Yeni Üyelik
15.
Bölüm

ON DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

@zeynepizem

İNSİZ ŞEH'R

BÖLÜM ON DÖRT

 

🥀

 

Zihnim ağır varakları olan bir ablukanın içinde dans ediyor.

Yaşadığımı hissediyorum. Geçmişi görüyorum ve ölüyorum.

 

🥀

 

Kulaklarım sağırdı. Gözlerim görmüyordu. Dilim tatmıyordu. Ölüm içimde büyüyordu. Ölüm, içime köklerini salmış yeşeren bir çiçekti.

 

Nefes almıyordum. Bu saatten sonra içime çekeceğim tek şey intikam olacaktı. İntikam çiçeğimin yapraklarını sarartacak, belki de onu kurutacaktı. İntikam, alınacaktı. Aldığım karar sonum olsa, ettiğim yemin çiçeğimin kökünü kazıtsa akrebin ucu hep intikamı gösterecekti.

 

Özkan ve Poyraz, artık onlar da bir şeylerden haberdardı.

 

Üzerine sıçramış, ehlileşmemiş kan damlaları gözlerimi alıyordu. Gözlerim yüzünde değil; yüzüne damlamış kan damlalarında dolanıp duruyordu. Özkan, tam karşımda oturuyordu; bana bakmıyordu ya da bakamıyordu.

 

İçim çiçeğimden düşen solmuş bir yaprağın ardında bıraktıklarıyla yetiniyordu. Poyraz tam yanımdaydı. O da bana bakmıyordu. Yüzünde kararsız bir ifade içinde milyonlarca kelime vardı. Boşluğuma bir sızı hapsolmuştu. Bir kurşun boşluğumdan asılmıştı. Bir kurşun bedenimin içindeki ruhuma karışmıştı.

 

Yüzü gözü kan içinde olan Özkan olsa da kirlenen üçümüzdük. Artık, üçümüzdük. Dördüncümüz toprağın altındaydı. Dördüncümüz üçümüzü de toprağın altına koymuştu. Sanki ölen bizdik, sanki toprağı atan da oydu.

 

Özkan, o artık Özkan değildi. Biliyordum ki o artık Özkan’dan geriye kalanlardı.

 

Koca evde öyle bir sessizlik var olmuştu ki ölüm görse arkasına bakmadan uzaklaşırdı bu lanet kuytudan. Keşke görseydi de o giderken ben de takılsaydım peşine…

 

Poyraz derin bir nefes aldı.

Darmadağındık. Dağınıklığın en büyüğü Poyraz’daydı; fakat yine çok iyi biliyordum ki içini değil bizi toplayacaktı.

 

“Böyle susacak mıyız?” diye sordu Poyraz gözlerini yerden çekmeden.

 

Özkan dakikalar belki de saatler sonra siyah gözlerini gözlerimle buluşturdu. Uzun sürmedi. Bana bakmaya katlanamadığını iyi biliyordum. Onun yerinde olsaydım ben de kendime katlanamazdım.

 

Dudaklarımı araladım. “Konuşacak neyimiz kaldı?” Ruhsuz bir tını gibi ağzımdan dökülen bu soru ikisinin de bakışlarını bana sabitledi. Aldırış etmedim. Göz göre göre karşımdaki adamın kalbine zifir dökmeye devam ettim. “Bir karar aldım. Ankara’ya gideceğim.”

 

Poyraz’ın büyüyen gözleri ona bakmamı sağladı. “Kafayı mı yedin?” bu bir soru değildi. Bana kızıyordu. Yüzümdeki ciddiyeti gördüğünde kaşlarını çattı. “Bana tekliflerini kabul ettiğini söyleme Gölge.”

 

Kafamı yavaşça salladım. “Söylemem.”

Teklif çoktan şahsım tarafından kabul edilmişti. Bundan sonra kendim için yaşamayacaktım. Bundan sonra sadece intikamım için yaşayacaktım. Yoluma çıkan herkes son nefesini verecekti. Tam koltuktan kalkacağım sırada beni durduran Özkan oldu. “Kime sordun bunu yaparken?” dedi. Sesi ifadesiz, sesi ruhsuz, sesi Özkan’sızdı.

 

Ona bakmadım. Omuzlarımı kaldırıp indirdim. “Kendime sormam yeterli oldu.”

 

Karar benimdi. Kararıma saygı duyacaklardı.

 

Ayağa kalktım. Adım atmadan sadece doğruldum.

 

“Baksana,” dedim, bu sefer Özkan’ın gözlerinin içine baktım cesaretimi de toplayarak. Yüzündeki kan lekeleri kuruyordu. Dudaklarımı araladım. “İşine gelir işte. Beni görmezsen o geceyi de görmezsin. Değil mi?”

 

Dudakları aralandı. Ruhsuz bakan gözlerine yerleşen pişmanlığı gördüm. Öyle azdı ki. Canımı yaktı. Kalan canımı bakışlarıyla bile yakabiliyordu. Konuşmadı. Konuşmadım. Bir adım attım, onlardan uzaklaştım. Diğer adımımda onlara sırtımı döndüm.

 

Aslında sırtımı döndüğüm onlar değildi; kendimdi.

 

Salonla holü ayıran basamağı çıkacağım sırada adımlarımı durduran Poyraz’ın sesi olmuştu.

 

“Böyle gidecek misin?” demişti. “Bizi böyle bırakıp gidecek misin Gölge?”

 

Dişlerimi birbirine bastırdım. Göğsüm sıkışıyordu. Boşluğumdaki iyileşmemiş yara büyüyordu. Hiçbir zaman iyileşmeyecek, her zaman büyüyecekti. Oradan çıkan kurşun içimde çürüyecekti.

