@zeynepizem
|
⏳️ İNSİZ ŞEH'R BÖLÜM ON BİR 🥀 Ateşler içindeydim. Hayır. Ateşler benim içimdeydi. Bedenim şeytanlarımın ateşiyle kavruluyordu. Hayır! Bedenim öfkemin ateşiyle kavruluyordu. Öfkem benliğimi yakıyor küle çeviriyordu. Küllerin kiri içime yayılıyor şehrimi karartıyordu. Artık şehrimde güneş denen o muazzam kütle adına hiçbir şey kalmamıştı. Bir vardı, bin yoktu. Şehrimde güneş ölmüş karanlık hüküm sürmeye başlamıştı. Çok uzak diyarlardan gelen acı içime yerleşmiş benden bir türlü ayrılamamıştı. Ölüm masalların sonuna yazılmayan dört harfli bir kelimeyken masalın sayfalarında binlerce kelimeden var olmayı başarmış sinsi bir yılandı. Sinsi yılan her daim içimde sürünmeyi, içim olmayı aynı zamanda içimden çıkmayı diliyordu. Şimdi ben damarlarımda kıvrılıp duran yılan yüzünden kıvranıyordum. Masal bitse rahata erecektim ama ölmeyecektim. Masalın sayfaları yazılmaya devam ettiğinde ise ölüm illaki bir kelimede beni bulacaktı fakat masal devam ettiği için ben ölsem de devam etmek zorunda kalacaktım. Aldığım nefes bütün eklemlerime bir ağrı sapladı. Kulağımda narin bir fısıltı dolandı. Kelimeler karışıktı ama duyduğum tını eksik geçmişimde dolanan bir yabancıydı. Birbirine sarılmış kirpiklerim ayrılmamak için direnirken duyduğum sesler netleşti. "Gölge," dedi. İlahi bir fısıltıydı. Efruz Dağdelen'in varlığı içimde bir yerlerde kabul gördü. Uzun soluklu bir nefes aldım. Sesini tekrar duydum. "Gölge." Adımı zikrediyordu. Kanla verilmiş bu ismi nasıl oluyordu da bana sevdirtebiliyordu? Yanağımda hissettiğim soğukluk onun teninden geliyordu. Avuç içi, yanağımı içine almıştı. Kader çizgileri yanağıma çiziliyor adeta onun kaderi bir kopya gibi yanağıma işleniyordu. Yüzümü istemsiz bir şekilde eline doğru bastırdım. İçinde olduğum bu yangın sönsün istiyordum. Soğuk suların altında çırıl çıplak kalmayı diliyordum. Dudaklarımın arasından belli belirsiz minik bir mırıltı çıktı. Bir şeyler sayıklıyordum fakat ne dediğim hakkında fikrim yoktu. Zihnim dakikalardır kendi bedenine sahip çıkamıyordu. Birbirine mürekkeple yapıştırılmış kirpiklerimin ardında yazılmış olan kabuslarım vardı. Hiçbiri hatırıma gelmiyordu. Karanlığın içine gizlenmiş görüntüler uzaktan beni izliyordu. Biliyordum ve bildiğim için de ürperiyordum. Islak kirpiklerimi yavaşça birbirinden ayırdım. Ağlamış mıydım? Yanağımdan süzülen damlaların hissiyatı ruhumda duruyordu. Ağlamıştım ama neye ağladığımı hatırlamıyordum. Kabuslar yüzünden haykıran ruhum da zaten hatırlamak istemiyordu. Acı içinde yutkundum. "Gölge?" dedi Efruz tekrardan, üçüncü kez. Sonsuza dek ismimi zikretse sıkılmayacaktı sanki. Ona baktım. Yanı başımdaydı. Mavi gözleri gözlerimin içinde parlıyordu. Kavrayamadığım bazı görüntüler gözlerimin önünden geçti. Kaşlarım bedenimdeki gücün yarısını kullanarak çatıldı. Dilimi kurumuş dudaklarımın üzerinde gezdirdim. "İyi misin?" diye sordu Efruz. Tüm odağını bana vermiş dikkatlice beni izliyordu. Titrek nefeslerim düzene girene kadar konuşamadım. Zaten ne konuşacağımı da bilmiyordum açıkçası. Efruz fısıldadı. "Sakin ol," dedi sakin sesiyle. Yutkundum. Boğazım kuruydu. Canım belli belirsiz yandı fakat gerçekçi ağrılarım gelişigüzel ağrılarıma üstün geliyordu. Gözlerimi birkaç kez kırpıştırdıktan sonra Efruz'un gözlerine odaklanabildim. Zorluklara meydan okuyarak dudaklarımı birbirinden ayırdım. "Ne..." sesim içimde ölmüştü. Boğazımı temizleyerek onu gömdüğüm kemiklerimin altından çıkarttım. "Ne oldu?" Efruz yanağımda duran elini alnıma doğru çıkarttı. Eli yanağımın ısısıyla ısınmış olduğu için istediğim soğukluğu anlımda hissedemedim. Bana cevap verdi. "Bayıldın," zihnime birkaç görüntü yüklendi ama aradaki boşluklar canımın ağrısıyla eşdeğer bir ağrı yaratıyordu ruhumda. Son hatırladığım şey kolyemin gözlerimin önünde dans edişiydi. Elimi boynuma doğru hareketlendirdim. Yine bir boşluk beni yoklar sandım ama hayır; kolyem olması gerektiği yerdeydi: boynumdaydı. Farkında olmadan fısıltıyla soludum. "Kolyem..." Efruz bana hafif bir tebessüm bahşetti. "Kolyen," dedi, gözleri parmaklarımın arasındaki kolyeme düştü. "Buldu evini, yeniden." Gözlerim hafiften kısıldı. Kolyemin evi benim gerdanım değildi. Efruz bakışlarını tekrardan bakışlarıma doğru kaldırdı. "Canın yanıyor mu?" diye sordu. Sesindeki tınıda kabul edemeyeceğim bir yumuşaklık vardı. Elini alnımdan çekti. Kafamı iki yana sallamakla yetindim. Bedenimde hissettiğim tek şey uğultulu bir uyuşukluktu. Uğultunun altında uzanan keskin acı kalkmak için an kolluyordu. Uzandığım yatakta rahatsızca kıpırdandığım sırada görüntüler eksikleri tamamladı. Nefesim duracak gibi oldu. Gözlerim büyüdü. Doğrulmak istedim ama buna önce bedenim sonra da Efruz buna izin vermedi. Karnımın üzerinde hissettiğim elini umursamadan bir soru sordum. "Gülsema nerede?" Karnımın üzerine koyduğu eli bedenimi uyarı verir cinsten okşadı. Bana dokunuyordu ve bu beni rahatsız etmiyordu. "Gülsema iyi." Dedi gözlerimin içine bakarken. "Senin sayende." Sesindeki tını kurumuş nehirlere yağmur yağdırıyordu. Konuşmaya devam etti. "Şimdi İstanbul'da." Ruhsal anlamda rahat bir nefes aldım fakat bedenim