Yeni Üyelik
10.
Bölüm

Dokuzuncu Bölüm

@zeynepizem

⏳️


İNSİZ ŞEH'R

BÖLÜM DOKUZ


🥀


Karanlık... onu sevmiyordum. Yine de şehrimde hiçbir sokak lambası yanmazdı. Bir otobüs durağının önüne çökerdim. Dizlerimi kendime çeker saç tutamlarımı sayardım. Sayılar birbirine karışır, saç tellerim düğümlenir, karanlık içime doğru yuvarlanırdı.


Bazen boş sokaklardan uğultular yükselirdi. Kafamı kaldırırdım. Sokaklara bakardım. Karanlık gözüme çekilmiş bir mil gibi olduğundan hiçbir şey görmezdim. Ama bilirdim; yalnız olmadığımı. Ayağa kalkar uğultulara doğru ilerlerdim. Kaybolduğum şehirde kaybın kendisi olurdum.


Zihnimin savaş verdiği uyku bedenimden çekilirken kulağıma dolan fısıltıları anlamaya başlamıştım.


"Haberleri gördün mü?"


Kimin konuştuğunu anlayamadım. Duyduğum ses o kadar boğuktu ki anlamlandırmak saniyelerimi almıştı.


"Gördüm." 


Zihnimde bir ışık yandı. Cevap veren Efruz Dağdelen'di. Sesinin tınısı çoktan içime yerleşmişti. Onun konuştuğunu anlamak çok kolay olmuştu.


"Adamlardaki cesaret haddinden fazla. Kameranın önünde adam öldürmek nedir?"


Kimden bahsettiklerini bilmiyordum ama artık Efruz'un yanında Kerim'in olduğunun farkındaydım. "Kerim fikirlerini şimdilik içinde sakla." Dedi Efruz. Olduğum yerde rahatsızca kıpırdandığımda içimi dağlayan acı beni inletti.


"Bizi duyuyor." 


Çok geçmeden tenimin üzerinde gezinen parmakları hissettim. Varla yok arasındaydı. Gözlerimi açmak istediğim de içime yayılan sancı beni hemen vazgeçmeye zorlamıştı.


"Zor bir gece olacak." Konuşan Kerim'di. Efruz'un cevabı gecikmedi. "Ne zaman kolay oldu ki?"


Hapsolduğum karanlıkta tenime değen tende benim için bir kurtuluş yatıyordu. İstemsizce yüzümü yanağımda gezinen parmaklara yasladığımda yatağın kenarı içeriye doğru gömüldü. Varlığını tam yanımda hissediyordum.


Artık sadece varlığı değil nefesi de yanımdaydı. Kulağımın içinde derin fısıltısı gezindi. "Uyu..." Dedi. "...Kara Melek."


Açamadığım gözlerim karanlıkta süregelen bir serüvene çıktı. Canım yandı. Canım dindi. Zaman geçti. Karanlıkla uyku arada birbirine karıştı. Rakamların üzerinde dolanan akrep zehrini bırakarak ilerledi. Zehri tükendi. İçimden geçen zaman durdu.


Göz kapaklarımın üzerindeki ağırlık hafifledi. Dudaklarımdan çıkan mırıltıları anlamıyordum. Ama yavaşça açılan zihnim kavramların karşılıklarını yazmaya başlamıştı.


Derin bir nefes verdiğimde canım alevlendi. Huzursuzlanarak başıma sol tarafa doğru çevirip yanağımı yastığın soğuk tarafına yasladım. Zihnimden yine olup olmadık sahneler geçip durdu. Hiçbirini tam anlamıyla kavrayamasam da artık uyanmak istiyordum. Bu işkenceden sıyrılmam gerekiyordu. Yavaş yavaş etkisinde olduğum şeyden kurtulurken gözlerimi zorla da olsa aralamayı başardım. Gözlerimin karşısında ahşap bir duvar var oldu.


Kirpiklerimi birkaç kez kapatıp açtım. Görüntüm tamamen netleşene kadar bekledim. Yattığım yataktan doğrulmak istesem de bedenime hapsolmuş acı bana izin vermedi. Ciğerlerime konuk ettiğim nefesimi serbest bırakarak etrafa bakındım. Daha önce hiç var olmadığım bir odanın içindeydim. Yalnızdım.


Karşımda duran ahşap gardırop bana kendi odamdakini hatırlatmıştı. Çünkü bu da benim odamdaki gibi aynasızdı. Tümüyle eskitilmiş ahşaptan yapılmıştı. İki kapaklıydı ve küçüktü. Sanki bu oda için özenle yapılmıştı. Gözlerimi biraz yana kaydırarak ahşap pervazlı pencereye bakındım. Pencerenin dışı aydınlıktı. Ağaçlar heybetli bir şekilde pencerenin önüne dizilmişti. Ayağa kalkıp dışarıyı seyretme isteğimi yok sayarak yataktan destek aldım ve hafifçe doğruldum.


Odanın içinde küçük bir masa ayrıca ona uygun sandalyesi vardı. Yerdeki elektrikli ısıtıcı uzun zamandır yandığını belli etmek için rengini koyulaştırmıştı. Odadaki sıcak beni bunaltmıştı. Terlemiştim. Üzerimdeki pikeyi kaldırdım.


Şortumun yerini siyah, dizlerimin altında biten bir tayt almıştı. Üzerimde ise yine siyah olan bir tişört vardı. Bu da yeniydi. Uykuya dalmadan önceki halimden daha temizdim. Kıyafetlerimi kimin değiştirdiğini düşünme gereği duymadım çünkü düşünürsem ve düşündüğüm şey istemediğim bir yere varırsa yine öfkelenirdim. Şu an ihtiyacım olan son şey öfkemdi. Canımı yakmamaya özen göstererek, yavaşça uzandığım yatakta dikleştim. Bacaklarımı kendime doğru çektiğimde ayağıma batan ağrı nefesimi kesti.


