etmedi. Ben çırpınmaya devam ederken Reha tekrar adımı andı. “Mahi,” çırpınmayı bıraktığımda derin nefeslerimde boğuldum. Çırpınırken nefessiz kalmıştım. “Arabada seni öldürecek hiçbir şey yok. Feris Hoca birlikte girmezsek seni almaya gelmediğimi düşünür.” Bahaneler, bahaneler... Ona dönmek için hamle yaptığımda omuzlarımı bıraktı. “Ben, beni almaya geldiğini ama arabaya binmediğimi söylerim, merak etme.” Yüzünde sorgularcasına bir ifade yayıldı ve omuzlarını kaldırarak “Böyle desen de bir işe yaramaz çünkü iletişim içinde olmamızı ve yakınlaşmamızı istiyor.” Göz devirdim. “Lütfen, Mahi. Daha fazla saçma sapan işlerle uğraşmak istemiyorum. Şu arabaya binsen canından parça eksilmeyecek.” Derin bir nefes vererek arabaya doğru ilerledim. Reha ve diğer bütün insanlar bazen gerçekten sabrımı zorluyordu. Arabayla gitmek istesem ehliyet alırdım zaten?

Arabanın kapısını açıp bindiğimde Reha’nın yüzünde hoşnut olduğuna dair bir gülümseme vardı. Hızla arabaya doğru ilerledi ve arabayı çalıştırdı. Sırtımdaki çantayı kucağıma koyup telefonumu açtığımda Lahza’dan gelen birkaç mesaj gördüm.

Lahza: Bugün kafamız rahat sanırım. Reha saatinde okulda değil. Bu onun için kıyamet falan demek. Büyük ihtimalle gelmeyecek.

Gülümsedim ve kıyameti benim yanımda yaşadığı aklıma geldi. Reha’nın az çok takıntılı olduğu belliydi ve Lahza’nın böyle düşünmesi çok normaldi. Bir gün de olsa kafa dinlemek isteyen arkadaşımın moralini bozmak istemesem de mesaj yazmaya başladım.

Hazan: Şu an onun arabasındayım ve okula geliyoruz...

Anında mesajı görmüştü. Eh, bana da bu denli şok edici bir mesaj gelse ben de anında bakardım.

Lahza: NE?

Hazan: Feris Hoca ona, beni evimden almazsa onu okul sınırlarından içeri almayacağını söylemiş. Kapıma dayandı sabah. Zorla bindim zaten. Geliyoruz şu an.

Telefonumu kapattım ve etrafa bakmaya başladım. Okula yaklaşıyorduk. İkimizden de çıt çıktığı yoktu. Reha yola odaklanmıştı. Geçen birkaç dakika boyunca kafam sakinlemiş gibi hissediyordum. Sanki Reha’nın arabası beni dünyanın gürültüsünden soyutlamıştı. Okulun bahçesinden girdiğimizde araba durdu. Kapıyı açtım ve arabadan indim.

Bir adım. İki adım.

Geriye kaldı iki yüz on adım.

Hesaplamama göre böyleydi yani.

Otobüs durağıyla okulun sınırı arasında tam tamına iki yüz seksen dört adım vardı. Okulun girişi ile durak arasında üç yüz on bir, sınıfla durak arasında ise üç yüz altmış sekiz.

Saymak bazen her şeyi unutmama vesile oluyordu. Sinirlendiğimde sayardım, korktuğumda sayardım, her anımda sayardım. Hissettiğim şeyin ağırlığı bu şekilde geçerdi. Şu an ise hissettiğim şeyin bir tesiri yoktu çünkü ne hissettiğimi ben de bilmiyordum. Tek bildiğim hoş bir his olmadığıydı. Reha hemen yanımdaydı ve sanki etrafımı saran bir duvar ördüğünü hissediyordum. Hiçbir şey yaptığı yoktu ama bu hali bile bir şeyler yaptığını hissettiriyordu.

Dün gece ders çalıştıktan sonra son bir kez oyuna çalışıp yatmıştım ve tüm gece bilinçaltımda öpüşme sahnesi dönmüştü. Yer yer kanın karıştığı sahneler de vardı elbette. Kanla ayrı bir sorunum vardı. Her durumda beni kan tutabiliyordu. Dünkü birkaç damlayı görmemiştim ama kanın kokusu diğer insanların aksine benim burnuma doluyordu.

Hava düne göre biraz daha fazla serindi. İyi ki üstüme daha kalın bir ceket giymiştim. Okulun forma olarak kullandığı siyah tişört ve siyah pantolonla fazlasıyla uyumluydu. Uyumu bozan tek şey kumral saçlarımdı ve belki de yeşil gözlerim.