 

“Bırakmıyorum.” Diye fısıldadım. Bana doğru geldiğini işittim. Tam arkamda durdu. Nefes nefeseydi. “Bırakıyorsun!” irkildim. Sesi sessizlikte yankılanmıştı. Kulaklarım çınlamıştı. Beni suçluyordu, haklıydı.

 

“Gidiyorsun, Gölge. Bırakıyorsun.”

 

Genzim sızladı. Gözlerimi tavana doğru kaldırdım. Kendime ağlamamak için engel olmaya çalışıyordum. Kafamı iki yana salladım. “Bırakmıyorum.” Dedim. Bana doğru bir adım daha attı. Ona dönsem yüzü yüzüme değerdi, öyle yakındı.

 

“Gitme o zaman,” dedi, ihtiraslıydı. “Abi bir şey söylesene!” bu cümlesi Özkan’aydı. “Gitmesin.” Dedi. Bana engel olamayacağını o da iyi biliyordu.

 

Zorlukla konuştum. “Gitmek zorundayım.”

 

Parmaklarını kolumda hissettim. Çok geçmeden beni kendine doğru çevirdi. Yüzüme baktı, gözlerimin içine. Kahverengilerindeki korkuyu gördüm. Kursağımda her zaman acı olacaktı. Kursağım acıyla dolacaktı. Bakışları kursağımdaki acıyı büyütüyor, taşırıyordu.

 

“Gitmek zorunda değilsin.” Dedi, yüzünü yüzüme doğru eğdi. Boğuluyor gibiydi. Ne söyleyeceğini, ne yapacağını bilmiyordu. Karmakarışıktı yine de diretiyordu.

“Halledebiliriz. Her zaman hallettik.” Dedi. Kafamı iki yavaşça yana salladım. Kolumu çekerek elinden kurtuldum.

 

“Kabul ettim. Geri dönüşü yok. Gitmek zorundayım.”

 

Gözlerinde söylediklerimi kabul etmeyen itirazlar vardı. İki elini de kollarına yerleştirdi. “Gölge benim kardeşim öldü!” yüzüme yüzüme bağırarak söylemişti bu gerçeği. Kendi söylediği kendini yendi. Elleri gücünü kaybetmiş gibi iki yanına düştü.

 

“Benim ablam da öldü.” Dedi fısıldayarak.

 

Gözümden bir damla yanağıma doğru aktı. İçim bu gerçekten nefret ediyordu. Kulaklarım bu gerçeği duymak istemiyordu. Dudaklarım bu gerçeği söylemek istemiyordu. Zihnim bu gerçeği kavramak istemiyordu!

 

“Şimdi de sen mi ölmek istiyorsun?” sert bir nefes verdi. “Gidemezsin. İzin vermem. Beni öldürmeden bu evden çıkamazsın. Bizi daha fazla dağıtamazsın.” Yüzünü yüzüme yaklaştırdı. “Duydun mu? Gitmeyeceksin.”

 

Dudaklarımı ıslattım. Dudağımı ıslatmış göz yaşımın tadını içtim. Derin bir nefes aldım. Omuzlarımı dikleştirdim. Gözlerinin içine dik dik baktım.

 

“Gideceğim.” Dedim. “Bana engel olamazsın.”

 

Ona arkamı döndüm. Tekrar.

Adım atmama yine kolumu tutarak engel oldu. O an Özkan’ın sesini duydum. “Bırak.” Dedi. Kemiklerim kırılsaydı ve her biri etimi delseydi keşke.

 

“Bırak gitsin.”

 

Bir damla daha aktı yanağımdan. Sızlattı.

Poyraz kolumu bıraktı. Önümde hiçbir engel kalmadı.

 

🥀

 

Soluklandım.

 

Çaprazımda, ayaklarını ileriye doğru uzatmış, sırtını yayvan bir tavırla ardına yaslamış şekilde koltuğa oturan Efruz’a baktım. Onunla göz göze geldim. Dışarıda yağan yağmurun sesi sanki arttı o an. Dışarısı kısaca aydınlandı, ardından gökyüzü kükredi. Gözlerim hafifçe kısıldı. Onun bakışlarında hiçbir değişim olmadı.

 

Salonun ışığı yanmıyordu. Şöminenin içinde harıl harıl harlanan odunlar salonu aydınlatıyordu. Ateşin verdiği ışık tüm salonda dansa tutuşuyordu. Gözlerimi Efruz’un gözlerinden çekerek duvara asılmış saate odakladım. Özkan ve Poyraz’la konuşalı neredeyse dört saat olacaktı. Bu kadar gecikmiş olmaları hayra alamet değildi. Saat gecenin ikisine vuruyordu.

 

“Gölge,” ismimi durmadan bana sevdirten adama çevirdim bakışlarımı. Saatlerdir susuyorduk. Yan yanaydık lakin düşüncelerimizin arasında evrenler vardı. Efruz sol ayağını sağ ayağının üstüne attı. Sağ kolu koltuğun arkasındaydı. Dudaklarını boğazıma acımsı bir leke bırakmak için araladı.

 

“Bazen gözlerinden ruhun akıyor.” Odayı mesken eden kelimeler duvarların üzerine yıkıldı. O duvarlar bir de benim üzerime yıkılmasın diye konuştum. “Ruhum benden olmak istiyor.”

 

Beklentisiz cevabım kaşlarını kaldırmasına neden oldu. Çehremi izledi. Ayrıntıların içinde ayrıntısız bir kelam bulmak için uğraşıyordu. Yanlış yapıyordu.

 

“Belki ondan kopmayı istemek yerine sahiplenirsen senden olmak istemez.”

