Yeni Üyelik
6.
Bölüm

Beşi̇nci̇ Bölüm

@zeynepizem

⏳️


İNSİZ ŞEH'R

BÖLÜM BEŞ


🥀


Şehrim kasvet içindeydi. Bir ölünün bile daralacağı bu kasvet tüm binaların üzerine damlıyordu. Damlalar binaların içine işliyordu; binalar ölüyordu. Burada insanlardan çok binalar ölmüştü. Hepsini içime ben dikmiştim: şimdi; teker teker onları yıkıyordum. Yıkılıyordum.


Karşımda duruyordu. Öyle ağlıyordu ki ben bile kendime böyle ağlamamıştım. Aslında ben, kendime hiç ağlamamıştım. O da ağlamasın istiyordum. Mırıldandım. "Ağlamasana,"


Göz yaşları içinde bana baktı. Sanki, kendi göz yaşları içinde boğuluyordu. Durmadan hıçkırıyor, minik kanatları sarsılıyordu. Omzunu silkti. Bana inat acıya bulanmış gözleriyle gözlerime baktı. "Ağlarım." Dedi. Ses tonu çok güzeldi. Sesinde kimsenin dokunmadığı masumlukları barındırıyordu. İçim sızlar gibi oldu. Ona doğru bir adım daha attım. Ağlamasını istemiyordum. Ben ağlamamıştım onun da ağlamaması gerekiyordu. "Ama ağlamakla çözemezsin."


Omzunu yine silkti. Bu sefer gözlerime değil küçük ellerine bakıyordu. "Ağlamazsan anlatamazsın ki," Kafasını kaldırdı. Bana tüm evrenin acısını minicik omuzlarında taşıyormuş gibi bakıyordu. "Sen, ağladım diye yanıma geldin." Gözlerinden akan damlaların hızı arttı. Bir gerçeği istemeden kabul edermişçesine konuştu. "Ağlamasaydım gelmeyecektin."


Bu sefer omzunu silken ben oldum. "Öbürleri gibi ölürsün sandım."


Minik elleriyle gözlerini hırsla sildi. Benim yanaklarım acımıştı. Kendi başına ayağa kalktığı an gürültüyle bir bina yerle yeksan oldu. Bu onu duraksattı. İkimiz de bir süre yıkılan binadan çıkan dumanları izledik. Kasveti içine çekmiş zehirli dumanlar şehrimin her zerresine dağılmaya başladı.


"Böyle yaparsan öleceğim zaten ama bu sefer yanımda sen de olacaksın."


Gözlerimi kırpıştırdım. Tüm dumanı çaresizce içime çektiğimde genzim yandı ve öksürmeye başladım. Zehirli duman her zerreme ilişmeye çalışıyordu. Dikip dikip yıktıklarım şimdi içime batıyordu. Ben, kendimi zehirlemeye başlamıştım.


Öksürüklerimin arasında zar zor konuştum. "Ne yapacağımı bilmiyorum." Diyebildim kendime. Yıllar sonra içime bıraktığım itiraf şeytanlarımın bana karşı cephe almasına neden olacaktı. Lakin şu an onlar umurumda değildi: burada sadece küçük melek ve ben vardım.


Yumruklarını sıktığını gördüm. Adımlarını sinirli sinirli atarak tam önüme geldi. Kafamı eğerek ona baktım. Kaşlarını çatmıştı. Mavi gözleri ışıl ışıl parlıyordu. "Ona bak." Dedi öfkeyle. Söylediğini anlayamadım. Tekrar konuşmaya başladı. "Ona, benim gibi bak."


Kanatlarını iki yana gerdiğinde bir adım geriledim. Boyundan büyük kanatlarını zar zor taşıyordu. Kanatlarını çırptı ama uçamadı. Dişlerini sıkarak kanatlarını tekrar çırptı. Bu sefer bedeni havalandı. Artık kendini taşımak zorunda değildi çünkü onu taşıyacak kanatları vardı.


"Kime bakacağım?"


Bana cevap vermedi. Şehrimin ötesinden bir ses duyulmaya başladı. Ses, büyüdükçe büyüdü. İçimde yaşayacak kadar benimle bir oldu.


"Gölge!"


Gözlerimin odağı değişiyordu. Aldığım nefes damarlarımdaki tüm kanın seğirmesine neden oluyordu. Bu beni kıvrandırdı. Acılar çoğalıyor, vücudumu sarıyor, ruhumu boğuyordu.


"Gölge," dedi o ses, ismimi zikrederek. "Bana bak!"


Zihnim sözlerini karşı konulamaz bir emir olarak kabul etti. Mavi diyarlarına baktım.


Efruz Dağdelen'in gözlerinin içine baktım.


Tüm karanlık gözlerinin önünde eğilmiş onu selamlıyordu. Mavi gözlerinin içinde bir karanlık yanıyordu. Renkleri değil karanlıkları parlıyordu. Kendimi az çok toparlayabildiğimi fark ettiğinde ses tonu değişti. "Gölge?" sesinde yatan şefkati kalbimi titretti. Çok mu kendimden geçmiştim? O yüzden mi düşmanımdan şefkati duyuyor duymakla da kalmıyor seziyordum?


Elinin sıcaklığını omzumda açılmış yaranın üzerinde hissediyordum. Akan kanı durdurmak için elini yaramın üzerine bastırıyordu. Bedenimi hafiften kendi bedenine yaslamıştı. Onun kollarının arasındaydım. Bana sarılıyordu. Bana, sıkıca sarılıyordu.


Yüzüme doğru eğdiği yüzünde ormanın tüm uğultusu yatıyordu. Gözleri karmakarışık bakıyordu. Derin bir nefes verdi. Verdiği sıcak nefesi yüzüme masalsı dokunuşlar bıraktı. Yutkunmak istediğimde boğazıma batan acı bana engel oldu. Efruz'a istemsiz bir şekilde daha fazla sokuldum çünkü çok üşüyordum. Yağmurun dokunuşlarını hâlâ vücudumda hissediyordum ama eskisi kadar öfkeli değildi damlaları.