için aynı şeyi söylemek mümkün değildi. Nefes aldıkça kaburgam ciğerime batıyordu. Boğazımı temizledim. Eklemlerimdeki uyuşukluk hareket etmemi zorlaştırıyordu. "Kadir Dağdelen," dediğimde Efruz'un gözlerinde bir uçurum var oldu. Gözlerini kısarak sert bir nefes verdi. "Düşünmeni gerektirecek bir şey yok." Dediğinde kaşlarım çatıldı. Nasıl olmazdı? Onun yüzünden dün neler olduğunu her ayrıntısıyla hatırlıyordum. Ağzımı açıp konuşacağım sırada beni durduran Efruz'un konuşması oldu. "Uyanır uyanmaz o adam hakkında konuşmayacağım seninle. Önce biraz toparlanmalısın." Dedi. Karnımın üzerinde duran eli hareket etti. Göğüs kafesimin sağına dokunduğunda acı bedenimi yokladı. Gözlerimi kıstım. Bu tepkim elini bedenimden uzaklaştırdı. "Nefes almakta zorlanıyor musun?" Kafamı belli belirsiz salladım. Derin nefeslerimde kemiğim batıyordu. "Kerim kaburganı zedelediğini söyledi." Pencereden atladığımı hatırladım. "Kırılıp incinmediği için şanslısın. Birkaç gün nefes alırken batma hissedebilirmişsin. Kerim kremle düzeleceğini söyledi." Söylediklerini bitirdikten sonra elini tamamen bedenimden uzaklaştırdı. Dün geceye oranla kendimi oldukça iyi hissediyordum. "Ne kadardır uyuyorum?" "Oldu baya, çok zorlamışsın kendini. Kerim gitmeden iğne de yaptı, daha rahat uyuyabilmen için." Kafamı usulca salladım. "Ayın kaçındayız?" diye sorduğumda gözlerini kısarak biraz düşündü. "Ayın on altısı bugün, yeni güneş doğuyor ama günlerce uyumadın merak etme." Beş gün geçmişti. Altıncı günün içindeydik. Özkan ve Poyraz... onlarla iletişime geçmek zorundaydım. Efruz bir şey söylemeyeceğimi anladığında yanımdan kalkarak doğruldu. Ben de doğrulmak istiyordum. Kalkmaya tenezzül bile edemeden Efruz elini alnıma bastırmıştı. "Kalkma," dedi gayet net bir ses tonuyla. Kıstığım gözlerimle yüzüne baktım ve garip bir şekilde dediğini yaparak kalkmaktan vazgeçtim. Benden uzaklaşarak odadan dışarı çıktı. Birkaç saniye çıktığı kapıdan ayırmadım bakışlarımı. Derin bir nefes aldım. Göğsümde kısa bir süre batma hissettim. Gelen acılar ne hissettiğimi düşünmeden gidiyordu. Bir an önce geri gelmeliydi. Sormam gereken sorularım vardı. Gözlerimi nerede olduğumu anlamak için odanın içinde gezdirdim. Hemen karşı duvarda bir tablo asılıydı. Tablonun içinde herhangi bir şey yoktu; boştu. Gözüm biraz sağa kaydı. Aynı şekilde ahşap duvara asılmış, yan yana yerleştirilmiş üç çerçevenin de içi boştu. Kaşlarım kavislendi. Varlığını sürekli kendine hatırlatmak ama onu görmek istememek... çerçevenin içinde olması gereken fotoğrafları yok saymak ama o fotoğraflardan da asla vazgeçememekti bence bu. Alışkanlıklarım karşımda gördüğüm boş çerçevelere benziyordu. Odadaki giysi dolabı yatağın sağında kalıyordu. Kapaklarına ayna konulmamıştı. Pencere yatağın çaprazına oyulmuştu. Pencerenin ardından gözüme çarpan yeşillikler hâlâ dağ evinde olduğumuzu bana açıkça bildirdi. Dışarıda salınan ağaçları seyre dalmışken Efruz açık bıraktığı kapıdan içeriye girdi. Kalkmamış olduğumu gördüğünde yüzüne hoşnut olmuş bir ifade yerleştirdi. "Bak söz dinleyince her şey ne kadar kolay oluyor," Kaşlarımı söylediklerine çattım. Buna karşılık tekrar konuştu. "Geç kalmıştın," dedi beni taklit edip kaşlarını çatarak. Kaşlarım iyice çatıldı. O, benim kaşlarıma aldırmayarak elinde tuttuğu poşetle yanıma doğru yaklaştı. Poşetin içini göremediğim için yanıma geldiğinde dikkatlice ellerine baktım. "O ne?" diye sordum merakla. Biraz önce kalkmış olduğu boşluğa tekrar oturduğunda yatak dengesini kaybetti ve böylelikle bedenim ona doğru kaykıldı. Poşeti bacaklarının üzerine yerleştirdi. Ağzını açarak merakla beklediğim şeyi içinden çıkarttı. İki tane tüplü krem ve bir de küçük silindir kutu beni selamladığında konuşmaya karar verdi. "Merhem," üzerindeki yazıları birkaç saniye inceledikten sonra konuştu. "Kerim özel olarak yurt dışından getirtti." Efruz elindekileri yatağın boş kısmına bıraktı. Sonra elini arka tarafa doğru doğru uzattı. Gözlerimle elini izlediğimde yatağın yaslandığı duvarda iki raf dikkatimi çekti. İleriye baktığım için onların varlığını görmemiştim. Alt raftaki içi dolu su bardağını aldı ve bana döndü. Boşta kalan elini belimin altından geçirerek doğrulmama yardım etti. Su bardağını dudaklarıma doğru yaklaştırdığında beklemeden elinden bardağı aldım. Rahatsızlığımı fark ettiğinde belimdeki elini bedenimden uzaklaştırdı. Aslında duyduğum şey rahatsızlık değildi yabancılıktı. Gözlerimi elimde tuttuğum bardağa yoğunlaştırdım. Kafamı hafifçe eğdim ve dudaklarımı camla bütünledim. Bardağın içindeki sudan birkaç yudum aldıktan sonra bedenime bir yenilik geldi. Sanki bir toprağa gömülüydü köklerim ve yıllardır tek damlaya dokunamamıştım. Şimdi suyumu içmiş köklerimi suyla buluşturmuş en nihayetinde canlanmıştım. Tek sorun benimle birlikte canlanan acılarımdaydı. Efruz daha fazla içmeyeceğimi anladığında elimdeki bardağı aldı. Tekrar rafa koyduğunu işitsem de oraya bakmadım. Gözlerim ellerimdeydi. Efruz'un gözlerinin üzerime döndüğünü fark etmiş olsam bile bakışlarımı ellerimden çekmedim. Sızlayan avuçlarıma odaklandım. Kader çizgilerimin şekillerini bozmuş çizikler