@zeyneepaslann
|
Sabah güneş ışıklarının yüzüme vurmasıyla uyandım. Gözlerimi açar açmaz zihnime o kadının sesi düştü. Bu iki olmuştu. İki seferdir o kadının sesini duyuyordum ve bana aynı şeyleri söylüyordu. Gerçekleri öğren. Bu sesin bir sanrı olduğunu düşünmeye devam mı etmeliydim? Yoksa bir mesaj olarak görüp ciddiye mi almalıydım?
Kafam oldukça karışmıştı. 4 yıl boyunca sadece görünmez olarak eğitimimi tamamlayıp, buradan gitmek istiyordum. Hiçbir olaya karışmak, insanlarla iletişim kurmak niyetinde değildim. Ancak geldiğimden beri olanlar bu isteklerimin yalnızca bir hayal olarak kalacağını söylüyor gibiydi. Umarım yanılırdım.
Yataktan kalkarak banyoya geçtim. Kısa bir duşun ardından bütün öğrencilerin giymesi gereken siyah tulumu üzerime geçirdim. Akademinin kesin kurallarından biriydi. Herkes ders saatlerinde bu tulumu giymek zorundaydı. Simsiyah tulumun göğüs kısmında bulunan amblemler ise hangi güce ait olduğunu belirtiyordu. Benim göğsümde bir ışık amblemi vardı.
Hazırlandığımda odaya geçerek aynanın karşısında durdum. Saçlarımı güzelce taradıktan sonra iki yandan balıksırtı ördüm. Bir iş ile meşgulken saçlarımın önüme gelmesinden hiç hoşlanmazdım. Mümkün olduğunca örgülü bir şekilde kullanırdım. Ben hazırlanırken kızlar uyanmış, üzerlerini giyinmeye başlamışlardı. Masaya bırakılan ders programına uzanarak inceledim. Bugün ilk dersim iksirlerdi. Öğleden sonrası ise tamamen ruh bağı dersine ayırılmıştı.
Ruh bağı yazısını görmek içimde bir heyecanın belirmesine neden oldu. En büyük hayallerimden biri ruh hayvanına sahip olmaktı. Bu çok özel bir bağ idi. Herkes sahip olamıyordu. Bağlanacağı kutsal hayvanı seçme gibi bir şansı olmuyordu kimsenin. İçinde olan enerji ve güce bağlı olarak seçiliyordu. Bu tamamen doğanın bize bir armağanıydı. Asırlarca yaşayabilen, bilince sahip olan, güçlü hayvanlar ile kim bağ kurmak istemezdi ki?
Daldığım düşüncelerden Serena'nın sesiyle sıyrıldım. Kızlar hazırlanmayı bitirmiş, odadan çıkıyorlardı. Onları takip ederek odadan ayrıldım. Yemekhaneye doğru ilerlerken çevreme çok fazla bakmamaya çalışıyordum. Yanlarından geçerken bize dönen gözleri hissetsemde umursamamaya çalışarak gözlerimi önümden ayırmıyordum. Şu geçen bir kaç gün, benim için zorlu günlerin habercisiydi.
Yemekhaneye girdiğimizde doğruca tepsilerin olduğu tarafa yönelerek, bir tanesini aldım. Kızlar önce bir masa bularak oturdum. Yanıma oturmamaları için içimden dua ederken, bu isteğim çok çabuk reddedildi. Kızlar tepsilerini masaya koyarak yanıma oturdular. Bize doğru gelen Magnus ve Aaron'u gördüğümde sinirle gözlerimi kapattım. Bu lanet olası yerde tek başıma sakince kahvaltı etmem mümkün değildi!
Magnus'un içten selamına aynı şekilde karşılık verirken, Aaron'la birbirimize ters bakışlar atmakla yetinmiştik. Ki bu durumdan oldukça mutluydum. Birde onun sesini duyarak ekstra gerilmek istemiyordum. Dediğim gibi 'ben tehlikeyim' yazan tabelası ondan mümkün oldukça uzağa kaçma isteği yaratıyordu. Onlar aralarında sohbet ederken, ben tamamen yemeğime odaklanmış bir halde onları görmezden gelmeyi tercih etmiştim.
"Değil mi, Alyssa?" Serena'nın sesiyle başımı gömdüğüm tepsiden kaldırarak ona baktım. "Ne, değil mi?" Onlar bu halime kıkırdarken ben gözlerimi devirerek onları izlemiştim. Gülmeyen tek kişiyi tahmin etmek ise hiç zor değildi. Bu gıcık herifin gülmeyi bildiğinden bile emin değildim.
