@zeynepizem
|
⏳️ İNSİZ ŞEH'R BÖLÜM BİR “Gün doğuyor Çiçek.” “Gün doğuyor… ama ölüyor da.” 🥀 Yağmur yağıyordu üzerime. Üzerimden akıp gidiyordu yağmur. Zehrimden alıyor, İstanbul’un kuytu köşelerinde beni paylaşıyordu. Bu şehrin her köşesinde benden olan ama bana ait olmayan şeyler vardı. Ben İstanbul’a bakınca kendimi görüyordum fakat İstanbul bana bakınca ne görüyordu bilmiyordum. Yağmurun bana dokunan zerreleri ona da dokunuyordu. Onun sokaklarını temizliyordu, benim bedenimi yıkıyordu. İkimizden akan kir lağım çukurlarında toplanıyordu. İç içe geçiyorduk. Birbirinden beslenen çift başlı yılanlar gibiydik. İçime öyle bir işlemişti ki bu şehir, ne kadar derimi değiştirsem de benden gitmiyordu. Öyle bir oturmuştu ki içime, öyle yıkmış öyle dökmüştü ki beni; ben ne zaman ondan ayrılsam içim ayrılamıyordu. Kirimiz, birbirinin içinde; birbirini büyütüp birbirini bir o kadar da ateşe veriyordu. Birbirine katlanmak zorunda olan iki yılan… Birbirimize bakıyorduk ve aynı anda birbirimizden oluyorduk. Yorgun gözlerimi etrafta dolaştırdım. Ne sokaklar ne insanlar ne de insizliğin içine gömdüğüm ruhlar beni özlememişti. Ki kafiydi bu; ben de onları özlememiştim. Bir adım attığımda sanki sokaklar beni içine çeker gibi aynı adımı bana karşı attı. Buralara çok alışkındım. Buralarda yaşamıştım ve buralarda büyümüştüm. Buna rağmen buralar benim değildi. Bu kent benim değildi. Bu kent bana ‘benim’ diyordu fakat o da biliyordu; ben onun değildim. Mahzen’in sokaklarına yaklaşmıştım. Bu gerçeği bilen sanki sadece ben değildim. Bu gerçeği bilen bu sokaktı, ondandı içindeki ıssızlık ve yalnızlık. Derin bir nefes aldığımda İstanbul’un kokusuyla dolan ciğerlerim soluklarımı kesmem için adeta bana yalvardı. Yürüdüğüm kaldırımda kendimi durdurdum. Kafamdan kaymak üzere olan kapüşonumu tamamen geriye doğru ittim. Yağmurun tüm saçlarıma dokunmasına izin verdim. Yorulmuştum. Yorgunluğumun sebebi attığım iki üç adım değildi. Yorgunluğumun sebebi Ankara’ydı. Kısa bir kesit geçti zihnimden fakat düşünmek şimdi bir işime yaramayacaktı. Durmak bana hiçbir şey kazandırmayacaktı. Gecenin sonunda varacağım yer Mahzen’den başka bir yer olmayacaktı. Bu gece de bana açılacak başka kapı yoktu. Mahzen’e girecektim fakat nasıl çıkardım orası meçhuldü. Acele etmek aklımın ucundan bile geçmedi. Sakin adımlarımla güzergahımda yürümeye devam ettim. Saat gece yarısını çoktan geçmişti. Ankara’dan dönen uçaktan indiğimde beni karşılayan kimse olmamıştı. Olması gerektiği gibi; Ankara’ya tek başıma gitmiştim ve tek başıma geri gelmiştim. Zihnimde yatan gerçekler bugün beni mahvetmezse eğer yoluma devam edebilirdim. Hangi yoldan devam edeceğim ise tamamen şeytanlarımın kararı olacaktı. Adımlarım ilerlerken arka cebimde titreyen telefonum aynı zamanda bedenimi de titretti. Gözlerim kısıldı. Çalan telefonumu umursamadım. Kimin aradığını biliyordum, şu an onunla konuşmanın sırası