Yeni Üyelik
16.
Bölüm

On Beşinci Bölüm

@zeynepizem

KEYİFLİ OKUMALAR🧡

 

⏳️

 

İNSİZ ŞEH'R

BÖLÜM ON BEŞ

 

🥀

 

Direttim. “Özkan benim sevgilim.” İçten içe kıkırdadık. Özkan böyle bir şey dediğimi duysaydı beni kesebilirdi; lakin onun duymasına gerek yoktu sonuçta. Kerim’le aramızda kalabilirdi bu küçük ve asla doğruluk payı olmayan sır.

 

“Olmaz ki ama benim hayallerim yıkıldı şu an,”

 

Kaşlarım havalandı. “Ne hayali?”

 

“Ben seni E-” kapı açıldı. Sözünü tamamlayamayan Kerim sessizliği seçerek sustu. Kaşlarımı çatarak bakışlarımı kapıya çevirdim. Heybetli bedeniyle ve çatık kaşlarıyla ve sinirli ifadesiyle ve de elinde tuttuğu küçük telefonla Efruz tam karşımda duruyordu. Bir eli hâlâ kapının kulpunu tutuyordu.

 

Yatakta uzanan bedenlerimizi sert bakışlarıyla inceledi. Kerim, Efruz’un konuşmasına izin vermeden konuştu. “Gelsene hayatım, hayatı sorguluyoruz.”

 

Efruz bakışlarını bir an olsun değiştirmeden içeriye doğru adım attı. Kapının kulpunu bırakmıştı. Bakışlarından rahatsız olduğum için dirseklerimi kullanarak uzandığım yerden doğruldum. Doğrulduğum anda, yanımıza gelmesine birkaç adım kala elinde tuttuğu telefonu bana doğru attı.

 

Gözlerim büyüdü. Refleks olarak telefonu tam kafama çarpacağı anda tuttum. “Sen kafayı mı yedin?!” ağzımdan dökülen kelimelerin ardından tuttuğum telefonu gözlerimin önünden indirdim. Efruz’un kaşları hâlâ çatıktı. Bir şey söylemesine izin vermeyerek tekrar öfkeyle soludum. “Az kalsın kafamı yarıyordun! Sonra bana dikkatsiz deyip duruyorsunuz!?”

 

Bana sesini yükseltti.

 

“Fazla konuşma. Seninki arıyor. Buraya kadar getirdiğime şükret!”

 

Zaten çatık kaşlarım onu öldürmek ister gibi iyice çatıldı. Ne diye öfkesini benden çıkartıyordu ki? Ben mi dövmüştüm sanki kızı? Ben de sesimi yükseltti. “Ne bağırıyorsun? Karşında çocuk mu var senin?!”

 

Gözleri aşağılayıcı bir ifadeye büründü. “Pek bir farkın olduğunu söyleyemeyeceğim.”

 

Şeytanlarımın emriyle ayağa kalkmaya yelteneceğim sıra da Kerim kolumu tuttu. Hiç istifini bozmadan uzanmaya devam ediyordu. Tüm öfkemi ondan çıkaracaktım ki benden önce davranarak konuştu.

 

“Kız sevgilin arıyormuş, özlemedin mi?”

 

Kaşlarım artık öfkeden değil anlamsızlıktan dolayı çatılıyordu. “Sevgilim mi?”

 

“He sevgilin. Özkan diyordun ya,”

 

“Ha,”

 

Gözlerim büyüdü. Özkan arıyordu. İkisini de boş vererek titreğinin farkına bile varmadığım telefona gözlerimi diktim. Evet, bu Özkan’ın numarasıydı.

 

Beklemeden yeşil tuşa basarak telefonu kulağıma götürdüm. “Özkan?”

 

“Gölge?”

 

Dudaklarıma ansız bir gülümseme oturdu. Bu Özkan değildi. Bu Poyraz’dı. Kalbim bir serçenin ki kadar hızlı atmaya başladı. “Poyraz?” dedim heyecanla. Onunla ne zaman konuşsam heyecanlanıyordum. Özlediğim içindi büyük ihtimalle. Çok özlediğim içindi.

 

“Güzelliğim, iyi misin?”

 

Sesindeki tını içimdeki rahatsızlığı dindirdi. Sesi iyi geliyordu. Sorusunu umursamayarak konuştum. “Seni çok özledim.” Dedim. Bu sözlerim Efruz’un bana sabitlemiş olduğu bakışlarını derinleştirdi. Ona bakmıyordum ama fark etmemek imkansızdı.

 

Minik bir kıkırtı yayıldı kulağıma. Zihnimi dindirdi kıkırtısı. “Ben de seni çok özledim Güzelliğim. Herhangi bir sorun var mı? Nasılsın? İyi misin? Vuruldum demiştin yaranı bile soramadım. Yaran nasıl?”

 

Dudaklarımı birbirine bastırdım. “İyiyim merak etme,”

 

“Merak ediyorum.” Dedi. Sesinde bariz belli olan endişe beni sızlattı. Onlara geç haber vererek büyük bir hata etmiştim. Ben sadece beş saat haber alamadığım için gerim gerim gerilmiştim burada. Onlar benden günlerce haber alamamıştı.

 

“Biliyorum.” Diye mırıldandım. “Bu kadar geç haber vermemeliydim. Benim suçum.”

 

“Şşh!” uyarı dolu nidası kulaklarıma oturdu. “Hiçbir şey senin suçun değil. İyisin, iyi olduğuna inanmak istiyorum, inanıyorum. Gerisi önemsiz.”

 

Gülümsedim. Üstüme gelmiyor olması beni mutlu etmişti. “Neden hâlâ gelmediniz?” diye sorduğumda birkaç saniye cevap vermedi.

 

Boğazının temizlediğini duydum. “Şimdi şöyle Güzelliğim; Öncelikle seni beklettiğimiz ve bekleteceğimiz için özür diliyorum.” Sözünü kestim. “Ne demek bekleteceğimiz için özür diliyorum?”

 

Boğazını tekrar temizledi. “Gölge, biz karakoldayız.”

 

Gözlerim büyüdü. Yaşadığım şaşkınlık beni ansızın ayağa kaldırdı. “Ne?” sesim tüm odayı kapladı. “Ne diyorsun Poyraz? Ne karakolu?”

 

Poyraz’ın sesinden önce hâlâ istifini bozmadan uzanan Kerim’in sesini duydum. “Eh kameranın önünde ben de insan katletseydim el mahkûm beni de alırlardı karakola. Hatta direk hücreye ayol. Sorgulamazlardı bile.”

 

Kaşlarımı çatarak Kerim’e döndüm. Ellerini ‘ben masumum’ der gibi kaldırdı. Ona cevabını veremememin nedeni Poyraz’ın konuşması oldu.

 

“Telefonu zar zor aldım. Adam başımda bekliyor. Dedem gelene kadar çıkabileceğimizi sanmıyorum. Bu sefer ellerinde delil olduğu için bizi bırakamamakta ısrarcılar.” Son sözlerini tehdit edercesine kurduğundan karşısında kim varsa ona baktığını anladım.

 

Hiddetle sordum. “Deden ne yapabilir ki? Televizyondaki görüntüleri gördüm. Yanlıştı yaptığınız.”

 

Aldığı derin nefesi beni dertlendirdi. “Yaptığımız hiçbir şey yanlış değildi.” dedi. Sesi netti. “Hak edene hak ettiğini verdik.”

 

Sesim yükseldi. “Ama kendinizi harcadınız!”

 

“Gölge, seninle tartışmak istemiyorum. Uzun uzun anlatmak isterdim ama vaktim yok. Sen orda iyi misin? Çevrendeki insanlar güvenilir mi?”

 

“Kimseye güvenmeyeceğimi biliyorsun-” cümlelerimi yarıda bırakmama neden olan kişi Kerim’di. Telefonu elimden çekmiş ve kendi kulağına yaslamıştı. “Ne yapıyorsun ya?” diye sitem ettim bir anda. Yataktan kalktığını fark etmemiştim bile.

 

Beni umursamadan konuştu. “Merhaba şekerim. Konuş da şenlenelim.”

 

Dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. Bir an gerçekten yaptığı şeyi algılayamadım. Poyraz da benimle aynı şaşkınlığı yaşıyor olacak ki Kerim gülümseyerek konuşmasını sürdürdü.