Efruz yüzüme yapışmış saçlarımı naif bir dokunuşla geriye doğru itti. Yüzümün tamamen ortaya çıkmasını sağladı. Dudaklarını araladı. Ormanın tüm sesine karşı gelerek konuştu. "Sen, benim başıma nasıl bir belasın?"


Neyi kastettiğini anlamadığım için hafifçe kaşlarımı çattım. Bu tepkim Efruz'u gülümsetti fakat gülümseyişi de ürperticiydi. Yüzü hiç konuksever değildi. O yüzden gülümsemesine hemen yol verdi. Hafiften kısılmış gözlerini yüzümde dolandırdı. "Benimle konuşmanı istiyorum." Dediğinde verebildiğim tek tepki gözlerimi kapatıp açmak olmuştu.


Onunla konuşmadım. Sanki dilime lâl inmişti. Öyle bir susup uyuyasım vardı ki Efruz Dağdelen'in bana dokunuyor olmasını önemsemiyordum. Hafifçe doğrulduğunda Efruz'la birlikte bedenim de doğruldu. Alıştığım acı seviyesini değiştirdiği için burnumdan dışarıya bıraktığım nefesim bir inilti olarak çıktı. Efruz hareketlerini yavaşlattı ama durmadı. Yere koyduğu telefonu aldığını ışığın değişen ambiyansından anlamıştım. Telefonu sağ elime doğru yaklaştırdı.


"Tut bunu." Dedi aceleci bir tavırla.


Parmaklarım söylediği emri yerine getirerek buz gibi olmuş telefonu kavradı ancak telefonu bırakmam da aynı saniyelere tekabül etmişti. Efruz bu hareketime kaşlarını çattığında yağmur sularıyla ıslanmış dudaklarımı aralayıp mırıldandım. "Soğuk."


Söylediğim kelime duraksamasına neden oldu. Saniyeler aramızda öldü. Ölen saniyeleri umursamadan sağ elimi elinin içine aldı ve dudaklarına doğru yaklaştırdı. Ne yapacağını anlamadığım için meraklı bakışlarla hareketlerini izlemeyi sürdürdüm. Dudaklarının santimler ötesinde duran parmaklarıma doğru sıcak nefesini verdiğinde kemiklerime dolanmış olan damarlarım kemiklerimi kırarcasına sıktı. Parmaklarımla tekrar sıcacık nefeslerini buluşturdu. Elim soğuğun ardından hissettiği sıcaklığı içine çekmeye başladı.


Ruhuma tanıdık gelen nefes beni bilinmez yollara sürükledi.


Şaşkınlıkla araladığım dudaklarımı birbirine bastırdım. Niye böyle yapıyordu? Yeni bir işkence çeşidi bulduysa eğer gerçekten oldukça işe yarıyordu. "Isındın mı?" Diye sordu işkencesine devam ederken. Dudakları parmaklarıma değiyordu. Dudakları elimi yakıyordu. Yutkundum ve kafamla onu onayladım. Elimi dudaklarından uzaklaştırdığı anda telefonu parmaklarımın içine bıraktı. Bu sefer telefon eskisi kadar soğuk hissettirmemişti.


Yutkunma ihtiyacı duyarak ısıttığı parmaklarımı telefonun yüzeyine sardım.


Sırtımda duran elini yarama bastırdığında acıyan canımla telefonu daha sıkı kavradım. Parmakları yaramın üzerinde acısı dinmemiş geçmişim gibi duruyordu. Yaramın üzerini kapatan eli bir yara bandıydı. Orada saatlerce dursa yara kapanacak omzum eskisi gibi olacaktı sanki.


Elimdeki ışığı yüzüne doğru tuttuğumdan tüm mimiklerini seçebiliyordum. Alt dudağını üst dudağının altına alarak emdi. Yüzü yine kasılmıştı ama bunun nedeni öfke gibi bir şey değildi. Bu sefer gözlerini gözlerimde oyalamadı.


"Ayağa kalkacağım. Kıpırdamamaya çalış." Dedi uyarı dolu sesiyle.


Sırtımdaki elini yarama biraz daha bastırdı ve sol elini dizlerimin altından geçirerek beni tamamen kendine yasladı. "Sarıl bana."


Dudaklarımı dilimle ıslattım. Efruz Dağdelen'in söylediklerini kuzu kuzu kabulleniyordum ama şu an umurumda değildi. Telefonu tuttuğum elimi boğazına götürdüm. Kolumu omzunun üzerinden boğazına sıkıca sardığımda derin bir nefes aldı. Gücünü bacaklarıyla dengeleyip hiç sarsılmadan ayağa kalktı. Sanki ağırlığım onu hiç etkilememiş gibi yürümeye başladığında telefonun ışığını omzunun ardından ilerlediğimiz yola tuttum.


Yağmur durmak üzereydi. Tüm gücünü kaybetmiş gibi artık damlaları tek tük düşüyordu yeryüzüne. Gece hayvanlarının çıkarttığı sesler etrafımızı sarıyordu. Sanki her bir taraftan bizi izliyor gibiydiler. Bizi kolluyorlardı, evlerinden bir an önce defolup gitmemizi bekliyorlardı.


Gözlerim görüyordu, kulaklarım duyuyordu. Hislerim hat safhada var oluyordu ama bedenim artık acıyı tam olarak hissetmiyordu. Omzumda bir ağırlık vardı biliyordum fakat daha ötesi yoktu. İçime bir şey batıyordu, ruhumdan parçalar kopuyordu... fazlası yoktu.


