Yeni Üyelik
5.
Bölüm

Dördüncü Bölüm

@zeynepizem

⏳️


İNSİZ ŞEH'R

BÖLÜM DÖRT


🥀


Gözlerimi feveran içinde açtım. Zihnimde yankılanan ses beni nefes nefese bırakmıştı. Ruhumun çektiği acı omzumun acısına üsten üsten baktı. Ruhum bedenimim çektikleriyle dalga geçiyordu. Yutkundum ama boğazım kupkuruydu. Boğazımdaki kuruluk sadece bedenimi değil ruhumun da canını yaktı.


Nefeslerimi düzene sokabildiğimde etrafa bakındım. Gözlerimi kapattığım oda da değildim fakat burası da tıbbi malzemelerle doluydu. Daha temiz hissettirmişti. Oda da benden başka kimse yoktu. Omzuma yük vermemeye özen göstererek hafifçe doğruldum.


Duvarlara monte edilmiş rafların üzerinde adını hiç bilmediğim malzemeler vardı. Hemen köşeye kocaman camlı bir dolap yerleştirilmişti. Dolabın içindeki raflar ilaç kutularıyla doluydu. Gördüklerim içimde sevimli karşılanmadı. Nerede olduğumu bilmiyordum fakat buradan gitmeliydim.

Bacaklarımı oturduğum yataktan aşağıya sarkıttım. Yatak normal bir yataktan daha yüksekti. Uzun bacaklara sahip olmama rağmen ayaklarım yere değmemişti. Yatağın başlığına tutunarak kendimi ileriye doğru ittim.


Madem tek başımaydım bunu değerlendirip buradan çıkmanın bir yolunu bulmalıydım. Çıplak ayaklarımı soğuk fayansla bütünleştirdiğimde bedenim resmen titredi. Birkaç saniye bekleyerek ayak tabanlarımı fayansın soğuğuna alıştırdım. Kendimi toparlamam uzun sürmedi. Tüm ağırlığımı ayaklarıma verip yataktan doğrulduğumda omzumun baskısı arttı.


Omzum hareket ettiğim her saniye ruhuma batıyordu ama buradan kurtulmak zorundaydım. Hiçbir acı bu isteğimin önüne geçebilmeye cüret edemezdi.


Oda da ışık yanmıyordu. Hafif karanlık olan odayı zayıf ışığıyla aydınlatan pencereye döndüm. Bu pencere diğerinden daha büyüktü. Ayak parmaklarımın ucunda pencereye doğru ilerledim. Daha tamamen yaklaşmadan pencerenin önünde gördüğüm demirlikler moralimi bozdu. Kaşlarımı çattım. İlerlemeyi bırakmadan tam pencerenin önüne geldim ve durdum.

Elimi pencerenin kulpuna dolayarak aşağıya doğru kuvvet uyguladım. Pencere açıldığında yüzüme vuran rüzgâr iyice kaşlarımı çatmama neden oldu. Saçlarım rüzgârın etkisiyle omuzlarımın arkasına düştü.


Kulpu bırakarak demirliklerin herhangi bir demirini tuttum. Sarstığımda bir milim bile kıpırdamayan demirlikler olmayan moralimi iyice mahvetti.


Anlaşılan çıkış kapım burası değildi. Kaşlarım memnuniyetsizce kalktı. Tuttuğum demiri bıraktım ve bir adım geri çekilerek pencereden dışarıya baktım. Ağaçların arkasında grileşmiş gökyüzünü gördüm. Hava mı kararıyordu yoksa gün mü doğuyordu? Anlamıyordum.


Anlayamıyordum. Kafam karmakarışıktı. Şeytanlarım yerinde durmuyordu. Zihnimi kaplayan yankılar susmak bilmiyordu. Beni hepsinden koparan Efruz Dağdelen’in sesi oldu.


“Uyandın demek,” 


İrkildim. Hızlı bir manevrayla yüzümü sesinin geldiği yöne çevirdim. Hızlı davrandığım için omzuma giren sancı dişlerimi sıkmama neden oldu. Kaşlarım celladın elindeki tırpanın keskin kısmı gibi gerildi. Bakışlarımdan öfkenin adımları yürüyerek geçti; ayak izlerini göz bebeğimdeki siyahlıkta saklıyordu.


Efruz Dağdelen tam kapının önündeydi. Üzerinde siyah bir pantolon ve kazak ikilisi vardı. O sıra kendi üzerime bakmak aklıma geldi. Gözlerimi kendi üzerime düşürdüm. Yarım atlet hâlâ benimleydi. Bacaklarım da ise bana ait olmayan siyah bir eşofman vardı. Gözlerimi tekrar karşımda bana bakan adama kaldırdım.


Üzerime doğru bir adım attı. Tüm bedenimi baştan sona inceledikten sonra yüzüne bir sırıtış kondurdu. “Aradığını bulamadın sanırım,” dedi, kaşları kavislenmişti.


Gözlerimi kıstım. Pencerenin önünde duruyor olmam ne yapmak istediğimi açık açık belli ediyordu. Dudaklarımı araladım. “Merak etme, bulmak çok vaktimi almaz.”

Yüzündeki sırıtışı silerek ifadesini toparladı. Kirpiklerini birbiri üzerine örttü. Elinde fark etmemiş olduğum kırmızı küçük çantayı yatağın üzerine bıraktı.


“Cesaretli olmak güzel bir şey tabi,” gözlerini gözlerime kaldırdı. “Ama yerini de bilmek lazım değil mi?”


Omuzlarımı dikleştirdim. Duruşumu düzelttim ve daha sağlam bir şekilde yüzüne baktım. “Kesinlikle,” dedim. “Yoksa cesaret ettiğin, boğazını gözünü kırpmadan keser. Sonrası sonsuza dek sürecek bir pişmanlık.”


Güler gibi sert bir nefes verdi. “Etkilendim.” Dedi. Dudaklarını sahte bir tınıyla iki yana doğru gerdi. “Ama yeterince değil.”

Gözlerimi devirme ihtiyacı duydum. Beni, benimle dalga geçmek için mi buraya getirmişti?


Derin bir nefes aldım. “Ne istiyorsun benden?” diye sordum açıkça. Ellerini umursamaz bir tavırla pantolonunun ceplerine yerleştirdi. Üzerime doğru adım atmaya başladığında ona engel olacak hiçbir şey yapmadım. Tam iki adım önümde durup yüzümü incelemeye başladı.