gözlerimi kısmama neden oldu. Çok derin değillerdi, yakında iyileşir izi bile kalmazdı. Bedenim kendini yenilerken ruhum aldığı her darbeyi içselleştiriyor onlarla yaşıyordu. Kendi ellerimin arasına bir el daha eklendi. Kemikli uzun parmaklar sol elimin bileğini kavradığında gözlerimi kaldırdım ve Efruz'a baktım. Soru işaretleri yerleşmiş gözlerime değil elinin içine aldığı elime bakıyordu. "Kaç kez düştün?" diye sordu yavaşça. Yere düştüğüm görüntüler gözlerimin önünden geçti. Ne çok bütünleşmişti avuçlarım toprakla. Topraktan aldığım bütün yaralar susmayı öğrenmişti. Onlar herkese susar bir bana konuşurdu. Kaşlarım çatıldı. Elimi çekerek elinin içinden kurtardım. "Ben düşmem." Dedim, ikimiz de düştüğümü biliyor olsak da. Aldığı derin nefesini yavaşça geri verirken fısıldadı. "Düşmedin." Dedi. Kafasını usulca salladı ve devam etti. "Artık hiç düşmeyeceksin." Gözlerini gözlerime çıkarttığında maviliklerimiz birbirini tamamladı. Gözlerinde belli belirsiz bir ifade var oldu. Sanki ifadesi kendinden emin değildi. "Gülsema anlattı," dedi. Kaşlarım kavislendi. Neyi anlattığını merak ettiğim için konuşmadım. "Onun kahramanıydın şimdi ablasısın." Dudaklarım birbirini terk etti. İçimde küçük adımlarıyla koşturup duran küçük meleği durdurdum. Bakışlarımdaki şaşkınlığı yok ettim. Gözlerimi gözlerinden çektim. "Kimsenin ablası değilim." Dedim. Küçük meleğin kanatlarındaki bir tüy yanmaya başladı. Yandı yandı ve söndü. Bembeyaz kanatlarının arasında parlayan siyah tüy yutkunmama neden oldu. Kimsenin ablası değildim. Bu uzun zamandır böyleydi ve böyle kalacaktı. "Sen öyle san," diyen Efruz kaşlarımı çatmamı sağlamıştı. Kısık bakışlarımı ona çevirdiğimde bana omuz silkti. "Gülsema seni ablası olarak bellemiş bir kez, onu vazgeçirtemezsin." Dudaklarımı birbirine bastırdım ve onu taklit ettim. "Sen öyle san." Dedim. Kimsenin ablası değildim. "Dün-" dedim ve devamını getiremedim. Çünkü sözümü kesmişti. "Gülsema'yı seni bulmak için kullanmak istiyordu." Kaşlarım çatık gözlerim kısıktı. Kadir Dağdelen ve başarısız planları... bıkkınca bir nefes aldım. Ben öldüğümde bile beni yenmiş sayılmayacaktı o, çünkü ben onu sonsuza dek yaşayacak olsa bile yenmiş sayılacaktım. Benim sayemde var ettiği otoritesi ayaklar altındaydı. Düşüncelerime dalmışken Efruz'un yumruklarını sıktığını fark ettim. Kaslarının gerginliği kazağının altından gözüme çarpıyordu. Mavilerimin içine baktı. "Gülsema'yı rahat bırakmak karşılığında benden seni bulmamı istedi." Dediğinde nefes almayı kestim. O beni çoktan bulmuştu çünkü. Bir an ne söyleyeceğimi bilemedim. Devran dönüyordu. Dostluklar ölüyordu. Sevgi yerini nefrete bırakıyordu. Güven, o zaten hiç yoktu. Ölüm bir kez daha her şeyi alt ediyordu. "Ne o?" şeytanlarımın kavurucu sıcağı sesime yansıdı. "Kararını mı değiştirdin yoksa?" Gözleri zaten gözlerimin içine bakıyordu fakat daha da derine bakmak ister gibi ciddileşti. "Seni kimseye vermem." Dedi. Duraksadım. Düşüncelerim intihar etmeye başladı. Şeytanlarım tüm bedenimi ele geçirmek ister gibi zihnime üşüştü. Onları durduran ben değil Efruz olmuştu. "Sana dürüst davranacağım. Bunları söylüyorum çünkü bilmeni istiyorum." Dedi. Çatık kaşlarım kavislendi. "Neden kabul etmedin?" diye sordum anında. Bazı nedenler sonuçlarından daha önemli olurdu. Derin bir nefes aldı. Dudaklarını araladı ama söyleyeceklerinden vazgeçerek dudaklarını tekrar birbirine bastırdı. Bakışlarını üzerimden çekti. "Gülsema benimleyken zaten güvende, ayrıca o adamın işini kolaylaştıracak bir şey yapmam." Uzaklara çevirdiği bakışlarını yine benimle buluşturdu. "En önemlisi ise savunmasız birini şerefsizin birine verecek bir adam değilim ben." Babasına düşmandı; ama onun dostu var mıydı ki zaten? Benim tanıdığım Efruz Dağdelen yalnız başına iş yapardı. Benim tanıdığım Efruz Dağdelen caninin biriydi. Benim tanıdığım Efruz Dağdelen karşımdaki adam değildi. Söylediklerinde şeytanlarımın ağrına giden bir kelime vardı. Dudaklarımı araladım. "Ben savunmasız değilim." Dediğimde birkaç saniye yüzüme düz düz baktı. Sonra kafasını yavaşça salladı ama sormadan da edemedi. "Takıldığın yer gerçekten burası mı?" Omuz silktim. Gözlerimi daha fazla gözlerinde tutmak istemediğimden yatağın kenarına koyduğu kremlere çevirdim. Birisi turuncu diğeri ise yeşil renkli bir ambalaja sahipti. Üzerinde bilmediğim bir dilin yazıları vardı. Ufak silindir kutu ise bembeyazdı, ambalajı yoktu ve bir yazıya da ev sahipliği yapmıyordu. Konuşmanın bittiğinin kanaatine ikimizin sessizliği vardı. Efruz yeşil renkli olan kremi ellerinin arasına aldığında gözlerimle kremi takip ederek ellerine baktım. "Bunu omzuna süreceğim-" açıklama yapmasına izin vermeyerek sözünü kestim. "Kendim sürerim." Dedim ve bakışlarımı gözlerine kaldırdım. Kaşlarını alay edercesine kavislendi. "Kendin nasıl süreceksin?" diye sordu. Tekrar omuz silktim. "Gayet de normal bir şekilde süreceğim." Derin bir nefes aldı, sabrını da içine çekip depoluyor gibi. "Kendin süremezsin." Dedi sert bir mizaçla. İtiraz istemeyen ses tonu beni daha çok itiraz etmeye sürüklüyordu. Yine de konuşmaya devam eden oydu. "Ben süreceğim. Omzun