Etrafta çok fazla öğrenci yoktu. Yağmur yağdığı için her yer ıslaktı ve çoğu kişi bahçeye inmeyi tercih etmemişti. Biz adımlarken neredeyse okula girmek üzereydik. Merdivenlerden çıktık ve okulun kapısını açarak içeri girdik. Ben önden ilerlerken o kapıyı bırakıp peşimden ilerledi. Telefonumu çıkarıp ders programıma baktım. Dersim matematikti. Eminim ki onunla aynı derste değildim. “Dersin ne?” Reha’nın sorusu ile gözlerimi onun yüzüne çevirdim. “Matematik. Senin?”

“Matematik.” İçimde oluşan dehşet ifadesini gizlemeye çalışarak “Hangi öğretmen?” Diye sordum.

“Nilda Hoca.” Derin bir nefes verdim. “İyi, aynı sınıfta değiliz.” Dudağının tek tarafı kıvrıldı. “Mutluluğun kısa sürecek çünkü birkaç saat sonra prova başlayacak.” Göz devirdim. “Defol git, Reha.” Sinirlenmemin ona zevk verdiğinin farkındaydım ama onu doğramak da bana zevk verecekti elbette.

Hızla yürüyerek koridora girmek için yöneldiğimde arkamdan histerik bir gülüş attı. Onu takmadan ilerlemeye devam ettim.

*** 

“Olmuyor!” Feris Hoca’nın bağırdığını belirten sesler salonda yankılandı. “Yapamıyorsunuz.” Az önceki gibi bağırmıyordu ancak sesi yine yüksek ve hiddetliydi. “Eğer aranızdaki kimyayı bugün içerisinde tutturamazsanız bunu yapana kadar sizi bırakmam. Gerekirse gece olsun, gerekirse sabaha kadar.” Reha ile hem telaş hem de sinirle birbirimize baktık. Aynı anda “Hocam Reha-” ve “Hocam Mahi-” diye başlayan cümlenin ardından bahanelerimizi sıralamaya başladığımızda öğretmen sinirli bir şekilde bize baksa da biz yakamızı kurtarma çabamız yüzünden birbirimizi göremiyorduk. “Kesin sesinizi!” Salona büyük bir sessizlik çöktü. Bu sefer yedekler ve iki, üç görevli öğrenci dışında kimseyi çağırmamıştık. Gelmek ve izlemek isteyenler buradaydı ve herkes şaşkınca öğretmene bakıyordu.

“Size bir gün süre veriyorum. Bugün gidin, dışarıda vakit geçirin ve kimyanızı sağlayamadan kesinlikle bana geri gelmeyin!” Bakışlarımız öğretmene döndü. Şaşkınlığımız barizdi. “Şimdi mi?”

“Evet, şimdi.” Şaşkınlığımızı üstümüzden atamamışken öğretmenin delici bakışları yüzünden çantalarımıza ilerlemek durumunda kaldık. Eşyalarımızı aldık ve salondan çıkmak üzere kırmızı halıda yürüdük. Öğretmenin duyamayacağı bir uzaklığa geldiğimizde derin bir nefes verdim. “Bu saçmalık.” Reha öğretmene göz devirirken –elbette bunu öğretmene dönük bir şekilde yapmamıştı- salonun kapısını açtık ve salondan çıktık. Koridor yeni silinmişti ve soğuktu. Herkes dersteydi. “Ne yapacağız?” Reha gözlerini sertçe kapatıp açtı.

“Onun dediğini yapmadığımızı anlarsa gerçekten içimizden geçer. Bir yerlere gidip boş muhabbetler etmek zorundayız.” Sinirle göz devirdim. Reha’ya bir gün boyunca katlanma fikri bende bir yerlerden atlama isteği uyandırıyordu. Bazen gerçekten tiyatro takımından ayrılmak istiyordum.

“Seç hadi,” O hiç gerginmiş gibi görünmüyordu. Umarım bütün bunları burnumdan getirmezdi.

“Bir kafeye falan gidelim o zaman.” İstemeye istemeye söylediğim fikrimden memnunmuş gibi koridorda ilerlemeye başladı. Bunu fark ettiğimde hızla arkasından adımladım ve yanında yürümeye başladım. Birkaç dakika sonra okuldan çıkmış, arabaya doğru ilerliyorduk.

Feris Hoca’ya ayrı sinir olmuştum. Aramızdaki kimya yoksa yoktu. Zorla güzellik olduracak değildik ya, neyi zorluyordu? Kimya zaman geçirerek oluşacak bir şey değildi ki.

İkimiz de arabaya bindiğimizde Reha arabayı çalıştırdı ve sürmeye başladı. Göz ucuyla ona baktığımda o da bu işten memnun değil gibiydi. Hoşnutsuz ifadesi yalnız olmadığımı hissettiriyordu. Şu an resmen öğretmenin zoruyla randevuya çıkıyorduk. İkimizin de ilişki durumu önemsenmeksizin hem de.