Dudağımın kenarı yukarıya doğru belli belirsiz kıvrıldı. Ruhum durmadan kendine eziyet eden bir bedende yaşadığı için kendi elleriyle boğazına idam ipini geçiriyordu. Nefessiz kalıyordu. Ölür gibi oluyordu. Sonra arkasına nefretle bakıyor beni görüyordu. Ben yaşadığım sürece o sadece ölür gibi olacaktı.

 

Efruz’a cevap vermedim. Ruhum hakkında konuşmak istemiyordum. Kendim hakkında konuşmak istemiyordum. Konuyu değiştirmeli ruhumu ölür gibi olduğu yerde yalnız bırakmalıydım.

 

“Özkan ve Poyraz hâlâ gelmedi. Şimdiye çoktan gelmiş olmaları gerekiyordu.” Dedim sıkıntılı bir ses tonuyla. İçimde huzursuz bir tını vardı. Bu kadar gecikmiş olmaları gözüme hiç doğru gelmiyordu. Gözlerim saate tekrar ilişti. Dakikalar niye nazlanıyordu?

 

Alayla karışık ses tonuyla konuştu. “Trafik vardır,”

 

Kaşlarımı havalandırdım. Özkan ve Poyraz konu ben olduğunda trafik falan dinlemezdi. Bir haftadır ayrıydık. Ne halde olduğum meçhuldü. Onları durduracak şey bir trafik olamazdı.

 

“Bir yolunu bulurlardı,” dedim kendimden emin bir tavırla. Bacağının üstüne attığı ayağını indirdi. Ayaklarını ileriye doğru uzattı. Uzun boyu bir kez daha gözüme çarptı. “Bulamamışlar demek ki,” dedi bana bakmadan. Söylediği şey sinirime dokundu. Yine de tek kelam etmedim. Susmayı seçtim ve bakışlarımı cama çarpan yağmur damlalarına çevirdim.

 

“Geç oldu,” dedi Efruz süzülen damlalara odaklanmışken. “Uyumalısın.” Efruz’a bakmadan yanıt verdim. “Onlar gelene kadar uyumayacağım.” Aldığı sert nefesi duydum.

 

“Bu saatte kadar gelmediyseler demek ki sabah yola çıkacaklar. Kendine işkence etmenin bir manası yok.”

 

Kafamı çevirmeden gözlerimi gözlerine odakladım. “Onlarla konuştuktan sonra yola çıktıklarını biliyorum.”

 

Tek kaşını kaldırdı yavaşça. “Nereden biliyorsun? Vahiy mi iniyor sana?”

İfadesizliğe bürüdüm suratımı. Düz düz yüzüne baktım ve düz sesimle cevapladım. “Biliyorum çünkü onları tanıyorum Efruz.”

 

“Ne kadar tanıyorsun?”

 

Gözlerimi devirdim. “Ne yapıp yapmayacaklarını bilecek kadar tanıyorum.”

 

Gözlerini kıstı. Düşünüyor gibiydi. “Uzun zamandır berabersiniz o zaman,” dedi sorgular tarzda. Sorgusu beni işkillendirdi. Tek kaşıma kavis kazandırdım. Çenemi hafifçe omzuma doğru kaldırdım. “Yıllardır,” dedim, benim de sesimde bir sorgu vardı.

 

Gözlerini gözlerimden çekerek şöminede yanan odunlara baktı. “Ne kadar uzun olursa olsun şu an burada olmadıklarına göre yanılıyorsun.”

 

Dişlerimi birbirine bastırdım. Onları aramıştım tekrardan ama açmamışlardı. İkisi de. Ortada yanlış giden bir şey vardı.

Konuşacağım esnada dışarıdan gelen gürültüyle birbirimize baktık. Gürültü durdu. Dışarda yağan yağmur sesini duyurmaya kaldığı yerden devam etti. Saniyeler sonra kapı üç kez vuruldu.

 

Tak… tak… tak…

 

Kaşlarımız aynı anda çatıldı. Dışardaki her kimse emindim ki Özkan veya Poyraz değildi. Onlar insanların kullandığı uysal yolları kullanmazdı. Fısıltılı bir tonda konuştu.

 

“Şu dilinden düşürmediğin Özkan gelmiş olabilir mi?” sesindeki sitem havası kaşlarımı bir kat daha çatmamı sağladı. Onun tınını taklit ettim. “Eğer Özkan gelseydi kapıyı çalmazdı; kırardı.” Boğazımı temizledim. “Kerim olamaz mı?” diye sordum. Kafasını iki yana salladı.

 

“Eğer Kerim olsaydı kapıyı çalmazdı; açardı. Anahtarı var.” Gözlerimi devirdim. Bu adam beni cidden deli ediyordu. Kapı tekrar vuruldu. Bu sefer iki kez havalanan yumruk kapının canını yakmaya cüret etmişti.

Efruz yerinden doğruldu. Temkinliydi. Gözlerini pencerelerde dolandırdı. İki adımda yanıma doğru gelip kolumu tutarak, bir şey söylememe izin vermeden, beni oturduğum yerden kaldırdı. “Kaldığın odaya git, Gölge.”

 

Kafamı hırsla iki yana salladım. Ne yapacağımı bana söyleyemezdi. “Hayır, kimin geldiğini merak ediyorum.”

 

Mavi harelerini kucaklamış olan kirpikleri birbirine yaklaştı. Kolumdaki parmaklarını uyarır gibi tenime bastırdı. Gözlerini gözlerimin içine sabitledi. “Kimin geldiğini değil de sonunu merak ediyorsun bence. Şu odayı git ve ardından kapıyı kilitle. Beni uğraştırma.”