 

“Vay sesinden etkilendim… Ben kim miyim? Çirkef’i kurtaran adamım. Harikayım. Efsaneyim. Ben olmasaydım-”

 

Üzerine doğru atıldım. “Ver şu telefonu bana!”

 

Atağımdan saniyesinde kurtularak yine konuştu. “Dur kız! Ne atlıyorsun üzerime? Kör müsün sohbet ediyoruz şurada,”

 

Yumruğumu kaldırdım. “Vallahi ağzını burnunu dağıtırım! Ver şu telefonu Kerim!”

 

Bana işaret parmağını kaldırdı. Sanki çocuk azarlıyormuş gibi salladı. “Çok ayıp. Gerçekten çok ayıp. Sen buradan tehdit ediyorsun bu adam telefonun ucundan. Üzerime oynuyorsunuz resmen! Bu hiç adil değil! Böyle de olmaz ki!”

 

Göğsüme dolan öfkeyle sağlam olan ayağımı kaldırdım kaldırdığım topuk kısmını Kerim’in ayağına bastırdım. Ağzından kopan çığlığı umursamayarak telefonu elinden aldım. “Poyraz?” dedim merakla.

 

“Gölge?” gerçekten ben olduğumu anlamaya çalışıyor gibiydi. “Kim lan o kaçık? Sen kimin eline düştün Güzelim? Ne yapıyorlar orda sana? Bak polis falan dinlemem gelirim oraya!”

 

Kerim gözlerimin önünde yere oturup ayağını ovuştururken kötü kötü bana bakıyordu. Ona dilimi çıkarttım ve konuşmama döndüm.

 

“Boş ver şimdi sen onu. Bana bir şey yaptıkları yok. Özkan nerede?”

 

“Bağırıp durduğu için onu başka yere götürdüler. Ben de soy ismimi kullanarak seni aramayı uygun gördüm. Çıkmamız biraz zaman alabilir. Dedem bu sefer pek kolay halledemeyecek ama halledecek. Biraz sabretmen gerekecek yani,”

 

Derin bir nefes verdim. “Poyraz, korktuğum şeyi yapmış olmayın, bana yapmadığınızı söyle.”

 

Olumlu yanıtını almak istemediğim şey Mahzen’di. Mahzen, her şeyin bittiği noktaydı. Onlara karşı çıktıysalar bu sefer toparlanmamız çok zor olurdu. Poyraz bana üstü kapalı bir şekilde yanıt verdi.

 

“Şimdilik bir sorun yok.” Benim için yeterli bir açıklama değildi. Buna rağmen üstelemedim. “Sinan’ı gönderip seni aldırayım-” sözünü keserek karşı çıktım.

 

“Hayır! Seni ve Özkan’ı bekliyorum. Bir an önce oradan çıkın ve yanıma gelin! Duydun mu beni?”

 

Uzun soluklu bir nefes aldı.

 

“Duydum güzelliğim. En kısa zamanda halledeceğim. Ya da dedem halleder,” sesine bir alay yaydığından dolayı kaşlarımı çattım. “Poyraz çok ciddiyim şu an. Güneş doğmadan oradan çıkmış olun. Duman’ı aratma bana!”

 

“Tamam tamam sakin ol. Sakın o yavşağı arıyayım falan da deme. Halledeceğim ben.”

 

Bir anda zıplayan sinirlerimi kontrol altına almak adına derin bir nefes aldım. “İyi,” dedim nefeslenir gibi. Kelimelerimi bastırarak sarf ettim. “Bekliyorum. Burada.”

 

Telefonun ucundan onun sesinin dışında yabancı bir ses duyuldu. Birkaç saniyenin ardından konuştu. “Kapatmam gerekiyor Gölge. Umarım dediğin gibi iyisindir. Sana inanıyorum. Beni inancımdan vurma.”

 

Herhangi bir yanıt veremeden telefon kapandı. Aklıma giren her düşüncenin içimi delik deşik eden bir tarafı vardı. Telefonu yavaşça kulağımdan indirerek hâlâ yerde oturan Kerim’e baktım. Ayağını ovmaya devam ediyordu.

 

“O kadar sert basmadım,” dedim bastırarak. ‘Hah’ diye bir nida döküldü dudaklarından. “O koca ayağınla az kalsın benim narin ayağımı eziyordun!”

 

Kaşlarım yine çatıldı. “Ayağım koca falan değil.” Arkamı ona döndüm. Döner dönmez duraksadım. Efruz’la göz göze geldik. Kapının pervazına yaslanmış keskin gözleriyle beni izliyordu. Mavilikleri o kadar ciddi bakıyordu ki kendimi yanlış bir şey yapmış gibi hissediyordum.

 

Ona doğru bir adım attım. Aslında ona değil kapıya doğru atmıştım adımımı. Tam kapının birkaç adım önüne geldiğimde adımlarımı duraksattım. Gözlerinin içine gözlerimi diktim. O zaten bana baktığından bir değişim var etmedi yüzünde.

 

“Gitmiyorum.” Dedim sözcüklerime bastırarak. “Başına bela olmaya devam edeceğim.” Elimde tutuğum telefonu karnına doğru fırlatırcasına attım. Tutmakta pek zorluk yaşamadı. Göz temasımı kestim ve yüzüne yaydığı ifadeye aldırmadan önünden geçerek odadan çıktım.

 

Birkaç adım atmıştım ki sesi duyuldu. “Nereye gidiyorsun?”

 

Omuz silktim. Nefes almak istiyordum. “Sana ne?” dedim sitemle, yürüyüşüme kaldığım yerden devam ettim. Tam salonun önünden geçeceğim sırada salondan çıkan bedene çarpmamla iki adım geriye sendelemem bir oldu. Elim benden habersiz omzuma çıktı. Gözlerim acıyla kapandı ve dudaklarımdan küçük bir inleme döküldü. Kulaklarıma da yabancı bir ses kondu.

 

“Özür dilerim. İyi misin?”

 

İlk kez duyduğum sen gözlerimi aralamama neden oldu ve yara bere içindeki suratı gördüm. Elim hâlâ omzumun üzerinde duruyordu. Sırtımdaki zımba telleri tekrar tekrar içime gömülüyordu. Çektiğim acıyı dişlerimi sıkarak dizginlediğimde kızın yüzünü inceledim.

 

Bu haldeyken bile güzelliğinden bir şey kaybetmemişti. Ela gözlerinin içinde yatan saf mahcubiyeti kolayca anladım. Yine de öfkeme hâkim olamadım. Çünkü bana çarpan oydu.

 

“Neden önüne bakmıyorsun?”

 

Dudakları açılıp kapandı. Bir an ne söyleyeceğini bilemedi. Sonra omuzlarını silkti. “Ne bileyim gece gece birinin önüme fırlayacağını düşünmedim.”

 

Gözleriyle kısaca beni inceledi. Bakışları meraklıydı. “Hem kimsin ki sen?” diye sordu bakışlarındaki merakı sesine yansıtarak.

 

Cevap veremeden arkamdan Kerim’in sesi yükseldi. “Efruz’un başının belası hayatım.” Arkama doğru sert bir bakış attım. Kerim bakışlarımı umursamayarak yanıma geldi ve tam yanımda dikildi. Bana değil Dönüş’e bakıyordu. Gözlerimi Dönüş’e çevirdiğimde anlamsız bakışlarını yakaladım. Bir bana bir Kerim’e bir de Efruz’a bakıyordu. O konuşmadığı için Kerim lafa giriş yapmayı uygun gördü.

 

“Niye uyandın sen?”

 

Dönüş, bir çocuk edasıyla omuz silkti. “Uyutmadınız ki,”

 

“Bak bak bak! Laflara bak! Uyutmamışmışız!”

 

Dönüş’ün yüzüne bir gülümseme yayıldı ama kısa sürdü. Anlaşılan canı yanmıştı. Elini dudağına doğru götürdüğünde Kerim ani bir hareketle bileğini tuttu. Böylelikle dudağındaki yaraya dokunamadan ona engel oldu.

 

“Dokunma. Mikrop kapacak.”