Gözlerim kısıldı. Ağrının geçmesini bekledim birkaç dakika. Bedenim öncesine oranla daha iyi bir durumdaydı. Acım hafiflemişti, nefesimi kesecek kadar beni zorlamıyordu; fakat ani hareketlerim bana yabancı geliyordu. Ayaklarımı yataktan sarkıttım. Hemen kalkmak gibi bir hata yapmadım.


Bekledim. Bedenimin uykuyu üzerinden tamamen atmasını, acının bedenime alışkanlık kazandırmasını bekledim. Zaman geçtikçe düzene giren nefeslerim kollarımdaki izleri fark etmeme neden oldu. Kaç tane iğne yemiştim?


Derin bir nefes çektim içime. O sırada kapının kulpu büküldü. Yavaşça içeriye doğru açıldı ve o an Kerim'le göz göze geldik. Beni uyanık görmeyi beklemiyor olacak ki duraksamıştı. Elinde tuttuğu demir görünümlü kutuyu sol eline geçirdi. Yüzüne bir gülümseme kondu.


"Günaydın Çirkef," dedi, içeriye doğru adımladı. Kapıyı yarı açık bırakmayı tercih etmişti. Elindeki kutuyu masanın üzerine bırakarak vücudunu tamamen bana çevirdi.


"Nasıl hissediyorsun kendini?"


Gözlerimi usulca kapatıp açtım. "Üzerime moloz yığınları düşmüş gibi." Dedim açıkça. Söylediğim kelimeler burnundan güler gibi bir nefes vermesini sağlamıştı.


"Olur o kadar." Dedi.


Üzerinde gri bir eşofman ve daha koyu bir renge sahip olan kazak vardı. Kazağın kollarını dirseklerine doğru çekmişti. İlk gördüğüm anda ki gibi dalgalı saçları gözlerinin önüne dökülmüştü. Yeşil gözlerini yüzümde birkaç saniye dolandırdıktan sonra kendi yüzüne sabit bir ifade kondurdu. "Beklediğimden daha erken uyandın." Dediğinde kaşlarım kavislendi. "Nefes almakta zorlanıyor musun?"


Kafamı usulca iki yana salladım. "İyiyim." Dedim. Kaşlarını çattığını görmek saçlarının arasından zor olmuştu. "Ona ben karar veririm."


Bana doğru temkinli bir adım attı. Yüzüne ansızın hoyrat bir gülümseme yayıldı ve aynı saniyelerde ellerini teslim olur gibi kaldırdı. "Bak yaklaşıyorum ani bir hareket yapma,"


Gözlerimi devirdim. Neden normal bir insanla karşılaşma olanağım yoktu ki?


Umursamaz bir tavırla fısıldadım. "Sana bir şey yapmayacağım."


Bedenini toparlayarak dikleşti ve o anda derin bir nefes aldı. "Pişman oldun değil mi?" gözlerimin içine iki saniye dikkatlice baktı. "Evet evet! Görüyorum, sen çok fena pişmansın,"


Tek kaşımı kaldırarak yüzünü inceledim. "Neyden pişmanım tam olarak?"


"Ay neyden olacak ayol, beni neredeyse öldürüyordun, bundan pişmansın." Elini kaldırarak yanağına yerleştirdi ve şefkatle kendi yanağını okşadı. "Bu tene kıyılır mı?"


Nasıl bir tepki vereceğimi bilmediğim için yüzüne bön bön bakmayı sürdürdüm. Kirli sakalları Efruz'unkilerden daha kısaydı. Yüzü gerçekten bir kadının odağı olacak hatlara sahipti. Erkeklerden anlardım. Velhasıl ben iki adamla büyümüştüm. Onlar dışında ilgilendiğim kimse yoktu. O yüzden karşımdakileri incelerken her zaman rahat bir tavrım oluyordu. Yine de Kerim'i incelemeyi keserek bakışlarımı zemine düşürdüm.


"Kendini bu kadar seviyor olman ne hoş," diye mırıldandım duymayacağını düşünerek fakat beni duymuştu. Sesindeki tınısı değiştirerek konuştu. "İnsan kendini sevmeli Gölge." Dedi. Bakışlarımı yüzüne doğru kaldırdım. Maskesini indirmişti. Bana ciddi ifadesiyle bakıyordu.


"Neden içinde iki kişi barındırıyormuş gibi davranıyorsun?"


Omuzlarını kaldırıp indirdi. "Nereden biliyorsun? Belki de gerçekten içimde iki kişi barındırıyorumdur."


Kafamı sağ omzuma doğru yatırdım. "Gerçek biriciktir, tektir Kerim. İllaki biri yalanlarla var olmuştur. Hangisi senin yalanın?"


Konuşmadan önce dudaklarını ıslattı. "Yalanların gerçekliğine inanların dünyasında yaşıyoruz. Hangisi yalan hangisi gerçek..." duraksayarak düşündü. Dudaklarını bilmiyorum der gibi büzdü. "Ben de bilmiyorum artık."


Yalanların dünyasında gerçekler için çırpınan her sesin bastırıldığını görmüştüm. Gerçeklerin dilsiz yalanların suçsuz olduğu bu dünya düzelmediği sürece yaşam için bir heves bulamayacaktım içimde.


Kerim'e cevap vermemeyi seçtiğimde konuşmak istemediği konuyu kapatarak konuşması gereken hakkında konuşmaya başladı.


"Omzun hakkında söylemem gerekenler var, senin de dinlemen gerekenler."