 

Tane tane sarf ettiği her kelimesi bir zorunlulukmuşçasına içime yazılıyordu. Niye kendimi onun sözünü dinlemek zorunda hissediyordum ki?

 

Kolumda var ettiği elini çekmeden yürümeye başladı. Hal bu ki ben de yürümek zorunda kalmıştım. Salondan çıkıp koridora adım attığımızda gözleriyle kaldığım odayı gösterdi. Elbette gitmeyecektim.

 

Omuz silktim.

 

Gözlerini devirdi. İçinden ufak bir sabır çekti. “Beni delirtiyorsun.”

 

Gülümsememek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Güzel, en azından duygularımız karşılıklıydı. Gözlerine bakmayı keserek tekrar vurulan kapıya baktım. Kapı artık şiddetle yumruklanıyordu. Belli belirsiz bir ses duyuldu. Tek kişi olmadığını anlamamız bu saniyelerde gerçekleşti.

 

Efruz hâlâ bırakmadığı kolumu iyice sıktı. Canımı yakmıyordu. Sadece tehdit ediyordu; ama benim umurumda mıydı?

 

Hayır.

 

Kolumu ondan çekip kurtardım. Kapıya doğru bir adım atmışken eli belime sarıldı. Belimdeki eli beni durdurdu. Sırtımı gövdesine yasladığı an fısıldadı. “Sen bana gerçekten kafayı yetirteceksin,”

 

Dişlerimi birbirine bastırdım. “Bırak beni.” Belimdeki elini yavaşça geri aldı. Beni gerçekten bırakacağını sandığımdan bir adım atmıştım ama adımımın sonu sırtını görmekle bitti. Bedenimi kendi bedeninin arkasına çekmişti. Dengemi kaybetmemek adına omuzlarına tutunduğumda saniyelik bir duraksama yaşadık.

 

“Acele etme.” Dedi. Bir adım attığında onunla birlikte bir adım attım.

 

Karanlık koridorda kapıya doğru ilerlemeye başladık. Elimi omzundan kendimi tamamen dengelediğimde çektim. O adım attıkça ben de atıyordum. Tek bir beden gibi kapının önüne geldiğimizde durdu. Ben de tam arkasında durdum. Kapının arkasına asılmış olan ceketinin ceplerini oldukça yavaş bir hareketle yokladı. Ses çıkartmamaya özen gösteriyordu. Elini geri çektiğinde parmaklarının arasında var olan karartı zihnimi de kararttı.

 

Eli artık boş değildi. Bir tabanca tutuyordu.

Bu karanlıkta kapının deliği bize hiçbir fayda sağlamayacağı için bakma gereği duymadı. İkimiz de kapının ardına geçtik. Kapının kulpunu tuttu.

 

Hareketlenmesini beklesem de o tam aksine gözlerinin radarını bana çevirdi. “Başıma dertsin.” Dedi fısıltıyla. Gözlerimi kıstım. Beni umursamadı ve kapıyı ışık hızıyla açıp tabancayı doğrultu. Kapı açılır açılmaz sitem dolu bir yakarış duyuldu.

 

“Dondum ayol! Ne halt yiyorsun iki saattir?!”

 

Sinyallerin yandığı zihnim ışıklarını kapatarak bir köşeye çekildi. Efruz kaldırdığı tabancayı indirdiğinde kapıya yasladığı kolunun altından başımı uzatarak dışarıya baktım. O an Kerim’le göz göze geldim. Beklediğim bir manzarayla karşılaşmasam da onu görmek küçük meleğin yüzünü güldürmüştü.

 

Kucağında taşıdığı esmer kızı sıkıca tutarken ikimize de bakıyordu. Kerim’in hemen arkasında Gülsema dikiliyordu. Ona baktığım anda bana gülümsedi. Umursamayarak tekrar Kerim’e döndüm. Kucağında taşıdığı ufak tefek kız pek kendinde görünmüyordu. Başını Kerim’in omzuna yaslamıştı. Görebildiğim kadarıyla gözleri kapalıydı.

 

“Biliyorum,” dedi Kerim fısıltıyla. “Nur yüzüme hasret kaldınız ama çekilinde içeriye gireyim artık.” Kucağındaki kıza baktı. “Küçük göründüğüne bakmayın, fil gibidir.”

 

İkimiz de sözleşmiş gibi kapıdan çekilerek bir adım geriye gittik. Efruz kapıyı Kerim’in girebileceği kadar açtı. Ben hâlâ Efruz’un kapıya yasladığı kolunun altından onları izliyordum. Kerim kucağındaki kızı elleriyle sabitleyerek içeriye girdi. Bir şey söyleme gereği duymadı. Hemen bizi geçip kucağında taşıdığı kızla salona doğru ilerledi. Adımları yorgundu, nefes nefeseydi.

Kerim’in ardından bakmayı keserek içeriye yeni adımını atmış Gülsema’ya döndüm. Üzerinde bir tedirginlik olduğunu yeni fark etsem de karanlığa aldanmayı istemiyordum. Efruz, Gülsema içeriye girdiği an sordu.

 

“Ne oldu?”

 

Gülsema’nın eli ensesine tırmandı. “Kerim anlatsa daha iyi abi,” diyerek bize ardını döndü ve o da Kerim gibi salona doğru ilerleyerek gözden kayboldu. Onun gidişini izlerken yüzümde dolanan gözleri hissettim. Gözlerimi Efruz’un gözlerine çıkarttığımda hâlâ kolunun altından etrafa bakındığım aklıma geldi. Kendimi son nefesimi verir gibi geri çektim. Dikleştim.