Sonunda gülmeyi kestiklerinde konuşan Ylena oldu. "Diyoruz ki hafta sonu hep beraber bir şeyler içmeye kasabaya inelim. Ne dersin?"
"Tabii siz inin." diyerek tekrar yemeğime dönmüştüm ki Ylena tekrar konuştu.
"Hep beraber diyorum. Yani sende bizimle gelir misin?" dediğinde bu sefer gülmemi tutamamıştım.
"Neden, sevgili dayım bir suikastçi göndererek beni öldürtsün diye mi? Ben almayayım, teşekkürler."
Sözlerim yanımda oturan Serena'nın kasılmasına neden olmuştu. Onun aklınada aynı cümleler gelmiş olmalıydı.
"Seni bir daha kızımın yakınında görürsem, ölürsün. Duydun mu beni? Şimdi sana bir şey yapmıyorsam nedeni sana acımam değil. Kardeşimle aram bozulsun istemiyorum. Bir dahaki sefer affetmeyeceğim. Haddini bileceksin. Sen benimle kızımla konuşabilecek konumda değilsin. Def ol şimdi gözümün önünden!"
İşte sevgili dayımın bana söylediği cümleler bunlardı. Sadece biricik kızıyla konuşmam bile, beni öldürmesi için yeterli bir sebepti. Annemin babamı seçmiş olmasını geçen yıllara rağmen sindirememişti. Annemin hayata yumduğu gözleri bile içinde olan nefreti söndürmeye yetmemiş, bana yöneltmişti. Bunları söylerken henüz küçük bir çocuk olmamı bile umursamamıştı. Oysa henüz sadece altı yaşındaydım.
Serena, anne babamı kaybettikten sonra edindiğim ilk arkadaşımdı. Günler sonra yüzüm ilk kez onun sayesinde gülmüştü. Diğer çocuklar gibi beni dışlamamış, alay etmemişti. Bu sefer gerçekten arkadaş edilebildiğimi düşünmüştüm. Bu konuşmaya dek... Dayımın bu söylediklerinden sonra günlerce göz yaşlarım hiç durmamıştı. O küçük yaşımda bunları hak etmek için bir neden aramıştım günlerce. Yaramazlık yaparak onu kızdırdığımı düşünmüştüm. Alakası bile yoktu. Onu kızdıran benim varlığımdı. Bana her baktığında annemi görüyordu. Ben annemin hatasının en büyük kanıtıydım.
Masada oturan kimse bir şey anlamamıştı. Gözleri Serena ve benim aramda gidip geliyordu. Serena ise hala kaskatı bir şekilde masaya bakıyordu. Amacım onu üzmek değildi. Ben gerçekleri söylemiştim. Soru sorma cesaretini gösteren Aaron oldu.
"Kral Joseph mi? Neden kendi yeğenini öldürmek istesin ki?"
Bakışlarımı Aaron'a çevirdim. Bir kaç saniye incelediğimde gerçekten anlamamış gibi görünüyordu. Amacı beni aşağılamak değildi.
"Dün seninde söylediğin gibi. Kirli kanım yüzünden. Dayım benden pek haz etmez." Söylediklerimle kaşları daha çok çatıldı. Ama daha fazla soru istemediğim için gözlerimi ondan çekerek Serena'ya döndüm.
"Seni üzmek için söylemedim ama sende gerçeğin bu olduğunu biliyorsun, Serena. Yıllardır birbirimizi neden hiç görmediğimizi biliyorsun. Babanın hatalarını benimle burada arkadaş olmaya çalışarak, kendi arkadaşların ile tanıştırarak kapatmaya çalışıyorsun. Anlıyorum. Ama sen bile babanın düşüncelerini değiştiremezsin. O gün söyledikleri öylesine söylenmiş cümleler değildi. Daha sonra görüşürüz, ben derse geçiyorum." diyerek ayaklandım.
Serena'nın üzgün bakan gözlerini görmek benide üzmüştü. O benim için hala ilk arkadaşımdı. Ama imkansızı zorluyordu. Kralın düşünceleri değişmeyecekti. O nefret ateşi o kadar harlıydı ki bir gün beni yakacaktı. Zihnimde ki düşünceler ile boğuşurken İksir dersi sınıfına varmıştım. İçeri girdiğimde henüz fazla kalabalık olmadığını fark ettim. Boş sıralardan birine geçerek oturdum. Bir kaç dakika sonra yemekhanede bıraktığım dörtlüde giriş yaptı. Serena hala üzgün görünüyordu. Göz göze geldiğimizde gülümseye çalıştığında aynı şekilde karşılık verdim. Yanımda duran sıraya Ylena ile birlikte oturdular. Magnus arka sırama geçerken, Aaron yanıma oturmuştu.