Kafamla onu onaylayarak konuşmasına devam etmesini bekledim; ama konuşmak yerine sırtını bana döndü ve kapının ardındaki küçük masanın sandalyesini çekerek odanın ortasına yerleştirdi. Benden üç dört adım uzaktaydı. Sandalyeye tersten oturarak yaslanılacak yere dirseklerini dayadı. Olay daha da ciddileşiyordu anlaşılan.


Yüzünde okuduğum ciddiyet yalan mıydı yoksa gerçek mi bilmiyordum. Derin bir nefes aldı ve dudaklarını araladı.


"Çok zor bir ameliyat geçirdin. Yetişkinsin o yüzden senden bir şeyler saklama gereği duymuyorum. Tek istediğim söylediklerimi dikkate alman." Ciddiyetle konuşurken ses tellerine değen bir sertlik var oluyordu. Böylelikle ağzından çıkan kelimeler insanı kendine resmen hipnotize ediyordu.


"Seni dinliyorum." Dedim açıkça dinlediğimi de belli ederek. Dikkate alıp almamak söylediklerini duyduktan sonra vereceğim bir karar olacaktı.


"Sırtındaki yara uzun bir süre kapanmayacak. Efruz elinden geleni yapmış fakat derin birbirine yeterince yakın değil o yüzden kaynaşması zaman alacak. Ön taraftaki yaranda şimdilik bir sorun görmedim. Dikkatli davranırsan bir iki hafta içinde dikişlerini alırız. Ayrıca sol ayağında 11 dikiş var. Çok yeni, üzerine ağırlığını verdiğinde ne olacağını söylememe gerek yok. Bak Gölge..." oturduğu yerde dikleşti.


"... Hastanede olsaydık seni yoğun bakım ünitesinde tutardım. Bunu söylüyorum çünkü durumun ciddiyetinin farkına varmanı istiyorum. Ameliyattan hemen sonra ayaklandın sen. Bu normal bir şey değil. Bedeninin taşıyabileceği çizgiyi aşma. Kendinde kalıcı hasarlar bırakmak istemiyorsan söylediklerimi dinlemek zorundasın. Omzundaki ve ayağındaki derin kaynaşana kadar dinlenmeli, bedenini zorlayacak hiçbir şey yapmamalısın. Omzundan kaynaklı olarak sol elinde uyuşmalar ve titremeler yaşayabilirsin, bunların kalıcı olmasını istemiyorsan eğer kendine dikkat edeceksin."


Gözlerini üzerimde gezdirdi. Dikkatli bakışlarımı fark ettiğinde konuşmaya devam etti. "Seni iyileşene kadar uyutmak benim için inan hiç zor olmazdı ama özgürlüğünü kısıtlayacak insanlar değiliz. Ben gerekeni anlatıyorum, gerisi sana kalmış. Bizi zorlama kendini ise hiç zorlama."


Nefesini tükettiği kelimelerden sonra soluklandı. Gözlerini kıstı. "Anlatabilmişimdir umarım," dedi soru sorar tarzda.


Söylediklerini zihnimin eleğinden geçirdim. Kısaca söylemek istediği kendimi zorlarsam öleceğimdi bence. O durumumu anlatırken bir yandan karnımı doyurmuştum. Karnımı doyurduktan sonra 5 farklı ilaç yutturmuştu bana. Ne kadar içmemek için dirensem de direnmeme rağmen o ilaçları teker teker gözünün içine baka baka içmiştim. Bir de içtikten sonra boğazımı kontrol etmişti. İlaçları yuttuğuma emin olmak için.


Sağlığımı bir kenara bıraktım. Daha önemli olan şeyler vardı.


"Eğer özgürlüğümü kısıtlayacak insanlar değilseniz bana telefonunu ödünç verebilirsin." Dediğimde gözlerini devirdi.


"Bunu yaparsam kendi canımızı tehlikeye atmış olurum." Dediğinde kaşlarımı çattım. "O ne demek?"


Oturduğu sandalyeden yavaşça doğruldu. Eliyle sandalyeyi kenara doğru itti. "Kendi gözlerinle görmeye ne dersin?"


Eliyle kapıyı gösterdi. Kaşlarım biraz daha çatıldı. Oturduğum yerden kalkacağım sırada düşüncelerime mâni olacak şeyi söyledi. "Yavaş ol." Yanıma doğru bir iki adım atarak elini bana doğru uzattı. Birkaç saniye uzattığı eline baktım.


Sonra gözlerim çehresine tırmandı. "Elini tutacağımı düşünmüyorsundur umarım,"


Güldü. "Düşünmüyorum ama denemekten zarar gelmez." Elini kendine doğru geri çekti. "Dikkatli ol." Dedi bastırarak. Söylediğini önemseyerek yataktan ona göre kalktım. Sol ayağıma hiçbir şekilde ağırlık vermedim fakat ağırlığımı vermeden de yürüyemeyeceğimi iyi biliyordum.


Parmaklarımın hasarsız kısmını yerle bütünleştirdim. Zar zor birkaç adım attım. Aceleci davranmam için hiçbir hissiyat uyandırmadı içimde. Arkamdan adımlarıma ayak uydurarak yürüdü. Odadan çıktık ve hatırladığım kadarıyla koridorda salona doğru ilerledik.


Nefeslerim olması gerektiğinden daha fazla hızlandığında Kerim öne çıktı ve bana dokunmadan beni durdurdu. Yüzüne, ne oldu, der gibi baktım.


"Hızlı olmanı gerektirecek bir şey yok." Dedi sakince. "Sana bir kol değneği getirtebilirim ama omzuna yük veremezsin. Omzunu riske atamam. Biraz dişini sıkacaksın."


Dişimi sıkmaktan dişsiz kalacaktım bir gün. "Sorun yok. Kendi başımın çaresine bakarım."


