Yeni Üyelik
8.
Bölüm

7. BÖLÜM: YIRTIK DİKİŞ

@zeusuyratlmamshera

~Hazan Mahi Piyale~

Bazen, kelebeklerle dolu, herkesten uzak, su ve kuş seslerinin yankılandığı bir vadide olmak istediğimi hissediyordum. Sanırım bu son on yılda istediğim tek şeydi. Şehrin yoğunluğu beni boğuyordu ve kaçmak istediğim şeylerin sayısı gittikçe artıyordu. Kendimden kaçmak istiyordum, insanlardan kaçmak istiyordum, boşluktan kaçmak istiyordum, Reha’dan kaçmak istiyordum...

Ama bazen de oluyordu ki, kaçmak istediğim şeylere ihtiyacım oluyordu. Ne kadar yalnızlığı tercih edersem edeyim, kalabalıkta büyümüş bir insandım ve kalabalıkta büyüyen insanlar istemeden de olsa kalabalığa muhtaç bir hale geliyordu. Bazen aldığımız nefesi bile birileriyle birlikte almak istiyorduk. Mahkûmiyet buydu. Mahkûmiyet kalabalıktı. Maruz kalmaktı ve yokluğunda değeri anlamaktı mahkûmiyet.

Çocukken, aşkın veya sevginin varlığını sorgulardım. Sevgi neydi? Ben birine sempati hissediyordum fakat bu sevgi miydi? Birileri bana güzel şeyler hissettirmeyi başarıyordu fakat ben gerçekten hissediyor muydum? Etrafımdaki insanların bana karşı bir art niyeti var mıydı? Bunlar, küçük bir çocuğun sorgulamaması gereken şeylerdi. Zamanla üstüne toprak atılan veya önüne perde çekilen hislerin aslında bir şekilde yaşama tutunabildiğini ve dışarıya yansıtıldığını fark etmiş ve kendimi bir anda buralarda bulmuştum. Bana göre ıssız bir dağ olan bu liman, aslında oldukça kalabalıktı. Beni alıp götürecek gemiyi hem bekliyor hem de korkuyordum. Bekliyordum çünkü kalabalıktan uzaklaştığımda kendimin farkına varacaktım. İnsanları ve hisleri anlayacak, aklımdaki soru işaretlerine cevap bulacaktım fakat korkum da vardı. Korkum, mahkûm olduğum kalabalıktan kopmaktı. Kendiyle çelişen bir ruhtum. Elimden geldiği kadar özgür, elimden geldiği kadar tutsaktım.

Bir tutsaklığım daha vardı. Siyah saçları, kehribar gözleri, dövme dolu bir sol kolu ve kadife bir sese sahip olan bir tutsaklıktı bu. Ona tutsak değildim. Aramızdaki bağlar beni tutsak etmişti. Gördüğüm ipler, resmen bir hapishanenin parmaklıklarından farksızdı. Söz dinlemezdi, pervasızdı, kafasına göre hareket eder fakat yine de kuyruğunu kurtarmayı başarırdı. Korkmazdı, kendine düşkündü, istediğini alabilmek ve elindekini kaptırmamak için her şeyi yapardı ve bütün bu özellikleri beni ona hayran bırakırken aynı zamanda korkutuyordu. Yapabileceklerinin ucunu, bucağını göremiyordum. Ne yapabileceğinden emin olmadığım bir çocuktu ve sonunu kestiremediğim senaryolar beni bir adım geri atmaya zorluyordu.

Yanımda uzanan kıvrımlı bedeninin parçası olan, yataktan sarkan koluna diktim gözlerimi. Dövme doluydu kolu. Adı yazıyordu, çiçekler vardı, tiyatronun işareti olan gülen ve ağlayan maske vardı, gözümün ısırdığı fakat çıkaramadığım bir çiçek, hepsine önderlik ediyordu. Diğer bütün çizimler, o çiçeğin etrafına çizilmişti. Kolundan eline indirdim gözlerimi. Serçe parmağında kırmızı renkli, düğüm atılmış ipe benzeyen bir dövme vardı. Bir anlamı olmalıydı fakat ben anlamını bilmiyordum. Diğer parmakları boştu. Parmakları uzun ve inceydi. Eli zarifti. Bir erkeğe göre zarif elleri vardı. Sol bileğini eski bir saat süslüyordu. Şıktı ve pahalı olduğu belliydi. Elimi kaldırıp eline doğru yaklaştırdığımda sadece elinin yanına tutmakla yetindim. Ten rengi farkımızı inceliyordum fakat bilinçaltımdan tek bir soru geçiyordu: Elim eline yakışır mıydı?