kısa bir süre yanacak ama sonra rahatlayacaksın." Kafamı iki yana salladım. Şu an bedenimdeki acıya zaten zor dayanıyordum. Şimdi acıma çarpma yapmak gibi bir düşüncem yoktu. "İstemiyorum." Dedim. Gözlerini devirdi. Sonra yüzüne korkunç bir ifade yerleştirdi ve yüzüme doğru eğildi. Mavi gözlerini mavi gözlerime sabitledi. Fısıldadı. "Arkanı dön." Yüzüme memnuniyetsiz bir ifade yayıldı. Ağzımdan olumsuz bir kelime dökülse gözlerinden bir canavar çıkıp beni yiyecekti sanki. Yutkundum. Çenemi dikleştirerek bakışlarımı düzelttim. "Dönmüyorum." Dedim onun gibi fısıldayarak. Efruz burnundan sert bir nefes verdi. "Bir kere uğraştırmasan zaten-" kaşlarımı çattım ve hemen lafını kestim. "Sana uğraş diyen mi var?" "Bak ya," dedi kafasını olumsuzca sallarken. Boğazını temizledi. Dudaklarına zoraki bir gülümseme yerleştirdi. Gülümsemesini silmesi de aynı saniyelere denk düştü. İki eli de belime dolandığında ne yaptığını en başta kavrayamadım. Sonra yatakta sırtımı kendine doğru çevirdi ve benim mantığım olayı daha yeni çözdü. Ellerimi ellerinin üzerine koyarak onları ittim. "Ya! Bıraksana!" Tepkim bir işe yaramadı. Ellerimden kolaylıkla kurtularak parmaklarını derime bastırdığında susmak zorunda kaldım. "Sesini kesmezsen cidden dayak yiyeceksin," "Sen-" Elini mümkünmüş gibi daha çok belime bastırdı. "Çok ciddiyim. Sus." İçime yüklenen öfkeyi ona püskürtmek için dudaklarımı araladığımda beni susturan üzerimden aniden çıkarttığı tişörtüm olmuştu. Hiç beklemediğim bir anda tişörtümün eteklerini tutmuş ve kafamdan aşırmıştı. Çıplak göğüslerimi ellerimle hızla sardığım anda sinirle soludum. "Öldürürüm seni! Yemin ederim derini yüzerim senin! Ne yaptığını sanıyorsun?!" Verdiği nefesini çıplak sırtımda hissettim. Ürperti içimi yokladı o an. Tüylerim sakinliğini kaybetmiş diken diken olmuştu. "Sakin ol. Kremi süreceğim dedim yükselmeni gerektirecek bir şey yok ortada." Gözlerim kısıldı. Çenemi omzuma doğru yükselttim. Her ne kadar görüş açımda olmasa da yan çehreme baktığına emindim. "Böyle bir şeyi yapamazsın!" dedim hiddetle. Benim aksime oldukça sakin sesiyle yanıt verdi. "Yapmak zorundayım." Kaşlarım çatıldı. Konuşmaya devam etti. "Acı çekiyorsun, doğru düşünemiyorsun. Doğru düşünmeye başlayana kadar senin yerine ben düşüneceğim. Bu halde kendi kendini iyileştiremezsin. Tamamen iyileşene kadar seni iyileştirmeye çalışmak zorundayım." Söyledikleri bir şok dalgası gibi gelip zihnime yerleşti. Çenemi önüme alarak boynumu rahatlattım. O sırada kafamı olumsuzca iki yana sallamayı da ihmal etmedim. "Hiçbir şey yapmak zorunda değilsin," dedim. Bana yardım etmek zorunda değildi. Hatta her şeyi zorundalıklar olarak göreceksek benden nefret etmek zorundaydı. Doğru olan buydu, söyledikleri değildi. "Gölge," dedi. Sesi yumuşak çıkıyordu. "Sen benim kardeşimi kurtardın-" lafını bölerek söylediğine karşı çıktım. "Kardeşini kurtarmadım. Kendi canımı kurtardım ben." Sert bir nefes verdiğini duydum; ama gülmemeye çalışıyor gibiydi. Emin değildim. "Amacın her ne olursa olsun sayende Gülsema iyi. Bu yüzden sana yardım edeceğim, iyi ol diye. İstemediğinin farkındayım. Bizden hâlâ nefret ediyorsun ki seni suçlayacak değilim ama bu konu da seçme hakkın yok. Ben bana düşeni yapacağım ve sen buna engel olamazsın." Söylediklerini anlamaya çalıştığım sırada çıkarttığı tişörtümü arkadan önüme doğru uzattı. Omzumun üzerinden uzattığı kolu yanağıma temas ediyordu. Bu temas şeytanlarımı rahatsız ettiği için elindeki tişörtümü aldım. Hareketim söylediklerini kabullendiğimin bir habercisiydi. Hiç hoşuma gitmemişti ama yapabileceğim başka bir şey olduğunu da sanmıyordum artık. Tişörtümü önüme doğru alarak hatlarımın üzerini kapattım. Şimdi içim daha rahattı fakat bu rahatlık doğru hissettirmiyordu. Efruz kolunu geri çekti. Ayaklandığını yatağın kaybolan dengesinden anladım. Herhangi bir şey söylemedi. Susuyor olması benim iyiliğimeydi. Birkaç saniye sonra soğuk elleri bedenime dokundu. Bu ister istemez içimin titremesine neden oldu. Omzumdaki sargı bezinin klipsini çıkardı ve kolumun altından sarılmış sargının katlarını teker teker açtı. Omzumun bir anda temiz havayla temas etmesi beni ferahlattı. Yaramın üzerine yapıştırılmış yara bandının yapışkanını çözerek yavaşça tenimden ayırdı. Şimdi varlığını hissettiğim zımba telleri tamamen açık havayla buluşmuştu. Poşetin hışırtısını duyduğumda bedenimden çıkarttıklarını poşete koyduğunu anladım. Birkaç saniye sessiz kaldı. O sırada ne yaptığına anlam veremedim fakat hemen sonra sesini bana duyurdu. "Gölge, yakacak." Dedi usulca. Yutkundum. Kafamla onu onayladığımda soğuk doku bedenimi titretti. Kremin soğuk jelimsi dokusunu yaramın üzerine yaydı. Zımba tellerinin altındaki derimi hafif hareketleriyle kremle kapladı. Onun söylediğinin aksine hiçbir acı hissetmedim. Sadece soğukluk vardı. Sonra zaman geçti. Efruz'un teni tenimden ayrıldı. İlk yangın o anda yaramın üzerinde harlanmaya başladı. Dişlerimin arasından çıkan kısık inlememe engel olamadan göğüslerimin üzerinde duran yumruklarımı sıktım. Bileklerimi göğsüme doğru bastırarak acının dinmesini bekledim. Dinecek gibi