Yüzündeki olumsuz ifadeyle önümden çekildi. Tekrar yürümeye başladım. Salona girdim ve artık oturmak için can atan bir vaziyette koltuğa doğru ilerledim fakat adımlarımı sekteye uğratan görmüş olduğum, tanıdığım, içim gibi bildiğim insanların yüzüydü.


Dudaklarım birbirini terk etti.


Televizyonun ekranında Poyraz ve Özkan'ın vesikalık fotoğrafları vardı. Altta, kırmızı bandın üzerinden siyah yazıyla geçen yazıyı okudum. "Seri katillerin bulunması için polis geniş bir arama çalışması başlattı..."


"Sesini açsana," dedim belli belirsiz bir ses tonuyla. Kerim beni anlamakta zorluk çekmedi. Yanımdan geçip sehpanın üzerindeki kumandayı alarak ses seviyesini yükseltti. Haberi sunan sunucunun söylediklerini dinledim.


"İstanbul'un eğlence merkezlerinden birinde ismi bilinmeyen iki erkek tarafından, haber sunucusu ve kameramanı rehin alındı. Kameranın önünde iki kişiyi katlettiler ve katlederken şu sözleri söylediler; 'İstanbul'da bakmadığımız tek delik kalmayana kadar devam edeceğiz. Gerekirse herkesi öldüreceğiz ama bizden aldığınızı bulacağız. Ölüm hepinizin ensesinde. Ölüm ellerimizin ucunda. Sizin için geleceğiz. Aradığımızı istediğimiz şekilde bulamazsak hepinizin nefesini keseriz.' Halkta büyük bir korku baş göstermiş durumda. Zanlıların bir an önce bulunmasını umuyoruz."


Bu cümleler ikisinin de kuracağı cümleler değildi. Süslenmişti. Onları tanıyordum. Ne söyleyip ne söylemeyeceklerini iyi biliyordum. Ekranda sansürlenmiş şekilde verilen görüntüler zihnimde dolanmaya başladığında sendeledim.


İçime bir şey battı. Nefeslerim hızlandı. Canımın yanmasından değil ruhumun yanmasındandı. "Hayır..." dudaklarımın arasından bir mırıltı çıkmıştı. Kafamı anlamsızca iki yana salladım. "Hayır." Dedim tekrar. Her ne kadar haber doğru olmasa da gösterdikleri şeyin verdiği mesaj açıktı.


Mahzen'e kafa tutuyorlardı.


Bu, kabul edemeyeceğim bir gerçekti. Ekrandaki görüntüler birkaç kez tekrar etti. Kerim'in derinden gelen sesi televizyonun sesiyle karışıyordu. Kulağımda yankılanan sesler buraya ait değildi. Mahzen'in uğultusu mahkûm etmişti beni.


Ruhumun sıkıştığı kuytu dipsizdi. Zaman geçtikçe dibe doğru batıyordum.


Geriye doğru bir adım daha sendelediğimde gövdem bir şeye çarptı. Canım yanmadı. Belimin iki yanında hissettiğim sıcaklık kulaklarımdaki çınlamayı susturdu. Gözlerimi kırpıştırdım. Enseme çarpan soluk beni korkuttu. "Şşhh..." diye bir fısıltı yükseldi o an.


Efruz'a çarpmıştım. Bedenim neredeyse bedenine yaslı duruyordu. Soluğu ensemde elleri belimdeydi. "Gel," dediğinde belimdeki parmaklarını tenime bastırdı. Birdenbire hafifleyen vücudumla bir adım attım. Adımlarım onun adımlarıyla benzerlik gösteriyordu. Hemen arkamda benim adım atmama yardım ediyordu. Kanepenin önüne geldiğimizde sol eli karnıma doğru hareket etti. Yüzümü usulca yüzüne doğru çevirdiğimde televizyondan çekebilmiştim gözlerimi.


Şimdi mavilerine bakıyordum. Mavileri de mavilerime bakıyordu.


"Gölge," dedi sadece dudaklarını oynatarak. Sesini o mu çıkartmamıştı yoksa zihnim mi algılamamıştı bilmiyordum. "Otur," dediğinde bu sefer sesi zihnime ulaşmayı başardı. Söylediğini yaparak dizlerimi kırdım. Tamamen kanepeye oturana kadar ellerini belimden çekmedi. Yutkundum ve derin bir nefes aldım. Önümde doğruldu, dikkatli bakışları üzerimdeyken yabancı bir melodi duyulmaya başladı. Efruz elini pantolonun cebine attı. Çıkarttığı telefonun ekranına baktığında bakışları duraksamıştı. Gözlerini gözlerime dikti yeniden.


O bana bakmaya devam ederken ben gözlerimi çektim üzerinden. Birkaç saniye sonra bizden uzaklaşan adımlarını duydum. Salondan çıkmıştı. Ciğerlerimi havayla doldurdum. Zeminde dolandırdım bakışlarımı. Düşündüm. Düşüncelerim eziyordu ruhumu. Üstünlük takınıyordu her şeyime. Şeytanlarım bu durumdan rahatsızdı çünkü üstünlük her zaman onların olurdu.


Vurulmuştum. Şimdi vurulduğum yerden bir veba büyüyordu. Veba yayılıyordu. Önceliğini canımın içinde yaşayan insanlara vermişti. Özkan ve Poyraz vurulduğum yerden zehirleniyordu.


Vurulmuştum ve ölmemiştim.


Ölüm, ölmeme izin vermiyordu. Buna bir kez daha şahit olmuştum. Bana noktayı ne zaman koyacaktı bilmiyordum ama çok yakın bir zamanda koymasını diliyordum.