 

Bana aldırmadı. Kapıyı kapattı. Elinde tuttuğu tabancayı ceketinin cebine tekrar yerleştirdikten sonra arkasını bana dönerek solana doğru ilerlemeye başladı. Tam o saniyelerde salonun ışığı yandı. Yerimde dikilmeyi bırakarak ben de salona doğru ilerledim. Efruz salona girdi. Hemen onun ardından savsak adımlarla ben.

 

Salona girer girmez gözlerimi ve tüm algılarımı açtım. Kerim kanepeye yatırdığı kızın çehresini seyrediyordu. Hemen baş ucunda, dizlerinin üzerine oturmuştu. Yüzünde gördüğüm şefkat bana Poyraz’ı anımsattı. Hâlâ gelmemişlerdi. İçimdeki rahatsızlığın arttığını hissettim, derin bir nefes aldım. Önceliğim nelerin olup bittiğini öğrenmekti. Sonrasına bakacaktım.

 

Efruz, Kerim’e doğru birkaç adım attı. Gözlerini kanepede uzanan kızın üzerinde gezdirdi. Sert bir nefes verdi. Gözlerini kısmış kaşlarını çatmıştı.

 

Gülsema ise kanepenin arkasından başını eğmiş esmer kızı inceliyordu. Yüzünde bir endişe vardı.

 

Kimdi bilmesem de onlar için oldukça önemli olduğunu anlamamak aptallık olurdu.

 

“İyi mi?” diye mırıldandı Gülsema. Sesinden dahi anlaşılan endişe beni iyice meraklandırdı. Ayağıma fazla yük vermek istemediğimden duvara doğru iki adım yaklaştım ve sağ omzumu duvara yasladım. Artık Kerim’in yüzünü daha net görüyordum. Uyuklayan ya da baygın olan kızın yüzünü, gözünü dahi kırpmadan inceliyordu. Gözlerini yabancı kızın yüzünden çekmeden Gülsema’ya cevap verdi. “Endişelenecek bir şey yok, uyuyor.”

 

Bu, onun endişesiz hali miydi sahi?

Ayakta ifadesiz yüzüyle dikilen Efruz bir soru sordu. “Dönüş’e ne oldu?” gözleri kızın yüzünde dolaştıktan sonra Kerim’in yüzüne tırmandı.

 

Kızın adı Dönüş’tü. Asla kulak aşinalığı olmadığım ismi garibime geldi. Kaşlarım çatık, gözlerim kısık, şeytanlarım tetikteydi.

 

Kerim başını kaldırarak ayakta dikilen Efruz’a baktı. Dudakları aralanıp kapandı. Hareleri anlık olarak bana dokundu. Derin bir nefes aldıktan sonra Efruz’a yanıt verdi. “Kahraman.” Dedi, küfreder gibi. Tek bir kelime zaten gergin olan ortamı iyice gerdi. Efruz kısık sesli bir şekilde mırıldandı. “Onu öldürmeliydim.” Kimsenin duymadığı bu kelimeleri ben duymuştum. Kahraman dedikleri her kimse bu cemiyet tarafından sevilmediği aşikardı.

 

Efruz kendini toparlayarak sert bir nefes verdi. “O mu,” derken onlara doğru bir adım atarak benden uzaklaştı. Kızın yüzüne daha dikkatli baktı. “…yaptı?” diye sorarak bitirdi cümlesini. Kıvılcımların çıktığı ses tonunda ölüme ant içen gizler vardı.

 

Kerim kafasını iki yana salladı.

 

Kısa bir sessizlik oldu. Saniyelerce birbirlerine baktılar. Kerim sanki, sadece gözlerini kullanarak, tüm olayları Efruz’a aktardı. Efruz’un kaşları eski halini aldı. Düşünceli bir ruh haline büründü. Bakışmalarını kesen Efruz oldu. Sırtını bize döndü. Adımlarını yere inlete inlete basarak salondan çıktı. Saniyeler sonra dış kapının sesi duyuldu.

 

Beni Efruz’un çoktan çıkıp gittiği kapıdaki izlerine bakmaktan ayıran Gülsema’ydı. “Kerim, toparlar değil mi?” aramızda adımlar olmasına rağmen yutkunduğunu duydum. “Gittiğimizde kendinde değildi.”

 

Kerim’in Gülsema’ya bakan bakışlarını görmedim; lakin yatıştırıcı bir ses tonu kullanıyordu. “Daha büyük sorunların üstesinden geldi. Toparlayacaktır.” Dedikten sonra başını indirerek kızın yüzüne tekrar baktı. Dönüş’ün yüzünü göremiyordum çünkü Kerim’in bedeni önünü kapatıyordu. Kerim birkaç saniye başını kaldırmadan onu izledi. Sonra yavaşça ayaklandı ve yüzünü bana taraf çevirdi.

 

Gözlerinde tanıdığım Kerim’den hiçbir parça bulundurmuyordu. Maskesini tamamen indirmişti. Gerçek benliğiyle bana bakıyordu. Her şeye rağmen gülümsemeye çalışarak konuştu. “Çirkef hâlâ uyumamışsın,”

 

Omuz silktim. “Özkan ve Poyraz’ı bekliyorum.”

 

Tek kaşını kaldırdı. Kıyafetlerinde yağmur damlaları vardı. Üzeri kirliydi. Hayır, hırpalanmış gibiydi. Gömleğinin ilk iki düğmesi kopmuş üçüncü düğmesinin ipi bolarmıştı. Orada asılan düğme son anlarını yaşıyordu. Yüzünün sağ tarafında bir çizik vardı. Bana doğru bir adım attı. “Onlar kim?” diye sordu. Sesinin aksine görüntüsü bana hiç iyi şeyler düşündürtmüyordu. Her ne yaşadıysa gözlerine bir ağırlık çöktürmüştü.

