Yeni Üyelik
17.
Bölüm

On Altıncı Bölüm

@zeynepizem

 

🧡KEYİFLİ OKUMALAR🧡

 

 

⏳️

 

 

İNSİZ ŞEH'R

 

BÖLÜM ON ALTI

 

🥀

 

 

Değersiz kelimeler, değersiz anlar, değersiz anılar… hepsi içimde, düşümde, kâbusumda.

 

 

Zaman bileklerime takılmış en güçlü zincirken boğazımdaki düğümler çözülse ne işime yarayacak bana acı çektirmekten başka?

 

Uyanalı en fazla yarım saat olmalıydı. Güneş çoktan en tepedeki yerini almış, yağmur susmuş, rüzgâr buradan uzaklaşmıştı. Pencerenin dışından kuş cıvıltıları duyuluyordu. Beni asıl uyandıran bunlar değildi. Kapının dışından gelen seslerdi. Bir ara Kerim şarkı söyleyerek kapının önünden geçmişti. O an yerimden kalkıp boğazına sarılmak istemiştim ama gözlerimi açamayacak kadar eriniyordum.

 

Derin bir nefes aldım. Ayaklarımı yataktan sarkıtmış, yatakta birkaç dakikayı aşkın süredir oturuyordum. Efruz’un odasındaydım. Dün nasıl uyduğumu hatırlamıyordum ama uyandığımda yatağın içinde ve yalnızdım. Gözlerim boş çerçevelerin üzerinde dolaştı bir süre. Kendimi toparladığımı düşünene kadar yataktan kalkmadım.

 

Ayağım düne göre daha iyiydi, düne göre daha rahat nefes alıyordum. Tek sorun düne göre omzumun acısının artmış olmasıydı. Yutkunarak tabanlarıma güç verdim. Rahat bir uyku çekmiştim, kendimi günlerdir hissetmediğim kadar dinç hissediyordum fakat eski halimden eser yoktu. Yürürken yine zorluk çekiyordum. Omzum da sarsıldıkça batıyordu.

 

Kapının önüne geldiğimde adımlarımı durdurdum. Elimi kulpa götürüp kapıyı açtığımda istemsizce geri çekildim. Çekilmeseydim bana vuracaktı. Gözlerini kocaman açmış ona bakarken ikimiz de derin bir nefes aldık.

 

“Az kalsın kafanı yarıyordum kız!” dedi Kerim sanki suçlu benmişim gibi. Kaşlarımı çattım. Kaldırdığı yumruğu hâlâ havadaydı. Elini indirdi. Omuzlarını silkti. “Neyse ki güçlü reflekslerim var,” kendini beğenen bir tavırla söylemişti kelimelerini. Eğer geri çekilmeseydim o yumruğu kafama indirecekti. Buna o kadar emindim ki geleceği görmeme gerek yoktu.

 

“Sorma,” dedim ruhsuzca. “Reflekslerinde olmasa ne yapardım?”

 

Kendini beğenen tavırları devam etti, gülümsedi. “Günaydın hayatım, ya da tünaydın.” dedi, gülümsemesini büyütürken. “Nasıl bir uyku çektiğini sormayacağım çünkü gayet rahat görünüyordunuz,”

 

Tek kaşım kalktı. “Ne?”

 

Dudakları aralandı. Yanlış bir şey söylemiş gibi kendini toparladı. “Görünüyordun yani!” Öksürdü. “Dilim de sürçecek günü buldu yahu,” sırıttı. Gözlerimi devirdim.

 

“Çekilecek misin önümden?”

 

“Nereye gideceksin?”

 

Düz düz suratına baktım. “Tuvalete gideceğim Kerim.” Dediğimde dudaklarını birbirine bastırarak bir adım yana kaydı. Eliyle yolu gösterdi. “Tabi git,” anlamsız bakışlarla yüzüne bakarak önünden geçtim. Birkaç adım attıktan sonra beni konuşarak duraksattı.

 

“Omzuna bakacağım, bekliyorum odada.”