Benim elbette ki ilişkim yoktu ama Reha’nın ilişkisi olup olmadığını bilmiyordum hatta büyük ihtimalle ilişkisi vardı. Hiç boş duracak bir tipe benzemiyordu. Ondan uzak durmaya çalışmamın -ama duramamamın- sebeplerinden biri de buydu.

Yüz hatlarım gerilirken yola odaklanmaya çalıştım. Gerginliğimi atabilecek tek şey buydu. Uzun bir süre öylece ilerledikten sonra araba caddede, kaldırımın kenarında durdu. Alışveriş merkezine yakın bir yerdeydik. Alışveriş merkezinin etrafında kafe ve barlar vardı. Kafeler gündüz, barlar gece kalabalık olurdu. Arabadan indiğimde çantamı arabaya bırakmamın sorun olup olmayacağını düşündüm. Reha bunu dert edecek biri değildi. O yüzden telefonumu ve cüzdanımdan kredi kartımı alıp kalan eşyalarımı arabada bıraktıktan sonra arabanın kapısını örttüm ve bakışlarımı Reha’ya diktim. Tam önünde durduğumuz kafeye doğru ilerlediğini fark edince bakışlarım Reha’dan kafeye doğru döndü. Başımı kaldırıp kafenin adına baktığımda kalbim tekledi.

Lisyantus kafe.

Bunun anlamı neydi?

Şaşkınlıkla isme bakarken Reha’nın kapıyı açmış bir şekilde beni beklediğini fark ettim. Siyah saçları rüzgârda dağılmıştı. Aslına bakarsak saçı uzamıştı. Kestirilmesi gereken bir miktarda mıydı, bilmiyordum ama bu uzunluk ona yakışmıştı. Onu bekletmemekten değil ama içerinin soğumaması için hızlı bir şekilde adımlayarak içeri girdim. Reha ben içeri girer girmez kapıyı bıraktığında kapı freniyle önce hızlı, sonra yavaş bir şekilde kapandı. Cam kenarında, manzarası güzel olan bir yere geçtiğimizde garson kız menüyü getirdi. Menünün kenarları Lisyantus çiçeklerinin çizimleriyle donatılmıştı. Fiyatlar normaldi. İkimiz de hem tatlı hem kahve siparişini verip siparişlerimizi beklemeye başladık.

Telefonlarımıza gömülmüştük. Ben sosyal medyada geziniyordum, o ise birilerine mesaj yazıyor gibi görünüyordu. Çok hararetli yazıyordu ve stresli görünüyordu. Ona bulaşmak istemiyordum ama buraya telefon kurcalamak için gelmemiştik. Kapı her açıldığında gelen çan sesi dikkatimi dağıtıyordu. Reha’ya bulaşmamak için kendimi zor tuttuğumdan kafeyi incelemeye başladım. Duvarları tek renkti. Mordu. Her yerde Lisyantus resimleri vardı. Yer yer tablolar vardı ama onlarda da Lisyantus’la ilgili şeyler yazıyordu.

Okuduğum bir çerçeveye asılmış bir yazıda şöyle yazıyordu: Lisyantus çiçeği sevgi, saygı ve sadakati simgeler, mor Lisyantus ise asaleti. Bazı çiftlerin ilişkileri mor Lisyantus’a benzetilir. Asil bir aşk, mor Lisyantus’un getirisidir. Eğer biri size mor Lisyantus getiriyorsa bu aynı zamanda asaletinize olan hayranlığını belirtmek içindir.

Biri o kitabı ya yanlışlıkla çantama atmıştı ya da çiçeği yanlışlıkla kitabın arasında unutmuştu. Birinin bana böyle bir çiçek vermesi saçmalıktı. Ben Lisyantus çiçeği alabilecek bir kız değildim. Bende zarafetin z’si yoktu.

“Böyle oturup etrafa mı bakınacağız?” Ben kafeyi incelerken Reha’nın bakışları telefondan kalkmıştı. Telefonu kapatıp masanın kenarına bırakmış bir şekilde bana bakıyordu. Gözlerimi kafenin duvarlarından indirip ona doğru çevirdiğimde sorusunu tekrarladı. “Böyle oturup etrafa mı bakacağız?”

“Ne yapmamızı istersin?” İkimiz de birbirimizle sohbet edebilecek insanlar değildik. İstesek de bunu başarabileceğimizi sanmıyordum. “Tiyatronun sergilenmesine iki ay var ve o kadının istediği gibi oynayamazsak gerçekten sıkıntı çıkacak.” Gözlerini kapatarak derin bir nefes verdi. “Biliyorum, Mahi. Biliyorum. Şu lanet sahneyi berbat edeceğimizden korkuyorum.” Kaşlarım çatıldı. “Hangisi?”

“Öpüşme sahnesi.” Çatık kaşlarım anladığımı belli edercesine gevşedi. “O sahne...”