Uzun boyu yüzünden kafamı kaldırmak zorunda kalmıştım. Yüzü ciddileşmişti. Bir nefes aldığında geniş omuzları kalkıp indi. “Senden bir şey istemiyorum.” Dediğinde kaşlarımı kaldırdım.


Bu sefer alay etme sırası bendeydi.

“Sevgili babacığından izin mi alamadın yoksa? Benim için aylardır plan yapıyor diye işitmiştim. Ona da hak veriyorum doğrusu, baş etmeye çalıştığı kadın öylesine biri değil ki,” dedim ve itici bir şekilde gülümsedim.


Efruz Dağdelen ise benim aksime kaşlarını çatmıştı. Takındığı tavır hoşuma gitmişti. Onu öfkelendirebilmiştim. Buradan ilerleyebilirdim. Yüzümdeki gülümseme ruhum bedenimden çekiliyormuş gibi kayboldu. İfadem sabitlendi.


Efruz Dağdelen’le aramızda olan iki adımlık mesafeyi ben kapattım. Tam önünde dikildim ve gözlerinin içine titreten bir soğuklukla baktım.


Çatık kaşlarının altındaki sakin bakışlarıyla ne yaptığımı izliyordu: Ama biliyordum aslında hiç de sakin değildi. Kurumuş dudaklarımı ıslattım. “Seni tebrik etmek isterim doğrusu,” Çatık kaşlarını kaldırdı. Ona biraz daha yaklaştım ve kulağına doğru fısıldadım. “Babanın yapamadığını sen yaptın.”


Söylediklerim boğazına yapışmış gibi yutkundu fakat her şeye rağmen sakin kalmaya devam etti. Sakince gözlerini kapatıp açtı. Yüzüme doğru eğildi. Gözlerini gözlerime odakladı.


“Beni kimseyle kıyaslama.” Diye fısıldadı ürperti verici bir tonda. Dikkatli bakışları artık beni rahatsız etmeye başlamıştı. Yüzünü sağ omzuna doğru yatırdı. “Aksi takdirde yanılgılarının içinde boğulur kalırsın.”


Hiçbir şey söylemedim. Sadece yüzüne bakmaya devam ettim. Bir elini sakince kaldırdı. İşaret parmağını oyun oynuyormuş gibi çıplak omzuma sürttü.


“Hem biliyor musun…” parmağı duraksadı. Uzun kirpiklerinin arasındaki mavi gözlerini yüzümde dolaştırdı. “Eğer Kadir Dağdelen gibi bir adam olduğumu düşünüyorsan çoktan yanılgıların içine düşmüş, boğulmaya başlamışsın demektir.”


Omzumda dolanan elinin bileğini tuttum. Tırnaklarımı bileğine geçirerek kendimden uzaklaştırdım. İstese bana engel olurdu ama olmuyordu. Dişlerimin arasından konuştum. “Bana bir daha dokunma.”


Efruz dudaklarını iki yana doğru kıvırdı. “Şu an bana dokunan sensin.” Dedi eğlenerek.


Hızla elimi bileğinden çektim. Bir adım geriledim ve yüzünü incelemeye devam ettim. Kafasını olumsuzca iki yana salladı. Hislerini ben göremeden toparladı. “Ayakta kalma, yaran ağır.”


Kaşlarımı itinayla kaldırdım. “Bunu düşünmek senin haddine değil.” Dedim huysuzlanarak. Sözlerime aldırış etmedi. Birkaç saniye bedenimi inceledi ve arkasını dönerek duvara monte edilmiş rafa doğru ilerledi.


Kapı açıktı. Çıkıp gitmem umurunda değil miydi? Ayrıca davranışları kafamda kurguladığımdan farklıydı. Sırtı bana dönükken ona doğru bir adım attım.


“Bana niye sırtını dönüyorsun?”


Eli uzandığı rafta duraksadı. “Sana sırtımı dönmemem mi gerekiyor?” diye sordu bana bakmadan.


Sırtını inceledim. Geniş omuzları ve omuzlarına kıyasla ince bir beli vardı. Boyu uzundu. Oldukça uzundu. Derin bir nefes aldım. “Yani,” dedim bilmişlikle. “Aklın varsa dönme.”


Rafta uzandığı beyaz kutuya parmaklarını sardı fakat yine bana dönmemeyi tercih etti. “O niye?”


Görmese bile sağ omzumu kaldırıp indirdim. “Kafanı kırabilirim. Ayrıca burada bir sürü keskin alet var, gözün bende değilken seni etkisiz bırakabilirim.”


Kafasını usulca bana çevirdi. Sırtı hâlâ bana dönüktü, sadece kafasını hareket ettirmişti. “Acaba sen planlarını benimle paylaşırken aklının neresini kullanıyorsun?”


Kaşlarımı çattım. Gözlerim de aynı saniyelerde kısıldı.


Ona doğru bir adım daha attığımda omzuma batan ağrı yüzünden dengemi sağlayamadım. Bedenim yerle bütünleştiğinde omzuma batan ağrı seviyesini yükseltti. Kısık bir ses tonuyla inlediğimde bana çoktan yaklaşmış olan Efruz Dağdelen’i fark ettim. Bana doğru uzandığını hissettiğimde hiç beklemeden geriye doğru bedenimi hareket ettirdim.

Ondan uzaklaştım ve aynı zamanda tehdit savuran ses tonumla konuştum. “Yaklaşma bana!” Aslında ses tonumda bariz belli olan acının tonuydu. Efruz Dağdelen gözlerimdeki kararlılığı gördüğünde adımını geri çekti.


Ona bakmayı keserek yüzümü yere indirdim. Böylesi daha kolaydı benim için. Elim omuzumun üzerine çıktı. Omzumu yokladım. Canım haddinden fazla yanmıştı. İnlememek için kendimi çok zor tutuyordum. Her ne kadar zor olsa da onun karşısında acınası bir hale bürünmeyecektim. Ne kadar yenilsem de yenilgiyi kabullenmeyecektim.

Kolyemin ağırlığı bir anda bana kendini belli ettiğinde daha güçlü nefesler alıp vermeye başladım. Kolyenin sahibine verdiğim sözü tutacaktım ve asla başarısız olmayacaktım.


“Gölge, kalk ayağa.” Dedi iki adım öteden dikkatle beni izlerken.


Kaşlarımı çattım. Buna rağmen bakışlarım hâlâ zemindeydi. Çektiğim acıyı görsün istemiyordum. Konuşmaya devam etti. “Eğer kalkamayacaksan ben kaldıracağım.”