"Gölge," Dedi Efruz. İsmim ağzından çıkarken garip bir tınıya ev sahipliği yapıyordu.


"Hm..." diye mırıldandım güçsüzce.


"Benimle konuşmalısın,"


Gözlerimi kısarak ilerlediğimiz yolu inceledim. Geldiğim yoldan pek bir farkı olduğunu sanmıyordum. Ağaçlar aynıydı. Gölgeler aynıydı. Karanlık aynıydı. Yine de geldiğim yöne doğru gitmediğimizi biliyordum. Dudaklarımı birbirinden ayırarak sordum.


"Nereye gidiyoruz?" 


Sesim öyle yorgun çıkıyordu ki yılların acımasızlığı üzerime yıkılmış gibiydi. Kendi içime sıkışmıştım da kendimden çıkmak istiyordum.


Efruz Dağdelen, içime yıkıldığım dünyadan beni kopartarak sorduğum soruya yanıt verdi.


"Evden çok uzaktayız. Oraya dönemeyiz."


Baya koşmuştum anlaşılan. Kendimi bunun için tebrik mi etmeliydim yoksa cezalandırmalı mıydım emin olamıyordum ama. Sorduğum soruya tam anlamıyla bir cevap alamadığım için direttim.


"Nereye gittiğimizi söylemedin,"


Derin bir nefes aldığında göğsü şişti. Aldığı nefesi yavaşça bıraktı ve sakince cevapladı.


"Buralarda, bir yerlerde kulübe olacaktı-" Net olmayan cümlesi sözünü kesmem için bir işaret oldu.


"Bir yerlerde?" diyerek belirsizliğine baskı yaptım.


Adımları duracak gibi oldu ama durmak yerine daha da hızlandı. Boynuna biraz daha sıkı tutundum. Ensesindeki sıcaklık kolumu ısıtıyordu. Şu an ısınmak için her şeyi yapabilirdim o yüzden ona daha sıkı sarılmış olmam fazla büyük bir sorun arz etmedi. Heybetli bir ağacı geçtiğimizde konuşmaya karar verdi.


"Eğer şansımız varsa bulacağım." Dedi, tüyler ürpertici bir fısıltıyla. Gözlerimi kıstım. Diretmeye devam ettim. "Ya bulamazsan?"


Sabırla bir nefes aldığını fark ettim. "Ayılara yem oluruz," dedi gayet düz bir ses tonuyla. Kaşlarımı kaldırdım. "Şaka mı yapıyorsun?"


"Ne şakası? Ayı olmayan yerde kapanın ne işi var?"


Kaşlarımı çattım. İçime yerleşen öfkeyle sordum. "Kapanları sen mi koyuyorsun?"


Sorduğum soru onu durdurdu. Kafasını hafifçe yüzüme eğerek gözlerimin içine ciddi olup olmadığımı anlamak için baktı. Ciddi olduğumu fark ettiğinde sabır dileyerek yürümeye devam etti. "Aynen." Dedi bastırarak. "Ayı koleksiyonum var benim." Dediğinde gözleri etrafı kolaçan ediyordu. "Seni de ekleyeceğim oraya." Diyerek sözlerini bitirdi.


Kaşlarımı çattım. "Aman ne komik," dedim sitemli bir tonlamayla. Gözlerini kısaca gözlerimde gezdirdi. "Komik." Dedi ve sustu. Ben de susmayı tercih ettim.


Sustuğumda konuşmanın beni nasıl yorduğunu fark etmiştim. Başımı daha fazla dik tutamayacağımı anladığımda omzuna yaslandım. Ormanın derinliklerinden gelen gece hayvanlarının sesleri artık beni korkutmuyordu aksine merakımı arttırıyordu. Keşke hayvanlar için değil de insanlar için kapan yapsaydılar. Böylesi daha kabul edilir olmalıydı. Suçlu olan bizdik ama suçu her zaman kendimizden uzaklaştırmaya alışmıştık.


"Gölge," dedi Efruz. Bakışlarımı hafifçe kaldırdım ve alttan yüzüne baktım. O bana bakmıyordu, ileriye bakıyordu. "Sevdiğin şeylerden bahset,"


Gözlerimi kısma ihtiyacı duydum. "Niye?" diye sordum ama cevabını beklemeden bir soru daha yetiştirdim. "Sevdiğim şeyleri benden al diye mi?"


Gözlerini üzerime düşürdü. Durmamıştı ama bakışlarında hissettiğim duraksama adımlarının yanında hiç kalırdı. "Sevdiğin şeyleri senden neden alayım?" diye sordu. Umursamazca yanıt verdim.


"Baban almaya çalışıyordu." Dediğimde dişlerini birbirine bastırdığını fark ettim. Dişlerinin arasından konuştu. "Neyi almaya çalıştı senden?"


Şeytanlarımın üzerimdeki bakışları beni yalan söylemeye itti. "Canımı." Dedim ve sustum. Dudaklarının arasından bir şeyler mırıldandığını duydum fakat ne dediğini anlamadım.


"Sana ne desem bir yolunu bulup işi Kadir Dağdelen'e getireceksin belli ki," derin bir nefes aldı. Pes etmiş gibi... "Konuştuğun sürece lafı istediğin yere getirebilirsin."


Tutuyor olduğum telefonu düzelttim. Parmaklarımın arasından kaymak üzere olduğunu son anda fark etmiştim. "Neden bu kadar önemsiyorsun?"


"Neyi?"


"Beni,"


Cevap vermek yerine susmayı tercih etti. Oyun mu oynuyordu benimle? Anlamıyordum, doğrusu anlamaya halim yoktu.


Derin bir nefes aldım. Alttan görünen çehresini izlemeye devam ettim. Şeytanlarımın sorguladığı bir sürü olay vardı. Öyle gürültülüydü ki içim oraya dönsem kafayı yerdim. Bu yüzden tüm soruları boş verdim. Beni taşıyan adamın gerçekte kim olduğunu da boş verdim. Sadece nefes alabildiğim ana odaklanacaktım.