"Gölge," diye seslendi Kerim. Bakışlarımı yerden kaldırdım ve gözlerinin içine baktım. Çaprazımdaki koltuğa oturmuştu. "İyi misin?" diye sorduğunda dudağımın kenarı hafiften yukarıya doğru kıvrıldı.


"İyiyim." Dedim. Dudağımdaki kıvrımı sildim. İfadelerim düşüncelerim gibi değildi. Onları yazmak için kaleme ihtiyaç duymuyordum. Var olması gerektiklerinde emrediyordum ve var oluyorlardı. Bir anda ağlayabilir bir anda da kahkahalara gömülebilirdim. İfadelerimi zapt etmek benim içim çocuk oyuncağıydı. İşlerin ters döndüğü nokta düşüncelerimde başlıyordu. Ben istemediğimde bile beni ağlatabilir, beni güldürebilir, beni süründürebilirdiler. Dışıma söz geçirmek kolaydı, içim de ise ehlileşmemiş bir canavar vardı.


"Kız Çirkef yine aklından ne geçiyor?" diye sordu Kerim benliğini ya da maskesini yüzüne geçirerek.


Omuz silktim. "Onlara ulaşmam gerekiyor." Dedim kendimden beklemediğim bir sakinlikle. "Ama buraya gelirseler sizi yaşatmazlar. Bu halde onlara engel olamam. Ama gelmezseler İstanbul'u yerle bir ederler." Ve Mahzen bu duruma sessiz kalmaz.


Kerim'in büyüttüğü gözlerinde korku yoktu ama korkuyor gibi yaptı. "Senin takıldığın insanlardan normal bir şey beklemek hata olurdu zaten hayatım." Dedi, yüzündeki ifadeyi sildi ve bacak bacak üstüne atarak arkasına rahat bir tavırla yaslandı.


"Karar senin. Kalmak istiyorsan istediğin kadar kalabilirsin ama eğer gideceksen bize zararın dokunmasın."


Kafamla onu onayladım. Görmezden geliyor olsam da hakikatte bana yardım etmişlerdi. Beni kurtarmışlardı. Yok sayamazdım. Onlara güvenmiyor olsam bile bu durum canlarına mal olmamalıydı. Tek umduğum Özkan ve Poyraz'a ben kendimi toparlayana kadar bir şey olmamasıydı.


Buradan tek başıma gitmek gibi bir riske de giremezdim üstelik. Bu halde; daha doğru düzgün yürüyemiyorken, kendimi koruyamazken düşmanlarımla başa çıkmamın imkânı yoktu.


Önümden bir gölge geçtiğinde bakışlarımı kaldırdım. Gülsema'nın içeriye girdiğini fark etmemiştim ama şimdi hemen yanı başımda dikiliyordu. "Uyanmışsın," dedi, beni salonda görmeyi beklemiyor olacak ki şaşırmıştı. Üzerinde kot şort ve bordo renkli bluzu vardı. Saçlarını açık bırakmıştı. Gözleri merakla gözlerimde geziniyordu.


Gözlerim düşüncelerimin istilasıyla hafiften kısıldı. Gülsema'nın istediğiyle Efruz Dağdelen'in beni kurtarmış olma olasılığını ölçüyordum. Gözüme doğru gözükmeyen bir sürü şey vardı. Efruz Dağdelen canını sadece bir istek yüzünden tehlikeye atabilir miydi? Ki ben onlar için öylesine bir insan değildim.


Kadir Dağdelen'in sahip olmak istediği tek şeydim. Durum böyleyken Kadir Dağdelen'in oğlu bana sırf kuzeni istedi diye yardım eder miydi? Meçhuldü.


"Hayatım," dedi Kerim. İkinci kez bana bu şekilde hitap etmesinden rahatsızlık duymuştum. "Umuyorum ki planlarının kıyısından köşesinden geçmiyorumdur. Bir beyin sarsıntısına daha dayanamaz minnoş yüreğim."


Yüzüne düz düz baktım. Düşüncelerimin kıyısından geçiyordu. Şimdilik bilmesine gerek yoktu ama ondan almam gereken bir şey vardı. "Adım Gölge." Dedim sadece bana hitap kısmını önemseyerek.


"Adını biliyorum hayatım." Dedi. Sözlerinin sonunda gülümsemişti. Gözlerimdeki ifadeye rağmen bana gülümseyebiliyor olması garibime gidiyordu.


Gülsema ayakta durmayı keserek yanımdaki boşluğa oturdu. Aramızda bir kişinin daha oturabileceği mesafe vardı. Göz göze geldiğimizde bana minik bir tebessüm sundu ama benim yüzümde hiçbir değişim var olmadı. Çok geçmeden dudaklarını araladı.


"Nasılsın?" diye sordu çekingen bir ses tonuyla. Büyümüştü. Genç bir kız olmuştu ama o benim gözümde hâlâ bir çocuktu. Onu Kadir Dağdelen'in elinden aldığımda bana nasıl sarıldığını hatırlıyordum. Savunmasız bir çocuktu, ki bu değişmişe benzemiyordu. Üzerinde sabit tuttuğum gözlerimi çektim. "İyi." Dedim sadece; ama sesimden bana bir daha soru sormaması gerektiğinin vurgusu yatıyordu.


İyi olmadığımı hepsi biliyordu. Aklıma birden zımbanın telinin bedenimin içine girip derimi birbirine tutturduğu geldi. İçim hafiften ürperdi. Yaşadığım acının yankılanan kalıntıları hâlâ benimleydi.


Sağ kolumu kaldırdım. Elim gerdanımı yokladı. Parmaklarım kolyemin varlığını aradı. Hiçbir parmağım bana kolyemin varlığını hissettirmedi.