Şaşkınlık ve hafif sinirle dönüp ona baktım. O ise bana bakma zahmetine bile girmemiş, doğrudan karşısına bakıyordu. Oflayarak önüme döndüm. İstenmeyen ot insanın burnunun dibinde bitiyordu. Bir kaç saniye sonra yanımda kıpırdanmaya başladığını hissettiğimde tekrar ona döndüm. Bana bakıyordu. 'Ne var?' Dercesine başımı salladım.
Derin bir nefes alıp konuştu. "Gerçekten Serena ile konuşursan seni öldüreceğini mi söyledi?"
Sorduğu soruyla güldüm. "Ne oldu, merak mı ettin? Senin böyle duygular hissedebileceğini düşünmüyordum. Meşhur ölüm getiren, meraklı bir kedi çıktı." deyip tekrar kıkırdadığımda kaşları çatılmıştı. Her an beni öldürebilecekmiş gibi göründüğünde gülmeyi keserek ciddileştim. Sabrıyla daha fazla oynamaya gerek yoktu. Can sağlığım için.
"Evet, gerçekten sevgili kızı ile konuşursam beni öldüreceğini söyledi. O an öldürmemesinin nedeni bana acıması değil, dayımla kavga etmek istemiyor olmasıymış." diyerek gözlerimi devirdim. Saklayacak değildim. Serena ile yakın görünüyorlardı, benden öğrenmese ondan öğrenecekti.
Kural 1: Seni yaralayan şeyleri hiç umursamıyormuş gibi davran. Umursamadığını düşünürlerse seni oradan vuramazlar.
Cevap vereceği sırada içeri giren profesör ile susmak zorunda kaldı. Benim ise fazlasıyla işime geldi. Bu konu hakkında daha fazla konuşmak istemiyordum. Geçmişin tozlu rafları arasında kalmaya devam etmeliydi. Yıkılan bir anı bile domino taşı gibi diğerlerini devirebilirdi. O acıları tekrar hatırlamak ise istediğim son şey bile değildi.
Profesör kısaca kendini tanıttıktan sonra direkt derse geçti. Önümüzde beliren kazanlara hafif bir şaşkınlık yaşasamda bunu iyi bir şekilde gizlemiştim. Aslında iksir büyücülerin ve şifacıların işiydi. Ancak zorlu olmayan bir kaç iksiri bizde yapabilirdik.
Profesör iksiri nasıl yapacağımızı anlattıktan sonra sıra malzemeleri seçip iksiri kaynatmaya gelmişti. Ayağa kalkarak not aldığım malzemeleri almak için sınıfın arkasında duran raflara yöneldim. Basit bir şifa iksiri hazırlamamız gerekiyordu. Profesör bizi ilk günden zorlamak istememiş olmalıydı ki oldukça az malzeme vardı. Gümüş yaprak, ökse otu, iblis tırnağı ve yıldız tozu alarak yerime geçtim. Malzemeleri doğru sıra ile kazanın içine atıp güzelce karıştırdım. Bir süre kaynadıktan sonra istediğim kıvama gelmişti. Profesörü çağırarak gösterdiğimde aldığım onay ile gülümseyerek yerime oturdum ve iksiri cam bir şişeye doldurdum. Lazım olabilirdi.
Ders bittikten sonra Ylena beni öğle yemeği için çağırmış olsada reddetmiştim. Bu kalabalığa alışkın olmayan bünyem yalnız kalmak için yalvarıyordu.
Bahçeye çıkarak yürümeye başladım. Aklımda duyduğum o ses vardı. Dayımın bana verdiği iksiri buraya geldiğimden beri içmeyi aksatmıştım. Belkide o sesi duymama neden olan o iksiri içmemiş olmamdı. Sonuçta o iksir kabus görmemi engelliyordu. Bu bilinçaltımın bana bir oyunu olabilirdi.
Sonunda boş bir alan bulduğumda bir ağacın altına geçerek uzandım. Uyandığımdan beri görmezden gelmeye çalıştığım ama kendini sürekli hatırlatan bir ağrı vardı sırtımda. Tam omurgamın olduğu kısım sanki binlerce iğne batırılıyormuşçasına acıyor ve yanıyordu. Garip olan ise sadece omurgamın ortasına kadar olan çizgi şeklinde bir alanda bu sorunu hissediyor olmamdı. Yanımda olan iksiri sürmeyi düşünsem bile işe yaramayacağı için vazgeçtim. O iksir açık yaralar içindi, ben sırtımda bir yara olmadığına emindim.