Bir geleceğimin olup olmayacağını bilmiyordum. Gelecek canımı geçmişten daha çok yakacaksa eğer ölmeye razıydım. Merakla dudaklarımı araladım ve sordum. "Eğer kollarının arasında ölürsem beni burada mı bırakırsın?"


Bedeninin kasıldığını hissettim. Bedenime sardığı kollarını kuvvetlendirmişti. "Bugün kimse ölmeyecek."


"Nereden biliyorsun?"


"Bilmeme gerek yok, hissediyorum."


Gözlerimi kapatmamaya çalışsam da kapanıp duruyordu. "Ölümü hissedebiliyor musun?"


"Gölge." Diye yükseldi sesi ormanda. Konuşmaya devam etti. "Ölüm bugün sana da bana da gelmeyecek. Bir daha ağzından ölüm lafını duyarsam ayı koleksiyonumda en güzel yeri sana ayırırım."


Söylediğine sert bir nefes vermekle yetindim.


Nefeslerim asla içimde eğittiğim o kadınla buluşmayacaktı bugün. Eğer buluşacak olursa Efruz'un ellerinden canım pahasına da olsa kurtulurdum. Ne ona vereceğim zararı ne de kendime vereceğim zararı asla düşünmezdim.


Küçük melek içime gözyaşlarını dökmesin diye var ettiğim kadını unutacaktım. Bugün ölümü yok sayacaktım. Kendime haram kılacaktım.


"Efruz," dediğimde bu onu bir anlık şaşırttı. Çünkü soy ismini kullanmamıştım. Nefeslerini ne kadar kontrol altında tutmaya çalışıyor olsa da yorulduğunun farkındaydım. Konuşurken kasları geriliyordu, yine öyle oldu.


"Söyle, Gölge." Dedi nefeslerinin aksine sakince.


Söyledim. "Uykum geldi."


Mavileri yüzümde gezindi. "Çok mu?"


"Hı-hım." Diye mırıldandım.


Yutkunduğunda boğazındaki çıkıntı benim de yutkunmama sebebiyet verdi. "Bu gece uyumak da yok." Dedi kesin bir ses tonuyla. Bana itiraz hakkı sunmayacak gibiydi ama yine de mızmızlandım. "Hiç mi?"


"Hiç."


Kaşlarım usulca çatıldı. "Ne var? Ölüm de yok uyumak da yok? Bu gece de ne var?"


Gözlerini gözlerime sabitledi. Maviliklerinin içinde kayboldu maviliklerim. "Bu gece de sen ve ben varız."


Sustum ama o benim aksime ismimi zikretmişti.


"Gölge," dedi gözlerini üzerimden çekmeden. Hiçbir tepki vermeyerek sözlerine devam etmesini bekledim. İlerlediği yolu kontrol ettikten sonra bakışlarını yine üzerime düşürdü. "Çok mu üşüyorsun?"


Artık üşüdüğümü hissetmiyordum. "Bilmem." Dedim. Yanağımı omzuna bastırdım. Olması gerektiğinde fazla rahat hissettiriyordu bunu yapmak. Kelimelerime kaldığım yerden devam ettim. "Hissetmiyorum."


Bacaklarımdaki ve sırtımdaki ellerini sıkılaştırarak beni kendine daha fazla bastırdı. "Çok az kaldı." Derken adımlarını da yorgunluğuna rağmen hızlandırmıştı.


Attığı adım seslerini duyamıyordum. Yürümeyi bırakmadığından emindim ama hiçbir ses kulağıma doğru düzgün ilişmiyordu. Yutkunarak derin bir nefes aldım. Hissini unuttuğum acı o an bedenimi sardı. Bir kalp gibi bedenime varlığını hissettirip geri çekildi. "Efruz," dedim dengesiz nefeslerimin arasından.


"Gölge?"


Gözlerimi kapattım ama açmak o kadar kolay olmadı. Göz kapaklarım birbirine hasret iki arkadaş gibi sarılıyordu. Onları ayırmak öyle zor geliyordu ki bedenime, bedenim zihnime karşı çıkıyordu.


"Gölge, konuş."


Yaramın üzerindeki baskı arttığında Efruz'un adım seslerini yeniden duymaya başladım. "Aç şu gözlerini!" dedi ormanı inletircesine. İçime değil üzerine yıkılmak istiyordum. Dediğini yaptım ve gözlerimi yavaşça araladım. Bedenimin üzerine şehrime ait bir binanın molozları düşmüştü. Her tarafım acıyordu. Nefes almak yıkıntıların altında çok zordu. Boğazıma düşen bir taşın hissettirdikleri sadece beni nefessiz bırakmıyordu; beni bilinçsiz de bırakıyordu.


"Düşecek," dedim ama beni anladı mı anlamadım. Parmaklarım tüm gücünü kaybediyordu. Gücünü kaybeden sadece parmaklarım değildi. Yutkunarak sözlerimi daha anlaşılır bir dille telaffuz etmeye çalıştım. "Efruz, telefon düşecek."


"Bırak düşsün." Dedi anında ve devam etti. "Neredeyse geldik,"


Başımı kaldırıp bakmak istesem de bedenim buna izin vermedi. Görebildiğim tek şey boynundan akan damlacıklardı. Yağmur çoktan durmuştu oysaki ama akan damlalar bedeniyle sevişmeyi seçiyordu. Terlemişti.


Fısıldadım. "Şimdi uyuyabilir miyim?"


Benim aksime onun sesi gür çıktı. "Hayır!"


Efruz'a karşı gelecek gücü kendimde bulamadım. Boynunda bolaran kolumu sıkılaştırdım ve bedenimi biraz dikleştirmek için kafamı boyun girintisine yaklaştırdım. Telefonu hâlâ tutuyordum ama düşmesi an meselesiydi.