Efruz Dağdelen’e bakmamaya devam ettim fakat bu sefer söylediklerine yanıt verdim. Sesim çektiğim acıdan dolayı oldukça öfkeli çıkmıştı. “Eğer bana dokunursan yarım bıraktığım işimi tamamlarım ve makası boğazına sokarken gözümü dahi kırpmam.”


Derin bir nefes aldığını hissettiğimde bu sefer yüzüne bakmayı tercih ettim. Yüzünde barındırdığı kelimeler bana hiçbir şeyin cevabını vermemişti. Yüzünde var ettiği kelimeleri varlığından dahi haberdar olmadığım dillere büründürmüştü. “Sana dokunmamı istemiyorsan ayağa kalkacaksın. Yataktan tutun ve ayağa kalk.”


Dişlerimi birbirine bastırdım. Bu beden benimdi. Ne zaman istersem o zaman ayağa kalkacaktım ve ben şu an yerde oturmaktan gayet memnundum. Bana hiçbir şekilde mâni olmazdı. “Kalkmıyorum!” dediğimde gözlerini devirdi. Bu sefer yüzündekileri okuyabildim. Sabır diliyormuşçasına bana bakıyordu ama umurumda değildi.

Canım ne zaman isterse o zaman kalkacaktım.


Bana doğru bir atakta bulunacağı sırada onu durduran ikimizin de dışında var olan bir sesti.


“Ne yapıyorsun kız yerde?”


Kapının hemen önünde beliren Kerim’e önce ben baktım sonra baktığım yere Efruz da baktı. Kerim’in sorduğu soruyu kendimden bir başkası olarak cevapladım. “Kafa buluyorum.” Dedim, içinde öfke barındıran sesimde alay da vardı.


Söylediğim kelimeler ikisinin de garibine gitmiş olacak ki yüzüme birkaç saniye baktılar. Bu sefer gözlerini deviren ben oldum. Sağ elimle yerden destek alarak hafifçe doğruldum. Omzumdan kopan parçalar ruhumun midesini dolduruyordu. Ruhum bu tattan nefret ediyordu.


Yerden destek aldığım elim kaydığında tekrar yere gömüleceğim korkusuyla gözlerimi kapattım: Ama beklediğim gibi olmadı. Belimde hissettiğim ellerle ayağa kalkmam aynı saniyelere tekabül etti. Gözlerimi büyüterek hızla geri çekildim ki Efruz Dağdelen benden önce geri çekilen kişi olmuştu.


Bir adım daha geri çekilmeyi uygun görerek ikisine de kıstığım gözlerimle baktım. Efruz beni umursamamayı seçti. Kerim ise gözlerini omzuma dikmişti. Boğazını temizledi. Temkinli bir şekilde üzerime doğru adımını attı.


“Omzun nasıl?” diye sorduktan sonra omzumdaki bakışlarını gözlerime çıkarttı. Benimle dalga geçip geçmediğini anlamak adına dikkatle baktım ona. Gayet ciddi görünüyordu.


Şeytanlarım birbirine laf atıp durdu. Bulunduğum anı tartışıyorlardı ama noktayı koyan onlar değil küçük melekti. Kerim gibi ciddi bir tavır takındım. “Benden ne istiyorsunuz?” diye sordum. Artık bu sorunun cevabını almak istiyordum. Çünkü onlardan beklediğim hiçbir tepkiyi bana göstermiyorlardı.


Eğer Kadir Dağdelen işin içinde olsaydı onun eline çoktan düşmüş olmaz mıydım? Olurdum. O, beni kendi canına mal olacak cinsten istiyordu. Ona yaptıklarım nefretini körüklemişti, beni ele geçirmek için an kolluyordu. Bunlar Kadir Dağdelen’in köpekleri değildi.


Ayrıca çok önceden Efruz Dağdelen ve Kadir Dağdelen’in birbiriyle iş tutmadığını duymuştum. Ne kadar doğru olduğu meçhuldü.


İkisinin de yüzünü dikkatlice incelemeye çalıştım. Omzumun ağrısı buna bir miktar engel olmaya çalışsa da direniyordum. Kerim konuşmadan önce gözleriyle Efruz’u kontrol etti, sonra lafa girdi. “Kadir Dağdelen’le bir alakamız yok, Gölge.” Dedi açıklayıcı olduğunu düşündüğü bir tavırla. “Ayrıca bana canavar görmüş gibi bakmayı kessen mi artık? Bak yemin ediyorum ağırıma gidiyor.”


Tek kaşımı kaldırdım ve Kerim’in son cümlelerini umursamadan bakışlarımı Efruz’a sabitledim. “Nasıl Kadir Dağdelen’le alakanız olmaz? Sen onun oğlusun,”


Efruz’un dişlerini sıktığını çenesinin gerildiğinden anladım. Gözlerinde yine yangınlar yanmaya başlamıştı. Beni içine atacaktı ve cayır cayır yanmamı seyredecekti sanki. Ona, bana baktığı gibi baktım. Ne kadar etkili olduğundan emin olmasam bile ona yenilmeyeceğimi gayet açık bir şekilde belli etmiştim.


“Olan bana olacak bak. Arada ben kaynıyorum, lütfen!”


Efruz’daki gözlerimi Kerim’in üzerine devirdim. Bu onun birkaç saniye duraksamasına neden oldu. Sonra yavaşça Efruz’un arkasına geçti ve onu üzerime doğru itti. Efruz bana çarpmamak için kendini son anda frenledi. Göz göze geldik o an. Anlaşmış gibi ikimiz de bakışlarımızı Kerim’e çevirdik.


“Bir şey demedim ayol. Katmayın beni araya, bakışın istediğiniz kadar. Ucu bana dokunmasın yeter.” Dedi Kerim, omuzlarını kaldırıp indirdikten sonra genişçe gülümsedi.


Efruz gözlerini devirdi ve gözlerimin içine kısaca bakarak iki adım geriledi. Gözlerindeki harlanmasına sebep olduğum yangınlar sönmüştü, yine ifadesi ifadesizleşti, beklemediğim bir sakinlikle konuştu. “Kerim. Çok konuşma da işini yap.”


“Hayatım ben işimi yaparım yapmasına da son işim olacakmış gibi hissediyorum. Nedense!” son kelimesine iğneleyici bir vurgu yapıp yüzüme bakmıştı. Ona umursamaz bir bakış atmakla yetindim.

Davranışları beklenmedikti. Konuşması da öyleydi.