İkimiz de korkuyorduk aslında. O tiyatrocu olduğu için deneyimi olabilirdi, hatta tiyatrocu olmasından bağımsız olarak bile deneyimi olabilirdi ama ben daha önce kimseyi öpmemiştim. Ne yapacağımdan bihaberdim. Planım da yoktu. Reha’ya kendimi bırakırsam her şeyi mahvedebilirdim ama Reha’ya bırakmazsam da ne olacağını bilmiyordum. Belki her şey şarampole bir şekilde mükemmel olurdu. Belki de bütün gösteri mahvolurdu. Bunu ikimiz de bilemezdik.

Sesi kısıldı. “Dudakların dudaklarıma değecek, Mahi. Kıyametin arkasındaki okyanusa dalacağız ve bu ikimizin de sonu olacak.”

*** 

Uzun bir sohbetin ardından kafeden çıktığımızda ikimiz de ne yapacağımızı bilmiyorduk. Reha sırtını arabaya yaslayarak kollarını bağladığında onun ayaklarının hemen önünde duruyordum. Etraf sessizdi. Yağmur kokuyordu. Soğuk bir gündü. Yağmuru içime gömmek istercesine derin nefesler çektiğimde Reha kaşları çatık bir şekilde etrafı inceledi. “Ne yapacağız?” diye sordum. Gözlerini incelediği yoldan çekmeden dalgın bir şekilde “Sinemaya gidebiliriz.” diyerek sorumu cevapladı. Merakla baktığı yere gözlerimi çevirdiğimde bir anda bana döndü. “Filmi seç,” hemen yanına geçip arabaya dayandım ve telefonumu çıkararak film aramaya başladım. Birçok film vardı ve aralarında gözüme sadece bir tanesi çarpmıştı. Dram-romantik türünde bir filmdi, Reha’nın bunu beğenip beğenmeyeceğini bilmiyordum. O daha çok gerilim seven biri gibi görünüyordu ama şansımı denemekten zarar gelmezdi.

“Delibal.” Reha’nın gözleri dehşet ifadesi ile bana döndü. “Vazgeçtim, filme falan gitmeyelim.” Hızla arabanın etrafından dolanıp sürücü koltuğuna oturduğunda arabanın kapısını açtım. Bu kadar heveslendirmişken beni aniden ortada bırakması haksızlıktı. “Hey, döneklik yapma. Gideriz dedin. Gidelim işte.” Emniyet kemerini bağlarken yüzüme bile bakmadı. “Olmaz.” Arabayı çalıştırıp sürmeye başladığında “Neden?” Diye sordum. Sanki bir derdi varmış gibi görünüyordu. Filmin adı bile onu dehşete düşürmüştü. Reha’nın mazisine düştü aklım. Acaba geçmişinde bu filme benzer bir anısı mı vardı? Yoksa filmi başkasıyla mı izlemişti?

Durgun bir şekilde önüme döndüm. Kısık bir sesle “Başka biriyle gitme planın varsa seni zorlayamam tabii,” diye mırıldandım. Gözlerimi cama çevirdim. Haklıydım. Bir ilişkisi vardı ve bu denli güzel bir filme elbette ki sevdiği kadınla gitmek isteyecekti.

“Saçmalama. Sadece... Ah...” Derin bir nefes vererek eliyle yüzünü sıvazlamaya başladı. Sonra elini bir anda çekerek yüzünü yüzüme çevirdi. “Ben tiyatrocuyum, tamam mı? Duygusal olmazsam işimi hiçbir şekilde iyi yapamam ve bazen kendimi kontrol edemiyorum.” Gözlerini tekrar kapattı ve önüne döndü. Derin nefesler alıp vermeye başladı. Sakinleşmeye çalışıyordu.

Demek film ona dokunuyordu. Bu fazlasıyla normaldi ama Reha gibi birinden duygu belirtisi alabilmek ilginçti.

Yaraları vardı. Derin kesikleri olan, iltihap kapmış yaraları vardı. Dikiş atılamazdı, sarılamazdı, temizlenemezdi. Onlar onu öylece öldürürken siz sadece izleyebilirdiniz. Reha buydu. Ölürken sadece izleyebileceğim bir vakaydı.

Yaralarına baktıkça bir ayna görüyordum. Kendimi yansıtıyordu. Aynalar konuşuyordu. ‘Senin de yaraların var, onunkiler gibi. Onun kadar acı veren, onun kadar kanayan.’ Aynalar yalan söylemezdi. Aynalar yalan söz bilmezlerdi.

“İstersen bu saçmalığı şu an bitirebiliriz.” Üzerinde olan gözlerime çevirdi gözlerini. Endişeliydi. “Olmaz, bu tiyatro çok önemli ve hocanın istediği kimyayı tutturamazsak çok büyük bir fırsatı kaçıracağız.” hemen önümdeki çekmece benzeri bölümü açarak bir ilaç kutusu çıkardı ve hapı paketinden çıkararak dilinin altına koydu. “Nereye gitmek istersin?” Bunu modumuzu yükseltmek için gülümseyerek sormuştu ama nafileydi. Yüzüme yalancı bir gülümseme yerleştirdim. Elbette anlardı ama dert etmeyecektim.