durmuyordu. Omzumu deşiyorlardı da ruhum deşilen yerden çıkmak için çırpınıyordu sanki. Efruz'un üzerime doğru eğildiğini fark ettim gözlerimi sıkıca kapatmış olmama rağmen. Saliseler sonra nefesini yaramın üzerinde hissettim. Yarama, yangınıma üflüyordu. Acıdan değil; yaptığından dolayı nefeslenemedim. Efruz'un yaptığı acımı her ne kadar geçirmese de en azından rahatlatıyordu. Ruhum bedenimden çıkmaktan vazgeçmiş iki adım gerilemişti. Birkaç dakika omzumdaki acı yüzünden kıvrandım. Nefeslerim düzene girene kadar Efruz yarama üflemeye devam etti. En sonunda dişlerimin arasından bir soru sordum. "Bu da neydi?" dedim. Nefes nefeseydim. Efruz yarama son kez üfledikten sonra geri çekildi. Bana cevap vermesi zaman almadı. "Özel bir karışımdır. Türkiye de bulunmaz." Sesi tam çıplak omzumun üzerinden geliyordu. Nefesi tam oraya çarpıyordu. Çektiğim acıdan dolayı farkında olmadan sesim yükseldi. "İyi ki bulunmuyor!" bu bir sitemdi. Farkına vardığına emindim. Yine de bana herhangi bir karşılık vermedi. Kısmaktan ağrıyan gözlerimi aşağıya doğru çevirerek üzerimi kontrol ettim. Tamam, hâlâ ellerim göğüslerimin üzerindeydi ve tişört hatlarımı gayet iyi kapatıyordu. Omzumdaki acı durmuştu fakat ardında bıraktıklarını sadece ben biliyordum. Dudaklarımı birbirine bastırdım. "Onu bir daha sürmem." "Bu merhem yarana iyi gelecek." Dedi. Kaşlarım memnuniyetsizlikle çatıldı. "Hiç de iyi gelmiyor," diyerek karşı çıktım ona. O da bana karşı çıktı. "Birazdan rahatlayacaksın," Kaşlarımı çattım ama bir şey söylemedim. Konuşan Efruz oldu. "Camı açacağım, üşüdüğünde söyle kapatayım." Sessizliğimi korumaya devam ettim. Bedeninin benden uzaklaştığını anladığımda derin bir nefes aldım. Artık önüme geçtiği için onu kolaylıkla görebiliyordum. Söylediği gibi cama yaklaşarak pencereyi açtı. Birkaç saniye sonra ormanın kokusunu soludum. Efruz bakışlarını bana çevirmeden tekrar arkama geçti. "Yaran birkaç dakika açık kalacak. Ters bir harekette bulunma sakın." Yine sessizliği seçtim. Efruz ise benim aksini yaptı. "Gölge," dedi. Sesi kararsızdı. "Ön tarafına da süreceğim." O an gözlerim büyüdü. Doğru duymadığıma kendimi inandırarak sordum. "Ne?" "Diğer merhemi süreceğim. Acıtmayacak." Dedi açıklamasını da yaparak. Kafamı hızla iki yana sallayarak yüzünü görmek için bedenimi çevirmeye kalkıştım lakin sağ omzumu tutarak bana kolaylıkla engel olmuştu. "Yavaş ol." Dedi uyarıcı tonunu da kullanarak. Elinin omzumda olmasını umursamayarak konuştum. "Olmaz! Ön tarafım iyi. Hissetmiyorum bile." Bana yaklaştığını sırtıma dokunan nefesinden anladım. Parmakları omzumu hafifçe okşadı. "Sorun hissetmiyor olman Gölge." "Ama istemiyorum," dedim inatla. Sağ omzumdaki elinin parmakları hafifçe derime battı. Beni rahatsız etmiyordu. Artık nefesi boynuma çarpıyordu. Kafamı çevirsem yüz yüze geleceğimizden emindim. "Acıtmayacak." Diye fısıldadı kulağıma doğru. Fısıltısında ona inanmam için bir sürü sebep vardı. Ama ben yanlış şıkkı işaretlemeyi sevenlerdendim. "Sorun acı değil. Acıya alışkınım." Belli belirsiz bir homurtu çıkarttı. "O zaman sorun ne?" diye sordu. Hiç beklemeden yanıtladım onu. "Sorun sensin. Bana dokunman hoşuma gitmiyor." Sözlerimi duyduğu an omzumdaki elini çekti. Kendini de belli oranda benden uzaklaştırmıştı. "Bunun için yapabileceğim bir şey yok," dedi. Şimdi sesinde gizler yatıyordu. "O ilacı sürmem gerek." Kafamı iki yana salladım. "Kendim sürebilirim. Ön tarafımı görebiliyorum." Birkaç saniye bana cevap vermemeyi seçti. O kısacık saniyede ne düşündü bilmiyordum ama artık sesi sert çıkıyordu. "Ben süreceğim." Kaşlarım çatıldı. Omuzlarım dikleştirerek ona karşı geleceğimi gayet net şekilde belli ettim. "Hayır," dedim. Elimi kaldırarak, açık bir şekilde, arka tarafa doğru uzattım. "Merhemi bana ver." Elimin içine bırakmasını bekledim ama yapmadı. Yatağa oturduğunu hissettiğimde kafamı ona doğru çevirdim. Çok geçmeden kendini yanıma doğru çekti. Benimle aynı hizadaydı. Onu kolaylıkla görebiliyordum. Elimi umutsuzca geri çekip hatlarımı güvene aldım. Düz düz suratıma bakarken konuşmak adına dudaklarımı araladığımda bana engel oldu. "Bıdı bıdı yapma." Dedi. Söylediği şeyi birkaç saniye düşünme gereği duydum. Şaşkınlıkla sordum. "Bıdı bıdı mı?" Kafasını itinayla salladı. Gözlerimi kırpıştırdım. "O ne demek?" Düz bakışları devam etti. Ciddi olup olmadığımı anlamaya çalışıyordu sanırım. Saniyeler sonra dudağının kenarı yukarıya doğru çekildi. Gözleri parlar gibi oldu ama ifadesini çabuk sildi yüzünden. Boğazını temizledikten sonra konuştu. "Eşin benzerin yok demek," dedi. Sesinde alaycı bir tını seziyordum. Kaşlarım çatıldı. Boğazını tekrar temizledi. "Yani diyorum ki kendini tek sanma. Kerim'in işini yapıyorum gibi düşün, rahatsız oluyorum dedin ya, ondan." Yüzüm ifadesizleşti. Dik dik suratına bakarken konuşmayı ihmal etmedim. "Öyle düşünürsem daha çok rahatsız olurum. Kendim yaparım. Hâlâ ellerim tutuyor." Yüzüme bakarken derin bir nefes alıp verdi. Pes eden o oldu. Merhemi bana doğru uzattı. Elinden hiç düşünmeden aldım. Gözlerimi üzerinden çektim. Merhemi önüme bıraktım. Kafamı gerdanımı görebileceğim kadar eğdim. Tişörtümü