 

Bir şey söyleme gereği duymadım. Lavaboya girdim. Elimi yüzümü yıkayarak kendime gelme çalışmalarını sürdürdüm. Aynadaki yansımama bakarken varlığını hafif hafif belli eden baş ağrım gözlerimi kısmamı sağladı. Yüzümden kayan su damlalarını izledim birkaç dakika. Kendimi hazır hissetmem gerekiyordu ama insan acıya hazırlanamıyordu.

 

Bunu, bu hafta, olanlar sayesinde anlamıştım.

 

Sert bir nefes verdim. Kapattığım musluğu açıp yüzümü bir kez daha yıkadım. Yüzümü havluyla kuruladıktan sonra lavabodan çıktım. Koridorda kimse görünmüyordu ama seslerini duyuyordum. Mutfaktan geliyordu. Oyalanmadan Kerim’in söylediğini yaparak odaya doğru ilerledim. Kapıyı açıp içeriye girdiğimde karşılaştığım kişi Kerim olmamıştı. Efruz buradaydı.

 

Göz göze geldiğimizde elinde tuttuğu çantayı yatağa bıraktı. “Uyanmışsın,” dediğinde kafamı belli belirsiz salladım. Dudaklarımı birbirine bastırdım. “Kerim-” diye lafa girdiğimde lafımı kesmişti. “Yemek yiyecekmiş, omzuna ben bakacağım.”

 

Kesik bir nefes aldım. Üzerinde koyu renkli bir kot pantolon ve vişne çürüğü renginde kazağı vardı. Kazağını pantolonun içine yerleştirmişti. Gözlerimi vücudundan çekip gözlerine çıkarttım.

 

“Kendim hallede…” demiştim ki tek hareketiyle beni susturdu. Eliyle yatağın boş kısmını gösterdi. Gözlerinde asla itiraz kabul etmeyecek bir ifade vardı. Omuzlarımı kaldırıp indirdim. İtiraz ederek kendimi yormak istemiyordum. Kapının önünde dikilmeyi keserek tamamen içeriye girdim. Ardımdan kapıyı kapattım ve yanına doğru ilerledim. Gözleri üzerimdeydi. Hareketlerimi inceliyordu.

 

Yatağın önüne geldiğimde bekleme gereği duymadan boşluğa oturdum. Efruz yatağa bıraktığı çantaya doğru eğildi. Kilitlerini kaldırdıktan sonra çantayı açtı. Artık yerlerini ezbere bildiğim aletlerde göz gezdirdim. Çantanın içindeki iki yabancı alet vardı. Yerleri yoktu ama içine konulmuştu. İki merhem canımı yakmak için bekliyordu.

 

“Çıkaracak mısın?” diye soran Efruz’u ilk başta anlamadım. Sonra bakışlarının kazağıma odaklanmış olduğunu fark ettiğimde söylemek istediğini kavradım. “Arkanı dön.”

 

Beni ikiletmedi. Bana arkasını döndü. Gözlerim sırtında dolandı birkaç saniye. Ardından ellerimi kazağımın eteklerine yerleştirip dikkatlice kafamdan aşırdım. Bedenimi aniden saran soğuk gözlerimi kısmamı sağladı. Çıkarttığım kazağımı önüme alarak hatlarımı kapattım.

 

“Dönebilirsin,” dedim. Dediğimi yaparak bana döndü. Gözlerimin içine baktı. Yüzümü gözlerinin radarından geçirdi.

 

“İyi misin?” diye sormasını beklemediğim için bir iki saniye duraksamıştım. Kafamla onu onayladım. “Evet.” Dedim. Bana inandığını belli edecek bir tepki vermedi. Aramızdaki mesafeyi kapatarak tam önüme geldi. Oturduğum yerde sırtımı ona doğru döndüm.

 

Günlerdir yaptığımız pansuman olayı tekrarlandı. Sargıyı çıkarttı, yara bantlarını sıyırdı. Merhemi sürdü. Canım canımdan gitti. Sonra yara bantlarını dikişlerimin üzerine kapattı. Sargı bezini tekrardan omzuma sardı.

 

Geçen dakikalar boyunca duyulan tek şey nefeslerimizin hırçın ihtirasları oldu. Bu sefer kendime mâni olabilmiştim. Omzumdaki acıyı içime gömmüştüm ve hiçbir tepki vermemiştim. Sıktığım yumruklarımı bollaştırdığım sırada çantanın kilitlerinin sesini duydum.