Gözlerimi arabadan dışarıya dikerek etrafı inceledim. Belki aklıma bir şeyler gelir umuduyla arayıştaydım ve öyle de oldu. Karşımızdaki reklam panolarında gördüğüm boks maçının reklamı bana fazlasıyla ilham vermişti.

Aklıma gelen sinsi fikirle gözlerim kısıldı ve yüzüme keskin bir gülümseme yerleşti. “Ringe ne dersin?” Reha kaşları çatık bir şekilde, yüzünde anlamlandırmaya çalışan bir gülümseme ile bana döndü. “Ring mi?”

“Gerginliğimizi atmaz mıyız? Bence gayet makul bir şey.” Başını sağa sola sallayarak önüne döndü. “Zarar görmek mi istiyorsun?” Başını direksiyonun üstündeki cama doğru kaldırdı. “Korumalıklarımız illa olur. Merak etme, zamanında ben de spor yaptım. Alışığım.” Yüzünün yönünü değiştirmeden, bana yandan bir bakış attı. Dudağının tek tarafı kıvrıldı. Kabul edecekti. Zaten çalışan arabayı sürmeye başladığında gülümsemem büyüdü.

Çocukken kick boksa gitmiştim ve Reha’nın bundan haberi yoktu. Neler yapabileceğimi veya ne yapacağımı bilmiyordu. Öte yandan ben de onun bana yapabileceklerini bilmiyordum. Spor yaptığı belliydi ama hangi sporla ilgilendiği hakkında hiçbir fikrim yoktu. Bunun da üstüne bana acıyıp acımayacağı hakkında da bir fikrim yoktu. Yavaş olmasını umuyordum. Bir filme ağlamamak için gitmeyen adam, bir kadına da sinirli olduğu için zarar vermezdi.

Yüzündeki sinsi gülümseme beni ürpertmek için yetmişti. Benim için planları vardı. Organlarımın sağlam kalması için dua ederken Reha’nın bizi getirdiği ringe varmak üzereydik. Aklıma tek bir soru düşmüştü. Reha bu ringi nereden biliyordu?

Sanırım tahminim tutmuştu. Reha bir dönem kick boksa gitmişti ve buraya gelmişti. Beni tanıdığı bir yere getirmişti.

Salonun önünde durduğumuzda arabadan indim. Gergin olsam da birazdan rahatlayacaktım. Daha önce hiç maça çıkmadığım için korumalık kullanmamıştım. Rahat edip etmeyeceğimi bilmiyordum ama korumalık takacağımız bile kesin değilken bunu düşünmemek daha iyiydi.

Reha benden önce atılarak kapıya doğru ilerledi ve kapıyı açıp içeri geçmem için bekledi. Ben içeri geçtiğimde, kasada bekleyen çocuğun yanına doğru ilerledi ve omuzlarına kadar gelen kısma kollarını koyarak “Bize ringi hazırla, iki kişiyiz.” Çocuk onaylayıp birkaç kişi çağırdığında kaşlarım çatıldı. Reha fazla rahat, insanlar fazla telaşlıydı. Reha gelmeden önce gayet sakinlerdi. Bu telaşın Reha ile bir ilgisi olabilir miydi?

“Gel, ringe geçelim biz,” Reha’nın sesi kulaklarıma dolduğunda düşüncelerimden koparak komutunu yerine getirmek üzere onun yanına doğru yürüdüm. Benim yürüdüğümü gören Reha arkasını döndü ve bildiği yolda ilerlemeye başladı. Onu takip ederken etrafı inceliyordum. Geçtiğimiz koridorlardan birinin duvarında, sprey boya ile ‘MAHİDAR’ yazılmıştı.

Bu salon ona aitti.

Egoist çocuk.

Yüzünde keskin bir gülümseme ile yürümeye devam ettiğinde göz devirdim. Buranın onun olduğunu anlamam için beni bu koridordan geçirmişti. Zekiydi. Aptaldı. Egoistti ve en önemlisi ise kelimeleri sevmiyordu. Bunu tam da şu an anlamıştım.

Büyük bir kapıyı açıp içeri girdiğimizde ringe geldiğimizi anladım. Ringin bir kenarında eldivenler vardı. İki çift eldiven dışında hiçbir şey yoktu.

Ah, lanet girsin.