değildi. Konuşacak kadar sakin değildim henüz. Konuşacak kadar zihnimi toparlayamamıştım. Saniyeler geçti. Burnumdan içeriye sert bir nefes çektiğimde telefonumun titreyişi durdu. Yanağımdan aşağıya akan damla sus çizgime düştü; orada saliselik bir vakit geçirdikten sonra dudaklarıma dokundu ve dudaklarıma da izini bıraka bıraka çeneme indi. Birbirine sımsıkı bastırdığım dudaklarımı hafifçe araladım, yağmur damlasının bıraktığı izi dilimle temizleyip içime aldım. Bugün Ekim’in on biriydi. Hava, soğuk ve kasvetliydi. Adım atıyordum; benimle birlikte atılan adımları duyuyordum. Karanlığı giyinmiş sokakta yalnız değildim. Köşe başında bir genç grubu yağmurdan korunmak adına aynı şemsiyeyi paylaşıyordu; 3 kişi için bir şemsiye oldukça yetersizdi. Gözlerim etrafta dolanmaya devam etti. Yanımdan koşturarak geçen insanların tek derdi ıslanmamak olmalıydı. Gözlerim biraz daha kısıldı. Trafik ışıklarının önüne geldiğimde durarak karşı sokağa baktım. Trafik lambası kırmızı yanıyordu. Yayaların geçmesi için geriye doğru sayan sayaç çoktan benim sayımı geçmişti. Ellerimi hırkamın ceplerine yerleştirdim. Kırmızı ışıkta benimle birlikte bekleyen iki kişinin varlığını hissettiğimde kaşlarım çatıldı. Saniyeler geçti. Kırmızı ışık sönüp yerini yeşile devretti. Benimle bekleyen bir kişi karşıya geçti. Diğeri benimle beklemeye devam etti. Kaşlarım bir miktar daha çatıldı. Küçük bir duraksama yaşadım. İçgüdülerim harekete geçtiğinde karşıya geçmekten vazgeçerek olduğum kaldırımda sağa doğru döndüm ve yürümeye başladım. Henüz uzaklaşmamışken arkamdan attığı adımları duydum. Bakışlarım keskinleştiğinde karşıdan üzerime doğru gelen genç çocuğun bakışları yüzümde dolandı. Yanımdan geçip giderken adımlarımı yavaşlatmadan, boynumu çevirerek yanımdan geçişini izledim. Arkamdaki varlığın gölgesini gördüm. İçgüdülerim tüm zihnime işgal alarmı verdi. Gözlerimle hızla etrafı kolaçan ettim. Benimle atılan adımların tesiri sırtımı ürpertti. Bu adımlar yanımdan öylesine geçip gidenlerin adımları gibi değildi. Sırtımda dolaşan gözler vardı. Sırtım deşiliyordu ve deşen İstanbul değil İstanbul’un içindekilerinden biriydi. Dakikalardır varmak istediğim sokaktan uzaklaşıyordum. İçinden geçmem gereken sokağın önünden geçmek için buralara kadar gelmemiştim ben. Öfke içten içe kendini belli ederken dişlerimi birbirine bastırdım. Aynı saniyelerde tırnaklarım derime battı. Takip ediliyordum. Hem de uçaktan indiğim andan beri. Bu kadar geç farkına vardığım için kendime sitem etsem de omuzlarımı düşürmedim. Saatler önce bir katliamın eşiğinde yürümüştüm. Birçok kişinin idam ipini boğazına geçirmiştim ve şimdi birkaç göz üzerimde diye korkacak değildim. Tek sıkıntım fazlasıyla yorgun olmamdı. Eğer böyle dikkatsiz devam edersem avcı rolünü arkamdakiler üstlenecekti; fakat ben de kendi rolümü asla bir başkasına kaptıracak göz yoktu. Girmem gereken sokağı çoktan geçmiş onu