 

Fersiz bir sırıtış ekledim suratıma. Fazla yalancıktandı. “Benimkiler,” dediğimde gözleri büyüdü. Abartarak konuştu. “Sana benzediklerini söyleme,”

 

“Bana benzemiyorlar.” Dedim isteğini yerine getirerek, hemen ardından devam ettim. “Ben onların yanında melek gibiyim.”

Büyüttüğü gözleriyle elini kaldırarak kalbinin üzerine yerleştirdi. Can çekişiyordu sanki. “Canlı kanlıyken cehennemi göreceğiz desene sen şuna be,”

 

Yüzümde var ettiğim sırıtışı büyüttüm. İkimizin de tek gerçeği sahtelikten ibaretti. Derin bir nefes alarak uyuyan kızın soldan görünen çehresine baktım. Biçimli ve küçük bir burnu vardı. Koyu renkli saçları yastığa serpilmişti. Özenerek serpilse bu kadar güzel durmazdı sanırım. Boyu kısaydı, öyle ki koltuğa rahatça sığabiliyordu.

 

“Ona ne oldu?” diye merakla sordum. Benim gibi gözlerini Dönüş’ün üzerine çevirdi. Tüm sahteliklerini bedeninden dışarı attı. Kafasını hafifçe iki yana salladı. “Önemli bir şey değil.” Diye mırıldandı.

 

Aslında demek istediği ‘Seni ilgilendirmez’di. Üzerinde durmadım. İma ettiği gibi beni ilgilendirmiyordu. Belki de dakikalar sonra bu evden ve bu insanlardan ayrılacaktım. Belki bir daha yüzlerini bile görmeyecektim. Kafamı ilgisi olmadığım olaylarla doldurmama gerek yoktu.

 

Kerim, Dönüş’ün çehresinde dolaşan bakışlarını bana çevirdi. “Üzerine düzgün bir şeyler giyin de yaralarını kontrol edeyim,”

 

İtiraz etmedim. Yeterince zorluk çekmişe benziyordu. Bir de benimle uğraşacak halinin olduğunu sanmıyordum. Yaslandığım duvardan bedenimi ayırdım. Bir an kaşları havalandı. Belli ki bu kadar kolay kabullenmeme şaşırmıştı. Umursamadım. Bakışlarımı üzerinden çekerek savsakça ilerlemeye başladım. Koltuğun önünden geçeceğim sırada gözüme takılan şey beni duraksattı. Yönümü değiştirdim. Kanepeye doğru ilerlerken Dönüş’ün yüzünü netlikle gördüm.

 

Ruhuma gebe kalmış çocukluğum fısıldadı. Adımlarım duraksadı.

 

Yüzü yara bere içindeydi. Sağ dudağının kenarı patlamıştı. Aynı şekilde sağ gözünün altında morarmaya yüz tutan bir şişlik vardı. Daha kötü olacağını anlamak güç değildi. Çenesinin solunda bir çizik vardı. Çizikten çıkan kanlar orda birliktelik kurarak kurumuştu.

 

Güzel yüzü mahvolmuştu.

 

Güzel yüzü mahvedilmişti.

 

Yutkundum. Boğazımdan geçen nefesim çocukluğumun nefesini kesiyordu.

 

“Onu döven her kimse solakmış.” Dedim. Dudaklarım karşımda gördüğüm kadın için konuşuyordu ama zihnimde çocukluğum duruyordu. Gözlerim kıyafetlerine kaydı. Bluzunun yaka kısmı yırtılmıştı. Teni açıktaydı. Sutyeninin askısı görünüyordu. Giyindiği pantolonun dizleri eskimişti. Dizlerinin üzerine düşmüştü. Ayaklarında ayakkabı yoktu. Çıplak ayakları temizdi. Kerim ya da Gülsema ayakkabılarını çıkartmış olmalıydı.

 

Sert bir nefes verdim. “Tek değillermiş,” Dedim onu dövenleri kastederek. Söylediklerim ikisini de şaşırtmıştı.

 

“Tek kişi olmadığı nasıl anladın?” diye sordu Kerim. Sağımda kalmıştı. Ona bakmadım. Kimseye bakmadım. Gözlerimi yere sabitledim. “Meslek sırrı,” dedim alay eder gibi. Daha fazla gözlerindeki şaşkınlığı görmek istemediğimden hızlı adımlarla salondan çıktım.

 

Koridora ayak bastığımda gözüm dış kapıya takıldı. Orada birkaç saniye oyalandı. Şeytanlarım bir şeyler fısıldadı ama onları dinlemedim. Yönümü kaldığım odaya çevirdim. Sakin adımlarla kaldığım odaya girdim. Burası soğuktu. Aslına bakılırsa salon dışındaki her yer soğuktu.

 

Sırtım istemsizce kapıya yaslandı. Gözlerim etrafta dolaştı. Oda temizlenmişti. Kan izleri gitmişti. Sandalye olması gerektiği yerdeydi. Bir şeylerin kapıldığım histen beni kurtarmasını bekledim saniyelerce. Kendi dünyamı görebileceğim bir şeyler aradım. Kendi dünyama ait hiçbir şey bulamadım.

Zaman geçti. Zamana ayak uydurarak ben de kendimden geçtim. Sırtımı yasladığım kapıdan ayırdım.

 

Odada bulunan ahşap gardırobu açtım. Askıya asılmış kıyafetlerin altında duran bir kutu dikkatimi çekti. Buradaki her şey gibi o da ahşaptandı. Üzerindeki işlemeler küçük meleğin merakını arttırdı. Elimi kutuya doğru uzatacağım sırada zihnime bir emir verdim. Kutuya dokunmaktan vazgeçtim. Havada kalan elimi dolabın kapakları ardına saklanmış olan çekmeceye doğru uzattım ve çekmeceyi kendime doğru çektim. Çoğunluğunun Gülsema’ya ait olduğuna emin olduğum iç çamaşırlarına bakındım. Fazla renkliydi.