hatlarımı belli etmeyecek şekilde aşağıya doğru aldım. Omzum ve göğsüm arasını kaplamış beyaz yara bandı hafiften sararmıştı. Eskimekten değildi, büyük ihtimalle ben uyurken bir merhem daha sürmüşlerdi. Yara bandının yapışkanlarını usulca çıkarttım. Ne kadar yavaş davranıyor olsam da hareketlerim canımı yakıyordu. Belli etmemeye çalışmak benim için zor değildi. Bandı yaramın üzerinden kaldırdığımda dikilmiş derim yutkunmamı sağladı. Bedenime geçen ipliğin ruhumun boynunda izi kalmıştı. Efruz "Gölge," diye seslendiğinde irkilmiştim. Bakışlarımı dikişlerden çekip yüzüne doğru kaldırdığımda merhemin kapağını açmış bir şekilde bana uzattığını fark ettim. Bakışlarım gözlerim ve merhem arasında gidip geldi. Sonra elimi merhemin ağzına doğru uzattım. Efruz işaret parmağıma azami miktarda jelimsi sıvıyı sıktı. Parmağıma değen soğukluk uyarıcılarımı hareket geçirdi. Elimi göğsüme doğru yaklaştırdım. Parmağımdaki jeli dikişlerin üzerine sürdüm. Derin derin birkaç nefes alıp verdim. Tüm jeli omzuma yaydım. İşimi bitirdiğimde gözlerim direk Efruz'un gözleriyle buluştu. Ona kendimden emin bir tavırla bakıyordum. Bakışlarıma pek aldırış etmedi. "Birkaç dakika açıkta kalsın." Dediğinde onu başımla onayladım. Ayaklarından destek alarak bedenini yataktan kaldırdı. "Sırtını saracağım," dedi. Buna da karşı çıkıp kendim yaparım havalarına girmek istiyordum fakat yapamayacağımı iyi biliyordum. İçeriye açık pencereden sert bir rüzgâr esti. Pencere tamamen açılarak köşesini duvara çarptı. Az öncekine oranla kararmış hava dikkatimi çekti. Kararan hava değildi bulutlardı. Yağmur yağacak gibi duruyordu. Efruz sırtıma yeni bir yara bandı yapıştırdı. Hareketleri yavaş ve narindi. Zımba tellerinin etime geçtiği yerler artık eskisi gibi canımı yakmıyordu. Kendimi daha rahat hissediyordum. Tek sorun derin nefesler aldığımda göğsümün batmasıydı. Efruz sırtımdaki işini bitirdiğinde göğsümdeki yarayı da kapatmıştı. İtiraz etmeme izin bile vermemişti bunu yaparken. Bedeni benden uzaklaştı. Görüş mesafeme girdi. Camı kapattı. Sonra yüzünü bana çevirerek gözlerimin içine baktı. "Ayağına kutudaki merhemi sürebilir misin?" kafamı olumlu anlamda salladım. Efruz da kafasını benim gibi salladı. "Tamam, benim dışarıya çıkmam gerek. Bir şey olursa seslen. Erken gelmeye çalışırım." Omuz silktim. "Çalışmana gerek yok. Kendi başımın çaresine bakabiliyorum." "Biliyorum." Dedi. "Yine de bu haldeyken tedbiri elden bırakamam. Telefon edeceğim, içeride iyi çekmiyor. Birkaç dakikamı almaz." Kafamı belli belirsiz salladım. Beni gözleriyle kontrol ettikten sonra yüzünü kapıya döndü. Dışarıya çıkan adımlarını izledim. Yarı açık kapıdan çıktı ve aynı şekilde kapıyı yarı açık bırakmayı tercih edip gözden kayboldu. O gittikten sonra olduğum yerde dakikalarca oturup bekledim. Hiçbir şey yapmadım. Bir ara düşünmeyi bile bıraktım fakat bu çok uzun sürmedi. Sonra Efruz'un geri geldiğini dış kapının sesini duyduğum için anladım. Kaç dakika oturduğumdan emin değildim. Adım sesleri odaya yaklaşmadığı için buraya gelmediğine emin oldum. Bana söylediği gibi sol ayağıma kutudaki merhemi sürdükten sonra yeni bir sargı beziyle dikişlerin üzerini sardım. Bedenim eskisinden daha kötü bir haldeydi. Böyle devam edersem ne olacağını biliyordum ve artık böyle devam etmek istemiyordum. İyileşmek istiyordum. Kolaylıkla yürümek ve ellerimi iki yana korkusuzca açmak istiyordum. Bir haftadır banyo yapmadığımın gerçeği kendi kokumdan rahatsız olduğum anda yüzüme vurdu. Kan, ter ve toprak kokuyordum. Kendimden iğrendim. Normalde her gün banyo yapan kadın bir haftadır su yüzü görmemişti. Bir hafta öncesine kadar titiz bir benliğim vardı şu an ise o benlikten eser yoktu. Daha ne kadar değişime uğrayacaktım? Sahi, değişimin bir sonu olur muydu? Yatakta hantal hantal oturmayı keserek ayağa kalktım. Üzerime eski tişörtü geçirmek yerine dolaptan kahverengi bir tişört çıkartarak giydim. Tişört kalçalarımı kolaylıkla kapatıyordu. Oda büyük ihtimalle Efruz'un odasıydı çünkü onun gibi kokuyordu. Altıma dolabından uygun bir şey bulamadığım için giyinmekten vazgeçtim. Sadece tişörtle idare edecektim. Savsak adımlarla yarı açık kapıya doğru ilerledim. Efruz ortalıkta görünmüyordu. Tüm bedenimi odadan çıkartıp koridorda birkaç adım attım. Onun varlığını bana hiçbir ses kanıtlamadı ama evde olduğunu biliyordum. Sakin ve oldukça yavaş adımlarla salona doğru yürüdüm. Salon boştu. Buna rağmen televizyon yine açıktı, ses ise sonuna kadar kısılmıştı. Bilmediğim bir filmin reklamı veriliyordu. İlgimi çekmediği için televizyona bakmayı keserek içeriye girdim. Kanepenin tam ortasına kurularak karşımda duran saate baktım. Vakit öğleni geliyordu. Yorulmuştum. Beni yoran şey beş adımlık mesafeydi. Gözlerimi kısarak başımı geriye doğru yasladım. Özkan ve Poyraz'ın neler hissettiğini düşündükçe ağır bir vicdan yapıyordum. Onlara bir an önce ulaşmam gerekiyordu. Her dakikanın bir insana mâl olduğunu düşünmek beni mutlu etmiyordu. İnsanlar umurumda değildi. Umurumda olan onların kirlenen elleriydi. Düşüncelerimin yolunu değiştiren hafiften duyduğum melodiydi. Gözlerimi etrafta dolandırdığımda