Efruz'un adımları yavaşladı. Bir iki adım attıktan sonra tamamen durdu. Gözlerimi çevirerek yola baktım ki artık önümüzde bir yol yoktu; kulübe vardı.


"Gölge," dediğinde gözlerimi yukarıya kaldırdım. Maviliklerini tam anlamıyla göremesem de bana baktığına emindim. "Taşın altında kapının anahtarı var. Onu alabilmem için seni bırakmam lazım ki seni bırakamam." Kendi cümlesini kendi düzelti. "Seni bırakmam." Boynunu yana doğru çevirdi ve gözlerini görmeme izin verdi. "Anahtarı sen alacaksın."


Düşündüğüm şey anahtar değildi. Dudaklarımı araladım. "Telefon?" dedim soru sorar tarzda. Hiç beklemeden yanıtladı beni.


"Bırak kucağına,"


Parmaklarımın tutmakta savaş verdiği telefonu omzunun ön tarafına doğru yaklaştırdım. Omzunun üstünden dediğini yaparak telefonu kucağıma bıraktım. Efruz'un göğsünden kayan telefon yavaşça kucağımın üzerine düşmüştü.


Efruz bir adım atarak kulübenin duvarına yanaştı. Dizlerini kırdığını yere doğru yaklaşan bedenimden anladım. Dizlerimi kırmış olduğu dizine yasladı ve karanlıkla bir bütün olmuş kütleyi kaldırdı. "Anahtar taşın altında."


Harekete geçmem için söylediği cümlesiyle gücümü toplamak için derin bir nefes aldım. Sağ elimi kaldırdığı kütlenin altına uzatarak orayı yokladım. Elime anahtarın varlığını kanıtlayacak hiçbir şey gelmedi. Bu sinirimi bozdu. Elimi biraz daha ileriye ittiğimde parmaklarımın üzerinde var olan hareketlilik gözlerimi büyüttü ama anahtar oradaydı. İçime yüklenen adrenaline aldırmamaya çalışarak anahtarı titreyen elimin arasına aldım. Alır almaz bedenimi hemen Efruz'un bedenine yasladım.


Beklemediği tepkim karşısında sordu. "Ne oldu?"


Kafamı iki yana salladım. "Bir şey yok. Aldım anahtarı,"


Taşı bıraktı ve dizine yasladığı bacaklarımı tekrar kavradı. Yerden yavaşça doğrulduğunda derin bir nefes aldı. Çok yorulduğunu anlamam için yüzünü görmeme gerek yoktu. Nefes nefeseydi. Kalbinin nasıl attığını duyabiliyordum. İki adım sağa doğru ilerledi. Kafasını yine bana çevirdi. Telefon bizi aydınlatmıyordu ama onun hareketlerini kavrayabiliyordum.


"Gölge, elimi yaranın üzerinden çekemem. Kapıyı da açman lazım."


Şeytanlarım güçsüz bedenimle dalga geçmeye başlamıştı ama ben onlara inat Efruz'un söylediklerini onayladım. Artık benim için bu gece bir oyundan ibaretti.


Elimde tuttuğum anahtarı daha sıkı kavradım. Elimin içindeki anahtar değil de nefeslerimdi sanki. İçimde öyle sıkışıyorlardı ki kemiklerim daralıyordu. Göğsüm olduğu yerden çıkmak istiyordu, özgürleşmeyi özümsüyordu.


Efruz kapı sandığım yere biraz daha yaklaştığında elimin tersiyle kapıyı yokladım. Elime herhangi bir hareketlilik ilişmesin diye dua etmeyi de ihmal etmiyordum çünkü bu sefer elime bir şey değerse çığlık atacağıma emindim. Kapının üzerinde aradığım delik bana kendini belli etiğinde ne zaman tuttuğumu bilmediğim nefesimi dışarıya bıraktım. Anahtarı deliğine zor olsa da yerleştirdim. Tek sıkıntı onu çevirmeye gücümün yetmemesiydi.


"Efruz," dedim nefes nefese. "Çeviremiyorum."


Sürekli inip kalkan göğsünü dizginlemek için uzun soluklu bir nefes aldı. "Tamam, sarıl bana."


Bedenimi zorlamayı bıraktım. Dediğini yaparak yarı açık tutabildiğim gözlerimle kolumu yine boynuna doladım. O benim aksime sıcacıktı. Bu sıcak beni uykuya davet ediyordu. Sırtımdaki elinin baskısı bana kendini hatırlattığında isteğim kısa bir süre yok oldu.


Canım yanıyordu. Hislerim uyanıyordu. Çok üşüyordum ve aynı zamanda ateşlerin içine atılmışım gibi cayır cayır yanıyordum. İki kutup birbirini birbirine çekiyordu. Birleştikleri anda öleceklerini bilseler de onlar için önemli olan bu değildi.


Efruz bacaklarımı yine dizine yasladı; ama bu sefer bedenim orantısız durduğu için canım yandı. Dişlerimi sıktım. İnlememek için kendimi çok zor tutmuştum. Beni sarsmamaya özen göstererek elini kapıya uzattı. Benim açamadığım kilidi o iki saniyede açtı. Elini bacaklarımın altından geçirdikten sonra beni tekrar kucağına alıp bedenine yasladı.


Tahta kapıyı ayağıyla iterek geçmemiz için yolu açtı. Kulübenin içine girdiğimizde karanlığa bir karanlık daha eklendi. İçerisi dışarıdan daha karanlıktı.


Kulübenin içinde adım attıkça tahtalar cızırdıyordu. Birkaç adımından sonra bedenim sert bir yerle bütünleşti. Bacaklarımdaki elini çekerek ayaklarımı ileriye doğru uzatmama yardımcı oldu. Omzumdaki eli hâlâ yarama baskı uyguluyordu. Kucağımdaki telefonun belimden sağa doğru kaydığını hissettim.