 

Dönüş, Kerim’in dediğini yaparak yarasına dokunmaktan vazgeçti. Bileğini bırakmadığı için ona doğru yaklaştı ve hiçbir şey söylemeden başını göğsüne yasladı. Başı Kerim’in tam göğüs hizasına geliyordu. Şeytanlarım her ne kadar cazgırlık yapsa da tatlı olduğu gerçeğini yalanlayamazdım. “Neredeyiz?” diye sordu mırıldanarak. Bu soru Kerim’eydi. Kerim Dönüş’ün bileğini bıraktı ve kollarını yavaşça bedenine sardı. Onu içine çeker gibi, şefkatlice kavradı.

 

“Dağ evindeyiz.”

 

Dönüş yüzüne birden yayılan şaşkınlıkla tekrar konuştu. “Efruz’un dağ evi mi?”

 

Kerim “Hı-hım…” diye mırıldandı. Onlara bakmayı keserek yüzümde hissettiğim baskının nedenini anlamak için kaldığım odanın önüne çevirdim yüzümü. Efruz hâlâ pervaza yaslı duruyordu. Hâlâ beni izliyordu. Kaşlarımı çatarak ona baktığımda dudağının kenarı yukarıya kıvrıldı.

 

Gözlerimi devirdim. Olduğum yerde sağa döndüm. Yüzüm artık dış kapıya bakıyordu. Kapıya doğru bir adım attığımda beni durduran ilk kez bugün duymuş olduğum sesti.

 

“Dursana,” demişti Dönüş, heyecanlı bir tını vardı sesinde. Yanımdan geçerek hızlı bir şekilde önüme dikildi. Başımı eğerek yüzüne baktığımda bana minik bir ifadeyle gülümsedi. Gözlerinde yatırdığı acıyı yok saymaya çalıştığı belliydi. Ona düz düz bakmaya devam ettim. “Demek Efruz’un başının belasısın. O zaman o sarışına kolaylıkla haddini bildirebilirsin.” Kısaca ardıma baktı. Ki Efruz’a baktığından emindim. “Bildirir değil mi?” diye sordu. Bir cevap aldı ama arkama bakmadığım için Efruz’un sessiz cevabını göremedim. Aldığı cevaptan memnun olmuş gibi gülümseyerek gözlerimin içine baktı. “Tanışmadık,” Elini bana uzattı. “Dönüş ben,” dedi. “Dönüş Eflin Sarıünal.”

 

Ve beynim söylediklerini yeni yeni idrak etmeye başladı. Sarışın diye bahsettiği de kimdi? Gözlerim bana uzattığı eline kaydı. Sonra tekrar yüzüne tırmandı. Sinirlerim yine boğazıma doğru hızlı bir tempoyla yürüyordu.

 

“Ne diyorsun?” anlamsızlık dolu sesime karşılık yüzündeki gülümsemeyi büyüttü. “Utandın mı?”

 

Dudaklarım yalanlarıyla var olmuş iki sevgili gibi birbirinden ayrıldı. İçime şaşkınlık doluşmaya başladı. “Utanmana gerek yok. Biz bir aile sayılırız. Seni de hemen ailemize alırız merak etme. Hem o sarışından kat kat iyi olduğuna eminim.”

 

Kendime hâkim olmak adına gözlerimi kapattım. Derin bir nefes aldım ve dilimi dudaklarımda gezdirdim. Gözlerimi açmadan konuştum. “Çekil önümden.”

 

Sesim öfkemle yarışıyordu yine de ifadesizce yüzüne bakmayı sürdürüyordum. Söylediğim omuzlarını düşürdü. “Ama tanışmadık,” dedi direterek. Dudaklarımı ıslattım. Düşünmem gereken o kadar çok şey vardı ki buna rağmen benim yaptığım tek şey olduğum yerde durmaktı.

 

Onunla tanışmak istemiyordum. Bu istediğimin bir nedeni yoktu. Sadece istemiyordum. Bir adım sola kayarak önünden çekildim. Yanından bir şey söylemeden geçtim. Kapıya doğru ilerledim, ayaklarımın çıplak olmasını umursamadan bedenimin sığabileceği bir boşluk yaratarak kapıdan çıktım. Ardımdan omuzlarımdaki bakışlara bir son verip kapıyı kapattım.

 

Karanlık ve soğuk bir bütün oldu. Bedenimi sardı. Verandada bir adım attığımda bastığım tahta gıcırdadı. Duyduğum ses bana ürperti verdi. Adımlarımı durdurdum. Verandanın ilk iki basamağını indim. Dizlerimi kırdım ve ilk basamağa oturdum. Üzerimde sıfır kol atlet ve taytım vardı. Hava soğuktu ve benim üzerimdekiler bu hava için yeterli değildi.

 

Akmamasına rağmen çektim burnumu. Gözlerimi ileriye çevirdim. Karanlık. Oradaydı. Ona bakıyordum. Onun beni görme gibi bir ihtimal yoktu çünkü içimden geçeli uzun yıllar olmuştu. Elimi gerdanıma doğru götürdüm. Kolyemi avucumun içine aldım.

 

Doğru olmayan o kadar çok şey vardı ki hangisini düşüneceğimi bilmiyordum. Hiçbir açıklama yapmadan buradan gidebilirdim. Özkan ve Poyraz’ı beklememe gerek yoktu. Sinan’ı arasam anında burada biterdi. Gelmek için fazlasıyla dil döktüğünü biliyordum açıkçası ama Özkan’ın sözünden çıkacak biri değildi. Bazen sözlerine ekleme yapardı ama buraya gelmeyeceğine emindim. Sinan için önemli olan benim sözlerimdi.

 

Kulaklarımda dans eden doğanın müziğini dinledim bir süre. Kapattığım kapı bir daha açılmamıştı. Bu beni fazlasıyla mutlu etmişti. Yalnız kalmaya ihtiyacım vardı, herhangi birine laf anlatmak istemiyordum. Kollarımı birbirine dolayarak soğuğu az da olsa engellemeye çalıştım. Pek başarılı olduğum söylenemezdi.

 

Ormanın içinden yükselen ses beni kendini çekse de oturduğum yerden kalkmadım. Şimdilik sadece dinlemekle yetinecektim. Ayaklarımı basamaklardan indirdim ve toprakla buluşturdum. Gözlerimi diktiğim karanlıkta bir çehre var oldu.

 

Efruz Dağdelen karanlıkta değil düşüncelerimdeydi.

 

Benim yapmam gereken bir şey vardı. Bir görevim vardı. Tüm grubumun omuzlarına yükledikleri bu görev hepimizin kurtulması için bahşedilmişti. Görevimizi tamamlarsak kurtulacaktık. Söyledikleri buydu ve ben bunun doğru olmadığını biliyordum. Mahzen’e bir kez girmiştim, artık çıkışı yoktu. Benim amacım başkaydı. Benim kendime biçtiğim görev başaydı.

 

Dudaklarımı birbirine bastırdım. Çıkmazdaydım. Her zaman olduğu gibi. Beni düşüncelerimden ayıran omzuma değen şeydi ki bu şey yerimden sıçramama neden oldu. Korkuyla arkama baktığımda Efruz’un gerçekten çehresini gördüm.

 

“Sakin ol, sadece bir hırka.” Omuzlarımda hissettiğim şey onun bıraktığı hırkaydı. Hızlanan nefeslerimi kontrol altına almaya çalışırken Efruz yanımdaki boşluğa oturdu. Benden bir basamak aşağıdaydı. Buna rağmen yüzlerimiz aynı hizadaydı, hatta o yine yukarda kalan kişiydi.

 

“Seslendim,” dedi, ayaklarını toprakla birleştirdi ve benim gibi ileriye uzattı. “Duymadın.” Yüzünü yüzüme doğru çevirdi. “Korkutmak istemedim.”

 

Kapının sesini, adımlarını hatta kendi sesini bile duymamıştım. Sert bir nefes verdim. Ona bakmayı kestim ve karanlığa döndüm. Bu yaptığı çok saçmaydı. Bu kadar nazik davranması aklıma yatmıyordu.

 

“Ne istiyorsun?” diye sordum. Ona bakmadım. Cevabını geciktirmedi. “Bir şey istemiyorum.” Dedi tane tane kelimelerine vurgu yaparak. Gözlerimi kapatıp açtım. “Ben istiyorum, yalnız kalmayı.”