Niye böyle davrandığını kavrayamasam da içimdekilerin bir başka oyuna olan teklifi beni mutlu etti. Madem pencereden çıkamıyordum o zaman onları kullanarak buradan defolacaktım. Sadece sakin olmalı, önce duygularımı sonra da kendimi yöneltmeliydim ve bunu yaparken Efruz Dağdelen’e dikkat etmeliydim. Onun ifadesizliğinin altında yatan hislerini göremiyor olmak beni bir miktar da olsa geriyordu.


Efruz düşüncelerimden ayrılmama neden olduğunda kafamı kaldırdım. Yakınımda duruyordu ve boyu uzun olduğu için gözlerini başka türlü göremiyordum.


“Otur yatağa,” dedi normal bir konuşma tarzıyla.


Huysuzluk etmeye devam ettim. Bir saniye bile beklemeden onu yanıtladım. “Hayır.”

Yüzünde beliren sabır timsali hoşuma gidiyordu. “Ha illa ‘bana dokun’ diyorsun yani?” diye sordu hafiften sitemli sesiyle.

Kaşlarımı kaldırdım. Ağzımı açıp cevap vereceğim sırada araya yine Kerim girdi.

“Tamam tamam, şimdi sakin olun ve kendinizi bu mükemmel adamın kollarına bırakın.”


Efruz öfkeyle Kerim’e döndü. “Koyacağım yumruğu göreceksin şimdi mükemmelliği.”

Kerim gözlerini kıstı. Alınmış bir tavırla konuştu. “Ayıp ediyorsun.”


Efruz’un sesi uyarıcıydı. “Kerim.” Dedi dişlerinin arasından ve sustu. Bakışlarıyla her şeyi anlatmıştı. Kerim masumca gülümseyip bana döndü. Bakışları değişti. Ciddiyetini yüzüne kondurdu.


Sanki iki farklı kişiyi içinde barındırıyordu.

Efruz’un koluna dokunduğunda Efruz anlamış gibi birkaç adım geri çekildi.


Kerim’in sakince ne yaptığını izliyordum ama aslında hiç de sakin değildim. Ses tonunda bile bir değişim yaşatan adama sakince bakmam normal olmazdı zaten. Yüzündeki ciddiyeti arttırdı ve tam gözlerimin içine baktı. Oysaki az demin bakışlarımdan kaçmak için Efruz’un ardına saklanan da kendisiydi.


“Gölge,” Diye söze girdi. “Gözüme hiç sakin görünmüyorsun ama sakin kalmanı istiyorum.” Ona ruhsuzca bakmaya devam ettim. Derin bir nefes aldı. “Bak,” dedi iyice kendine yoğunlaşmamı ister gibi. “Ağır bir ameliyat geçirdin. Kurşun kalbine yakındı. Beni çok zorladın. Şu an ayakta durmanda bir mucize aslında. Bu kadar güçlü olman beni şaşırttı açıkçası.” Nefeslenip tekrar dudaklarını araladı. “Şimdi,” omzuma dokundu bir ara bakışları.


“Kurşunu ön taraftan çıkartırsam canından olma riskin üst seviyeye çıkacaktı. Bu yüzden kurşunu sırtından çıkarttım. Bu da demek oluyor ki kendine her zaman dikkat ettiğinden daha fazla dikkat edeceksin. Ayakta duruyor olabilmen gözünü boyamasın. Bedenini dinç tutabilmek adına onlarca ilaç kullandım. Şu anda, o ilaçlar sayesinde ayaktasın.”


Yutkunarak bir adım geriye çekildim. Artık sırtımda da bir delik vardı demek?


Bedenimdeki izler gittikçe çoğalıyordu. Bir gün bedenime açılan izler yüzünden bedenimi görememekten korkuyordum. Şeytanlarımdan biri izin vermem gerektiğini söyledi ama onu dinlemedim. Ardımda var olmuş her şeyi ardımda bıraktım ve şu anıma odaklandım. Düşünürsem korkacaktım o yüzden düşünmedim. İçime parmaklarını geçirmiş adama zihnimde dönüp duran o soruyu yeniden sordum. “Benden ne istiyorsunuz? Niye bana yardım ediyorsunuz?”


Efruz sorduğum soruya oralı bile olmadı. Sırtını duvara yaslamıştı ve kollarını birbirine dolamış umutsuzca beni izliyordu. Dağdelen’i yok saydım ve belki istediğim cevabı Kerim verir diye ona baktım. Ama bana cevabımı vermedi. “Gölge, şu an sağlığından daha önemli bir şey yok. Bunu sen de gayet iyi biliyorsun. Öldükten sonra almak istediğin cevapları almış olman bir işe yaramayacak. Ayakta zor durduğunu görebiliyorum, canının ne kadar yandığını da görebiliyorum. Önceliklerini tekrar düşün. İzin ver kontrol edeyim. Daha sonra istediğin soruyu sorarsın.”


Bana cevap hakkı bırakmamış olması her ne kadar sinirime dokunmuş olsa da bu sefer karşı çıkmadım. Canımın yangını her geçen saniyede arttığı için yatağa doğru ilerleyip yatağa yaslandım. Sağ elimle destek alarak kendimi geriye doğru çektim ve ayaklarımın boşta kalmasına izin verip yatağa oturdum.


Bu yaptığım Kerim’in derin bir nefes almasına neden oldu. Efruz ise kaşlarını kaldırmış bana inanamıyor gibi bakıyordu. Onun beni yok saydığı gibi ben de onu yok saydım. Dikkatimi Kerim’e verdim. O an kaşlarım anlamsızca çatıldı. Çünkü iki elini semaya kaldırır gibi kaldırmış tavana bakıyordu. “Çok şükür bugün de ölmeyeceğim.” Ortamda var ettiği tüm ciddiyeti tek cümlesiyle yerle yeksan etmiş olması umurunda değil gibiydi. Efruz Kerim’in söylediğine istisnasız bir cevap verdi.


“Heveslenme birader. Henüz gün bitmedi,” sözlerini bitirirken bakışlarını bana çevirmişti.


Söylediğine karşılık olarak kaşlarımı çattım. Sinir sinir bakışlarıma karşılık verdiğinde itinayla gözlerimi devirdim.