Sessiz kulübede tok bir ses yayıldı. Ters düşen telefon, içeriyi az da olsa aydınlattı. Efruz'un üzerime doğru eğildiğini fark ettiğimde gözlerimi gözleriyle birleştirdim. Orada kararsız bir ifade görmeyi beklemiyordum.


Boşta kalan elini yanağıma yerleştirdiğinde şeytanlarım bundan hiç memnun kalmadı. Ben de memnun değildim bir bakıma ama teni tenimi ısıttığı için memnundum da. "Gölge," dedi hafifçe. Yüzüme daha fazla eğildi. "Kanamayı durdurmam lazım."


Yutkundum ancak konuşmadım. Hareket edecek mecalim kalmamıştı. Sadece ona bakıyor ve söylediklerini duyuyordum. Tıpkı dediği gibi uyumuyordum. O, uyu diyene kadar uyumayacaktım. Kafasını çevirerek bir köşeye baktığında bakışlarını takip ederek baktığı yere baktım.


Gözlerimin içi dondu. Küçük melek korku içinde titremeye başladı. Kanatları sarsıldı. Şeytanlarım sustu ve kenara çekildi. Yalnız başıma kalmıştım. Yapayalnız hissediyordum.


Hayatımda yer edinmiş o iki adamı istiyordum. Onlara sarılmayı ve bu acıdan topyekûn kurtulmayı diliyordum. Keşke yanımda olsaydılar. O zaman kendimi daha güçlü olduğuma inandırırdım.


Kurumuş dudaklarım birbirinden ayrıldı. "Ben," kelimeleri dilimden çıkartmak beni çok zorluyordu. "O kadar, dayanıklı, değilim."


Efruz Dağdelen yanağımda duran elini boynuma doğru götürdü. Baş parmağı yüzümü okşadı. Şefkatli bakışlarının altında bir ateş yanmaya başladı. "Dayanabilirsin."


Yüzünü yüzüme doğru eğdi. Burnu burnuma sürtündüğünde gözlerindeki ateş oraya damlamış gibi yanmaya başladı. "Dayanabileceğini biliyorum."


İçime atılmış cevapsız sorular canımı omzumdan daha çok yakmıştı. Kabullenmekten başka bir seçeneğim yoktu. Bunu kendime ben yapmıştım. Şimdi bedelini ödemek zorundaydım. Kafamla Efruz'u onayladığımda hiçbir şeyin kolay olmayacağını anlatan bakışları içimi sarsmıştı.


Beni uzandığım yere bastırdığında acı bu sefer dişlerimin arasından aşmayı başarmış dudaklarıma dokunmuştu. "Sakin ol," dedi. "Bana bir dakika ver. Dezenfekte etmem gerekiyor."


Başımı salladım. Konuşmasına devam etti. "Uyumak yok, Gölge." Dedi bastırarak. Bu sefer onayımı beklemedi ve sırtımdaki elini canımı yakmamaya özen göstererek çekti; ama bu yaptığı canımı çok yaktı. Sırtıma bir ziftin kara suları akıyordu. Yanımdan uzaklaştı. Bilincim kapanıyor beni de bir canavarın dişleri gibi kapıyordu. Onun hareketlerini görebiliyordum lakin bu karanlığın ardında gördüğüm başka şeyler de vardı.


Poyraz'ı görüyordum ki yanında Özkan duruyordu. İkisi de bana bakıyordu. Yetiştirdikleri kadının ne hale geldiğini gözlerini kırpmadan izliyorlardı. Canım yandı. Onlara ihanet ediyordum sanki. Ben, her daim dik duran bir kadındım. Bunu en iyi onlar biliyordu; fakat şimdi ölüyor gibiydim. Bana verdikleri emekleri öldürüyordum. Var ettikleri kadını kendi ellerimle yok ediyordum.


Efruz'un elindeki zımbayı fark ettiğimde benimle birlikte onlar da bunu fark etti. Daha ağırlarını omuzlarımda taşımıştım lakin o zaman onlar yanımdaydı. Sığınacağım birileri vardı. Acımı saklamama gerek yoktu. Şimdi tek başımaydım.


Ne yapacağımı bilmiyordum. 


Efruz bana doğru yaklaşırken elindeki zımbaya bir şey döküyordu. Damlalar önce zımbayı ıslatıyordu sonra kayarak intihar ediyordu. Onlar da ölüyordu. Onlar gibi olmak istemiyordum. İçimde var ettiğim iki adamın büyüttüğü kadın gibi olmak istiyordum.


Gözlerimi kırpıştırdım. Efruz artık yanı başımdaydı. Yanı başıma koyduğu tenekenin içinde ne olduğunu bilmiyordum. Bilmem gerekiyormuş gibi hissediyordum. Zımbayı bıraktığını duyduğum tok ses sayesinde anlamıştım. Efruz yarısı olmayan tişörtünü tek eliyle kafasından sıyırıp hızlı bir manevrayla ikiye böldü. Ufalanan kumaş parçasının üzerine yanı başıma koyduğu tenekenin içindeki şeyi döktü. Kumaşı ellerinin arasında sıkarak, fazla olan ıslaklığı giderdi. Kumaşı tenekenin yanına bıraktı.


Gözlerini bana odakladı. 


Elini yanağıma yerleştirdi. Gözlerimin içine dikkatle baktı. "Korkma," diye fısıldadı. Korkmadığı söylemek istedim ona ama gücüm yetmedi. Elini enseme doğru kaydırdı. Beni kafamı koyduğum yerden hafifçe doğrulttu. "Seni kucağıma alacağım." Dedi. Bir tepki veremedim. Doğrulmamı sağladı. Kendimi tamamen ona bırakmıştım. Kendi bedenime yön verebileceğimi sanmıyordum.