 

“Yalnız kalmayı istiyorsan odana git. Burası benim mekânım ve sen şu an benim her zaman oturduğum yere oturuyorsun.”

 

Gözlerimi kıstım. Ona cevap vermedim ama yerimden kalkmaya tenezzül de etmedim. Burası onun yeri falan değildi. Önce ben oturmuştum. Gerisi önemsizdi. Efruz’u yok sayabilirdim. Hiç gelmemiş gibi yapabilir ve omuzlarıma bıraktığı hırkayı itebilirdim.

 

Yapmadım. Omzumdaki hırkanın kumaşını tuttum, düzelttim. Üşüyordum. Burada düşünmeye devam etmek istiyordum ve üşürken bunu yapmak çok zor oluyordu. Derin bir nefes aldım. Temiz hava genzimi sızlattı. Aldığım derin nefes ciğerime saplanmıştı. Bir elimi hırkadan çektim ve kaburgamın üzerini yokladım. Acı hissetmedim. Nefes alırken bu kadar canımı yakan şey neydi acaba?

 

Kafamı hafifçe yana doğru çevirdim, Efruz’un karanlıktaki yüzüne baktım. Yüzünün hatlarını seçebiliyordum. Evin penceresinden yansıyan ışık görmeme yardımcı oluyordu. İleriye bakıyordu. Karanlığa. Dirseklerini dizlerine yaslamış, ellerini birleştirmişti. “Dağdelen,” dedim fısıltılı bir tonla. Bakışlarını bana çevirmese de dikkati artık bendeydi.

 

“Hm?” diye mırıldandı beni dinlediğini belli ederek. Dudaklarımı araladım. “Gerçekten kim olduğumu biliyorsun değil mi?”

 

Yüzünü yavaşça bana çevirdi. Kaşlarını çatmıştı. “Gölge.” İsmimi zikretmemişti. Gölge, olduğumu söyleyerek bana cevap vermişti. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Aldığı nefesi duydum. “Bilmem gereken başka bir şey mi var?”

 

Kafamı iki yana salladım. “Hayır, sadece emin olmak istedim.”

 

“Oldun mu?”

 

“Oldum.”

 

Gözlerimi üzerinden çektim. Vermem gereken büyük bir karar vardı. İki farklı seçeneğim ve iki farklı sonucum vardı. Alacağım sonuç hangisini seçersem seçeyim benim kaybetmeme neden olacaktı. Kaybetmeyi sevmiyordum. Hiçbir zaman sevmeyecektim ama o kararı vermek zorundaydım.

 

“Garipsediğinin farkındayım.” Dedi Efruz düşüncelerimi duraksatarak. “Bir neden arayıp durman hoşuma gitmiyor olsa da bu konuda seni suçlayamam. Kafandan neler geçiriyorsun bilmiyorum yine de artık bir şeyden emin olmalısın. Sana zarar verecek olsaydım çoktan verirdim. İşin içinde Kadir Dağdelen olsaydı adamları buraya geldiğinde seni ona teslim ederdim. Ölmeni isteseydim seni defalarca kez kurtarmazdım. Bize, bana güvenmeni beklemiyorum ama seni almak için gelecek olan insanların ne yaptığını gördüm. Aileme zarar vermesinler Gölge. Aileme zarar vermeye kalkışırsalar onlara sana davrandığım kadar nazik davranmam.” Nefeslendi. “Onları aramana izin verdim. Bana yanlış bir şey yaptığımı düşündürtme.”

 

İkisi de buraya silahlarıyla gelecekti. Belki de şimdi seçimi yapma zamanıydı.

 

“Telefon yanında mı?” diye sordum. Söylediklerinden sonra sorduğum bu soru fazla anlamsız olmuş olacak ki düz düz yüzüme baktı. “Ne yapacaksın?”

 

Omuz silktim. “Araba göndermelerini isteyeceğim. Ailene zarar gelmeyeceğine dair sana bir temenni veremem. O yüzden onlar gelmeden ben gitsem daha iyi.”

 

Birkaç saniye konuşmadı. Karanlıkta kalan yüzümü inceledi. “Hayır.” Dediğinde tek kaşımı kaldırdım. “Nerede?”

 

“Hayır, telefon yanımda, onu kastetmiyorum.”

 

Dudaklarını anlık olarak birbirine bastırdım. “Neyi kastediyordun?” diye sordum merakla. Derin bir nefes aldığında heybetli omuzları kalkıp indi. Konuşmadan önce birkaç saniye bekledi.

 

“Onlar buraya gelecek.” Dedi. Hiç tereddüt etmemişti. “Sen gitmeyeceksin.”

 

Neden bu kadar sert çıkmıştı kelimeler ağzından anlayamadım. Fazla düşünme gereği duymadan konuştum. “Onlar buraya silahlarıyla gelecek Efruz.”

 

Kafasını yavaşça bana doğru çevirdi. “Yıllardır beraber olduğunuzu söylemiştin, onları durdurabilirsin.”

 

Durdurabilirdim. Bunu biliyordum. Ama Efruz Dağdelen’in ismini duyduklarında hoşlarına gitmeyecekti. Öfkeleneceklerdi. Ki bir haftadır zaten öfkeliydiler. Zor olacaktı fakat benim için imkansız denen bir şey yoktu.

 

Gözlerimi yavaşça açıp kapattım. “Neden kalmamı istiyorsun ki?” diye sordum açık açık. Bana bakan mavi gözlerinde hiçbir değişim olmadı. Düz bir ifadeyle yanıt verdi. “Kalmanı istemiyorum. İstediğim şey iyileşmen. Omzun böyleyken uzun bir yolculuk yapamazsın.”

 

Kafamı aşağı yukarı salladım. Tek cevabım bu oldu. Gözlerimi gözlerinden çekerek karanlık koruluğa diktim. Neyi seçeceğimi Efruz bana fark etmeden söylemişti. Şimdi tek yapmam gereken emin olmaktı. Ona söyleyeceğim gerçek pişmanlık yaşamasına sebep olacaktı. Beni kurtardığı için pişman olacaktı.

 

“Ne düşünüyorsun?” diye sordu. Düşüncelerim o an dışarıya çıkmamak için kuytu köşelere saklandı. İnsanlarla düşüncelerimi paylaşmayı sevmezdim. İnsanlarla konuşmayı da sevmezdim. Daha doğrusu ben toptan insanları sevmiyordum.

 

“Havadan sudan,” dedim dalga geçer gibi. Söylediğim sert bir nefes vermesini sağladı. Yine de ciddiyetini kaybetmedi. “Havan kasvetli, suyun da zehirli.” Dedi. Söyledikleri beni duraksattı. Yüzümü karanlıktan çekip yüzüne çevirdim. Mavi gözleri gözlerimdeki yerini aldı hemen. Birkaç saniye bir şey söyleyemeden gözlerinin içine baktım. Siyan gözlerinin ardındakileri bana göstermedi.

 

“Sen ne düşünüyorsun?” diye sorduğumda dudağının kenarı ruhsuzca yukarıya kıvrıldı. “Havadan sudan,” dedi beni taklit ederek. Ben de onu taklit etme gereği duydum. “Havan dumanlık, suyun da bulanık.” Dudağının kenarındaki kıvrım ruhsuzluğunu kaybetti.

 

Bana gülümsemişti.

 

Uzuvlarımın donduğunu hissettim. Sadece uzuvlarım değil damarlarımın içindeki kan da donmuştu. Yutkundum. Gözlerimi kaçırdım. Hava çok soğuktu. O yüzden öyle donmuştum. Bir kez daha yutkunarak ciğerlerimi soğuk havayla doldurdum. Kaburgamdaki ağrı nüksetti. Gözlerimi kıstığım sırada Efruz konuştu.

 

“Çok mu acıyor?”

 

Kafamı hemen iki yana salladım. “Hayır. Aniden battığı için rahatsız oluyorum.”

 

“Kerim’e söyledin mi?”

 

“Söylemedim. Büyütülecek bir şey değil.” Söylediğimden memnun değilmiş gibi kafasını olumsuzca oynattı. Yine de üstelemedi. Sanırım inat edeceğimi anlamıştı. İleriye doğru uzattığı bacaklarından birisini kendine doğru çekti. Ayağını en alttaki basamağa koydu. Dirseğini dizine yasladı. “Hava soğuk,” dedi. “Hasta olacaksın.” Azarlar gibiydi. Sanki bir çocuk büyütmüştü. Beni o çocuğun yerine koyuyor, onu düşündüğü gibi düşünüyordu.