Bakışlarımı yeniden Kerim’e odakladım. Kurtulacaksam sakinliğim sayesinde kurtulacaktım. Bu ikisini bileğimin gücüyle geçmeyi düşünmeyecek kadar aklım başımdaydı. Kerim ilaçlarla dolu dolaba yöneldiğinde tüm dikkatimi ona vermeye karar verdim. Efruz Dağdelen’e bakınca öfkem hat safhaya çıkıyordu çünkü.

Kerim dolabın alt taraftaki ahşap kapaklarını açtı. Açtığı dolaptan, siyah, deri bir çanta çıkarttı. Bu yutkunmama neden oldu ama ifademi bozmadım. Ardımda kalanların bugünüme dokunmasına izin vermeyecektim. Sağ elimi yumruk haline getirdim. Sıktığım parmaklarım içime batmalı ve ben ne olursa olsun sakin kalmalıydım.


Kerim elindeki çantayla dikleşerek bana doğru döndü. Birkaç büyük adım sonrasında artık yanımdaydı. Yatakta olan küçük kırmızı çantayı kenara doğru itip kendi çantasına yer açtı. Baş parmaklarını kullanarak çantadaki iki kilidi de aynı anda kaldırdı. Tok bir ses odayı sardı. Çantayı geriye doğru açtığında şaşırdım. İçinde özenle dizilmiş cerrahi aletlerin boyutu normal boyutlarından daha küçüktü. Her birinin özenle işlendiğini, hatta parlatıldığını düşündüm. Sırayla konumlanmış aletlerde gezindi bakışlarım.

Bir bölme farklı boyutlardaki makaslarla doluydu. Cerrahi hakkında hiçbir fikrim olmadığı için onların isimlerini bilmiyordum. Sivri gözüken bıçakları gözüme takıldığında şeytanlarım haince gülümsedi.


Efruz’un gözleri üzerimdeydi biliyordum. Herhangi bir tepki vermemeye özen göstererek bakışlarımı yine Kerim’in yüzüne sabitledim. Bakışlarımı fark etmişti. O yüzden konuyu dağıtmak istedim. “Ben,” dedim ve sustum. Zorlanıyormuş gibi yapmakta fayda vardı. Her zaman inandırıcı olurdu. “Ne zamandır uyuyorum?”


Kerim sorum karşısında kaşlarını kaldırdı. Ama bana yanıt vermesi çok geç olmadı. “Neredeyse üç gündür.” Beklemediğim yanıtı gözlerimi büyüttü. “Ne?” diye sordum inanamayarak. “Şaka mı yapıyorsun?”


Kerim olumsuzca kafasını iki yana salladı. Aklıma Özkan ve Poyraz geldi. Bana üç gündür ulaşamamışlardı. Bu onları delirtirdi. Ne yapıp edip buradan bir an önce kurtulmam gerekiyordu.


Kerim gözleriyle beni kontrol ettikten sonra konuştu. “Ameliyatın çok zor geçti Gölge. Üç gün senin geçirdiğin bir ameliyat için az bile. Üstelik sen bir gün önce uyandın bedenindeki ilaçlara rağmen.” Söyledikleri hakkında yorum yapmadım. Vurulmuştum. Kadir Dağdelen’in adamlarından biri beni vurmuştu. Efruz Dağdelen’e baktım. İçime bir nükte oturdu. Şimdi, Kadir Dağdelen’in oğlu beni iyileştiriyordu. Bu çok saçmaydı. Bu, mantıksızdı.


Kerim yeniden konuştu. “Bandajını açacağım,” Cümlesinde bir soru da yatıyordu. Önceliği benden izin almak olmuştu.


Sakince kafamı aşağı yukarı salladım. Yüzümü bir kez daha kontrol etti ve elini omzuma doğru yöneltti. Tam bandaja dokunacağı sırada beklemediği bir şekilde konuştum. “Kerim.” Dedim, ki sesim normalin üstünde çıkmıştı. Bu yaptığım Kerim’in irkilmesine neden oldu. “Ne oldu be?” diye sordu hafiften bedenini geriye alarak.


Dudaklarımı ıslattım. Gözlerimi kırpıştırdım. “Çok susadım.”


Kerim rahat bir nefes aldı ve Efruz’a döndü. Ben de ona döndüm. Efruz Dağdelen, kaşlarını çatmıştı ve pür dikkat bana bakıyordu. Bakışlarımın tek zerresini bile değiştirmeden ona bakmaya devam ettiğimde yaslandığı duvardan ayrıldı. Attığı her adımda gözlerimin derinine daha fazla giriyordu. Sanki ne yaparsam yapayım her zaman beni izleyecekmiş gibi bir uyarıda bulunuyordu. “İki dakika.” Dedi. Sesi tehditkardı. Kapıya doğru ilerledi. Sırtını sonunda bana döndü, odadan çıktı. Kapıyı kapatmadığından ne tarafa gittiğini görebilmiştim. O gözden kaybolduğu an hiç beklemeden çantadaki bıçağa uzandım ve Kerim’in boğazına dayadım.


Sabrımın sonu ölümcül olabilirdi. Kerim tepkim karşısında ufak bir küfür mırıldandı ama ona engel olmam uzun sürmedi. Bıçağı boğazına bastırdım. “Sakın sesini çıkartayım deme.”


Dediğimi harfiyen uyguladı. Oturduğum yataktan temkinli bir şekilde kalktım. Tuttuğum bıçağı bir an olsun boğazından ayırmadım. “Gölge,” dedi fısıltıyla. “Buradan çıkarsan kaybolursun.”


Ona küçümseyici bir tavırla baktım. “Burada kaybolacağıma dışarda kaybolmayı yeğlerim.”


Acele etmem gerekiyordu. Kerim’in geriye doğru yürümesini sağladım. O adım attığında ben attığı adımı dolduruyordum. Duvarın dibine geldiğimizde yine temkinli bir şekilde konuştu. “Omzun bu haldeyken uzaklaşamazsın. Bize de kendine de iş çıkartma.”


Ona gülümsedim. Çok içtendi, ciddiydim. “İş çıkartmaya bayılırım.”


Boğazına dayadığım bıçağı indirdiğim anda çenesini tuttum. Elime tüm gücümü vererek kafasını duvara vurmasına sebep oldum. Dudaklarından küçük bir inleme çıktı. Gözleri bir an kayar gibi olsa da toparlandı. Eliyle başına dokundu, bayılmamış olsa bile bu sersemlik onu oldukça oyalardı. Birkaç adım geriye doğru gittim. Yere doğru eğdiği bedenini ayakta tutmaya çalışıyordu. Küçük meleğin değişik duyguları bir an için beni duraksatsa da şeytanlarım hemen onu artlarına itmişti.