ardımda bırakmıştım ama bu şehir beni tanıdığı gibi ben de bu şehri tanıyordum. Ardımdakilerden kurtulabilirsem aynı sokağa ulaşmam çok vaktimi almazdı. Zihnimden son üç günün film şeridi geçirdim. Yerimi bilenlerin ve bilmeyenlerin portrelerini gözümün önünde bir araya getirdim. Bir idam ipi ihanetin bedelini ödetmek için insiz şehrin tam ortasına asılmıştı. O idam ipini hak edenin boynuna dolayacaktım fakat ilk öncelikle bu geceden kurtulmam gerekiyordu. Yoluma devam ederken dikkatimi bir sonraki trafik ışığının sayacı çekti. Adımlarımı durdurdum. Karşıda birkaç kişi yayalar için yeşilin yanmasını bekliyordu. Bu yağmurda trafik ışığını beklemek birine biraz saçma gelmiş olacak ki yeşil ışık yanmadan bana doğru gelmeye başladı. Bir elinde şemsiye diğer elinde ise siyah bir poşet tutuyordu. Adımları sağlam değildi. Düşünceler planları zihnimde alt etti. Beklemeyi keserek kaldırımdan yola indim. Geçen araçlar tek tüktü ama aklı olan biri böyle bir şeyi yapmazdı. Karşıdan gelen adamla birbirimize doğru yürüdük. Onun amacı az önce bulunduğum yere geçmekken benim amacım ona çarpmak olmuştu. Beklemediği darbe sonrasında elindeki poşet düştü ve içinden iki içki şişesi yuvarlanmaya başladı. “Önüne baksana!” dedi ve kelimelerini saydırmaya devam etti. Adamın ağzından çıkan küfürleri umursamadan ayağıma doğru gelen cam şişeye eğildim ve onu elime aldım. Bir araç yanımızdan kornasına asılarak geçti. Küçük bir korkuyu bile içimde barındırma gereği duymadan bana saydıran kırklı yaşlarının sonunu yaşadığını düşündüğüm adama döndüm. Gözlerimden çıkan alevleri gördüğünde sözlerini yarıda bırakmak zorunda kaldı. Yapmacık bir gülümseme sundum ona. Dudaklarımda var ettiğim kıvrım geceyi yarıya bölebilecek keskinlikteydi. “Affedersin.” Dedim her heceme bastırarak. Ses tonum karşımdaki adamı daha fazla kızdırmış olmalıydı ki üzerime doğru geldi. Tam o sırada ışıklar elimde tuttuğum şişeye yansıdı ve ben arkamda bekleyen silueti gördüm. Gördüğüm zihnime yansıdığında yutkunmak zorunda kalmıştım. Çarptığım adamın kolumu tuttuğunu fark ettiğimde onu karşıdan karşıya geçmek için gelenlerin üzerine ittim. Şemsiyeleri birbirine dolandı. Bana kısacık bir an için mahremiyet oluşturan şemsiyeler sayesinde bütün gücümle koşarak karşıya geçtim ve asla durmadan bir ara sokağa daldım. Yağmurdan dolayı yüzüme yapışmış saç tutamlarımı öfkeyle geriye doğru ittim. Saçlarımı bağladığım toka düşmek üzereydi. Elimi tokama uzatıp saçlarımın tamamen serbest kalmasına izin verdim. Elimdeki kırmızı tokayı bileğime geçirdim. İçim içimi kazıyordu. Yağmurun ardından duyduğum adım sesleri sanki kulağımda çınladı. İki kişinin zor sığacağı yerde beni bulmaları an meselesiydi. Arkama bakmadan ilerlemeye başladığımda bir an dengemi kaybettim. Ufak bir küfür mırıldanıp toparlandıktan sonra adımlarımı yeri deşer gibi atmaya devam ettim. Dakikalar sonra karşıma bir apartman boşluğu