 

“Olmam.” Dedim, inadımdan ödün vermeyerek. Gözlerini devirdiğini gördüğümde dudağımın kenarı yukarıya kıvrıldı. “Benimle bu kadar ilgileniyor olmana şaşıyorum. Nasıl sabrediyorsun?” diye sordum.

 

Burnunu havaya dikti. Kendini beğenmiş bir edayla konuştu. “Ben sabırlı bir adamım,” durdu, gözlerini üzerimde dolandırdı ve devam etti. “Senin aksine.” Bu sefer ben gözlerimi devirdim. Beni umursamadı. “Ayrıca çocuklarla ilgilenmeye alışkınım.”

 

“Çocuk olduğumu ikinci kez söylüyorsun ve bu hiç hoşuma gitmiyor bilesin.” Dedim ifadesiz bir ses tonuyla. “Çocuksun.” Dedi. “Üçüncü kez söyledim. Söylemeye de devam edeceğim.”

 

Kaşlarımı çattım. Tıslar gibi konuştum. “Nasıl çocukların arasında kaldın sen? Eli silahlı çocuk mu olur?”

 

Kaşlarını kaldırdı. Yüzünü yüzüme doğru eğdi. Gözleriyle çehremi taradıktan sonra fısıldadı. “Oluyormuş demek ki.” Gözlerimi sabırla kapatıp açtım. Sen çok biliyorsun, ifadesi yerleştirdim suratıma. Baktım ona öyle birkaç saniye. Bakışlarımı umursamadan ileriye doğru çevirdi yüzünü. Karanlıkta bir şeyler arıyordu hareleri sanki. Çok dikkatli bakıyordu.

 

“Çocuklarla ilgilenmeye alışkınım derken ne demek istedin?” diye sordum. Omuz silkti. “Bir kardeşim var.” Dedi. Söylediği beni şaşırtmıştı. Kardeşi olduğunu bilmiyordum. Dağdelen soyunu sadece Efruz’un devam ettirdiğini duymuştum. Doğru değildi demek ki. Efruz hakkında duyduklarımın hiçbiri doğru olmayabilirdi. Bilmiyorum. Emin olamıyordum.

 

“Adı ne?” diye sorduğumda gözlerini gözlerime çevirerek yanıt verdi bana. “Parla.” Dedi. İsmini söylerken otomatik olarak gözleri de parlamıştı. Böyle olunca sormak isteyeceğim bir sürü soru var oldu zihnimde fakat sormadım. Zihnimde kalmaları daha doğru olurdu. Kardeşi hakkında bir şeyler öğrenmeme gerek yoktu. Gitmem yakındı. Birazdan gün doğardı. Özkan ve Poyraz’ın sabaha karakoldan çıkmasını umuyordum.

 

İleriye doğru uzatmış olduğum bacaklarımı kendime doğru çektiğim sırada Efruz bir soru sormuştu.

 

“Senin kardeşin var mı?”

 

Bu soru yutkunmamı sağladı. “Yok.” Dedim. Dudaklarımı birbirine bastırdım.

 

Yalanlara inanıp gerçeklere sığınan biriydim. Oturduğum yerden korkuluktan destek alarak kalktım. “Uyuyacağım ben.” Dedikten sonra bir şey söylemesine izin vermeden arkamı ona döndüm. İki basamağı ayağıma yük vermeden çıktım. Verandada adım attığım sırada Efruz’un fısıltısını duydum.

 

“İyi geceler.” Demişti. Onun gibi fısıldadım. “İyi geceler.”

 

İçeriye girdim. Salondaki fısıltıları es geçtim. Kaldığım odaya geçtiğimde hiç beklemeden üzerimdeki atleti çıkarttım. Efruz’un kazağı yatağın üzerindeydi. Bıraktığım gibi duruyordu. Donmuş bedenime buz gibi kazağı geçirdiğimde içim titredi adeta.

 

Yatağa gireceğim sıra kapı iki kez yumruklandı. Kaşlarım çatıldı. Kapıdaki her kimse benden cevap alamadığı için kulpu aşağıya doğru çevirdi. Aralanan kapının ardından Gülsema’yı gördüm.

 

“Gelebilir miyim?” dedi çekingen bir tavırla. Kimseyle konuşasım olmamasına rağmen onu geri çevirmedim. “Gel.” Dedim. Aldığı derin nefesi duydum. Kapıyı girebileceği kadar araladı ve bedenini içeriye aldıktan sonra kapattı.

 

“Gece gece rahatsız ettim biliyorum ama daha fazla geciktirmek istemedim.” Konuşarak önüme doğru geldi. Tam karşımda durduğunda bana gülümsedi.

 

“İyi misin?” diye sorduğunda tek kaşımı kaldırdım. “İyiyim.” Dedim düz bir ifadeyle. Gözlerini kaçırdı. “Şey, ne söylesem bir anlam ifade etmeyecek biliyorum.” Kaçırdığı bakışlarını tekrardan bakışlarımla buluşturdu. “Ama teşekkür etmek istedim. Her şey için.”

 

Gözlerinin önüne gelen saç tutamlarını kulağının ardına itti. Duygularımın beni ele geçirmesine izin vermeden konuştum. “Söyleyeceğin başka bir şey yoksa uyuyacağım.”

 

Yüzünün asıldığını görüyordum. Üzülmüştü. Amacım onu üzmek değildi. Buradan gidecektim, belki bir daha görüşmeyecektik bile, samimiyete gerek yoktu. Kafasını usulca iki yana salladı. “İyi geceler,” dedi fısıldayarak. Sesinden bile üzüntü akması dişlerimi birbirine bastırmamı sağladı.

 

Odadan çıktığında bir süre kapıya baktı mavi gözlerim. Onlara yanlış davrandığımın farkındaydım fakat benim içinde olduğum bir karanlık vardı. O sıra gözlerim kısıldı. Harekete geçerek kapıya doğru ilerledim. Verdiğim kararın değişmesini istemiyorsam şimdi gidip Efruz’la konuşmam gerekiyordu. Odadan çıktım. Dışarıda olacağını düşünmediğim için direk odasına doğru yol aldım. Kapıyı çalmadan içeriye girdim. Etrafa göz gezdirdiğimde odanın boş olduğunu görmek omuzlarımı düşürmüştü.

 

Dışarıya çıkmak için kapıya döndüğümde mavilerini görmek iki adım geri gitmeme neden oldu. Efruz tek kaşını kaldırdı. “Gölge?” dedi sorgularcasına. Boğazımı temizledim. Yüzümü dikleştirdim. “Seninle konuşmam gerek.”

 

Üzerime doğru bir adım attı ve odaya girip kapıyı ardından kapattı. Kapattığı kapıya sırtını yasladı ve gözlerini gözlerimle bütünledi. “Konuşalım.” Dedi sakin bir ses tonuyla. Sakinliğini ilerleyen dakikalarda koruyamayacaktı. Yutkundum. Dudaklarımı konuşmak için araladığımda kulağıma dolan sorunlu melodi beni durdurdu. Efruz’un kaşları çatıldı. Elini pantolonun cebine attı. Çalan telefonu çıkartıp ekrana baktığında yüzündeki ifade yeniden yazıldı. Gözleri kısıldı. Kaşları çatıldı. Beklemeden telefonu açtı ve kulağına yasladığı anda konuştu.

 

“Güzel kızım?”

 

Söylediği iki kelime neredeyse bana kulaklarımı kapattıracaktı. Kızı mı vardı?

 

Gözlerini kendine mâni olmak ister gibi kapatıp açtı. “Sakin ol,” sesindeki tını küçük meleğin hoşuna gitmişti. “Hayır, bana ne olduğunu söyle.” Dudaklarım birbirini terk etti. Sesi, çok farklıydı. Şefkat akıyordu resmen. Karşı tarafı dinledi. Dinlerken yumruğunu göğsüne doğru bastırdı. Onu öfkelendiren her ne ise karşı tarafa yansıtmamaya çalışıyordu. Ortaya çıkan pazuları ve gerilen bedeninden kendini nasıl sıktığını görebiliyordum. Her şeye rağmen sesindeki şefkatten hiçbir şey eksiltmeden konuştu.