Ringe ilerleyip kenardaki merdivenlerden ringe çıktığımızda eldivenlere doğru ilerleyerek ceketimi çıkardıktan sonra ringin kenarlarına astım ve eldivenlerden birini elime aldım. Eldivenleri elime geçirmeden önce Reha’ya son bir bakış attığımda sırıtarak yanıma doğru geliyordu. Derin bir nefes vererek göz devirdim ve eldiveni elime geçirdim. Diğerini zor, zekât elime almayı başarsam da onu da elime geçirmeyi başarmıştım. Reha çoktan eldivenleri eline geçirmişti, ceketini çıkarmıştı ve kısa kollu formasıyla eldivenin arasından kolu görünüyordu. Esmer mi, buğday mı olduğunu anlayamadığım teni ringin spotları sayesinde parlıyordu. Bu parlamaya kehribara kayan ela gözleri de dahildi. Gülümseyerek karşıma geçti. “Skor tutalım mı?” gülüşünde sezdiğim aşağılamaları hissedebiliyordum.

“Gerek var mı? Zaten kaybedeceksin.” Tamam, buna ben bile inanmamıştım. Kollarındaki kaslar beni gerçekten korkutuyordu. Minik bir kahkaha attığında “Öyle olsun bakalım,” diyerek boynunu çıtlattı.

Tamam, gerçekten gerilmiştim. Bu fikir nereden çıkmıştı?

“Yüze saldırmak yok. Sırtı yere ilk gelen kaybeder ve baştan başlarız.” Uyarısına başımı sallayarak güldüm. “Peki,” Çok uzağımda değildi. Saldırabileceğim kadar yakındı. Başlama komutu gelmeden kaburgalarının alt kısmına, midesinin kenarına bir yumruk geçirdiğimde afalladı. “Seni dövmek güzel olacak.” Yumruklarımdan kaçarak arkamdan, belimi tutup beni savurmaya yeltendiğinde dirseğimle midesine bir darbe indirdim. “Bu kadar güçlü olduğunu söylememiştin.” Sesinde haksızlığa uğradığına dair nidalar uçuşurken Reha’nın tepkisine kahkaha attım. “Vurmayacak mısın?” Öylece kenarda beklediğimde Onun bana saldırmasını bekledim. “Canın yanar.”

“Amacımız sinir atmak. Elbette bir bedeli olacak.” Bana doğru yaklaştığında hiçbir şey yapmadan, öylece yanıma gelmesini bekledim. Sakin adımlar atıyordu. Yanıma kadar yaklaştığında çevik bir hareketle iki bacağımın da diz kapağımın arkasındaki kaslara bir darbe indirip dizlerimin kırılmasına sebep olduğunda sırtımı yerde buldum. Bacaklarım düzleştiğinde Reha’nın dizleri kaval kemiğime yerleştiğinde acıyla inledim. Elleri bileklerime gittiğinde kollarımı kaldırarak bileklerime dayandı ve hareketim tamamen kısıtlanmış oldu. Yüzünü yüzüme yaklaştığında nefesim kesildi.

Başını hafifçe sallayarak gözlerini kıstı. “Sana ne zararlar verebileceğimden bihabersin, Mahi.” Gözlerine soğukluk çöktü, gülümsemesi silindi. “Senin takımdan ayrılman ikimize de yarar sağlayacak ama anlamıyorsun.” Yüzüme daha çok yaklaştı. Burnunu burnuma sürtmeye başladığında gözlerimi kapattım. Onun gözleri çoktan kapanmıştı. “Her adımın ikimize de birer hançer saplıyor ama anlamıyorsun.” yüzümü yukarı doğru kaldırdığımda dudaklarının dudaklarıma sürttüğünü hissettim. “Yakıyorsun, Mahi. İkimizi de yakıp küle çeviriyorsun.” Dudaklarının dudaklarıma daha fazla sürttüğünü hissediyordum. Öpmüyordu, sadece dudaklarını dudaklarıma dokunduruyordu. “O zaman yağmur yağdırmayı dene, Bağ Bozumu Tanrısı.” Derince verdiği bir nefes yüzümü ısıttığında ellerimi bırakarak ayağa kalktı. “Bırak, Mahi. Tiyatroyu bırak.”

*** 

Zaman zaman girdiğimiz tartışmalar, bizde hasar bırakıyordu, bu fazlasıyla belliydi. Artık sadece tartışma da değildi. Aramızda geçen her bir diyalog, her bir temas ikimizde de iz bırakıyordu. Birbirimizi yakıyorduk. Birbirimizi yakıp kül ediyorduk, zararı hiç dert etmeden.

Bazen nefesim kesiliyordu. Güzelliği karşısında nefes alamıyordum. Cazibesi beni mest ediyordu ve kendimi durduramıyordum. Reha’ya Bağ Bozumu Tanrısı demelerinin bir diğer nedeni de bu olmalıydı. Tanrısal bir güzelliğe sahipti ve bunun farkındaydı. En tehlikeli olanı da buydu. Güzelliğinin farkındaydı.