Başımı omzuna yasladığımda verdiği sert nefesi saçlarımın arasında hissettim. Eli belimi kavradı. Beni bedenine doğru canımı yakmayacak bir oranda bastırdı. Kalktığım yere kendi oturdu. Diğer eli bir bacağımı kavradı. Bacağımı kendine doğru çektiğinde belimdeki eliyle bedenimi kaldırmayı ihmal etmedi.


Beni tam anlamıyla kucağına aldı. Bacağımdaki elini çekti. Bedeni artık bacaklarımın arasındaydı, ben de kucağındaydım. Ayağımda var olan ama omzumun gerisinde kalan ağrı bir an için bana kendini hatırlatsa da bu uzun sürmedi. Ayağımın delinmiş yüzeyinde garip bir uyuşukluk kaldı. Acı geçti gitti.


Acı omzumdan geçip gitmeyi bilmiyordu.


Efruz belimdeki elini sırtıma doğru yükseltti. Gözlerimi gözlerine doğru kaldırdım. Dik tutamadığım başımı omzuna, bedenimi de bedenine yaslamıştım. Kafasını eğerek alnını alnıma yasladı. Aldığı sık nefesleri hissediyordum. "Geçecek," diye fısıldadı gözlerimin içine inançla bakarken. Tüm umudum söylediği kelimede toplandı. Geçecekti.


Elini yarım atletimin üzerine getirdiğinde duraksadı. "Çıkartmam lazım." Dedi fısıltıyla.


Yutkunma ihtiyacı duydum. Harekete geçmeden önce gözleri beklediği işareti arıyordu harelerimde.


Karşısında çıplak kalmak canımın acısından önemli değildi. Eğer acı geçecekse çıkartabilirdi. Gözlerimi kabullenircesine kapattım. Rahatladığını fark ettim. Beklemediğim bir şeyi yaparak atletimi çıkartmak yerine yırttı. Önce sağ kolumdaki kumaştan kurtulmamı sağladı, sonra da sol omzuma yapışmış kumaşı yavaşça kaldırdı. Kan, yağmur ve çamurla bütünleşmiş kumaşı bir kenara bıraktı.


Omzumdaki sargı dışında çıplak kalmış bedenim derin bir nefes solumamı sağladı. Telefonun zayıf ışığı hatlarımı belli etse de ona tam bir görüş açısı sunmadığından biraz da olsa rahattım. Efruz'un parmakları ıslak saçlarımın arasında dolandı. Saçlarımı sağ omzuma doğru topladıktan sonra belimdeki eline kuvvet uygulayarak bedenimi bedenine tamamen yasladı. Çıplak bedenim çıplak bedenine bir yapbozun parçası gibi oturdu. Onun kalp atışlarını kendi kalp atışlarımın arasında hissediyordum.


Zihnimde çalan alarmı susturmak hiç kolay olmadı. Tenini tenimde hissediyor olmak bana bir anlık acımı unutturmuştu. Tenimi ısıtan teni ne kadar kirli olsak da temiz hissettiriyordu. Aldığı sert nefesler benim alamadığım nefeslerin üzerinden geçiyordu.


"Gölge," dediğinde dikkatimi toparlamaya çalışarak ses tonuna odaklandım. "Sana bir sır vereceğim." Ses tonunda yatırdığı giz ilgimi çekmişti. Merakla konuşmasının devamını beklerken elini omzumun üstündeki sargıda hissettim. "Bazen masal dinlemeden uyuyamıyorum."


Dudaklarımı birbirine bastırdım. Söylediği komiğime gitmişti. Burnumdan sert bir nefes verdim. Sargının bir katını açtığını anladım. Fısıltıyla sordum. "Çocuk musun ki sen?"


Çenesini şakağıma yasladı. "Çocuk olmayı özledim." Gözlerimi kıstım. O an kanımla vücuduma yapışmış sargının son katını kaldırdı. Boğazımdan ufak bir inleyiş döküldü. Kendime mâni olamadan göğsümü göğsüne doğru yasladım.


"Şşhh..." dedi kulağıma doğru. Vücutlarımızı birbirinden ayıran tek şey boynumda asılı olan kolyeydi. Aramızda sıkışmıştı.


Omzuma soğuk bir şey sürttüğünde ürperdim. Yıkadığı kumaş parçası olmalıydı. Yaramın etrafını temizliyordu. Her dokunuşta canım canıma çelme takıyordu. Nefeslerim kesiliyordu. Cebelleştiğim acıya odaklanmamı istemiyor gibi sordu. "Sen, çocuk olmayı özledin mi?"


Yutkundum. "Özlemedim." Dedim.


İçim içime battı. Çocukluğumun sırtını dayadığı dikenler benim sırtıma batıyordu. "Neden?" diye sorduğunda nefesimi tutma ihtiyacı duydum. Omzuma değen kumaşın verdiği eziyet beni böyle kıvrandırıyorsa gecenin ilerleyen dakikalarını düşünemiyordum. Dudaklarımı ıslattım. "Hiç çocuk olmamayı dilerdim." Dedim ve sustum.


O da sustu. Sessizliğin bir yıkım olduğunu biliyordum. Sessizliğin sesi olduğumdan böyle bilgiliydim.


Efruz'un zımbayı eline aldığını fark ettiğimde kendimi toparlamak adına derin bir nefes aldım. O sırada dudaklarını kulağıma değdirircesine başını başıma yasladı. "Gölge," dedi. İlk kez böyle içten söylediği için ismimi sevdim. İsmim onun ağzında güzelleşiyordu.


"Artık yanan canının yarısı bende yanıyor. Duydun mu beni? Dayanacaksın!"


Onun yaptığı gibi yaptım ve kulağına doğru fısıldadım. "Dayanacağım."