Gece olan şeyler düştü aklıma. Beni buraya o taşımıştı. Canı çok yanmış olmalıydı. Daha merdivenlerden inerken bile ben ona destek oluyorken onun beni taşıması mantığa yatan bir eylem değildi.

Reha kendi canını, başka insanlar uğruna yakmayı seven biriydi. Onun bu huyu en aklıma yatmayan yüzünü ortaya çıkarıyordu. Reha’nın içinde kimseye kıyamayan, merhametli bir yüzü vardı ve zaman zaman bunu gizlemekte zorluklar yaşıyordu. Oysa onun iyi niyetini suistimal edebilecek ne çok insan vardı.

Yarasının iyileşmeye yüz tuttuğunu düşünüyordum. Beni aşağıdan buraya kadar taşıyabildiğine göre artık ona destek olmama gerek yoktu. Ne kadar yarası iyileşmeye başlasa da onu hareket etmeye zorlamamalıydım.

Derin bir nefes vererek ayağa kalktım. Odanın camları kapalıydı ve odaya her zamanki kötü kokusu sinmişti. Cam açma gereksinimi duysam da Reha uyuduğu için bunu yapmama kararı aldım. Neredeyse kışa girecektik ve zaten yaralıyken üstüne hasta olmasını istemezdim.

Sakince ayağa kalktım ve etrafa bakındım. Şifonyerim dağılmıştı. Çalışma masamda kitaplar ve kâğıtlar yığılı bir şekilde duruyordu. Etrafta Reha’yla benim kıyafetlerim vardı. Kitaplığımın rafları dağılmıştı. Oda talan bir haldeydi. Kıyafetlere basarak banyoya doğru yürüdüm. Işığı açtım ve banyoya girdim. Banyonun, şifonyerimden bir farkı yoktu. Reha’nın diş fırçası ve macunu, aynı şekilde benim eşyalarım, şampuanım, havlular... etraf savaş alanından farksızdı.

Belli ki bugün temizlik günü olacaktı.

Derin bir nefes verdim ve önce yüzümü yıkadım, ardından dişlerimi fırçaladım. Hemen ardından odama geçip birkaç yudum su içtim ve banyoyu toplamaya başladım. Her şeyi yerli yerine dizdim ve kirli havluları evin ortak banyosundaki çamaşır sepetine koydum. Odama geri döndüğümde yerdeki çamaşırları topladım ve renklileri, yine ortak banyodaki çamaşır makinesine koydum. Daha fazla çamaşır çıkabileceğine ihtimal vererek makineyi çalıştırmadan banyonun kapısını çektim ve odama döndüm.

Reha pozisyon değiştirmişti ama hâlâ derin bir uykuda gibi görünüyordu. Onu uyandırmakla uyandırmamak arasında kaldım ama uyanması için bir sebep yoktu. Odamı süpürmeyi düşündüm fakat annem zaten hafta sonu temizlikçi çağırırdı. Odamı süpürürsem bütün evi süpürmem gerekirdi ve evin genişliği bende ikinci kattan atlama isteği uyandırıyordu.

Şifonyerime doğru ilerledim ve masamdaki makyaj malzemelerimin hepsini çekmecedeki organizatöre, yerlerine göre yerleştirdim. Hemen ardından çalışma masamın sandalyesine oturdum ve defterlerimi, çalışma masamın dolabındaki yerlerine, test kitaplarımı ise çalışma masamın raflarına dizdim. Kalemlerimi de raflardan birindeki kalemliğe yerleştirdim. Oturduğum sandalyede yüz seksen derece dönüp çantamı aldım ve masamın kenarına, duvarla masa arasına sıkıştırdım.

Birkaç saniye sonra ayağa kalktım ve ikinci yatağı topladım. Reha’nın üstünün açıldığını fark ettiğimde battaniyeyi düzelttim ve üstüne örttüm.