Arkamı dönerek Efruz Dağdelen’in açık bıraktığı odadan çıktım. Koridora göz gezdirdiğimde sadece bir kapı bana çıkış olduğunu düşündürdü. Demir kapının başka bir yere açılmaması için dua ettim. Efruz’un kulaklarımda can bulan suyu kapattığını duyduğumda koşmaya başladım ve o kapıyı açtım. Kendimi kapıdan dışarıya attığımda koskoca bir karanlık beni içine almıştı. Duraksayan bedenim çok geçmeden havanın karardığını zihnime söyledi.


Çıplak ayaklarım taşlarla dolu yerde ilerlerken Efruz’un ettiği küfür kulaklarım dokundu ve bu benim hızımı ikiye katlamama neden oldu. Tertemiz kokan havada tek ışık aydan geliyordu. Anlaşılan şehirden uzaktaydık ama buradan kurtulursam şehri bulmak çocuk oyuncağı olacaktı.


“Gölge!” 


Ayın ışığıyla heybetlenmiş ağaçların arasına girdim. Omzum batıyordu. Çok fena batıyordu, ayak tabanlarım sızım sızım sızlıyordu ama asla durmazdım. O adamın elinde ölmeyecektim ben. Ölümün bir başkasından değil kendi elimden olacaktı. Başka türlüsünü hiçbir zaman kabul etmeyecektim.


Ardımdan gelen adımlarını duyuyordum. Daha hızlı olmam gerekiyordu. Çok hızlı olmam gerekiyordu.


“Gölge! Dur!” sesini gürleyen gök bastırdı. Gözlerim yeni yeni karanlığa alışıyordu. Ağaçların havadan karanlık gövdeleri vardı. Nereye döneceğimi görebiliyor olmak beni mutlu etse de ardımdakinden kurtulmadan şeytanlarımın mutlu olmasına izin vermeyecektim.


Bir ağacın dalı sol kolumu çizdiğinde adımlarım sekteye uğradı ve dakikalardır içimde tuttuğum inlemeyi dışarıya saldım. Dişlerimi birbirine bastırdım. İnlemeyle karışık bir nefes alarak koşmaya devam ettim. Benimle birlikte koşuyordu. Benden daha hızlıydı. Yakınımdaydı.


Koşarak ondan kurtulamayacağımı fark ettiğimde herhangi bir ağacın arkasına geçtim ve bedenimi ağacın gölgesine sakladım.


Tabanlarım omzumdan gücünü almışçasına daha çok ağrımaya başladı. Taşlar ayaklarımın altını zedelemişti. Omzum da bir başka ağrıyordu. Olur da beni fark ederse tekrar koşmak için güç bulamayacaktım kendimde.


Derin bir nefes aldım; o nefesi yavaşça dışarıya vermeye başladım. Saniyeler sonra Efruz Dağdelen’in adım sesleri az önce bulunduğum yere ilişti. Ona bakmaya yeltenmek gibi bir hataya baş vurmadım, sadece çıkarttığı sesleri dinliyordum.


“Gölge!” Gür sesi tüm ormanı sardığında birkaç kuş olduğu yerden ürkerek havalandı. Elimle ağzımı kapattım. Kurtulmak istiyorsam nefes dahi almamam gerekiyordu.


“Kahretsin! Çık ortaya kaybolacaksın!”

Kaybolacağımı biliyordum ama elbet bir yol bulunurdu; Ve benim yolum onun üzerinden geçmiyordu. Etrafına birkaç kez bakındığını ayaklarından çıkan hışırtılardan anlamıştım. “Gölge,” dedi tekrardan. Bu sefer sesini daha alçak tutmuştu. “Canını sen alacaksın. Bak bu orman tehlikelerle dolu. Kaybolursun. Çık ortaya!”


Çıkmayacaktım. Gecenin getirdiği soğuk ve ürperti tenimde dans ederken yelkenleri suya indirmek son seçeneğim bile olmayacaktı. Benden ne istediğini bilmiyordum. Bilinmezliğin içinde kaybolmaktansa ormanda kaybolmayı tercih ederdim.


Gözlerimi kapatarak onun gideceği yönün benden uzakta olmasını diledim. Umduğum gibi oldu. Adımları yavaşça benden uzaklaştı. Ağzıma dayadığım elimi indirdim ve derin bir nefes aldım. Böylelikle soğuk içime de dokunmayı başardı. Olduğum yerde birkaç saniye bekledim. Gittiğinden tam anlamıyla emin olmam gerekiyordu.

Hiçbir ses onun varlığını bana kanıtlamadığında saklandığım yerden çıktım ve onun gittiğini tahmin ettiğim yolun tam tersine yürümeye başladım. Bu sefer adımlarım yavaş ve dikkatliydi. Omzum çok ağrıyordu. Bir kez daha koşarsam durduğum anda sadece nefessiz değil bilinçsiz de kalacaktım.


Gökyüzünde bir şimşek çaktığında aydınlanan orman yutkunmama neden oldu. Daha önce bu kadar büyük bir ormanla böyle baş başa kalmadığımdan hafif bir tedirginlik içimde var olmaya başladı. Tedirginliği en çok hisseden küçük melekti. Geri dönmem için bana yalvarıyordu resmen. Oturup ona neden geri dönemeyeceğimizi uzun uzun anlatmak isterdim ama hiç vaktim yoktu. O yüzden gözlerimi üzerinden çekerek yoluma döndüm. Şimşeğin saniyeler sonrasında gelen gök gürültüsü adımlarımı durdurmuştu. Durduğum anda yanağımın üzerine bir damla düştü.


Eğer bu geceden kurtulabilirsem kendime bir aferin partisi falan düzenlemeliydim. Her tarafın aynı olduğu ormanda kör bir köstebek gibi yoluma devam ederken Efruz Dağdelen’in sesi çoktan kulaklarımdan silinmişti. Artık ona dair hiçbir şey duymuyordum.


Yoluma devam ettikçe üzerime yağan yağmur damlaları artıyordu. Kollarımı birbirine sararak soğuğu azami miktara indirmeye çalıştım. Geçtiğim yerlerden gelen hışırtılar beni huzursuz ediyordu. Sağ elimle omzumu yokladım. Acısı beklemediğim saniyelerde artıyordu ve attığım adım bile havada kalıyordu. Nereye yürüdüğümü bilmeden yürümeye devam ettim. Birçok ağacı geçtim. Geçtiğim yerlerden uçuşan kuşlar küçük meleği korkutuyordu.