 

“Her şey yolunda mı?” diye sormuştu fısıltılı bir tonlamayla. Gözlerimi bakmadan ona yanıt verdim. “Evet.” Gözlerinin üzerimde dolandığını hissetsem de bakışlarımı sabitlediğim yerden çekmedim. Aldığı derin nefesi duydum.

 

“Üzerini giyin, sonra bir şeyler ye. Mutfağın yerini biliyorsun.” Dedi. Herhangi bir cevap beklemedi. Yatağa bıraktığı çantayı aldıktan sonra odadan çıktı. Kapattığı kapıya baktım. Derin bir nefes aldığımda kaburgam yine battı fakat acısı dayanabildiğim bir seviyedeydi.

 

Yakında geçerdi.

 

Oturduğum yerden kalktım. Elimdeki kazağı yatağa bıraktım. Dolaba doğru yaklaştım ve kapaklarını tutup açtım. Açtığım an Efruz’un kokusu yüzüme adeta çarptı. Gözlerim kısıldı. Kendime uygun bir şey aradım dolabının içinden ki bulmam çok zor olmadı. Bordo sweatini ellerimin arasına geçirdim. Yumuşacıktı. Hiç beklemeden sweatini giyerek çıplaklığımı kapattım.

 

İzinsiz eşyalarına dokunmak pek de umurumda değildi.

 

Saçlarımı kumaşın altından çıkarttıktan sonra ellerimle düzeltim. Omuzlarımın arkasına doğru ittim onları. Elime fazlalık gibi geliyordular artık. Saçlarım hakkında düşünmek istemediğim için yönümü kapıya çevirdim. Acelesiz adımlarla odadan çıktım. Koridorda ilerlerken salondan çıkan Gülsema’yla göz göze geldik. Bana gülümsedi ama benim yüzümde hiçbir değişim olmadı.

 

“Günaydın,” dediğinde gözlerim bileğine kaydı. Bileğinde hoş bir bileklik vardı. Ellerini önüne doğru alarak bana doğru bir adım yaklaştı. Bakışlarımı fark etmişti. “Annemin,” dedi gülümseyerek. “Çok güzel değil mi?” kafamı usulca salladığımda gülümsemesi büyüdü. “Bunu onun için saklıyorum, geldiğinde geri vereceğim.” Umut ve çocuk… birbirine hiç benzemeyen bu iki kelime bence aynı anda yaratılmıştı. Bir şey söylemedim. Yanından geçip mutfağa girdim.

 

Acıkmıştım. Biraz daha aç kalırsam midem evrim geçirecek bir canavar gibi diğer organlarıma saldırarak onları yiyecekti. Mutfakta kimse yoktu. Bu beni fazlasıyla mutlu etmişti. Kahvaltıyı es geçerek ocağa doğru yaklaştım. Ocaktaki tencerenin kapağını kaldırdığımda mis gibi bir koku ciğerlerime doldu. Beyaz renkli, adını bilmediğim bir çorbaydı. Daha önce yemesem de gayet lezzetli görünüyordu.

 

Tencerenin kapağını tezgâhın üzerine bırakarak üçüncü denemede bulduğum kaseyi elimin içine aldım. İçine bir kepçe çorba koydum ve kaşığımı da aldıktan sonra duvarın dibine doğru yaklaştım. Bağdaş kurarak yere oturdum. Tabağımı kucağıma yerleştirdikten sonra duvara yaslanmayı da ihmal etmedim.

 

Dudaklarımı iştahla yaladım ve çorbadan bir kaşık aldım. Ağzıma yayılan tat sanki yıllardır aç kalmışım hissi uyandırmıştı. Tadı güzeldi. Damağımda ufak bir mayhoşluk bırakıyordu. Bir kaşık daha alacağım sırada mutfağın kapısındaki hareketlilik dikkatimi çekti.

 

İçeriye, tanışmayı reddettiğim kız girmişti. Duvarın dibinde oturan bedenimi saniyeler sonra gördüğünde yerinden adeta sıçradı. Elini kalbine koydu.