Kafamı eğdim. Gözlerimi gerdanıma doğru indirdim. Gerdanımdaki boşluk tüm benliğimi birbirine karıştırdı. Gözlerim büyüdü. Kolyem boynumda değildi.


Kolyem, boynumda, değildi!


Panikle ayaklandığımda gözlerim zemini aradı. Geçtiğim her yere dikkatle baksam da kolyeme ait bir ipucu beni yoklamadı.


Elim hâlâ boşluğu yokluyor tedirginlik var olmuş boşluktan içime doğru boşalıyordu. Kerim'in ve Gülsema'nın üzerimdeki bakışlarını umursamadan yürüdüm. Ayağımın acısı çoktan geçmiş, ağrı bedenimi terk etmişti. Kerim'in bana seslendiğini işittim. "Gölge?" umursamadım. Geldiğim yolu dikkatle inceleyerek uyandığım odaya geri girdim.


Tüm zemini feveran içinde inceledim.


Yoktu. 


Uyuduğum yatağa doğru ilerlerken ayağımdaki karşı konulamaz ağrı beni duraksatmak istedi ama durmadım. Kolyemi bulmak zorundaydım. Başımı koyduğum yastığı kaldırıp silkeledikten sonra onu yere attım. Pikenin içine baktım, yatağa baktım... ama kolyem yoktu.


Kerim'in sesini duyduğumda ürkmüştüm.


"Kız, ilgi alanın cansız varlıklara mı dönüştü? Beni bıraktın onlara mı işkence ediyorsun?" aradığını bulamayan gözlerim kapıya döndü. İkisi de bana merakla bakıyordu; ama artık benim içinde birikmeye başlayan bir öfke vardı.


Öfkeyle onlara doğru bir adım attım. Bu yaptığım ikisinin de bir adım geri çekilmesine neden oldu.


"Kolyem yok." Dedim bastırarak. "Kolyem nerede?!"


Kerim yüzümde var ettiğim endişeyi gördüğünde maskesini indirmişti. Sakince bana doğru bir adım attı. "En son boynundaydı. Buralarda bir yere düşmüştür. Buluruz, sakin ol."


Olmadım. Dizlerimi yerle bütünleştirip eğilerek yatağın altını kontrol ettim. Burada da yoktu. Tekrar öfkeyle ayağa kalktığımda Kerim tam anlamıyla önüme geçmişti. "Gölge, sakin ol."


İçimde kaynayan ateşle bağırdım. "Çekil önümden!"


Kafasını iki yana salladı. "Sakin olmazsan istemediğim şeyleri yapmak zorunda kalacağım."


Tırnaklarımı tenime batırdım. "Ya kolyem yok diyorum! Nasıl sakin olayım?!"


Sert bir nefes verdi. "Tamam ben de buluruz diyorum. Kendine zarar veriyorsun. Daha iki dakika geçmedi anlattıklarımın üstünden."


Tam ona cevap vereceğim sırada Gülsema araya girdi. "Arabadan indiğinde boynunda kolye yoktu." Dedi fısıltıyla.


Bu söylediği beni duraksattı. Nasıl fark etmemiştim? Nasıl bu kadar dikkatsiz olabilmiştim? Hayır, kabul edemezdim. Kolyemi bulmak zorundaydım. Kerim'i ittim. Beklemediği tepkim yüzünden sendelemişti. Söylediği hiçbir şey umurumda değildi. Yanından hızlı adımlarla geçip odadan çıktım.


Ardımdan seslendiğini işitsem de durmadım. Dış kapıya doğru ilerledim ve kapıyı açtığım anda bir şeye çarpmamla tüm dengem yok oldu. Zaten yaralanmış ayağımdan dolayı dengemi doğru düzgün sağlayamadığım için bu darbe beni tamamen yıkmıştı. Çarptığım şeyin üzerine düşmüştüm.


Ki bu 'çarptığım şey' Efruz Dağdelen'den başkası değildi. Baya sert düşmüş olmamıza rağmen sadece omzumda hafif bir ağrı hissetmiştim. Olan Efruz'a olmuştu. Sanırım yere düşerken kafasını çarpmıştı.


"Ne yapıyorsun kızım ya?" diye soludu bedenimin altında. Ellerimi kafasının iki yanına sabitledim ve üzerinde doğrularak gözlerinin içine baktım. Daha doğrusu gözünün. Bir gözünü kapatmış buruşturduğu yüzüyle yüzüme bakıyordu. "Pardon." Dediğim sırada üzerimize düşen gölgeyle Kerim'in yanımıza geldiğini anladım.


"İyi misiniz ayol?" diye sordu hemen yanı başımızda dururken. "Kafam kırıldı sanırım." Dedi Efruz. O an Kerim bir kalp krizi geçiriyormuş gibi yere serildi. "Dağ adamım!" ellerini dizlerine vurdu. "Ben nerelere gideyim! Gitti dağ gibi adamım!"


Neye şaşıracağımı bilememiştim. Gülsema'nın kıkırtısını duyduğumda kafamı iki yana sallayarak düştüğüm durumdan kurtulmak adına derin bir nefes aldım. Efruz'un içime mesken haline getiren kokusu kaşlarımı çatmamı sağladı. Altta kalan yüzünü inceledim. Kapalı tuttuğu gözünü açmıştı.


Kerim'in gülerek yerden doğrulduğunu fark etsem de ona bakmıyordum. "Kadına bak yıktı dağı." Dedi. "Hayatım nerden geliyor bu gücünün temeli?"


Gözlerimi devirdim. Şeytanlarım endişemi tekrar ortaya attığında boynumda bir ölünün mezarındaki boşluk gibi var olan boşluk gözlerimi belertmeme neden oldu. Kalkmaya yeltendiğim an Efruz elini belime doladı. İnce belime bir yılan gibi sarıldı. Bedenim bedeniyle tam anlamıyla bir bütün oldu.