Derin bir nefes vererek telefonumu aldım ve aşağı inmek için odadan çıktım. Merdivenlerden inerken aşağı katı inceledim. Annem yok gibi görünüyordu. Büyük ihtimalle gece anneannemlerde kalmıştı, sabah da eşyalarını alıp işe gitmişti.

Annemle neredeyse hiç görüşemiyorduk ama annem bunu dert etmiyordu. Ben dert etmemek zorunda kalıyordum çünkü bütün görüşmelerimiz anneme bağlıydı.

Mutfak az da olsa dağılmıştı. Önce bulaşıkları yerleştirdim. Sonra tezgâh ve masayı sildim. Yapabileceğim yemekleri düşünmeye başladım. Canım tost çekiyordu, tost yapabilirdim. Malzemeleri çıkarıp kesmeye başladım. Bu sırada zihnimi işgal eden düşüncelere fırsat vermek istemesem de zihnim çoktan kuşatılmıştı.

Birkaç hafta okula gidemeyecektik. Döndüğümüzde ise Reha yaralı olacaktı ve istediği gibi hareket edemeyecekti. Bu haliyle bile üstüne basabilmesi bir mucizeydi. Hele ki beni taşıması... Yarasını kontrol etmeliydim. Eğer dikişleri açılmamışsa gerçekten bıçaklanıp bıçaklanmadığını sorgulamam gerekecekti çünkü daha ilk gündü. İlk günden birini taşıması kesinlikle sağlıklı değildi.

Bunun da üstüne tiyatroya dönmemiz gerekiyordu. Evde, kendi başımıza çalışsak da sahnede olduğu kadar iyi performans sergileyemiyorduk. Evde sadece ikimizin olması da buna etki ediyordu. İnsanların önündeyken birbirimizi o kadar görmüyorduk ama evde tek başımızayken birbirimizi hücrelerimize kadar hissediyorduk. Bu evde sadece ikimiz vardık ve o vardı. Bu evde ikimizden de öte o vardı.

Birini bütün varlığına, ruhuna kadar hissetmek gerçekten ağırdı. İnsanın ruhunu hissetmek zordu. Bazı ruhlar vardı, yaralılardı ve o ruhu hissetmenin sizde açacağı kesikleri bilirdiniz. Erişmek için çabalamazdınız.

Fakat bazı istisnalar vardı. Ruhu sizin ruhunuza benzeyen insanların ruhuna erişmek için ne kadar çaba göstermeseniz de o ruha erişirdiniz ve ruhtaki kesikler sizin ruhunuza da sıçrardı. O ruhtaki bıçak, çıkarılır ve sizin ruhunuza saplanırdı.

Ruh iziydi bu. Başka birinin yarasındaki kanın, sizin ruhunuza aynı bıçakla açılan yaraya geçmesiydi. Kalıcı bir izdi. Hissettiğiniz şey buydu aslında. O kan damlaları, ruhtan geçen acılardı.

Çığlık sesi duydum.

Üst kattan geliyordu.

Koşarak yukarı çıktım. Durduk yere gelen bu çığlık sesi beni dehşete düşürmüştü. Odama girdiğimde Reha’yı, elindeki telefonu üstten destekleyen, altını ise kaburgalarına yaslamış bir şekilde video izlerken gördüm. “Pardon, telefonun sesi biraz fazla açık kalmış.” Öfkeyle soluyarak göz devirdim. “Yüreğime indi. Bir şey oldu sandım.”

“Sana da günaydın, Mahi.” Tekrar göz devirdim. Bu çocuk iflah olmazdı. “Etrafı biraz topladım, kirli kıyafetin varsa ver, yıkayayım. İstersen duşa gir. Malûm, bir günde ayaklandın ya.” Bu, sanki bir gün boyunca bile bile bana kendini taşıttığını ima etmek gibi olmuştu ama öyle bir imam yoktu. Hiçbir zaman da olmayacaktı.

“Aslında... girsem iyi olur.” Kendi evi olmadığı için rahat davranamıyordu ve bu benim yüzümde bir tebessüme neden oluyordu çünkü çekindiğinde sekiz yaşında bir çocuk gibi görünüyordu. “Havlular dolapta. Benim şampuanımı ve duş jelimi kullanabilirsin. Ben kahvaltı hazırlamaya dönüyorum.” Gülümseyerek odadan çıktığımda gülümsemem büyüdü. Çekinmesi çok tatlıydı.