 

“Tövbe bismillah!” dedi, gözlerimi devirerek ona bakmayı kestim. Kaşığımdaki çorbamı ağzımın içine aldım. Mutfaktaki varlığıyla ilgilenmeden tabağıma odaklandım, ki çok geçmeden önüme gelmişti.

 

“Ne yapıyorsun yerde?” diye sorduğunda gözlerimi kafamı oynatmadan yüzüne doğru kaldırdım. “Yemek yiyorum.” Dedim düz bir ifadeyle. Karmakarışık bir ifade belirdi yüzünde. Mutfaktaki yemek masasına baktıktan sonra sordu.

 

“Masaya neden oturmuyorsun ki?”

 

Sert bir nefes verdim. “Keyfimden.” Dediğimde sustu. Ben de tabağımın içindeki çorbaya döndüm. Bir kaşık daha aldım. Midem daha fazlasını ister gibi guruldadı o an. Dönüş’ün gitmesini bekliyordum ama o tersini yaparak tam karşıma oturup bağdaş kurdu. Dudaklarıma doğru götürdüğüm kaşık havada duraksadı.

 

“Ben de küçükken yerde yerdim yemeğimi.” Kaşlarım kavislendi. Bana bunu ne diye söylediğini anlamamıştım ama konuşmaya devam etti. “Yani zaten masada yiyebileceğimiz kadar yemeğimiz olmazdı.”

 

Havada duran kaşığı tabağın içine bıraktım. Hafiften dikleşerek yüzünü inceledim. Sağ yanağındaki morluk büyümüştü, içeriye doğru hafif bir yeşillenme vardı. Dudağının kenarı kabuk bağlamıştı. Çizik geceye oranla soluk görünüyordu. Yüzünü incelediğimi fark ettiğimde derin bir nefes aldı.

 

“Pek güzel durmuyor tabi,” dedi dalga geçerek. Yüzünde yara izlerinin güzel durmadığı doğruydu ama bu güzelliğini bozmuş sayılmazdı. Gözlerimi rahatsız olmasını istemediğim için yüzünden çektim. Oturmadığım, bomboş masaya baktım.

 

Ben yemek yerken orası hep boş olurdu genelde. Değişen bir şey olmamıştı. Canımın yanmasını istediğim için oldukça derin bir nefes aldım. Kaburgam battı, canım yandı lakin belli etmedim.

 

“Bana adını söyleyecek misin?”

 

Kaşığı çorbanın içinde bir tur gezdirdim. “Adımı bildiğine eminim.” Dedim. Omuz silktiğini göz ucuyla gördüm. “Biliyorum ama öyle tanışmış sayılmayız. Hem yumruk tokuşturmamız da gerekiyor.”

 

Yüzümü yüzüne doğru kaldırdım. “Adımı söylediğimde gidecek misin?” diye sordum ruhsuzca. Benim aksime gözlerime afacanca baktı ve kafasını iki kez aşağı yukarı salladı. Gitmeyecekti.

 

“Gölge.” Dedim. Gitmeyeceğini bilsem de devam ettim. “Şimdi beni rahat bırak.”

 

Omuz silkti. “Ama ben daha söylemedim adımı, öyle tanışmış olmayız.”

 

Düz düz suratına baktığımda bana gülümsedi. Gülümseyişi yamuktu. Acıdığını bildiği için sadece sol dudağını hareket ettiriyordu büyük ihtimalle. Ona bakmayı keserek yemeğime döndüm. Bir kaşık daha aldım. İlk aldığım kaşığın aksine bu daha soğuktu.

 

Dönüş karşımda bir şey söylemeden oturmaya devam etti. Tabağı bitirmemi bekliyordu büyük ihtimalle. Nedenini bilmediğim bir şekilde inat etmiştim ve soğumasına aldırış etmeden yavaş yavaş yudumluyordum çorbamı. Hem böyle daha lezzetli oluyordu.

 

Beklemekten sıkıldığını aldığı derin nefesle bana belli etti ama oralı olmadım. “Hiç merak etmiyor musun?” diye sordu suskunluğunu bozarak.

 

Ona bakmadan cevap verdim. “Neyi?”

 

“Kim olduğumu.”

 

Omuz silktim. “Bana ne?”

 

Söylediğim hoşuna gitmemiş olacak ki duraksamıştı. “Tamam sen merak etmiyor olabilirsin ama ben gayet merak ediyorum.”