 

“Bunları düşünmeyecektin. Bana söz vermiştin.” Nefesini içeride tutmaya dayanamıyor gibi dışarıya verdi. “Ağlama.” Dedi. Dişlerini birbirine bastırdı. Maviliklerinin içindeki çaresizliği gördüm. Yutkundum.

 

Konuşmadan önce kafasını iki yana salladı. “Abine kimse bir şey yapamaz.”

 

Abisi… konuştuğu kişi kardeşiydi; Parla.

 

“Sana bir şey mi yaptı Parla?” aniden değişen tınısı tüylerimi ürpertti. “Bana doğruyu söyle.” Dudaklarını birbirine bastırdı. Karşıya yansıtmamaya çalıştığı öfkesiyle dinledi. O sırada gözleri gözlerimi yokladı. O bana bakana kadar onu fazlasıyla dikkatli incelediğimi fark etmemiştim.

 

“Takvimini işaretliyorsun değil mi?” karşı taraftan onay aldığını anladım. “Güzel. Çok az kaldı, güzel kızım. Biraz daha sabret.”

 

Derin bir nefes aldı. Gözlerini kapattı. “Ben de seni çok özledim. Yakında yanına geleceğim. Biliyorsun. Sonra oradan birlikte döneceğiz.”

 

Gözleri hâlâ kapalıyken güldü. “Benden güzel bir dayak yiyeceksin.” Dediğinde dudağımın kenarı yukarıya kıvrıldı. Çok içten kurmuştu cümlesini. “Aferin sana.” Gözlerini açtı. Mavileri mavilerime düştü.

 

“Korkma.” Dedi gözlerimin derinine işlenirken. “Abin halledecek. Her zaman halleder.”

 

Gülümsedi. Gözlerimin içine bakarak gülümsemişti. Gülümseyişi bana olmasa bile yüzünde yer edinen kıvrımlar hoşuma gitmişti. Güzel gülümsüyordu. “İyi uykular Parla’m, iyi uykular küçük kızım.”

 

Nefeslendi. Yüzündeki gülümseme silindi. Kulağına dayadığı telefonu yavaşça indirdi. Önümden çekilerek yatağa doğru ilerledi. Tuttuğu telefonu fırlatır gibi yatağa bıraktı. Artık sırtı bana dönüktü. Elini öfkeyle saçlarına daldırdı. Saçlarını karıştırdı. Bir şey mırıldandı ama ne dediğini anlamadım.

 

Aslında gitmem gerekiyordu ama gitmek istemiyordum. Vücudumu ona doğru çevirdim. Dudaklarımı birbirinden ayırdım. “Efruz,” dedim, sesim sorar tarzda çıkmıştı. Aldığı nefes omuzlarını şahlandırdı.

 

“İyi misin?”

 

“İyiyim.” Dedi. Duraksamamıştı bile. Dümdüz bir cümle kurmuştu. İfadesiz ve duygusuz: düz. Birkaç kez daha kalkıp indi omuzları. Konuşmadan sakinleşmesini bekledim. Bir iki dakika geçti. “Sen, bir şey söyleyecektin,” dediğinde görmese bile kafamı iki yana salladım. “Önemli bir şey değildi.” dedim yalan söyleyerek. Üstelemedi, bir adım attı. Bedenini yatağa bıraktı. Ayakları yere değerken yatağa uzandı.

 

Bugün Kerim’le uzandığımız gibi uzanmıştı. Üzerinde taşıyamadığı bir ağırlık vardı sanki de biraz olsun dinlenmek istiyordu. Öyle bırakmıştı kendini yatağa. Ruhunun attığı adımlar ayaklarını kanatmış kanı durdurmak için Efruz’da durmayı seçmişti. Şeytanlarım sırtımı dönüp gitmemi söyledi. Küçük meleğin söylediği ise bambaşkaydı. Onları dinlemek istemiyordum. Seçimler benimdi. Ben eğer istersem seçimlerimi çoğaltır eğer istersem onları yok ederdim. Her şey bana bağlıydı ve benim yolumu belirleyecek şey bana sunulan seçimler olamazdı.

 

Çekinmeden yanına doğru adım attım. Yanındaki boşluğa oturdum. Gözlerinin bana döndüğünü fark etsem de ona bakmadım. Sırtımı yavaşça yatakla birleştirdim. Tam yanına uzandım. Derin bakışlarını yan çehremde hissediyordum, yine de benim gözlerim ona dönmedi, ahşap tavanı inceliyordu.

 

Merak etmemem gerekenleri öylesine merak ediyordum ki sırf bu yüzden içimdekilere sırtımı dönmüştüm. Karar benimdi. Bu günlük benimdi.

 

Dudaklarım daha fazla birbirine katlanamadı. “Kardeşin nerede?” diye sordum. Bana cevap vermeyi seçmedi. Birkaç dakika sessizce bekledik. O bir şey söyleyene kadar kalkmayacaktım. Gitmemi söyleseydi giderdim. Yalnız kalmak istediğini dile getirseydi yanına uzanmazdım. Söylememişti. Sessizliğinden ne anlatmak istediğini anlamadığım için o konuşana kadar bir daha konuşmadım. Onun gibi sustum. Düşündüm ama düşüncelerim anlayabileceğim kadar net değildi.

 

Aldığı hırıltılı nefesi gözlerimi kısmamı sağladı. Sessizliğine dem vurdu.

 

“Neden soruyorsun?” karşı sorusu kaşlarımı kavislendirdi. Yalan söylemeden, açıkça yanıt verdim. “Merak ediyorum.” Dedim. Kafamı yana doğru çevirerek yanağımı yatakla bütünledim. Yan çehresini izledim. Tavanda gezinen gözlerini kısmıştı. Yutkunduğunda kayan âdem elması boynuna yoğunlaşmamı sağladı. İnce boynundaki şah damarının varlığı dudaklarımı birbirine bastırmamı sağladı. Dişlerini birbirine bastırdığını gerilen yüz hatlarından anladım.

 

“Kadir Dağdelen’in elinde.” Dedi.

 

Dudaklarım birbirini acımasızca terk etti. Duyduklarım, dumura uğramama neden oldu. Böyle bir şeye asla ihtimal vermemiştim. Çünkü Efruz, Gülsema’ya öyle sahip çıkıyordu ki kardeşini o adamın eline bırakmış olması mantığıma sığmıyordu. Doğru olmayan kelimeler konuşmamı sağladı.

 

“Neden?” diye sordum fısıltılı bir tonlamayla.

 

Efruz yanağını benim gibi yatağa yaslayarak yüzünü yüzüme çevirdi. Göz göze geldik. Aramızda bir kişinin daha sığabileceği bir boşluk vardı. Yine de gözlerindeki usanmış ifadeyi görmüştüm. “Kardeşim on yedi yaşında. Velayet babasında.”

 

Dudaklarımın kuruluğunu dilimle yok ettim. Şeytanlarımın bile sorarken çekinmişti bu sorudan. “Ona zarar mı veriyor?”

 

Yanıtı net oldu. “Kardeşime kimse zarar veremez.”

 

Söyledikleriyle yutkunma ihtiyacı duydum. Kendinden o kadar emin görünüyordu ki gözümün önünde kardeşine zarar verseler yine de gördüklerime inanmazdım. Derin bir nefes aldım. İçime pek iyi gelmedi. Yüzündeki ifade susmam gerektiğini vurguluyordu ama susmadım. “Gülsema’ya zarar veriyordu.”

 

Burnundan sert bir nefes verdi. Elini yatağa koyarak yataktan destek aldı. Hafifçe doğrularak bana doğru yaklaştır. “Evet.” Dedi bu gerçekten nefret ediyor gibi. “Çünkü o zaman ben arada yoktum. Kenan Dağdelen belli etmese de Kadir Dağdelen’den korkardı. Ben korkmuyorum. Ben bu hikâyede korkulan kişiyim Gölge. Sadece arada devlet var diye kardeşimi yanıma alamıyorum. Kadir Dağdelen fırsatları değerlendirmeyi sever. Kızımı benden uzaklaştırabileceğini sanıyor. Kardeşimin zihnini boyamaya çalışıyor ama beceremiyor. Neden biliyor musun?”