 

Renkler içi ölmüş biri için ne kadar değerli olabilirdi?

 

Karanlık bir ruha sahipken bedenimin rengarenk olması hiçbir işe yaramazdı. Gözlerim iç çamaşırlarının yanında özenle katlanmış olan atletlere kaydı. Siyah olanlardan birini alarak doğruldum.

 

Gardırobun kapaklarını kapattım. Ayağıma fazla yük verdiğim için acımaya başlamıştı. O yüzden tek ayağımın üstünde zıplayarak yatağa doğru ilerledim. Kalçalarım soğuk yatağın yüzeyiyle buluştuğunda içim titredi.

 

Fena soğuktu…

 

Aslında soğuğa alışkın bir insandım. Soğukta yaşayan bir insandım; fakat bir haftadır soğuğa pek dayanabildiğimi söyleyemezdim. Sanki içime işliyordu buradaki soğuk, kanımı dondurmaya cüret ediyordu.

 

Yutkunarak üzerimdeki kazağı çıkarttım. Böylelikle soğuk iyice bedenimi sardı. Çıplaklığımı bir an önce kapatmak istediğimden hemen elimdeki atleti giyindim. Sutyen takmıyordum çünkü yaramın üzerine gelen askılıklar canımı yakardı. Takmamam gerektiğini Kerim açık bir dille söylemişti.

 

Yaramı kontrol ettikten sonra üzerimdeki atleti tekrar çıkartacaktım. Zaten şimdiden bu askılıkların bile rahatsız edici baskısını omzumdan geçen delikte hissediyordum. Efruz yarama bakarken herhangi bir şey giymiyordum çünkü benim için uğraştırıcı oluyordu. Kolumu kaldırıp indirmek canımı yakıyordu. O yüzden sadece hatlarımı kapatmayı daha mantıklı buluyordum.

 

Kerim gelene kadar pencereden dışarıyı seyrettim. Biraz üşüdüm. Sonra üşümeye alıştım. Saniyeler geçtikçe düşüncelerim beynimi aç bir kurt gibi yemeye başladı. Gecenin kolları arasındaki karanlık sarhoş bir kadını andırıyordu. Kendini öyle teslim etmişti ki geceye, saatler sonra günün doğacak olmasını umursamıyordu.

Kapı iki kez vuruldu. Düşünmeyi keserek penceredeki bakışlarımı kapıya çevirdim. “Gölge, girebilir miyim?”

 

Omuzlarım düşüncelerimin bende bıraktığı etki yüzünden kalkıp indi. Dudaklarımda tek bir kelime can buldu. “Gir.”

 

Kapı yavaşça açıldı. Kerim bedenini içeri sokabilecek kadar kapıyı aralayıp içeriye girdikten sonra ardından kapattı. Elinde yine o meşhur çantası vardı. Üzerini değiştirmişti. Siyah eşofmanın üstüne kalın, kırmızı bir sweatshirt giyinmişti. Göz göze geldiğimizde bana göz kırptı.

 

Hiçbir tepki vermedim.

 

Attığı büyük adımlarıyla birkaç adımda yanıma ulaştı. Çantasını oturduğum yatağın boş kısmına bırakarak doğruldu. Onu gözümü dahi kırpmadan izlediğimden olsa gerek sordu.

 

“Aklından hain planlar geçirmiyorsun değil mi?”

 

Dudağımın kenarı kıvrıldı. Belli belirsiz gülümsemem onun kaşlarını çatmasına neden oldu. “Bir ölü mezarından kalkmış da çürümüş olan derisindeki hücreleri uyandırmaya çalışıyor sanki,”

 

Kaşlarım havalandı. Anlayamayarak sordum. “Ne?”

 

Omuzlarını kaldırıp indirdi. “Öyle gülümsüyorsun,”

 

Söyledikleriyle burnumdan sert bir nefes verdim. Söylemek istediğini açık bir şekilde dile getirdim. “Ölüden bir farkım olduğu söylenemez,”

 

Kaşlarını söylediklerim boş bir şeymiş gibi kaldırdı. “Gayet nefes alıyorsun,” dedi, elini omzuma uzatıp aniden dokununca inledim. “Bak, canın da yanıyor.” Gözlerini gözlerime sabitledi. “Yani bir ölüden çok farkın var.”

 

Bu sefer ona cevap vermedim. Yaptığına sinirlenmiş olsam da susmayı tercih ettim. O da fazla uzatmadı. Yanıma koyduğu çantasını açtı. Gözüme ilişen bıçak bana ilk karşılaştığımız günü anımsattı. O bıçağı, boğazına dayamıştım. Kerim’i gözümü dahi kırpmadan kesebilecek bir öfkeye sahiptim. Şimdi geçmiş, yılları üzerine giyinmiş gibi geliyordu. Daha bir hafta olamamıştı oysaki.

 

Çantasına özenle dizilmiş tıbbi aletleri incelerken bana döndüğünü fark ederek ben de ona döndüm. Aramızdaki tüm mesafeyi kapatarak elini omzuma çıkarttı. Sol kolumdaki atletin askılığını indirerek sargı bezini çıkartmasına yardımcı oldum. O, omzumla ilgilenirken kendimi tutamayarak dudaklarıma kelimeleri oturttum ve kelimeler dudaklarımdan atlayarak intihar etmeye başladı.