Yutkundum. Yağmur hızını arttırdı. Daha çok üşümeye başladım. Böylelikle bedenimin titrediğini fark etmem de uzun sürmemişti.


Şeytanlarım birbirine bakarak gülüştüler. İzimi kaybettirmiştim. Kurtulmuştum. İyi olan taraf buydu ama bu yağan yağmurun altında, zifiri karanlıkta yolumu nasıl bulacaktım? Çocuk oyuncağı olarak düşündüğüm şey artık pek de çocuk oyuncağı gibi durmuyordu.


Attığım her adımda ayaklarıma batan yer beni yavaşlatıyordu. Sanki geçmişimin üzerinde geziyordum da geçmişim tüm cam kırıklarını tabanlarıma batırıyordu.

Önünden geçtiğim ağaçlara tutunarak ilerliyordum artık. Yağan yağmur şimdiden beni sırılsıklam etmişti ki zaten yarı çıplak sayılırdım. İçimde buz tutmuş korku sanırım erimeye başlıyordu. İçim titrediği gibi düşüncelerim de titriyordu. Etrafa bakındım. Ay ışığı artık yoktu.


Gökyüzündeki bulutlar ayı saklamıştı. Etraf zifiri karanlıktı. Üstelik yağmur şiddetini gittikçe arttırıyordu.


Ağacın gövdesine yasladığım avuç içimi ağrıyan omzumun acısı diner umuduyla daha çok bastırdım. Kurtulduğum nice karanlık vardı, buradan da kurtulacağıma inanıyordum. Korku beni dizginleyemezdi. Onu yine donduracaktım ve bir daha asla erimeye cüret edemeyecekti.


Gözlerim yine etrafta dolaştı. Saniyelerdir aynı yerde gibi dursam da bu benden değil ormandan kaynaklanıyordu. İleriye doğru bir adım attığımda ansızın ayağıma saplanan acıyla bir çığlık attım. Dizlerim büküldü ve yere düştüm.


Yağmurun ıslattığı toprak çamurlandığından ellerim çamurun içine batmıştı. Yerimde ters dönerken geceye acı bir inleme sundum. Artık sadece omzum değil her tarafım acıyordu. Hızlanan nefeslerimi dizginleye çalışsam da başarılı olamıyordum. Gecenin içine bir haykırış daha bıraktım. Çok acıyordu!


Ayağıma doğru eğildiğimde gördüğüm şey bana bir ipucu vermedi. Doğru düzgün hiçbir şey görebildiğim yoktu zaten. Ayağımı kendime doğru çekmeye çalıştığımda takıldığım şey beni daha çok kıvrandırdı. Gözlerim acıyla dolarken elimle sol ayağımın üzerindeki şeye dokundum.

Kahretsin! 


Aldığım her nefes inleme olarak bedenimi terk ediyordu. Çok fena acıyordu! Ayağım bir kıskaca yakalanmıştı ya da onun gibi bir şeye! Sivri ağzı, ayağımı dişleri arasına almıştı ve ayağımı hareket ettirdiğim anda derime daha çok batıyordu.


Uzaklardan gelen Efruz’un sesi yağmuru aşarak kulaklarıma dokunduğunda attığım çığlığın ne kadar yüksek çıktığını anladım. Onu yok saymaya çalışarak ayağımı yakalayan kıskacı açmaya çalıştım ama omzum buna izin vermedi. Omzumdaki ağrı da ayağımdaki de arttı. Dudaklarımın arasından bir inleme daha bıraktım karanlığa. Bu acıdan çok bir isyanın inlemesiydi aslında.


Kahretsin! Çok acıyordu. Gözlerime batan göz yaşlarımı tutmaya çalıştım. Bu sefer boyumdan büyük bir işe bulaşmıştım. Hem de göz göre göre yapmıştım bunu. Şeytanlarım bana kızmak yerine küçük meleğin ne kadar haklı olduğunu tartışıyordu. Yutkundum. Etime gömülen sivri dişler adeta kıvranmamı sağlıyordu. Küçük melek yere oturmuş çektiğim acıya ağlıyordu.


Tekrar kıskacı açmaya çalışsam da yapabildiğim tek şey acımın soluk boruma dokunmasına sebep olmaktı. “Ah!”

Efruz’un sesini artık daha yakınımdan duyuyordum. Durmadan bana sesleniyordu. Dişlerimi birbirine bastırdım. Bunu yaptığıma inanmak istemiyordum ama şu an yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Derin bir nefes aldım ve bağırdım.


“Buradayım!” 


Bir an önce gelmeli ve şu ayağımı parçalara ayırmak isteyen şeyi çıkartmalıydı. Böyle daha fazla dayanacak gücüm yoktu. Gözlerim yanmaya, yağmur yağmaya devam ediyordu. Birkaç kez derin nefes alıp verdim. Kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum ama bu acıyla her şey çok zordu.


Ayağımdan akan kanı hissediyordum. O yağan yağmur damlalarının aksine sıcacıktı. Bir kez daha yutkundum. Sancılar zaman geçtikçe evrimleşiyor canımı almaya yemin etmiş acılara dönüşüyordu. Hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyordum.


Yağmurun ve uğursuz ormanın ardından adım sesleri işittiğimde tekrar yutkundum. Yağan damlalar ağzımın içine içine doluyordu ki bundan memnundum çünkü çok susamıştım. Birkaç saniye sonra ağaçların arasından bir ışık dikkatimi çekti. Boğazımı temizledim, ayağıma doğru eğildim.


Haykırarak ağlama isteğini içimden atmam gerekiyordu. Çünkü biliyordum bu ağrı ağlamayla dinmezdi.


“Gölge!” 


Efruz’un sesinin geldiği yöne doğru döndüğümde tuttuğu ışık gözlerimi kamaştırdı. Bir saniyeye mâl olan olay hızla yanıma gelmesiyle son buldu. Dizlerini kırarak yanıma oturdu ve bir eliyle önüme gelmiş ıslak saç tutamlarımı geriye doğru itti. Bu sefer bana dokunmuş olmasını sorun etmedim. “İyi misin!?” sesi beklediğimin aksine telaşlı çıkıyordu.


“Hayır.” Dedim, sadece canım değil sesim de yanıyordu. “Ayağımı kurtaramıyorum!”

Elinde tuttuğu ışığı ayağıma çevirdiğinde ikimiz de duraksadık. Gözlerim yavaşça, nefeslerim ise hızla büyüdü. Ayı kapanına yakalanmıştım.