Acıyı yok saymaya çalışarak bir süre yatıp gökyüzünü inceledim. Gücümün ışık olması gökyüzüne bakarken gözlerimin acımasını engelliyordu. Bunun dışında gücümü sevmemin nedenlerinden biride artık dayımın krallığında yaşamama gerek kalmamasıydı. Ben bir ışık kullanıcısı olarak, Işık krallığında kendime kolayca yer bulabilirdim. Daha özgür bir hayatım olabilirdi. Bu düşünceler bile beni mutlu etmişti. Aklıma gelen ders ile hızla doğrularak saatime baktım. Eğer koşarak ilerlemezsem geç kalacaktım. Zaman tahmin ettiğimden daha hızlı geçmişti.
Ayağa kalkarak koşmaya başladım. Bu dersi asla kaçırmamalıydım. Ruh hayvanım olup olmadığını öğrenecektim. Bir yandan koşarken bir yandan içimden olması için dualar ediyordum. Ona çok ihtiyacım vardı. Güvenebileceğim bir arkadaşa ihtiyacım vardı. Sonunda dersin yapılacağı geniş ve açıklık olan alana ulaştığımda nefes nefese kalmıştım. Henüz gelmemiş olan profesör ile rahatlarken durup nefesimi düzenlemeye çalıştım. Sanırım kondisyonum fazla düşüktü. Nefeslerim normal hızlarına döndüğünde doğruldum. Gözlerim doğrudan Ylena ile kesiştiğinde beni çağıran bir el hareketi yapmıştı. Mecburen yanlarına doğru ilerleyip kendimi yere attım.
Aynı saniyede yaklaşan profesörü gördüğümde içimdeki heyecan büyümeye başlamıştı. Profesör yanımıza gelip kendini tanıttıktan sonra bağdaş kurarak oturmamızı istedi. Hızla söylediğini yaptım.
"Şimdi yapmanız gereken tek şey odaklanmak. O bağ eğer varsa siz doğduğunuzdan beri sizinle beraber. Odaklanın ruhunuzdan uzanan bir ip olduğunu düşünün, onu hissetmeye çalışın. Hissettiğinizde içinizden yanınıza gelmesi gerektiğini söyleyin. Nerede olursa olsun çağrınıza kulak verecektir."
Profesörün dediğini yaparak tamamen odaklandım. İlk başta çevremdeki bütün sesler silindi. Tamamen bir karanlığın ortasında kaldım. Şimdi sıra profesörün bahsettiği ipi bulmaktaydı. Etrafımda yürümeye başladım. Bir şey görmek çok zordu. Biraz daha ilerlediğimde sarı bir ışık gibi parlayan çizgiyi gördüm. İşte buradaydı. İpi bulmuştum. Hızla yanına giderek ipe dokundum. Ellerimi koyduğumda içimde garip bir gıdıklanma olsada umursamadım. İçimden ruh hayvanımı çağırmaya başladım. Bir kaç kez denesemde sonuç alamıyordum. En sonunda sinirle bağırdım.
"Hey sen! Neredeysen hemen buraya gel!" İşte o anda zihnimde bir kapının açıldığını hissettim.
"Seni aciz insan! Ne cüretle bana bağırırsın!" Duyduğum kükreme ile yerinden sıçradım. Tamam, sanırım ruh hayvanım pek arkadaş canlısı değildi. Birazda daha ılıman yaklaşmaya karar vererek tekrar konuştum.
"Tamam, özür dilerim. Lütfen gelir misin? Sana ihtiyacım var." İlk önce zihnimde garip homurtusunu hissettim daha sonra tekrar konuştu.
"Tabii ki gelmeyeceğim! Bir insanla bağlanmak için mi? Asla! Beni çekiştirmeyi kes! Sana istemiyorum dedim! Nasıl bir saçmalık bu?"
Gittikçe sinirlenmeye başlıyordum. Kendimi tutamadan tekrar konuştum.
"Kibarlıktan hiç anlamıyorsun. Hemen buraya gel dedim sana! Biz istesende istemesende bağlıyız. Bunu engelleyemezsin." Dedikten sonra ipe iyice asıldım. Zihnimde hissettiğim güçlü kükremeyle irkilerek gözlerimi açtım. En uzun süren meditasyon benimki olmalıydı. Herkes bana bakıyordu. Çoğunun yanı boş olsada Serena, Aaron, Ylena ve Magnus'un yanında ruh hayvanları duruyordu. Tam onları inceleyecektim ki gökyüzünden gelen yüksek sesli kükremeyle yerimden zıplayarak bakışlarımı gökyüzüne yönelttim. Korkuyla atılan çığlıkları duyuyor, hareketleri hissediyordum ancak gözlerimi gökyüzünden çekemiyordum.
İnanamıyorum, muhteşemdi.
|
0% |