 

Gözlerim hafifçe kısıldı. “Neden?”

 

“Çünkü Parla’yı ben yetiştirdim.”

 

Kaşlarım havalandı. Daha fazla bir şey demedim. Kadir Dağdelen güçlüydü; evet. Bunu inkâr edip kendi ayağıma sıkacak değildim. Düşmanımı tanıyordum. Onu küçümsemezdim. Düşmanım konumuna geçen kimseyi küçümsemeyecektim. Bir fare, bir odada her ne kadar küçük görünse de rahatsız ederdi, çıkardığı sesler kulakları tırmalardı. Kulaklarını tıkayıp onu yok sayan, bir gün kemirilecek bir şey kalmadığında sıranın kendine geleceğini bilmeliydi.

 

“Gölge,” dedi Efruz gözlerini gözlerimden bir an olsun ayırmadan. Aramızdaki boşluğu tek solukta kapatarak yüzünü yüzümün üzerine hizaladı. Gözleri çehremde dolandı. Aniden var ettiği yakınlık beni şaşırtmıştı.

 

İsmi dudaklarımın arasında yer edindi. “Efruz?”

 

Keskinleştirdiği bakışlarıyla içime bir kesik attı. Ürperdim. Belli etmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Gözleri saliselik bir manevrayla dudaklarıma inip yine gözlerime tırmandı.

 

“Öyle karmaşıksın ki,” fısıltısı tüylerimi diken diken ediyordu. Niye böyle ürperiyor aynı zamanda duraksıyordum?

 

Kirpiklerimi birbiriyle buluşturup vedalaşmalarına izin vermeden ayırdım. Bana doğru biraz daha eğildi. Şimdi aramızda bir santim dahi yoktu. Dudakları tekrar aralandığında küçük meleğin etkisiyle konuşarak onu susturdum. “Karmaşık değilim,” diye fısıldadım onun gibi. Nefesim dudaklarına çarpıyordu. “Beni tanımayan insanlar öyle olduğumu söyler sadece.”

 

Dudağının kenarı tehlikeli bir kıvrıma ev sahipliği yaptı. Gözlerine afacan bir çocuğun hisleri yerleşti. “Seni tanımamı mı istiyorsun?”

 

Dudaklarındaki ifadeyi kendi dudaklarıma yansıttım. Afacanca ona baktım. “Beni tanımak mı istiyorsun?”

 

Burnundan sert bir nefes vererek geri çekildi. Kendini yanıma bıraktı. Bu sefer aramızda mesafe yoktu. Omzu omzuma değiyordu. Omzum sanki yanıyordu. Mavilerimi kafamı çevirmeden yüzünde dolaştırdım. Bu kadar yakınımda duruyor olması beni rahatsız etmeliydi. Memnuniyetsiz bir insandım ben. Memnun olmamalıydım bu durumdan. Saniyelerdir kapalı tuttuğu gözlerini araladı, yukarıya baktı yine de gözlerinin gördüğü dairenin içinde olduğumu biliyordum.

 

“Seni tanımak istediğimi söyleseydim bana kendin hakkında ilk ne söylerdin?”

 

Kaşlarım gözlerimin üzerinde kıvrıldı. Benim için zor bir soruydu fakat ona doğruyu söylemek zorunda değildim. Zaten bir ihtimali konuşuyorduk. Gerçeklere ne gerek vardı? Dudaklarımı dilimle yokladım. Düşüncelerimin doğrultusunda konuşmadım. “Kendimden bahsetmeyi pek sevmem.” Ona yandan bir bakış attım. “Bir şey söylemezdim yani.” Umursamaz tavrım umuruna beklediğimden daha fazla takıldı.

 

“Zamana bırakırım diyorsun,”

 

Yüzüme memnuniyetsiz bir ifade yayıldı. Zamana bıraktıklarım zamanımdan çalardı. Beni zamanımdan ederdi. Zamansızlıklar kararsızlıkları doğururdu. “Hayır,” dedim. “Zaman, hiçbir zaman doğruyu söylemez.”

 

“Zaman yalan da söylemez Gölge.” Cevap vermedim. Konuşan yine o oldu. “Zaman tarafsızdır. Doğruları ve yalanları zamana işleyen bizleriz.”

 

“Doğrular ve yalanlar…” gözlerimi kapatıp açtım. “…zamanın oyunu. Zaman sadece gerçeklere tarafsız.” Sustum. Sustu. Yan profilimde gezdirdiği gözleri sanki yüzüme resim çiziyordu. Mürekkep aksaydı gözlerinden boyanırdı yüzüm onun renklerine. Yanağımı omzuma doğru çevirerek yüzüne baktım. Anlık bir duraksama yaşadık. Bu yakınlık mantıklı gelmiyordu ikimize de. Yine de ikimiz de uzaklaşmadık birbirimizden.

 

Gözlerimin içine dalmışken ayırdı dudaklarını birbirinden. “Diyelim ki öyle.” Yakınlığı sesinin her zerresini işitmeme neden oluyordu. Sesinde garip bir tını vardı. Bazen o tını alev alıyor kıvılcım saçıyordu bazense yumuşuyor, şefkatle yükseliyordu. İkisi de var olurken sesindeki o tını kaybolmuyordu. Öyle garipti ki, sonsuz bir masal gibi.

 

“Sen, zamanın oyununda yenen taraf mısın yenilen taraf mı?” açık uçlu bir soruydu sorduğu. Her tarafa çekebilir, saatlerce konuşabilir aynı zamanda tek bir kelimeyle de bitirebilirdim. Gözlerimi gözlerinden çektim. Kendimi böyle daha rahat hissettiğim için tavana baktım.

 

“Yenmek yenilmek olayı değil bende ki,” dedim, elimi karnımın üzerine yerleştirdim. Karnımdaki izler, zamanın bana bıraktıklarıydı. Hiçbir zaman benden, bedenimden silinmeyecektiler. “Sadece,” dudaklarımı birbirine bastırdım. “Kazanmak istiyorum. Hep istedim. Başka bir ihtimalim yoktu.” Karnımın üzerindeki elimi yumruk haline getirerek kazağın kumaşını avucumun içinde sıkıştırdım. “Kaybetmek bana sunulan bir seçenek olmadı.”

 

Efruz’un aldığı derin nefesi duydum. “Kaybettiğinde bile kazandığına inandırmışlar seni.” demişti. O kadar doğru gelmişti ki sözleri, söylememesini dilemiştim. “Gölge,” dediğinde ona bakmak zorunda hissettim kendimi, kafamı çevirerek gözlerinin içine düşmeye gönüllü oldum.

 

“Kaybetmek yanlış bir şey değil, güçsüzlük de değil. İnsan kaybettiği için kazanır. Kaybetmeden kazanamazsın ki. Kaybetmeden kazanmak istediğin şeyin ne olduğunu bilemezsin, ne için savaş vereceğini, ne için nefessiz kalacağını bilmeden kaybolursun. Kazanmak olmaz bu.”

 

Dudağımın kenarı yukarıya doğru kıvrıldı. Madem bir daha onu yanımda görmeyecektim, madem sayılı saatlerimiz kalmıştı öyleyse saklamama gerek yoktu. Buradan gidecektim o da benden gidecekti. Beni unutacaktı. Söylediğim sözler sadece söylenmiş olarak kalacaktı. Zaman üzerini kapatacak, yalanlar söyleyecek öyle ya da böyle unutturacaktı.

 

“Çoktan kayboldum.” Dedim, kıvrımım silikleşti ama tam anlamıyla kaybolmadı. “O yüzden artık biliyorum. O yüzden artık sadece kazanıyorum.”

 

Kirpikleri birbirine yaklaştı. Beni anlamaya çalışıyordu. Bakışları öyle çok içime girip içimde yaşamak istiyordu ki izin versem beklemeyecekti bile sanki. Ne olduğunu umursamadan yerleşecekti içime ve belki de ölecekti orada.

 

“Sadece kendini kandırıyorsun.”

 

Kalbime bir sızı battı. Duymak istemediklerimi söylüyordu bana. Kimsenin söylemediğini. Çekinmeden, gözlerimin içine bakarak. “Belki de,” dedim, düşüncelerimin düğümlendiğini belli ettim. Gözlerimi gözlerinden çektim. Yukarıya baktım. Gözlerini benden çektiğini hissettim. Benim gibi yukarıya bakıyordu sanırım.