çıktı. Düşünme gereği duymadan bedenimi karanlığın içine yönlendirdim. Yağan yağmur binanın bacası sayesinde kesildi; Ve soğuk bu anı bekler gibi vücuduma arsızca dokunmaya başladı. Nefesimi tuttum, duyacağım en ufak şey hayatımla eşdeğer nitelikte olacaktı. Dinledim, dinledim ama yağmur sesinin dışında hiçbir şey duyamadım. En sonunda tuttuğum nefesimi bıraktım, buna karşılık derin bir nefes aldım. Soğuktu. Artık sadece ruhum değil bedenim de üşüyordu. Koştuğum ve dakikalardır durmadan yürüdüğüm için nefeslerim düzensizdi. Cebimdeki telefon tekrar titremeye başladı ama onu yine yok saydım. Birkaç saniye soluklandım. İçimde birbirine laf edip duran şeytanlarım nefesimle alay ediyorlardı. Güçsüz düşmüştüm. Güçsüzlük şeytanlarıma fazla aşağılık geliyordu. Başarısızlığa katlanamıyorlardı ama ben başarısız değildim. Şeytanlarımı zihnimde göremeyeceğim bir kenara ittim. Hemen ardından durmak bilmeyen telefonu arka cebimden çıkarttım. Bedenimi binanın duvarına yasladım. Sırtımdaki çantam binayla arama keskin bir hat çizmişti. Bakışlarım elimde tuttuğum ekrana sabitledi. Ekranda görmeye ve duymaya alışkın olduğum bir isim yer alıyordu. O ismin her harfine borcum vardı. O ismin her harfinde kanım vardı. Kalbim kasıldı. O isimde affı olmayan günahlarım vardı. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Dişlerim birbirine çarptı. İnsan bir yere kadar kaçabiliyordu. Etrafı, karanlıkta görebildiğim kadarıyla, bir kez daha kontrol ettikten sonra telefonu açtım. Açar açmaz da kulağıma yasladım. İkimiz de telefonu açmamı beklemiyormuşuz gibi bir sessizliğe gömüldük. Aramızda geçen kısa sessizlikten sonra ilk konuşan o oldu. “Neredesin?” Sesini ne zaman duysam bir patlamanın ardından ansızın gelen; yıkılmış, dökülmüş ve parçalanmış duman kokusunu tam genzimde hissederdim ve genzim yanardı. Yine yanıyordu. Konuşabilmek için yutkunmayı seçtim. Sesimi kısık tutamaya özen göstererek kelimeleri zehirli dilime yaydım. “Mahzen’in yakınlarındayım.” “Şimdiye çoktan çıkmış olmalıydın oradan. Neler oluyor?” Konuşmadan önce etrafı tekrar kontrol ederek herhangi bir ses duymak için yoğunlaştım. İçgüdülerim bir tehdidin varlığını sezmedi. “Bilmiyorum.” Diye fısıldadım yorgun nefesimle. “Gölge,” dedi ve durdu. Ben de durdum. Gölge.’ Dedim kendi kendime. Avuçlarıma zorla kazılmış olan ama içimin asla kabullenmediği isim beni her duyduğumda duraksatırdı. Bu ismi bana verdiklerinde her şeyin farklı olacağına inanan kişi ve şimdi her şeyin berbat olduğunu bilen kişi kavga edip duruyordu. Düştüğü durumu hiçbir zaman kabullenmiyor, sürekli bu ismi duyduğu ilk anı suçluyordu. Şeytanlarım kıs kıs gülüyordu. “Tehlikede misin?” Kaburgam daralır gibi oldu ama saçma hislerin beni ele geçirmesine izin vermedim. Boşta kalan elimle duvara tutundum. Ayakta kalmak zaman geçtikçe zorlaşıyordu. Saatler önce giriştiğim olayın izleri bedenimde daha yeni yeni can