 

İstifimi bozmadım. “Sana ne?” dedim gözlerimi gözlerine doğru kaldırarak. Ne diyeceğini bilemez bir şekilde bakıyordu bana. Bu hali komiğime gelmişti. Yine de yüzüme hiçbir insancıl ifade yerleştirmedim.

 

“İyi.” Dedi, omzunu silkti. Vazgeçeceğini düşünmeye başlamışken düşüncelerimi yıkan yine o oldu.

 

“Tuttu tutmadı oynuyoruz o zaman,” ellerini birbirine sürttü. Dudağının kenarı haylazca kıvrıldı.

 

“Efruz’un sevgilisisin.” Kaşlarım çatıldı. Nasıl baktığımdan emin olmasam da sesli bir şekilde yutkunmasına neden olmuştum. “Değilsin,” dedi üzüntüyle. “Tüh, tutmadı.”

 

Cevap vermeden ona bakmaya devam ettim. “O zaman arkadaşısın,” dedi. İfadem değişmedi. “Bu da mı tutmadı ya?” sesinde bir yakarış vardı. Elini çenesine koyarak ovuşturdu. Gözlerini kıstı. Tam düşünen adam pozisyonu aldı. Birkaç saniye gezdirdi bakışlarını üzerimde.

 

Beklemediğim bir anda ellerini birbirine vurduğunda irkildim. Sesi heyecanla yükseldi. “Efruz’un-” demişti ki dayamayarak lafını böldüm.

 

“Efruz’un hiçbir şeyi değilim!” sesim beklediğimin üstünde çıktı. Dudaklarını birbirine bastırarak sustu. “Özür.” Dedi. Sert bir nefes verdim.

 

Neden kalkıp gitmiyordu ki? Daha nasıl ondan rahatsız olduğumu belli edebilirdim?

 

Çekinerek konuştu. “O zaman Kerim’in…” diye başladığı cümlesine gözlerimdeki ifade son verdi. Sustu. Elini dudaklarına doğru yaklaştırdı ve yalancı bir fermuar çekti dudaklarına.

 

Neden normali beni bulmuyordu?

 

Kapıldığım yersiz öfkeyle kaşığımı tuttum. Tabağımda kalmış son iki kaşıklık çorbaya daldırdım. Dudaklarıma doğru yaklaştırdığımda iştahımın kaçtığını fark ettim. Kaşığı tekrar tabağa bıraktım. Dönüş’e bakmadan duvardan destek alarak oturduğum yerden kalktım. Ben kalktığım an o da kalkmıştı. Sanki inadıma yapıyordu.

 

Elimdeki tabağı sıkıca tutarken gözlerinin içine baktım. “Ne istiyorsun?” diye sordum bezgin bir tavırla. Hâlâ gitmediğine göre bir çıkarı olmalıydı.

 

“Ne istediğimi söylemiştim.” Gözlerimi kıstım. “Bu mudur yani, tek gayen benimle tanışmak mı?” kafasını hızla salladı. Sesimdeki sinir umurunda değildi sanki. Dudaklarımı dilimle yokladım. Ona doğru bir adım attım. Yüzümü yüzüne doğru eğdim.

 

“Pişman olacağın şeyler isteme.” Elimdeki tabağı tezgâha bıraktığımda çıkan ses onu ürkütmüştü. Umursamadan arkamı döndüm. Adım atmama sesi engel oldu.

 

“Pişman olacağım şeyler istemiyorum.” Dedi, sesi kendinden emin çıkmıştı. “Seninle tanışmak istiyorum ve tanışacağım.”

 

Gözlerimi sabırla kapatıp açtım. Bir şey söylemedim. Mutfaktan çıktım. Dışarıya çıkmayı düşünüyordum ama salondan yükselen sesler bana engel olmuştu. Salonun kapısına doğru ilerleyerek içeriye baktım.

 

İçeri girdiğimde dikkatimi çeken ilk şey kahkaha atan Gülsema olmuştu. Neye güldüğünü anlamak için baktığı yere çevirdim bakışlarımı. Ki Kerim’in boylu boyunca yere uzanıyor olduğunu görmeyi beklemiyordum. Kerim’in hemen yanı başında Efruz dikiliyordu.