 

Ne görüyordu acaba orada?

 

Karnımın üzerindeki yumruğumu serbest bıraktım. Şu an yanında uzandığım ve sohbet ettiğim adam gerçekleri bilseydi yaptıklarından pişmanlık duyardı. Gerçekleri ona söyleyecektim, kararım bu yöndeydi. Gerçekleri ona söylediğimde beni kurtardığı için, beni defalarca kurtardığı için, pişman olacaktı. Pişmanlık keşkeleri var edecekti. Geçmişi değiştirmek isteyecekti.

 

“Ne düşünüyorsun?” diye sorduğunda omuz silktim. “Havadan sudan,” dedim dudaklarımı yukarıya kıvırarak. Verdiği sert nefesi duyduğumda yandan bir bakış attım çehresine, onun da dudakları kıvrılmıştı.

 

“Sen ne düşünüyorsun?” diye sordum ifademi değiştirmeden. “Seni.” Demesini beklemiyordum. Birkaç saniye şaşkınlık yaşadığım için herhangi bir şey söyleyemedim. Efruz bu anı kullanarak konuşmaya devam etti.

 

“Dün, göle düştükten sonra,” yutkundu. “Banyoda, neler olduğunu hatırlıyor musun?”

 

Gözlerim kısıldığında şaşkınlığım kendiliğinden yok oldu. Zikrettiği ana gitti beynim. Kucağında banyoya girdiğimizi, sonra beni dolabın üzerine bıraktığını, Kerim’le konuştuğumuzu hatırlıyordum.

 

“Hatırlıyorum.” Dedim. “Neden ki?”

 

Yüzünü bana çevirdiğini hissettiğimde ben de çevirdim yüzümü ona. Aramızdaki kısa mesafede birbirimize baktık lakin onun bakışlarında kuşku vardı. Kısık gözleri gözlerimi birkaç saniye inceledi. “Hiç.” Dedi. Sesi alay eder gibi çıktı. “Hafızan yerinde mi diye kontrol etmek istedim.”

 

Gözlerimi devirdim. Bana fırsat vermeden konuştu. “Arkam dönüktü, düştüğünü görmedim.” Kelimelerinin içinde gizli anlamlar yatıyordu. Anlamamıştım.

 

Omuz silkerek açıkladım. “Telefonunu alacaktım, sonra dengemi kaybettim.” Bir an içim ürperdi. Düştüğümde hissettiğim soğuk zihnimi yokladığı için bedenim tepki vermişti. Konuşmaya devam edeceğim sırada birden sönen ışık dikkatimi dağıttı. Sönen lambanın ardında bıraktığı ufak parlaklık kaybolurken Efruz söylendi.

 

“Yine elektrikler gitti,” bezgindi ses tonu. “Hep gider mi?”

 

Kafasını belli belirsiz salladığını gördüm. “Fırtına olduğunda genelde, hatlar eski.” Kafamı anlıyorum dermiş gibi salladım. O sırada Efruz’un yüzünü zorlanmadan görüyor olduğumu fark ettim. Gözlerimi pencereye doğru çevirdim. Gün doğuyordu. Elektrik gitmişti ama oda karanlık değildi. Mavi bir ışık huzmesi içeriyi aydınlatıyordu. Yağmur durmuştu yine de esen rüzgârın sesini duyuyordum.

 

Vakit ne çabuk geçmişti, farkına varmamıştım.

 

“Güneş doğuyor,” dedim sanki görmüyor gibi. Benim gibi pencerenin dışına baktığını fark ettim, Doğan güneş gibi fersizce konuştu. “Benim için henüz güneş batmadı.”

 

Uyumadığı için böyle söylüyordu sanırım. Penceredeki bakışlarımı odanın içinde dolandırıp onun yüzünde durdum. Yan profilinde gezdirdim bu sefer gözlerimi. Burnunun kusursuzluğu bir an için söyleyeceklerimi bana unutturdu. Benim burnumda hafif bir kemik vardı. Belirgin olmasa da ordaydı.

 

Gözlerini gözlerimde yaşatmaya başladığında yutkundum. Sonra derin bir nefes aldım ki aldığım için pişmanlık duymam batan kaburgamdan dolayıydı. Yüzümü acıyla buruşturduğumda Efruz hafifçe doğrulmuştu yerinden.

 

“Gölge?”

 

Dudaklarımı birbirine bastırarak acının geçmesini bekledim. O sırada Efruz’un hareketlendiğini işittim. Gözlerimi ona odaklayabildiğimde yatakta oturur vaziyete geçtiğini gördüm. Karnımın hizasındaydı. Ve elimi bastırdığım yere bakıyordu. “İyiyim.” Dedim. “Anlık bir şeydi.”

 

Gözlerini gözlerime dikti. “Bakabilir miyim?” dediğinde gözlerimi kırpıştırdım. “Hm?” diye mırıldandım. “Karnına.” Dedi tek kelimeyle açıklayarak.

 

“Bir şeyim yok.” Diretmeme diretti. “Bakmak istiyorum.” Karşı çıkacak gücü kendimde bulamadım. Gözlerindeki ifade ne olursa olsun istediğini elde edecek gibi bakıyordu; yenilgisiz. Elimi karnımın üzerinden çektiğimde ona izin verdiğimi anladı.

 

Eli kazağımın eteklerini tuttu. Kazağı yukarıya doğru iterken elinin tersi bedenime değdi. Nefesimi tuttum. Bilerek yapmamıştım. Kazağı göğsümün altına doğru ittikten sonra gözlerini çıplak tenime sabitledi. Derin nefes aldığımda batan yere bakıyordu.

 

“Morluk büyümüş,” dedi. Elinin dış yüzeyi oraya naifçe dokundu. “Dokunduğum zaman acıyor mu?” diye sordu. Kafamı iki yana salladım. “Hayır. İyiyim. Geçer iki güne.”

 

Söylediğimden hoşlanmadığını anlamak zor olmadı. Gözleri sabitlendiği yerden oynadı. Karnımda dolanmaya başladığında elimi elinin üzerine koyarak kazağımı aşağıya doğru aldım. Sadece kaburgamdaki ize bakacağını söylemişti, diğerlerine bakmak için izin almamıştı.

 

“İyiyim.” Dedim bastırarak. Elimin altında kalan eline baktı, sonra da gözlerime. “İyisin,” inanmıyor gibi söylemişti bu kelimeyi. Bakışlarını yoğunlaştırdı. Kafasını usulca iki yana salladı. “İyi değilsin.” Dedi. “İyi olmadığını kabul etmediğin için iyileşemiyorsun!”

 

Yükselen sesi beni şaşırttı. Bir şey söylemedim. Elimi elinin üstünden kaldırarak kazağımın tüm çıplaklığımı kapatmasını sağladım. Sert bir nefes aldı. O da bir şey söylemedi. Söylemesini istemediğimi bildiği için susmuştu. Elini kazağımdan çekti.

 

Çok geçmeden yine kendini yanıma bıraktı; ama bu sefer uzaktaydı. Gözlerime değil yukarıya bakıyordu. Ben de yukarıya baktım. Söyledikleri yankılandı bir süre beynimde. Gözlerimi kapatarak düşündüm.

 

Zaman geçti, söyledikleri sustu. Zihnim duruldu. Derin bir nefes aldım. Yere değen ayaklarımı kendime doğru çektim. Sağ tarafa dönerek cenin pozisyonu aldım. Hava soğumuştu. Kendimi kendimle ısıtmaya çalışıyordum.

 

Bilincimin benden uzaklaşmaya başladığı sırada saçlarımda bana ait olmayan dokunuşlar var oldu. Beni rahatsız etmemişti. Aksine hoşuma gidiyordu. Karanlığın ardından belli belirsiz bir ses duyuldu.

 

“Güneş şimdi batıyor.”

 

⌛️

 

Bölüm sonuu!!

Nasıl??

Beğendiniz mi bölümü?

En sevdiğiniz kısım neresi oldu?

 

En çok merak ettiğiniz şey ne?

 

.

 

Gelecek bölümde görüşürüzz💋💋

 

LÜTFEN VOTE VE YORUMU UNUTMAYIN

 

HOŞ'ÇAKALIN👋

 

 

Loading...
0%