Reha ve tatlılık.

İmkânsız bir aşk.

Düşüncelerime kahkaha atarken merdivenlerden aşağı indim ve tostu yapmaya devam ettim.

~Reha Vuslat Mahidar~

Oda, onu getirdiğim andan daha topluydu.

Canım yanarak da olsa onu zor bir şekilde önce yukarı, sonra odaya taşımıştım.

Canımın acımasının sebebi ağırlığı değildi. Yaranın taze olmasıydı.

Çok hafifti. Elli kilo ya vardı ya yoktu.

Saçları çok güzel kokuyordu. Tıpkı... bal özü gibi...

Daha önce yarama basmaktan korkarak onun bana destek olmasına izin verdiğim günün gecesi benim onu taşımam komikti.

Ayağa kalktım ve banyoya girdim. Banyo tıpkı onun gibi kokuyordu. Dişlerimi fırçaladıktan sonra üstümde ne varsa çıkardım ve kendimi soğuk suyun altına attım.

Elimi fayansa dayayarak başımı yere eğdim ve suyun yüzüme doğru gelmesine izin verdim. Yüzümün soğuk suyla temas etmesi ile yüzümün aslında yandığını fark ettim. Uyurken terlemiş olmalıydım. Bütün vücudumun ısısı düşüyordu. Bandaj da ıslanıyordu fakat herhangi bir yanma veya olağanüstü bir acı hissetmiyordum. İyileşmeye yüz tutmuş olmalıydı.

Soğuk su gerçekten iyi gelmişti. Saçlarımdan akan suyu görebiliyordum. Gözlerimi kapatarak başımı kaldırdığımda suyun ısısını arttırdım ve Mahi’nin şampuanını aradım. Bal özlü şampuanını bulduktan sonra elime döktüm ve saçımı köpürttüm. Şampuan tıpkı onun gibi kokuyordu. Birinin kokusunu, o kişi yokken alabilmek sanki çok imkânsız bir şeymiş gibi geliyordu. Saçımı duruladıktan sonra duş jelini aldım ve life döktükten sonra vücudumu temizledim. Jel de tıpkı kıyafetleri gibi kokuyordu. Mahi’nin iki kokusu vardı ve ikisi de ev gibi hissettiriyordu.

Durulandıktan sonra Mahi’nin tarif ettiği yerden havluyu aldım ve belime sardım. Önce kapıyı açıp kötü bir an yaşamamak namına etrafı kontrol ettim. Hemen ardından ise banyodan çıkıp odanın kapısını kilitledim. Mahi’nin beni çıplak bir şekilde basması kendi etik değerlerine aykırıydı, ben de böyle kötü bir denkleşme yaşamak istemediğim için önlem almalıydım. Kapının kilitlendiğinden emin olduktan sonra üstümü giyindim. Aniden içime etrafı inceleme isteği doğdu. Etrafta Mahi’nin fotoğraflarının olduğu çerçeveler vardı. Gözlerimi, çocukluk fotoğraflarından birine diktim. Annesi ve babasıyla yemek yiyorlardı. Fotoğrafı babası çekmişti. Mahi ve annesi gülümsüyordu. Çok güzel çıkmıştı. Telefonumu çıkarıp resmin fotoğrafını çekmekten kendimi alamadım.

Telefonumdaki fotoğrafa bakarak tebessüm ettim. Çabuk solmuştu. Mahi’nin neşesi çok çabuk solmuştu. Neşesini solduran sadece insanlar değildi, yaşadığı olaylardı. Babasının annesiyle olan anlaşmazlığı, Mahi’ye olan tavırları, boşanma süreci... Hepsini tahmin edebiliyordum. Yorgunluğunu da tahmin edebiliyordum.

Bu yorgunluğunun üstüne bir de ben onun üstüne geliyordum ama yapmam gereken şeyler vardı. Bunlardan biri onu korumak, bir diğeri takımımın adını temiz tutmaktı. Gerilememize izin veremezdim. Eğer bu tiyatro başarılı olmazsa toparlamamız çok zor olurdu ve ben bunu kesinlikle istemiyordum. Bu tiyatro bizi birinci sıraya taşıyabilirdi. Bu tiyatro benim her şeyimdi.