Bazen okuldakilerden onun hakkında iyili kötülü laflar duyardım. İkisi de acizce konular olurdu. Kötü dedikodular haset ve Reha’nın geçmişini barındırırdı. İyi olanlar ise Reha’yı öven ve etrafındakileri, en çok da onu kıskanan insanların ağzından dökülen sözcükler olurdu.

Reha onları duyar mıydı, bilmezdim ama eğer duyuyorsa ruhundaki derin kesiklerin bazıları bundan kaynaklıydı. Reha hassastı. Reha yaralıydı ve bunun sadece ben farkındaydım. Belki de sadece bana göstermişti, belki de sadece ben anlamıştım ama yaralı olduğu apaçık bir şekilde barizdi. Güçlü görünmeye çalışıyordu, insanları nefes aldığına inandırmaya çalışıyordu ama nefes aldığı falan yoktu onun. Öylece, ölmüş bir şekilde mezarının kazılmasını ve içine girmeyi bekliyordu. Reha Vuslat Mahidar buydu. Ölmüş ama diri gibi görünen.

Üç günlük nefesimiz, ciğerlerimizi doldurmaya yetmiyordu. Reha’nın yarasındaki iltihap artık benim yaralarıma da bulaşmıştı. Bir mikrobun bulaşması işte bu kadar kolaydı. Artık ikimiz de hiçbir şeyi bırakamazdık. Bulunduğumuz konumlara ve uyguladığımız eylemlere kalın halatlarla bağlanmıştık. Halatlar koptuğunda gerçek benliklerimiz ortaya çıkacaktı. Yaralarımız kanayacaktı ve ortalığa öylece saçılacaklardı. İnsanlar şaşıracaktı. ‘Bu insanların bu denli derin yaraları mı vardı?’ diyeceklerdi. Reha ve ben ise birbirimize bakarak tebessüm edecektik. Kanayan yaralarımız son damlasına kadar akacak ve bizi öldürecekti. İşte bizim sonumuz, o gün, o akan kanla yazılacaktı.

“Yağmur damlaları, yıldızlar, deniz taşları, gözlerindeki tonlar...”

“Göktaşı değil, gökyaşı.”

“Sayfalar kadar uzun ömürler dilediler bana.”

Zihnimde öylece yankılanan cümleler vardı. Hepsi Reha’nın sesindendi. Oysa Reha bunların hiçbirini söylememişti. “Önündeki taşlar ömrünü kısaltsa da sen onları aşmaktan vazgeçme.”

“Ceketini unutmuşsun.” Ben elimdeki eldivenleri atıp sıcaktan bunaldığım için dışarı doğru gittiğimde Reha tek bir canlılık belirtisi bile göstermemişti. Üstüne deri ceketini giymişti. Alnından terler damlıyordu. Kokusu her zamanki gibi üzerindeydi. Parfüm sıkmıyordu. Şampuanının kokusu ona yetiyordu ve zaten çok güzel kokan bir şampuanı vardı. Basit bir şekilde argan yağı kokuyordu ve çok ağır kokuyordu. Argan ağır kokmazsa fark edilmezdi. Ağır koktuğunda ise her yere yayılırdı ve çok nahoş kokardı. Üstelik saçı yumuşatırdı. Bana kışı hatırlatıyordu bu koku. Sebepsizce, anısızca ve yalnızca.

“Teşekkür ederim.” Ceketi elinden alıp üstüme geçirdiğimde üşüdüğümü fark ettim. Hava soğuktu. Kısa kollu bir forma ile durulamayacak kadar soğuktu. Bakışlarımı Reha’ya çevirirken dağılan saçlarımı düzeltme gereksinimi hissettim. “Gidelim mi?” ‘Evet’ anlamında başımı salladığımda arabaya doğru ilerledi. Ben de onun peşinden arabaya bindiğimde telefonumu açarak saati kontrol ettim. Okul çoktan bitmişti. Herkes dağılmış olmalıydı. Akşam Lahza ile görüntülü konuşmalıydım. Bugün çok fazla ayrı kalmıştık.

Araba hareket etmeye başladığında bakışlarımı camdan dışarı çevirdim. Reha radyoyu açtı. Sakin bir müzik çalmaya başladığında derin bir nefes verdim. Bugün ruhum çok fazla yorulmuştu. Biraz dinlenmeye ihtiyacım vardı.

Uzun bir yolculuğun ardından evimin önüne varmıştık. Beni evimden alan da evime bırakan da Reha olmuştu. Bugünün adı Reha’ydı sanırım.

“İyi akşamlar,” Diyerek arabadan inmeye yeltendiğimde bileğimi tuttu. Şaşkınca bakışlarımı ona çevirdiğimde gözleri sokaktaydı. Baktığı yere gözlerimi çevirdiğimde bir grubun içmiş bir şekilde, sallana sallana, yolun bizim olduğumuz tarafına doğru ilerlediğini fark ettim. Annem evde yoktu. Genelde gece çalıştığı için -ve bu aralar yoğun çalışıyordu- evde neredeyse tektim. Geceleri ben fark etmeden gelir, ben fark etmeden giderdi.