"Aferin sana," bu sefer kaşlarımı çatmadım.


Beni bedenine daha fazla bastırdı. Göğüslerimin acıdığını hissettim ama omzumdaki acının altında bu bir hiçti. "Başlıyorum."


Nefesimi tuttum. Zımbanın soğuğunu bedenimde hissedebiliyordum. Hislerim dakikalar öncesine inatla şu an her şeyi algılayabiliyordu. "Üç dediğimde,"


Yağmur tekrar yağmaya başlamıştı. Üzerime yağdığından değil çatıya bıraktığı seslerden dolayı anlamıştım bunu. Eğer yağmurun sesini dinlersem belki canım daha az yanardı.


Gökyüzünden dökülen damlalar kimin nefretine bulanmıştı da acaba böylesine öfkeliydi damlaları?


"Bir,"


Gökyüzü kükredi. Bir aslanın kükreyişi tüm hayvanları titretiyordu. Gökyüzünün kükreyişi de damlaların ulaştığı her yeri titretecekti.


"İki,"


Ben çoktan titremeye başlamıştım. Üşüyordum ama üşümekten daha ağır bir gerçek beni bekliyordu. Gözlerimi sıkıca kapattım. Dişlerimi birbirine kenetledim.


"Üç." 


Zımbanın koluna bastı. Zımbanın ağzından çıkan teli içime gömüldü. Haykırışım gök gürültünü geride bıraktı. Gözlerimden akan damlalar heybetli omzuna damlıyordu. Sırtımdan akan damlalar geçmişime gömülüyordu. Nefeslerimiz birbirine karışıyordu.


Bedenimi daha sıkı tuttu ve zımbanın koluna bir kez daha bastı. Gözlerim gerildi. Bilincimi anlık olarak kaybettiğimde beni kendime getiren diğer telin içime gömülmesi oldu. Acı dolu inleyişlerim kulübenin duvarlarına çarpıp üzerime düşüyordu. Her biri, bir hançerin bıraktığı izi üzerime derinlemesine işliyordu. Hançerlerin geri çekebileceğim sapları yoktu.


Sapsız hançerler içime saplanıyordu.


Ruhum arkasını çoktan dönmüş beni yok sayıyordu.


Buna daha fazla katlanamıyordum. Böylesi canımı çok yakıyordu. Hıçkırıklarımın arasında kollarımı Efruz'un boynuna doladım. Elindeki zımbanın yere düştüğünü işittim. Hemen ardından bir kolunu ince belime sardı. Diğer elini enseme bastırdı. Ona sarıldığım gibi bana sarıldı. Bir an tüm vücudumda var olan o ağrı azalır gibi oldu. Dudaklarını terle kaplı saçlarımın üzerine bastırdı.


"Bitti." Dedi, nefes nefeseydi.


Evet bitmişti ama henüz geçmemişti. Sırtımdan akan zehirli kan benden kurtulmayı bırakmış olsa da göz yaşlarım durmak bilmiyordu. Yağmur dışarıyı benim gözyaşlarım Efruz'un omzunu ıslatıyordu. Ona daha sıkı sarıldım. Acımı paylaşacak başka kimsem yoktu. Bunu kendime yediremiyordum ama başka çarem yoktu. Tek başıma bu acının üstesinden gelemezdim.


Yutkundum. Hıçkırıklarımı durdurmaya çalışıyordum ama acı bana mâni oluyordu. Durmadan titreyen bedenim artık Efruz'un bedenini de titretiyordu. Ensemde duran elini saçlarımın arasına doğru çıkarttı. Saçlarımı okşadı. "Masal gibi bir gece daha," dedi. Sesinden akan gerçek masalların sayfalarını tutuşturdu.


Dudaklarını hem yağmur suyuyla hem de kendi terimle ıslanmış saçlarımın üstünde hissettim. Sıcacık bir dokunuşla bastırdı dudaklarını saçlarıma. "Masallar bitecek, acın geçecek."


Istıraplı bir nefes verdim. 


Küçük melek çektiğim acıya rağmen bana gülümsedi. Bu sefer gerçekten bana gülümsüyordu. Sadece bana değil Efruz'un söylediklerine de; lakin ben, küçük meleğin aksine ağlıyordum. Göz yaşlarımın ardından ona bakarken bana elini uzattı. Düşünmeden o küçük eli tuttum. Ben, daha önce kendimi hiç böyle güçlü hissetmemiştim. Ağlamanın bu kadar güçlü hissettirdiğini bilmiyordum.


"Gölge," dedi Efruz. Bakışlarımı küçük melekten alıp dikkatimi ona verdim. Gözlerimden akan damlalar hızını kesmişti ama hıçkırıklarım henüz durmamıştı. Sızlayan gözlerim karanlığı içine çekiyordu.


"Artık uyuyabilirsin, Kara Melek."


Göz kapaklarım sanki bu anı bekliyormuş gibi gözlerimin üzerini örttü. Göz yaşlarımla ıslanmış yüzümü omzu ve başı arasındaki boşluğa sokuşturup derin bir nefes aldım. Kokusu ciğerlerimdeki ağırlığı hafifletiyordu. Kokusu nefeslerimi düzene sokuyordu. Kokusu, içimde bir yerlere dokunuyor içimdeki acıyı benden alıyordu.


Sızım siniyordu. 


⌛️


Bölüm sonu!!!


Nasıldııı???

Beğendiniz mi bölümü?


Ay sizin de canınız yandı mı? Ben yazarken Gölge'nin yerine acı çektiğimi hissediyorum...


Bölümde en sevdiğiniz kısım neresi oldu?


.


SONRAKİ BÖLÜMDE GÖRÜŞÜRÜZZ💋


VOTE VE YORUMU UNUTMAYIN LÜTFEN


HOŞ'ÇAKALIN👋


Loading...
0%