"Bıraksana," dedim sitemle.


"Nereye gidiyorsun?" diye sordu kaldırdığı tek kaşıyla.


Dişlerimi birbirine bastırdım ve dişlerimin arasından konuştum. "Sana ne!?"


Bir kez daha kalkma çabamı boşa çıkarttığında öfke tüm bedenimi ele geçirmişti. Beni bırakmalıydı aksi takdirde ağzını burnunu kıracaktım. "Bırak Dağdelen!"


Bırakmak yerine yattığı yere iyice yerleşti. Sanki kuş tüyü yatakta yatıyordu, üzerinde de 47 kiloluk birisi yoktu. "Hiçbir yere gidemezsin." Dedi umursamazca. Kaşlarım çatıldı.


Ellerimi omuzlarına koyarak kurtulmaya çalışsam da sadece kendi canımı yakmakla kalmıştım. Belimdeki bir elini çekti, sol elimi kullanmamam için tuttu. "Seni bu haldeyken bir daha asla bırakmam." Dedi umursamaz mizacının altındaki ciddiyetle.


Minik bir öfke çığlığı attım. "Ya! Kolyem yok!!"


Kaşları havalandı. "Ardı üstü bir kolye. Yenisini alırsın,"


Öfke bir kez daha içimde dolaştı. Tüm damarlarıma çarptı. Eğer beni biraz daha böyle tutmaya devam ederse ona kafa atacaktım. Yemin ederim atacaktım.


"Onun yenisi falan yok! Bırak beni Dağdelen bulmak zorundayım!" diye sinirle soludum. Tepkisini değiştirmeden sakince sordu.


"O kadar önemli mi?"


Duraksadım. Yüzümü yüzüne doğru yaklaştırdım. Maviliklerinin en içine baktım.


"O benden daha önemli." Dedim kıvılcımları sesimden yansıtarak. "Bırak beni!"


Yüzüne anlamlandıramadığım bir ifade konduğunda zaten çatık olan kaşlarım bir kat daha çatıldı. Birbirimize ne kadar yakın olduğumuzu fark ettiğimde yutkundum. Fazla eğilmiştim. Bir milim daha yaklaşsam burnum burnuna değecekti.


"Kolyemin nerede düştüğünü biliyorum," dedi o an. Sakinliğinin yerinde başka bir şey var oldu. Sesindeki tını bile değişmişti. Söylediğini de tam anlayamadım. Yanlış düşünerek "Ne?" dedim. Bu tepkim dudağının hafifçe kıvrılmasını sağladı ama yokla boy ölçüşebilecek bir kıvrımdı.


"Kolyen diyorum, nerede olduğunu biliyorum."


Gözlerim bu sefer heyecanla açıldı. "Nerede?" diye sordum hemen. Yüzünü hafif sağa doğru yatırdı. O sırada bizden uzaklaşan adım seslerini duydum ama umursamadım. Efruz dolgun dudaklarını araladı ve sorduğum soruya cevap verdi.


"Orman yolundan dönerken, sen kucağımda uyku arasında gidip gelirken, düştü boynundan."


Dudaklarım şaşkınlıkla birbirinden ayrıldı. Az öncekine oranla oldukça kısık çıkan sesimle sordum.


"Neden düştüğünü gördüğün halde almadın?" gözlerini yüzümde dolandırdı.


"Çünkü sen daha önemlisin benim için." Dediğinde gözlerimi kırpıştırdım. Söylediği beni duraksatmıştı. Var ettiğim öfke yavaşça yok oldu. Şaşkınlıkla sordum. "Ne demek istiyorsun?"


Gözlerini hafifçe kıstı. Sorumu duymamış gibi konuştu. "Bir anlaşma yapalım," dedi çenesini hafifçe kaldırarak. Yüzümü istemsizce geri çektim. Çekmeseydim burnumun burnuna değeceğine emindim.


Tek kaşımı sorgulayıcı bir ifadeyle kaldırdım. "Ne anlaşması?"


Derin bir nefes aldığında bedenim göğsüyle birlikte kalktı. "Kolyemi sana getiririm ama sen de karşılığında sözlerimi dinleyeceksin."


Şeytanlarım iki gruba ayrılmış muhakeme ediyordu. Ağzının ortasına kafa atmamı isteyen bir grup ve anlaşmasını kabul etmemi isteyen diğer grup... mavi gözleri mavi gözlerimi merakla incelerken onu yine ittim.


"Kendim bulacağım. Bırakır mısın!?"


Bir eli sırtıma doğru ilerledi ve beni kendine daha fazla bastırdı. "Bırakmayacağımı söyledim. Bu saatten sonra asla bırakmam."


Kaşlarım söylediklerini anlamlandıramadığımdan havalanmıştı. Gözlerinin keskin ifadesi ne kadar inkâr edersem edeyim boşuna uğraşacakmışım hissi veriyordu. Bakışlarım sağ kaşının içindeki yara izine dokunduğu sırada tekrar konuşmaya başladı. "Teninin tenimden ayrılmasını istiyorsan kabul et."


Evet, ona dokunmak istemiyordum. Lakin şu an dokunma kısmını baya aşmıştık. Kaşlarımı çatarak sordum. "Sana neden inanayım?"


"Başka çaren mi var?" konuşurken bedenine yayılan titreşimi hissediyordum. Kalp atışlarını duyuyordum. "Hem hangi ormana girdiğimizi bile bilmiyorsun ki, gidersen kaybolursun. Ve bu sefer peşinden gelen kimse olmaz."