buluyordu. Boşluklarım kasılıyordu. Aldığım her nefesin içime batmasını görmezden gelmeye çalışarak mırıldandım. “Bilmiyorum Özkan. Takip ediliyorum, o yüzden Mahzen’e girmedim.” Telefonun ardında hareketlendiğini işittim. “Geliyorum.” Dedi anında. Bu dediği beni nefessiz bıraktı. “Hayır!” Yüzümü buruşturdum. Sesim çok çıkmıştı. Uzaktan kulağıma gelen konuşma sesleri beni sessizliğe gömdü. Birkaç saniye yağmurun ardından gelen tüm sesleri dinlemeye çalıştım. Bugün yağmur merhametsizdi çünkü hedefinde bir merhametsiz vardı. Duymuş olduğum sesler benden uzaklaşmaya başladığında telefona doğru sert bir mizaçla fısıldadım. “Özkan, gelme. Kendi başıma halledebilirim.” Sert nefesini duyduğumda beni asla dinlemeyeceğini zaten çoktan kavramıştım. “Özkan-” Konuşmama izin vermeden kelimelerini içime döktü. “Başlarım Mahzen’ine de sırrına da Gölge! Bu iş çok uzadı. Eğer canın yanarsa Mahzen falan kalmaz duydun mu?” Gözlerimi devirdim. En başında telefonu açmamalıydım. Ona engel olabilecek hiçbir şeyim yoktu. Yine de bir ihtimal beni dinler diye geveledim. “Duydum ama bana izin ver. Halledebilirim.” Telefonun ardından birkaç konuşma yükseldi. Benimle değil başkalarıyla konuşuyordu. Çoktan yola çıkmaya hazırlanıyordu bile. Tam karşı çıkmak için konuşacağım esnada apartman boşluğunun çıkış kısmında bir gürültü duydum. Tüm dikkatim oraya yoğunlaşmışken Özkan konuştu. “Yerinden ayrılma, Gölge. Yarım saate-” Kelimelerini kendi kelimelerimle kestim. “Özkan, kapatmam lazım.” Sesi gerginleşti. “Ne oluyor?” Bakışlarımı karşıya dikerek yanıt verdim. “Ufak, bir işim var.” Telefonu cevap vermesini beklemeden kapattım. Karanlığın içinde biri beni izliyordu. Karanlık onu benden gizliyordu ama orada olduğunu görebiliyordum. Bana bakıyordu, tıpkı benim ona baktığım gibi. Elimdeki telefonu yavaşça cebime yerleştirdiğimde artık sırtım duvara yaslanmıyordu. Tüm bedenimi karşımdaki karaltıya çevirdiğim anda bana doğru bir adım attı. Gözlerimi, belki yüzünü görürüm umuduyla kıssam da nafileydi. Karanlıkta can bulan gölgesi benden uzundu ama halledebilirdim. Halletmeliydim. Yanlış bir harekette bulunursam boşluklarımdaki bu ağrıyla işimi bitirmesi birkaç dakikasını almazdı. Duruşumu dikleştirdim. Çantamın içinde bir silah vardı lakin onu alabilecek kadar vaktim yoktu. Hem bu sessizliğin içinde silah kullanırsam yerimi herkese duyurmuş olurdum. Yavaşça çantanın askılıklarını omuzumdan aşağıya doğru sıyırdım. Sol omzumdan tamamen kayıp giden askılıkla çantamın tüm ağırlığı sağ elime kalmış oldu “Buradan çıkamayacaksın.” Kaşlarım çatıldı. Duyduğum kalın ses içimi tiksindirdi. Şeytanlarımın işaretiyle burnumdan güler gibi bir nefes verdim. “Sahi mi?” Cevap vermedi. Beni dikkatle inceliyor oluşu zihnime bıçaklar saplıyordu. O bıçakları çıkartıp gözlerimi kırpmadan karşımdaki adamın bedenine saplamak istiyordum. Durağan adımlarını üzerime doğru hareketlendirip ani bir atakta