Derin bir nefes vererek odadan çıktım.

~Hazan Mahi Piyale~

Kapı açılma sesini duyduğumda gözlerimi odama doğru çevirdim. Reha altında siyah bir şort, üstünde siyah bir tişörtle bana doğru geliyordu. Sargısı ıslaktı. Sargı bezi ve kreminin olduğu dolaba doğru ilerledim ve malzemeleri aldım. Reha alt kata çoktan inmişti. “Koltuğa otur.” diyerek emir verdim. Canı yanıyor gibi görünmüyordu ama birazdan çok fazla yanmaya başlayacaktı.

Reha emrime itaat ederek koltuğa oturdu. Ben ise onun önünde eğilmeden önce sargı bezi ve kremi eline tutuşturdum. Yere eğildim ve sargısını açtım. Sargı yaraya yapışmıştı ve Reha’nın canını apaçık bir şekilde yakıyordu. Reha’nın tısladığını duydum fakat tepki vermedim. Kremi elinden alıp yaraya sürdüğümde kasları kasıldı. Kremi sürmem bitince sargıyı sardım ve elindekileri alıp yerine götürdüm. Dolaptan ağrı kesici aldım. Reha hareketsiz, gözleri kapalı bir şekilde koltukta oturuyordu. Başını geri atıp ensesini koltuğa yaslamıştı. Elimdeki ağrı kesici hapın kutusunu kucağına fırlattıktan sonra mutfağa doğru ilerledim ve bir bardağa su doldurup Reha’nın önündeki orta sehpaya bıraktım. Önce bana sonra suya baktı. Elindeki hapı paketinden çıkardıktan sonra kutuyu sehpaya bıraktı ve eline suyu aldı. Hapı ağzına attı ve suyu dikti.

Her hareketini bütün dikkatimle izlediğimi fark ettiğimde dikkatimi dağıtmak adına gözlerimi kırpıştırdım. Reha bardağı sehpaya geri bıraktıktan sonra kollarını bağladı. Başka bir koltukta olan kumandayı onun yanına atıp bardağı mutfağa götürdüm.

Bugün ikinci gündü ve yapacak hiçbir şeyimiz yoktu. Büyük ihtimalle prova yapacaktık. Ne sıkıcıydı.

Mutfağa dönüp tostları tabağa koydum ve salona geldim. İki tabağı da sehpaya koydum. Reha sabah programlarından birini açmıştı. Tabağı eline aldı ve tostu yemeye başladı. Ben de tam aynısını yapacaktım ki Reha’nın sesini duydum. “Pijaman güzelmiş.” Güldüm. Pijamam koala desenlerine sahipti ve yaşıma göre biraz küçük kalmıştı ama seviyordum. Kışa uygundu.

“Teşekkürler.” Gülerken tostumdan bir ısırık aldım. “Bugün ne yapacağız?”

“Uyandığımdan beri bunu sorguluyorum.” İkimiz de amaçsızca yemek yiyorduk. “Prova yapalım. Arkası gelir.” başımı salladım. Sakin bir şekilde yemeğimizi yerken yere dalmıştım. Gözümün önünde tiyatro günü canlanıyordu. “Ya yapamazsak?”

“Neyi?”

“Tiyatroyu. Ya düzgünce oynayamazsak?” Reha elindeki tostu tabağa bıraktı ve elini tabağın üstüne silkeledi. “Öyle bir şey olmayacak, Mahi. En iyi şekilde oynayacağız ve birinciliğe yükseleceğiz.” Dirseklerini diz kapaklarına yasladı ve ellerini birleştirdi. Gözleri üzerimdeydi. “Hiçbir sıkıntı çıkmayacak, tamam mı?” Gözlerimi kaçırdım. İçimdeki kötü hislere engel olamıyordum. “Bak, kötüyü düşünürsen kötü şeyler olur. Bu yüzden kötüyü düşünme.”

Biri tiyatroyu mahvedebilirdi. Biri mahvetmekten de öte, her şeye engel olabilirdi. Bir kargaşa çıkabilir ve sergileyemeyebilirdik. Kafamda uydurduğum teorilerin ucu bucağı yoktu, tıpkı Reha’nın umudu gibi.