Elindeki ışığının çıkış kaynağını elime tutuşturduğunda elindekinin bir telefon olduğunu anladım. İki elini de yanaklarıma yasladı. Sıcak elleri soğuk yanaklarımı avuçladı. Işığın var ettiği o soluk ortamda gözlerimin içine baktı. “Tamam,” dedi yatıştırıcı bir ses tonuyla. Baş parmağı soğuk yanaklarımı okşadı. “Sakin ol ve ayağını sakın kıpırdatma.”


Elleri hâlâ yanaklarımdayken başımı salladım. “Güzel,” dedi, o da nefes nefeseydi. “Aferin sana.” Bir çocuk gibi hissettim kendimi. Dikkatsiz bir şekilde yaralanmıştım ve o bana kızmak yerine beni yatıştırmaya çalışıyordu.


Ellerini yavaşça yanaklarımdan uzaklaştırdı. Olduğu yerden kalkmadan dizlerini kullanarak ayağımın önüne doğru süründü. “Işığı ayağına tut.” Dediğini ikiletmeden yerine getirdim. Işığı kaldırdım ve kan içinde kalmış ayağıma doğrulttum. Görüntü acımı bir miktar daha arttırdı.

Kurtulmak istiyordum! 


Efruz dikkatli bir şekilde ayağımın yarısını içine almış dişleri kontrol etti. Kafasını kaldırdığında göz göze geldik. Işığı ona doğru doğrulduğumdan beni tam anlamıyla göremediğini biliyordum ama böyleyken bile gözlerimin içine bakmayı başarıyordu. “Canın yanacak,” dedi usulca ve devam etti. “Ama dayanacaksın. Bak,”


Kan içinde kalmış ayağım korkunun buzlarını daha çok eritti. Oldukça titrek bir nefes aldım. Efruz’un işaret parmağı demirin kenarındaki çıkıntıyı gösteriyordu; dediğini yaparak işaret ettiği yere baktım. “Bunu çekeceğim ve kapanı araladığımda ayağını kendine doğru alacaksın.”

Titrek nefeslerimin arasından ona cevap verdim. “Tamam.” Dudaklarım titrediğimden dolayı birbirine çarpıyordu. Üşüyordum.


Çok üşüyordum.


Dikkatimi Efruz’a vermeye çalıştım. Kurtulmak istiyorsam dirayetli olmalıydım. Elini o çıktının üzerine götürdü ama oraya dokunmadan önce konuşmayı ihmal etmedi. “Dikkatli ol. Sadece ayağını çek, omzuna zarar verecek bir şey yapma.”


Kafamı usulca salladım. Kedi gibi söylediği her şeyi onaylamak benim hatamdı. Büyük bir hata etmiştim ve hatamın cezasını çekiyordum.


Efruz kıskacın tam ortasındaki uzun demiri çektiğinde kıskaç eski tutuş gücünü kaybetti ama bu ayağımı kurtarmam için yeterli değildi. Ellerini kıskacın dişleri arasına sokarak yüklendi. İnledim. “Ahh!!”


Ayağıma batan sivri dişler yavaş yavaş çıkmaya başladı. Etimden oluk oluk akan kanların sıcaklığı dişlerimi birbirine kenetlememe neden oldu. Ayağıma hareket edebilecek bir alan açıldığında dediğini yaparak ayağımı dişlerin arasından çıkarttım ve derin bir nefes verdim. Acının dindiği yoktu ama en azından artık artmıyordu. Sıcak eli ayak bileğimi kavradığında nefesim boğazımı tıkamıştı.


“Çok acıyor biliyorum ama geçecek.” Dedi. Şaşkınlık içime yerleşirken dudaklarım birbirinden ayrıldı.


Hızlı bir manevrayla giydiği kazağından bir parça koparttı. O kadar hızlı davranmıştı ki o an gücünü bir kez daha sorguladım. Koparttığı parçayı ayağıma sarıp sıkıca bağladığında kendime engel olamayarak yine inlemiştim. “Şşhh…” diye fısıldayarak yağmurla bir ahenk oluşturdu. “Geçecek.” Dedi tekrardan.


Öyle olacağını umdum. Rahatlayacağımı sandım ama başka bir şey vardı. Sırtımdan akan bir şey vardı. Bu yağmurun damlaları gibi değildi, sıcacıktı. Elimdeki telefon düştüğünde ortalık yine karardı.

“Gölge?” 


Ona cevap veremedim. Nefes alamıyordum. Telefona uzandığını hissettim. Telefonun ışığı yüzümü aydınlattığında bedenimi daha fazla tutamadım. Kendimi geriye doğru bıraktım.


Acı içimdeydi. Acı dışımdaydı. Acı vardı, her yerdeydi. Sırtım çamurların içine battı. Omzum yerle bütünleştiğinde nefes alabildim ama bu beni bilinmezliğe daha fazla itti.


“Gölge!” Şimdi sesi tam başucumdan geliyordu. Sıcak elleri yüzümü kavradı. Bana dokunmaması gerektiğini söylemeliydim ama nefeslerim buna izin verecek gibi durmuyordu. Üzerime doğru eğildiğini yüzüme yağan yağmur son bulduğunda anlamıştım. Yarım yamalak açık olan gözlerimin içine daha önce hiç görmediğim bir duyguyla bakıyordu.


“Sakın.” Diye fısıldadı. Nefeslendi. Sanki benden daha zor nefes alıyordu. “Gözlerini kapatmayacaksın.” Dedi. Gözlerimi kapatmayacağıma inandırdı sesi beni.

Ama eğer uyursam bu ağrı daha katlanılır olmaz mıydı?


Yutkundum. Yanağımı okşayan elinin sıcaklığına sığınmak istiyordum. Bu soğuktan kurtulmak istiyordum. Nefeslerim gittikçe yavaşlarken kulağımda canlanan sesi beni ölümden bile kurtarabilecek bir netlikteydi.


“Sakın Kara Melek, uyumak bize haramdı. Sakın uyuma.”


⌛️


Canım Gölge'm 🥀


Evet!! Bölüm sonuu!!


Nasıldı?

Beğendiniz mi bölümü?


En sevdiğiniz kısım neresi oldu?


Efruz ve Gölge hakkındaki düşüncelerinizi alabilir miyim?


.


LÜTFEN VOTE VE YORUMU UNUTMAYIN


HOŞ'ÇAKALIN👋


Loading...
0%