Grubu gördüğümde oturduğum koltuğa korkuyla sindim. Öyle ki, neredeyse koltukla bütün olmak üzereydim. Reha’nın eli hâlâ bileğimdeydi. Bileğimi stresten fazla sıktığını fark ettiğimde bileğimi kurtarmaya çalıştım. Başaramayacağımı anladığıma zorlayarak bileğimi değil de elimi tutmasını sağladığımda şaşkınca gözleri bana döndü. Ben ise onun gözlerine bakmadan gruba bakmaya devam ettim. “Arabanın cam filmi var mı?”

“Hayır...” Şaşkınca bana bakarken bir küfür savurdu. Bizi fark etmiş olmalılardı. Ne kadar tehlike oluşturabileceklerini bilmiyordum ama tedbirden zarar gelmezdi. “Kalk hadi, eve gireceğiz.” Onu elinden çekiştirmem ile afalladı. “Size mi?” Reha daha önce böyle bir şeyle karşılaşmamış olmalıydı. Genelde gece dışarı çıkmazdı. Arkadaşlarının sosyal medya paylaşımlarının hiçbirinde o yoktu, gündüz sürekli birlikte gezmelerine rağmen.

Çantamı sırtıma takıp anahtarımı ayarladığımda ikimiz de derin bir nefes vererek arabadan çıktık. Eğer Reha arabada kalmış, ben çıkmış olsaydım bana saldırabilirlerdi veya ben eve girdikten sonra kapıma dayanabilirlerdi ve Reha’nın elinden hiçbir şey gelmezdi fakat birlikte çıktığımızda hızlı bir şekilde eve girecektik ve ikimiz de güvende olacaktık. Zira bulunduğumuz mahallede kimse gece dışarı çıkmazdı. Çıkanlar genelde tekin kişiler değillerdi. Daha önce buna benzer bir grubun, birkaç kişinin kapısına dayanması ile ilgili çok fazla dedikodu duymuştum. Ne olup ne biteceğini hiç kimse bilemezdi.

Hızla kapıyı açıp eve girdiğimizde kapıyı kapatıp birkaç defa kilitledim. Derin bir nefes vererek ve çantamı yere atarak kapıya dayandığımda ellerimle kollarımı tutmaya başladım. Gerilmiştim.

Reha, Amerikan mutfağın koridor kısmının ışığını açtığında evi inceledi. “Sen tek mi yaşıyorsun?”

Derin bir nefes vererek yutkundum. “Annemle yaşıyorum ama annem hemşire. Eve çok uğramaz.” Anlamışçasına başını salladı. “Gel, kapının yanında durdukça daha çok tetikleneceksin.” Doğruldum ve yere attığım çantamı yerden aldım. Hızla yukarı doğru ilerlediğimde Reha peşimden geliyordu. Odama geldiğimizde ceketi üstümden çıkardım. Reha üstümü değiştireceğimi anladığında arkasını dönerek duvarlardaki resim, poster gibi şeyleri incelemeye başladı. Ben ise hızla pantolonumu ve formamı atarak üstüme basit bir gri eşofman ve beyaz bir tişört geçirerek yatağa oturdum. Yüreğim bütün günün ağırlığıyla çarpıyordu. “Panik atak geçirdiğinden haberin var mı?” Reha’ya şaşkınlıkla baktığımda kaşlarımı çattım. “Ne?”

“Şu anda panik atak krizi geçiriyorsun.” Arkasını döndü ve yanıma doğru ilerledi. Hemen önümde çömeldi ve ellerini dizlerime koydu. Gözleri gözlerimdeydi. “Kendinden bu kadar mı bihabersin, Mahi? Hiç kendini önemsemiyor musun? Hayatında hiç psikoloğa gitmedin mi?”

Başımı sağa sola salladım. Gözlerimi gözlerinden indirdiğimde anlamlandırmaya çalıştığım şeylerin sayısı arttı. Kalbimin atışları yavaşlamıştı. “Kendine, en az tiyatroya önem verdiğin kadar önem ver, Mahi. Kendi kendine sapladığın hançerlerin farkında değilsin. İçinde bir yılan var ve o yılan zehrini senin kalbine veriyor. Kendi kendini zehirliyorsun.” Gözlerini yüzümden çekti ve ayağa kalktı. “Uyu, Mahi. Seni tiyatro bile düzeltemez artık. Seni şarap tanrısı bile düzeltemez, seni şaraplar bile düzeltemez.” Bana, beni sadece benim düzeltebileceğimi söylüyordu. Beni o bile düzeltemezdi. O bile bunun farkındaydı.

Ayaklandı ve aşağı inen ayak seslerini duydum. Birkaç saniye sonra kapının kilidini açtı ve evden çıktı.

Loading...
0%