sehpanın üstünde çalan telefonu gördüm. Şimdiye kadar nasıl görmediğimi sorgulamak istemiyordum. Yerimden dikkatli bir şekilde kalkarak iki adımda sehpanın önüne geldim. Normal şartlarda olsaydım eğilerek telefonu alabilirdim ama şu an vücudum normalden çok uzaktaydı. Telefonu ellerimin arasına aldıktan sonra tekrar yerime kuruldum. Dikkatimi toparlayamıyor olmak canımı sıkıyordu. Öyle ki gözümün önünde duran telefonu çalmamış olsa görmeyecektim bile. Ben daha telefonun ekranına bakamadan telefon çalmayı bıraktı. Telefonun Efruz'a ait olduğu açıktı; ama orada unutacağını düşünmüyordum. Bilerek, isteyerek koymuştu. Ben de bilerek isteyerek almıştım. Karanlık ekran tekrar aydınlandığında ekranda yazan isme baktım. Kerim arıyor... Düşünme gereği duymadan telefonun yeşil tuşuna basarak kulağıma yasladım. Konuşmayı tercih etmeden karşıdan bir atak bekledim. Karşı taraftan atağın gelmesi çok uzun sürmedi. "Niye açmıyorsun telefonu be? Mükemmel bedenim seni beklemek zorunda mı?" Kerim yine havasındaydı. Sesi bazen kesilmişti ama anlamıştım söylediklerini. Dudaklarımı birbirine bastırarak susmaya devam ettim. Suskunluğum Kerim'i tekrar konuşmaya itmişti. "Her neyse evi araştırdım. Binaya girip çıkan belli değil. Güvenli gözükmese de tahmin edilir bir yer olmadığı kesin. İşini görür. Civan birkaç güne halleder. Sıkıntı olacağını sanmıyorum. Zamanı geldiğinde çıkarsınız." Sesi ilk konuştuğunun aksine ciddiydi. Kaşlarımı çatarak söylediklerini mantık süzgecinden geçirdim lakin bir sonuca varamadım. Kerim herhangi bir tepki alamadığı için seslendi. "Efruz?" Gözlerim kısıldı. Şeytanlarım planlarını gevşeye gevşeye yapıyordu. "Cevap versene birader," dedi sesinde hafiften bir sitem vardı. Bir nefes aldım ve ona istediğini verdim. "Zamanı geldiğinde nereye çıkıyoruz birader?" Telefonun ucunda bir sessizlik yaşandı. Sesimi duymayı asla beklemiyor olacak ki şoka girmişti. "Gölge?" diye sordu. Her ne kadar yüzünü göremiyor olsam da ses tonundaki şaşkınlık bana ağzını bir karış açmış olduğunu düşündürtüyordu. "Evet?" Telefonun ucundan kulak tırmalayan bir çığlık kopardı. "Kız çirkef! Dağ adamım nerde? Efruzcuğum nerde?! Öldürdün mü dağ gibi adamı yoksa? Seni yolarım ayol! O bana benzemez be nasıl yıktın koca herifi? Allah'ım sana geliyorum! Bu duyduklarımı kaldıramıyorum! Beni de dağ adamımın mezarına koy ya Rabbim!" Kaşlarım çatıldı. Yüzüme bir anlamsızlık yayıldı. "Kerim ne diyorsun? Niye öldüreyim adamı?" Soluklandığını duydum. "Bana sıra gelince dayıyorsun bıçağı ama! Çirkefe bak! Saçımı süpürge ettim ben sana be! Karşılığı bu muydu?!" Gözlerimi devirdim. "Saçmalamayı keser misin?" "Saç malanmaz taranır hayatım," dedi. Yüzümü buruşturdum. Telefonu açmakla büyük bir hata etmiştim. Telefonun ardından kendi iğrenç esprisine gülüyordu. "Nasıl şaka ama?" diye sordu gülüşlerinin arasından. "Harika," dedim ifadesizce. "Sana benziyor." "Ah," diye bir nida kopardı içini geçirerek. "Biliyorum! Şahaneyim! Muhteşemim!" derin bir nefes aldı. Sesi arada gidip gelmeye devam ediyordu. "Allah'ım!! ŞAHTEŞEMİM!" Gözlerimi devirdim. Bu adam çok başkaydı. Bambaşkaydı. Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. "Mütevazilik seviyene hayran kaldım." Dedim ama bir ara ses tamamen kesildi. Sonra yarım yamalak cümlesini duydum. "...hayatım. Sen gördün mü daha önce benim gibisini? Ay benimki de soru! Nasıl göreceksin? Tekim ben bu dünyada." "Kendini övmeye daha ne kadar devam edeceksin?" diye sorduğumda anında yanıt verdi. "Ay istersen sonsuza kadar devam ederim!" dedi heyecanla. Dudaklarıma şeytanımsı bir gülümseme yayıldı. Sesim koyulaştı. "Sonsuzu bilmem de ben senin sonunun çok yakında olduğunu düşünüyorum." Nedensizce gözlerini kıstığını düşündüm. "Bu bir tehdit miydi?" diye sordu. Görmese bile omuz silktim. "Nasıl anlamak istiyorsan," "Laflara bak! Çirkef! Efruz'umu ver bana!" "Efruz'unun nerede olduğunu bilmiyorum," dedim anında. "Nasıl kız? Yanında değil mi?" "Değil," Cevabım onu susturdu. Birkaç saniye ikimiz de sustuk. En nihayetinde konuşan taraf o oldu. "En son ne zaman gördün Gölge?" sesi ciddiydi. Alt dudağımı sarkarak düşündüm. "Yarım saat olmuştur belki," cevabım derin bir nefes almasını sağladı. "Kız çirkef öyle desene! Bak aklıma filmlere konu olacak onlarca senaryo yüklendi." Konuşmadım. Konuşmaya devam eden o oldu. "Nasılsın?" dedi. Ani geçişi kaşlarımı kavislendirdi. Sesi ciddi halinden çıkıyordu. "İyi," demekle yetindim sadece. "Efruz merhemleri sürdü mü?" kafamı salladım sonra konuşmanın daha mantıklı olduğunu kavradım. "Evet." "Güzel. İyileşmene yardım edecekler. Devamlı olmak önemli." Sıkıntılı bir nefes aldım. "Ne kadar devamlı olmak gerekiyor?" "Dikişlerin kaynaşana kadar," nefes sesini duydum. "Turuncu merhem canını yakmış olmalı," yutkundum. "Üstesinden gelemeyeceğim bir şey değil." "Bunu bildiğim için o merhemi getirttim." Duymayacağı bir tonda fısıldadım. "Bilmiyor olmanı dilerdim." Derin bir nefes aldım ve konuştum. "Kapatıyorum." Söylediğime hemen karşı çıktı. "Kız dur ben daha senaryolarımı anlatacağım." Gözlerimi devirdim. Ciddisiz Kerim geri gelmişti. "Bak şimdi sen