 

“Bıkmadın mı birader bana yenilmekten?” diye sordu, gözleri Kerim’deydi. Birbirlerine bakıyorlardı. Kerim sanki dünyanın en rahat yatağında uzanıyormuş gibi bir hale büründü.

 

“Bıkmadım hayatım. Senden nasıl bıkabilirim? Yenene kadar devam edeceğim.”

 

Gülsema hemen atıldı. “Asla yenemezsin.”

 

Efruz suratına artist bir gülümseme kondurduğu an beni fark etti. O an yüzüne kondurduğu gülümseme silindi. Bakışları üzerime giyindiğim sweatine kaydı. Gözlerini hafifçe kısarak durduğu yerde dikleştiğinde bakışları diğerlerinin de beni fark etmesine neden oldu. “Selam hayatım,” dedi Kerim yerdeki istifini bozmadan. Ona cevap vereceğim sırada dikkatimi alan şey beni duraksattı. Tekli koltuğun üzerine bırakılmış sırt çantam içeriye doğru bir adım atmamı sağladı.

 

Gözlerimin önünden bir film şeridi geçti.

 

Dudaklarım aralandı. Nefeslerim keskinleşti. Ayağımın yara bere içinde olduğunu unutarak çantama doğru ilerledim. Çantamı ellerimin arasına aldım. Sanki bir çocuğu korur gibi onu kavradım. Gözlerim hepsinin yüzünde tehditkâr bir tavırla gezindi. Dudaklarımdan bakışlarıma uygun tonla bir soru peyda oldu.

 

“Çantamı açtınız mı?”

 

Bakışlarım Kerim ve Efruz arasında gidip geliyordu. Kerim uzandığı yerde, sorduğum soruyu anlamlandırmak adına kaşlarını çattı. “Evet,” dedi ve devam etti. “Silahını koymak için açmış bulundum. İstanbul’dan buraya taksit taksit getiremezdim ya eşyalarını.”

 

Gözlerimi kapattım. Birkaç saniye karanlıkta bekledim. Derin bir nefes aldım ve gözlerimi araladım. Hepsi bana bakıyordu ama umurumda değildi.

 

Kavradığım çantamı kucağımda düzelterek fermuarını hızlı bir manevrayla açtım. Gözüme ilk çarpan silahım oldu. Elimi çantamın içine atarak yokladım. Kırışık kıyafetlerimin arasında aradığımı bulamayacağımı anladığımda sert bir nefes verdim. Sabırsızca çantanın alt kısmından tutarak içini salonun ortasına boşalttım.

 

Silahım, cüzdanım, kırışık kıyafetlerim ayaklarımın dibine döküldü. Çantadan en son çıkan şey siyah deri kapağı olan bir defterdi. Çantayı öylece bir kenara bırakarak yere dizlerimin üzerine çöktüm. Defteri parmaklarımın arasına aldım. O gece yağan yağmurdan defterde nasiplenmişti. Geçen zaman onu kurutmuştu lakin yağmurun bıraktığı izleri hâlâ taşıyordu. Kenarları kıvrım kıvrımdı. Sayfaların rengi olduğundan daha da koyulaşmıştı.

 

Bu defter, almak için verdiğim çabaya değmeliydi. Günlerdir aklıma hiç gelmemişti. Canımı sırf bunun için tehlikeye atmıştım oysaki ben.

 

Kırışık kapağı açtım. Boş sayfaları geçtim ve aradığım sayfada duraksadım. Kalbim tekledi. Düşüncelerim içime yığılmaya başladı. Sayfanın üzerine çirkin bir el yazısıyla yazılmış kelimeleri teker teker okudum.

 

Şifreler buradaydı.

 

Mahzen’nin sırrı buradaydı.

 

 

⌛️

 

 

Bölüm sonu!!

 

 

Bölüm kısaydı biliyorum ama bu bölümün burada bitmesi gerekiyordu. Bir daha ki bölümü uzun tutacağım💋

 

.

 

 

Nasıl??

 

Beğendiniz mi bölümü?

 

 

En sevdiğiniz kısım neresi oldu?

 

 

Vote ve yorumu unutmayın♥️

Loading...
0%