İkimiz de sessizce yemeğimizi bitirdiğimizde tabakları mutfağa götürdüm. Senaryolar koltuğun kenarındaydı ama benim çalışasım yoktu. Telefonumu elime alıp sosyal medyada gezinmeye başladım. Reha’nın telefonu da benim gibi elindeydi.

“Biz bu gidişle hiçbir şey yapamayız.” Cevap vermedi. “Belliydi zaten. Boş boş evde oturarak ne yapabiliriz ki?” Derin bir nefes verdim. “Ne zaman okula dönerim? Okulumu özledim ben.”

Kahkaha attım. Bazen ironisine de olsa çocuk gibi davranıyordu ve bu beni çok güldürüyordu. “Bir iki haftaya dönersin.” Gözleri büyüdü. “Bir iki hafta mı?”

“Evet. Yaran anca kabuklanır.” Acıyla gözlerime baktı. “Ne yani, bir iki hafta boyunca böylece evde gezinip duracak mıyız?” Güldüm. Ev kesinlikle Reha’ya göre bir yer değildi. “Maalesef, kendine ev eğlenceleri bulman gerek.” Dudak büzerek telefonuna bakmaya devam etti.

Reha’nın çocuksu hallerine kahkaha atmak geliyordu içimden. İçinde büyütemediği bir çocuk vardı ve o çocuğa kollarımı açmak istiyordum.

Reha’nın yaralarını görüyordum. Gözlerim ona bakınca acılarından başka bir şey görmüyordu. O büyüyemeyen çocuk, ruhundaki bıçaklar, tavırlarındaki yaralılık... her şey bariz bir şekilde göz önündeydi. Reha’nın ona iyi gelmesi gereken bir şeye veya birine ihtiyacı vardı. Bunu herkesten çok ben görebiliyordum.

Bir yandan da onu bu denli iyi bir oyuncu yapan şey, yaralarıydı. Acılarını yönetiyordu. Avantaja dönüşmelerini sağlıyordu. Oyunculuğunun sırrı aslında buradaydı. Diğer insanların ne kadar isterse istesin onun seviyesine çıkamamasının sebebi buydu. Onların yaraları yoktu. Onların, Reha’nın yaralarından haberleri de yoktu.

Bir süre düşündüm, Reha’ya âşık olan biri benim gördüklerimi görseydi ne düşünürdü?

Aslında tıpatıp benim düşündüklerimi düşünürdü.

Ama ben Reha’ya âşık değildim, ben Reha’ya hayrandım.

“Yine ne düşünüyorsun, Küçük Balık?” Halıdaki gözlerimi kaldırdım ve Reha’ya doğru çevirdim. Meraklı bakışları üzerimdeydi. “Hiç...” Elimdeki telefonu koltuğa bıraktım ve üstümü değiştirmek için ayağa kalktım. Üst kata çıktım ve üstüme kahverengi bir kazak, altıma da gri bir eşofman giydikten sonra elimde matematik test kitabı ve kalemlikle aşağı döndüm. “Ders mi çalışacağız?” Gözlerimi ona çevirdim. “Seni bilmem ama benim matematik çalışmam lazım.”

Gülümsedi ve yüzü akıl çelen bir hâl aldı. “Mahi...” dedi imalı, imalı. Yüzüne bir sırıtış yerleştirdi. “Beni çalıştırsana.”

*** 

Aralıksız beş saattir –ki öğlen on ikide kalkmıştık ve öğlen birde çalışmaya başlamıştık- ders çalışıyorduk. Hiç mola vermemiştik. Zaman zaman Reha, zaman zaman ben anlatmıştım. Senkronizasyonumuz iyiydi ve hiç mola vermemiştik. Derin bir nefes vererek gerindiğimde Reha beni izledi. Sol tarafımdaydı. Sol dirseğini sol diz kapağına yaslamıştı. Eli yumruk halinde sol yanağına yaslıydı. Bana yandan bakıyordu. “Mola verelim mi?” diye sordu. Başımı sallayarak onayladım. Beş saat matematik kesinlikle çekilmez olsa da bir şekilde çalışmayı başarmıştık.