Söylediklerinin karşısında söyleyebilecek bir şey bulamadım. Çünkü doğru söylüyordu. Gidersem kolyemi bulamazdım. Bir kez daha kaybolurdum ve dikkat etmediğim için yine kendimi yaralayabilirdim. Ki böyle bir acıyı bedenimin bir daha kaldırabileceğini sanmıyordum.


Omuzlarımı düşürmedim. Gözlerinin içine bakmaya devam ederken konuştum. "Kimsenin ardımdan gelmesine ihtiyacım yok." Dediğimde sert bir nefes verdi. "Kabul ediyor musun?" diye sordu sabırsızca. Başka seçeneğimin olmadığının farkındaydım. Ama ondan yardım istemiyordum. Küçük meleğin düşüncelerime çattığı kaşları yutkunmamı sağlamıştı.


O yardım etmeseydi büyük ihtimalle yaşamıyor olurdum. Dudaklarımı ıslatma isteğimi geri plana gönderdim. Ne kadar istemiyor olsam da fısıltı içinde kabullendim. "Tamam."


Söylediğim kelimeyle anında yüzüne hoşnut olduğunu belli eden bir ifade yayıldı. "Eğer sözlerimden çıkarsan kolyemi bulduğum halde sana vermem." Dediğinde sert bir nefes verdim.


"O benim kolyem!" sesim hafiften yükselmişti.


Yatar vaziyette olmasına ve üzerinde bulunmama rağmen omzunu umursamazca silkti. "Beni alakadar etmez. Anlaşma anlaşmadır."


Ben, ne diye onu öldürmüyordum ki? Ağzını burnunu kırmam gerekiyordu. Şeytanlarım rahatlayana kadar vurmalıydım. Yapmadım. Çünkü söylediği gibi başka çarem yoktu.


"Tamam!" Dedim bastırarak. Sözlerini dinleyecektim. Sadece dinleyecektim. Uygulama konusunda bir madde koymamıştık nasıl olsa.


"Güzel." Dedi memnun kaldığını ifade ederek. Tüm yükümü taşıyan sağ kolum artık dayanamayacağını bas bas bağırırken konuştum. "Bırak artık."


Belimdeki elini tenime sürterek benden uzaklaştırdı. Sol kolumun bileğine sardığı elini de beklemeden tenimden ayırdı. Benim bedenim buna rağmen hâlâ onun bedenine yapışık duruyordu. Kafasının yanına koyduğum elime yüklendiğim sırada hiç beklemediğim bir şey yaptı. Bedenini oturur vaziyete getirdi ve ben dengemi kaybederek tamamen üzerine yıkıldım. Burnumu omzuna çarpmıştım. Kafamı kaldırarak sinirle soludum. "Ne yapıyorsun?"


"Senin kalkmanı beklersem gece olacak. Öyle olursa da kolyene sonsuza dek elveda edersin."


Sustum. 


Tekrar belime yerleştirdiği elleriyle beni kucağından kaldırdı. Sonra da kendi kalktı. Bir anda belli olan boy farkımız gözlerimi kısmama neden oldu. Elini içeriyi gösterircesine kaldırdı. "Ben gelene kadar dinleneceksin." Dediğinde omuz silktim.


"Ben de seninle geleyim," diye bir fikir attım ortaya. Bir adım geri çekilerek bedenimi baştan aşağıda süzdü. "Bu halinle sadece ayağıma bağ olursun." Dedi gözlerimin içine bakarak. Yüzümü huysuzca buruşturdum. Atarlı bir şekilde ona sırtımı döndüm ve aksayan adımlarla içeriye girdim.


Ayağımın acısını şimdi gayet net bir şekilde algılıyordum. Dişlerimi birbirine bastırarak acıyı en hafif şekilde hissetmeye çalıştım. Efruz'un arkamdan geldiğini biliyordum. Adımlarını adımlarıma uydurmuştu.


Birlikte salona girdiğimizde ben daha fazla dayanamadığım için oturmayı tercih etmiştim. O ise şöminenin üst tarafındaki rafta olan araba anahtarını almış yüzünü bana çevirmişti. Birkaç adımda önüme doğru yaklaştı. Sırtını eğerek yüzünü yüzüme doğru yaklaştırdı.


"Biraz uyusan daha iyi," dediğinde kaşlarım çatıldı. "Hayır," dedim istisnasız karşı çıkarak. Gözlerini devirdi. Önümde dikleşerek gözleriyle gözlerimi isabet aldı. "Daha uğraşacağız seninle anlaşılan,"


Gözlerimi kıstım. "Kolyemi aldığımda gideceğim. Uğraşmak zorunda kalmazsın."


Tek kaşı kavislendi. Yavaşça sordu. "Nereye gidiyormuşsun?"


Umursamazca cevap verdim. "Ait olduğum yere."


Yüzünde beliren ifadesizliği çenesindeki kasılma sabotajlıyordu. Kafasını hafifçe salladı. "Gidersin." Dedi bastırarak. Gözlerini gözlerimden çekti. Kapıya doğru döndü ve sert adımlarla salondan çıktı. Birkaç saniyenin ardından dış kapının sesini de duymuştum.


Derin bir nefes aldım ve yutkundum.


Ne düşüneceğimi bilmiyordum. Arkama omzuma zarar vermeden yaslandım. İçime dert gibi binmiş yokluk beni rahatsız ediyordu. Kolyem, her şeyimdi. Kaybettiğim kişiliğimdi ve o olmadan yokmuş gibi hissediyordum.


Şayet kolyemi getirirse sadece bir eşyayı değil benliğimi de bana getirecekti.


⌛️


BÖLÜM SONU!!


Nasıl?

Beğendiniz mi bölümü?


En sevdiğinis kısım neresi oldu?


.


VOTE VE YORUMU UNUTMAYIN LÜTFEN


HOŞ'ÇAKALIN👋


Loading...
0%