Efruz yok dediğinde ilk aklıma dışarda efsane kaslarıyla odun kırdığı geldi. Yorulmuş böyle. Baklavalarından damlalar akıyor. Birden baltayı kaldırıyor o da nesi? Balta kafasına vuruyor. Adamım da düşüyor tabi aldığı darbeyle. Ama yenilir mi? Asla. Birkaç dakika..." Daha fazla fantezilerini duymak istemediğim için telefonu yüzüne kapattım. Söylediklerini anlık hayal etmiştim ve bu düşünmemi sağladığı en saçma şey olduğu için onu öldüresim gelmişti. Nasıl oluyordu da bir dakikaya onca kelime ve konu sığdırabiliyordu? Elimdeki telefon aniden tekrar çalmaya başladığında bıkkınlıkla açarak kulağıma yasladım. Sert bir tavırla konuştu. "Sen benim yüzüme telefonu kapatamazsın! Ben kapatırım!" dedi, ardından telefonu yüzüme kapattı. Elimde olmadan güldüm. Telefonu kulağımdan çekerek kucağıma koydum. Cidden yoktu böyle bir şey. Yoktu. "Neye gülüyorsun?" Salonun kapısından duyduğum sesle yüzümde kalmış gülümsemeyi sildim. Gözlerimle birlikte kafamı da sağa doğru çevirdim. Tam kapının önünde dikilen Efruz dikkatlice yüzümü inceliyordu. Sanki yüzümdeki bir mimiği gözünden kaçırsa akşam kendini hesaba çekecekti. "Hiçbir şeye," dedim. Ben bunu dedikten sonra yüzüne yarım bir gülüş kondurdu. "Durup dururken gülene ne derler bilirsin birader," Kaşlarım çatıldı. "Sen beni mi dinliyordun?" Aynı benim gibi kaşlarını çattı. "Sen benim telefonumu mu karıştırıyordun?" Tamam, minicik bir farkla üstünlük ondaydı. Derin bir nefes alarak yalan uydurma gereği duymadan konuştum. "Hayır, telefonunu karıştırmıyordum. Özkan'ı arayacaktım ama o sırada Kerim aradı ve ben de açtım." Tek kaşını kaldırdı. Salon kapısının önünde dikilmeye keserek yavaş adımlarla üzerime doğru gelmeye başladı. "Özkan?" diye sordu merakla. "Eh," diye bir nida döküldü dudaklarımdan. "Ardımda saçıma zarar gelse dünyayı yıkacak insanlar biriktiriyorum ben. Baban gibi kalitesiz takılmam." Sözlerimi bitirdikten sonra yüzüme sahte bir sırıtış kondurdum; lakin o hiç de bu sırıtışı kaldıracak bir ifadeyle bakmıyordu bana. Gözlerinde benim harlamış olduğum yangınlar yanıyordu. Sakin adımlarını hiç bozmadan tam önüme geldi ve sırtını bükerek üzerime doğru eğildi. İki elini kanepenin yaslanılacak kısmına koyduğunda kolları arasında kalmıştım. Buraya geldiğim ilk günü anımsadım. Bu yutkunmamı sağladı. Mavi gözleri mavilerime saplanmıştı. Kafasını eğerek gözlerini iyice gözlerime bastırdı. "Sen insanları hep soyuyla mı yargılarsın?" Söylediklerim için hafiften bir pişmanlık duysam da geri adım atmadım. "Soy insanın kaçamadığı tek şeydir Dağdelen. Durum böyleyken genler yok sayılamaz." Mavilerini kıstı. Yüzüme baktı, baktı ve baktı. O bana bakmaya devam ettikçe benim düşüncelerim birbirine karışıyordu. "O zaman," dedi yavaşça dudaklarını oynatarak. "Senin soyunu öğrenme vaktim gelmiş, hatta geçmiş bile," Bu sefer yüzüne ben düz düz bakmayı sürdürdüm. Soyum, ne büyük illetti bana. En büyük illet! Var olma hastalığımdı. Omuz silktim. "İstediğini yapabilirsin," dedim. Bulamayacağını bildiğim için bu kadar rahattım. Benim ismim bile gerçek değildi ki araştırdığı soyum gerçek olsun. Öğrendiği her şey yalandan ibaret olacaktı bu yüzden benim için bir önemi yoktu bu durumun. "Gölge," dedi. Kaşlarını hafiften kaldırmıştı. "Yalan söyledim." Bir nefes aldım ve aynı saniyelerde tek kaşımı kaldırdım. "Ben senin soyunu zaten biliyorum. Yalan olanı da gerçek olanı da." Bakışlarım dondu. Anlam bütünlüğü bozuldu. Beynim bir ara işlevini kaybetti. "Ne?" diye mırıldandım. Sesimde yediğim şokun izleri vardı. Efruz dudağının kenarını yukarıya doğru kıvırdı. Yüzünde kazandığı haberini ilan eden bir ifade vardı. "Diyorum ki benim soyuma çok da takılma yoksa tökezlersin." Gözlerim kısıldı. Sert bir nefes verdim. "Yalan söylüyorsun." Dedim önceki söylediklerini baz alarak. Omuz silkti. "İstediğini düşünebilirsin." Yüzünü yüzümden uzaklaştırdı. Ellerini kanepeden çekti ve doğruldu. "Ha bu arada," diyerek lafa girdi. "İnsan soyundan kaçamadığını anladığında onu alt etmeli bence. Hatta yok etmeli. Kaçışın sonu yoktur ama her savaş illaki bir gün biter Gölge." Bir şey söylememe izin vermeden bana sırtını dönerek kapıya doğru ilerledi. Onu izlemiyor olsam bile adım sesleri yankılanıyordu kulaklarımda. Salondan çıktığında sertçe yutkundum. Efruz Dağdelen'de düşündüklerimin fazlası vardı. Hatta düşüncelerimi aşıyordu o. Söylediklerini bilmesi imkansızdı; ama söylemişti. Bilmediği bir şeyi nasıl söyleyebilirdi? Kafamı hiddetle iki yana salladım. Onun hakkında kaçırdığım bir nokta vardı. Kaçırdığım ve ucunu bile göremediğim bir şeydi bu. Saçma sapandı. Elimi ayağımı birbirine doluyordu. Boynumdakinin nefesime göz dikmesine neden oluyordu. Efruz bildiklerimin ötesindeydi. Bildiğini bildiğim şeylerden daha fazlası vardı onun içinde. O siyan gözlerde bana nazik davranmaya çalışan bir adamdan daha öte bir şey saklanıyordu. ⌛️ BÖLÜM SONUU!! Nasıll? Beğendiniz mi bölümü? En sevdiğiniz kısım neresi oldu? Ay sanki Gölge hafiften bir ısındı Efruz'a değil mi? Yaanii, Efruz'a ısınmayan da ne bileyim jdkxlxkdldkk Sonraki bölümde görüşürüzz💋💋💋 LÜTFEN VOTE VE YORUMU UNUTMAYIN HOŞ'ÇAKALIN👋 |
0% |