bulunduğunda reflekslerimi kullanarak geri çekildim. O an tuttuğum çantamı ona doğru savurmayı ihmal etmedim. Zaten ağır olan çantam yağmurla birlikte daha da ağırlaşmış ve benim için bir silah olma görevini üstlenmişti. Savurduğum çantam adamın boynuyla kafası arasındaki bir yere çarptı. Karanlıktan beklemediği bu darbeyle dengesini kaybetti. Toparlanmasına izin vermeden üzerine doğru yürüyüp çantanın askısını boğazına sardım. Benden kurtulmak için elini geriye doğru attı. Parmaklarını saçlarıma sardığında gözlerimin döndüğünü hissettim. Ayağımı kaldırarak dizinin arkasına acımasızca vurdum. Saçlarımdaki eli bollaştı. Hiç beklemeden onu ileriye doğru ittim. Dizlerinin üzerine düşmesine neden olduğumda bollaşan çantamın askılıklarını tuttum ve kendime doğru çekerek boğazına baskı uyguladım. Buradan ya o canlı çıkacaktı ya da ben canlı çıkacaktım. İkimizin aynı anda bir seçeneğe dokunması imkansızdı. Ellerimden kurtulmaya çalışsa da ona izin vermedim. Benden güçlüydü evet ama benim kadar zeki değildi. Gayet iyi biliyordu ki hareket ettiği an boynu kırılacaktı. Askılık tam çenesinin altında kör noktaya baskı uyguluyordu. Kullandığım gücü azaltmadan kulağına doğru yaklaştım ve ölüm kusan sesimle kelimeleri zihnine doldurdum. “Buradan çıkamayacaksın.” Sesimin bedenini ürperttiğine emindim. Yutkunduğunu duyar gibi oldum. “Çok kişiyiz.” Dedi zar zor. “Beni geçsen diğerlerini geçemeyeceksin Gölge.” Gülümsedim. Gülümsememdeki zaferler geceye ellerini kaldırtıyordu. Gece bile bana teslim olmuşken benim karşımda durmaları neyi ifade edebilirdi? Dişlerimin arasından geceye titretecek bir tınıyla konuştum. “Seni öldürdüğüm gibi onları da öldürürüm o zaman.” İstanbul’un insiz sokakları… Şeytanın iniydi burası. Henüz şeytan olamamıştım fakat bir gün boğazıma sarılan şeytanlar ruhuma da sarılacaktı. İşte o gün İstanbul inim, insanlar kölem olacaktı. Vicdansızın biri beni gördüğünde vicdanlı olduğunu anlayacaktı. Ellerimi sıkılaştırdım. Parmaklarımın arasında debelense de hiçbir işe yaramadı. Bileklerimi yere doğru büküp nefes almasına toptan engel oldum. Çırpınışları bilincini yitirdiğinde kesilmişti. Ki zaten onu daha fazla tutabilecek gücüm yoktu. Bedeni boylu boyunca yere serildiğinde hâlâ yüzümde izini taşıyan gülümseme yavaşça kayboldu. Dikleştim. Derin nefesler alıp verdim. Harcadığım enerjimi toplamam uzun sürecekti. Gözlerim yere serilmiş bedenin üzerinde dolandı. Onu şeytanlarımın tüm yakarışlarına rağmen öldürmemiştim. Şah damarına uyguladığım baskı beynine oksijen gitmesine engel olduğu için uzun bir süre uyuyakalacaktı. Elimi bir gereksizin kanına boyamazdım. Benim işim küçük balıklarla değildi. Benim işim bu oyuncaklara emir veren kişideydi. Yani; Kadir Dağdelen’de. ⌛️ Bölüm sonu!! Nasıldı? Beğendiniz mi ilk bölümü? En sevdiğiniz kısım neresi oldu? . GELECEK BÖLÜMDE GÖRÜŞÜRÜZ💋 VOTE VE YORUMU LÜTFEN UNUTMAYIN HOŞ'ÇAKALIN👋 |
0% |