Gerinip oturan bedenimi olduğu gibi koltuğa bıraktığımda sırtım koltuğun arkasına gelecek şekilde, yan yatıyordum. Reha bacaklarımı düzeltti ve kucağına yerleştirdi. Garipsesem de bir şey diyemedim. İkimiz de elimize telefonları almıştık. “Haftaya futbol takımının maçları başlıyormuş.” Gözlerimi Reha’ya çevirdim. “Provalardan zamanımız kalırsa izleriz.” Cevap vermeden telefonuna geri döndü. İkimiz de rahatlarken bir anda kapının çalması ile gerildim ve bacaklarımı Reha’nın kucağından indirerek ayaklandım ve kapıya doğru ilerledim. Delikten dışarı baktıktan sonra kapıyı açtım. Gelen Karel’di. “Ne yapıyorsunuz? Yokluğumda evi yakmadınız inşallah.” Güldüm. “Geç içeri.” Kapıdan çekildiğimde Karel koşarak içeri girdi ve Reha’nın üstüne atladı. Reha acı bir şekilde inlerken ben kahkaha atıyordum. Karel’in yaşama sevincinin sınırı yoktu. “Özlemişim lan seni. Okul yokluğunda çok sıkıcı. Dön artık, yoksun diye kavga bile edemiyorum.” Göz devirdim. Reha ve Karel’in kavga merakı bir gün başlarına dert açacaktı.

“Dönünce bol bol kavga ederiz, kardeşim.”

“Aynen.” Alaycı söylemimin üstüne ikisinin de gözleri bana döndü. “Niye ya?” diyerek isyan etti, Karel.

“İki ayda zor iyileşen yarayı ilk haftadan açmak mı istiyorsunuz? Reha’nın koşması bile çok riskli. Ayakta bile zor duruyor.” Reha’nın kaşları çatıldı. Bana ‘Ciddi misin?’ bakışını attı. “Ama ya... Kunter iyice sinirime batmaya başlamıştı...” Göz devirdim. Telefonumu elime aldığımda kapı tekrar çaldı. Ayaklanıp kapıyı açtığımda “Posta, posta mı geliyorsunuz?” diye söylendim. Gelen Lahza’ydı. “Başka kim geldi ki?” Kafasını içeri uzattığında “İçeri bakmaya çalışacağına gir.” Bana gülerek göz devirdiğinde içeri girdi. “Ve bu rollerin bana işlemez, Lahza Soydere.” Cevap vermedi. “Geçmiş olsun boksör bey.” Reha güldü. “Eyvallah, eyvallah.” Lahza Karel’in yanına oturduğunda Reha koltukta sıkıştığı için kalktı ve karşı koltuğa oturdu. Ben de yanına oturdum. “Siz her gün denetime gelmek zorunda mısınız? Gelmeseniz olmaz mı?” Reha’nın isyanına güldüler. “Olmaz.”

*** 

Neredeyse iki saatlik bir sohbetin ardından Lahza ve Karel gitmişti. Biz ise yine Reha ile baş başa kalmıştık. “Aç mısın?”

“Pek değil.” Sıkıntımız ikimizi de doyuruyordu.

“Kahve yapayım mı?” diye bir teklifte bulundum.

“Yanına kek yaparsak neden olmasın?” Kendini öldürmek istiyordu. Apaçık bir şekilde kendini öldürmek istiyordu. “Kendine garezin var, değil mi?”

“Midemin bana garezi var.” Göz devirdim. Ayaklandım ve mutfağa doğru ilerledim. Reha da benim arkamdan geliyordu. Hiç canı yanmıyor gibi görünüyordu ama yarasından yayılan acıyı ben bile hissedebiliyordum. Reha gerçekten iyi bir oyuncuydu.

Ben kahveleri hazırlarken o bana birkaç malzemenin yerini sorarak malzemeleri çıkardı. “Reha Vuslat Mahidar kek yapmayı bilir miydi?” Kahkaha attı. “Tam adımı söylemen ayrı bir hoşuma gidiyor.” Göz devirdim. Kahve suyunun kaynamasını beklerken Reha’yı izledim. Çok profesyonelce yapıyormuş gibi görünüyordu. “Çırpıcı nerede?”

“Üst dolapta ama uzanma-” ben cümlemi bitirmeden üst dolaba uzandı ve bir haykırış duydum.

Dikişleri yırtılmıştı. Gözlerim yarasını bulduğunda akan kan, beni dehşete düşürmeye yetmişti.

 

 

 

 

 

Loading...
0%