 

“Kerim, içinde patlamaya hazır bir öfke var.” Kelimelerim sahiciydi. İnsanların gözlerinden neler hissettiğini az çok anlayabiliyordum. Efruz’da pek işe yaramasa da şu an gayet iş görüyordu. Kerim, gerçekten öfkeliydi.

 

İşini yapmaya devam etti. Omzuma sarılmış sargı bezini tamamen çıkarttı. Eli öndeki yara bandına gittiği sırada konuştu. “Öfkeliyim.” Dedi beni doğrulayıp bandı bedenimden sıyırırken. Eli hafifti. İşine verdiği özen hoşuma gidiyordu.

 

Saklamaya çalıştığı öfkesini bu sefer saklama gereği duymadan sesine yansıttığı için şaşırsam da belli etmedim. Neden öfkeli olduğunu biliyordum, az önce kendi gözlerimle görmüştüm. Sadece ne olduğunu bilmiyordum. Bilmek istiyordum. Bilinmezlikler benim sevdiğim şeyler arasında yoktu. Belki de benim sevdiğim şeyler bile yoktu.

 

“Beklemediğin bir anda, hiç beklemediğin birine, üstelik hiçbir suçu yokken zarar verildiğinde öfkelenmemek elde değil. Bunu en iyi sen bilirsin bence.”

 

Yutkundum. Biliyordum, hissettiğini bana çok kez hissettirmişlerdi. Bununla yetinmemiş, o hisle yaşamama devam etmemi sağlamışlardı. Buna yaşamak denmiyordu benim lügatimde.

 

Kerim’i şen şakrak görmeye alışmıştım. Fark etmiştim ki onu sinir bozucuyken daha çok seviyordum. O an küçük melek tek kaşını kaldırmaya çalıştı. Pek başarılı değildi ama yine de bakışlarında yatan sorguyu hissettim. Doğruydu; ben Kerim’i ne zaman sevmeye başlamıştım ki bir de bunun hesabını yapıyordum? Belli ki sadece dilim sürçmüyordu, düşüncelerim de sürçüyordu.

 

“O, senin sevgilin mi?” diye sorduğumda kafasını iki yana salladı. “Çocukluk arkadaşım.” Dedi. Kaşlarım yükseldi. “Yani kardeşin?”

 

Gözlerini kapatıp açtı beni onaylamak ister gibi. Sert bir nefes verdim.

 

“Bunun bedeli ölüm olmalı.” Dedim o kıza yapılanları kastederek.

 

Söylediğim şeyle başını kaldırarak benimle göz teması kurdu. Eli duraksadı. “Öldürdüğün zaman bana yapmış oldukları da ölseydi söylediğini kabullenebilirdim. Ama Gölge, iş işten çoktan geçti bile. Bu saatten sonra onu, onları öldürsem bana ne yararı olacak zararından başka?”

 

Şeytanlarım bu kelimelere arkasını döndü. Doğru kelimeleri aradım ama bulmakta pek başarılı değildim. Söylediklerini kabul etmek istemiyordum.

 

“Peki, varlığı sana zarar vermeye devam ediyorsa?” dudaklarımı ıslattım. “Varlığı sadece sana değil, değer verdiklerine de zarar veriyorsa? Elinde kalan son kişinin canını yakıyorsa? Ondan başka kimsen olmamasına rağmen yine öldürmeyi seçmez misin? Hayatını adadığın insanın can çekişmesine izin mi verirsin?”

 

Yeni yara bandını omzuma yapıştırdı. Sonra doğruldu. “Hayır. Yürüyeceğim yolun ölüme çıkmasına gerek yok. Her zaman, görünmüyor olsa bile, bir kurtuluş yolu vardır. Her zaman olur.”

 

Kaşlarımı çattım. Direttim. “Ya yoksa?”

O da kaşlarını çattı. “Senin için yok muydu Gölge?” diye sordu ciddi bir ifadeyle.

 

Anlık bir duraksama bedenimi alt üst etti. Dişlerimi birbirine bastırdım. “Benden konuşmuyoruz,” dedim sitemle.

 

Kafasını olumsuzca iki yana salladı. “Bence, senden başkasını da konuşmuyoruz.” Dedi. Derin bir nefes verdi.

 

Şeytanlarım uğuldarken o bakışlarımdaki öfkeyi umursamadan arkamdaki yara bandını usulca çıkarttı. Bedenimi minik bir sızlama esir aldı. Canım çok yanmamıştı yine de nefesimi tutmuştum. Canımın yanmasından korkuyordum. Omzum, bedenime ağır gelen bir yaraya sahipti. Artık bunu kabullenmiştim. İyileşmesini istiyordum, acı çekmekten bıkmıştım. Kerim omzumu tamamen muayene edene kadar bir daha sesimi çıkartmadım. Zaten ne zaman bir şey söylesem olay hep kendi ruhuma dönüyordu. Konuşmayı da hiç sevmiyordum artık.

 

Omzumu yeni bir sargı beziyle sardıktan sonra çantasından döktüğü eşyalarını toparlayıp ağzını kapatma gereği duymadan ayaklarımızın altına koydu Kerim. Dikleşerek gözlerimin içine baktı.

 

“Öndeki dikişlerin kaynaşmaya başlamış. Bu iyi bir şey. Sırtındaki zımba telleri…” Suçlayıcı bir tavırla baktı. “… rahat durmadığın için derini fazla çekiştirmiş. Var olan yaranın dışında bir yara açılmasından korkuyorum.” Nefes aldı. “Bu yüzden zımbaları çekip dikiş atmayı düşünüyordum ama bir daha öyle bir acıya katlanmayı istemeyeceğini tahmin ediyorum. O yüzden kendini zorlamayı kes.” Daha önce bana açıklama yaparken yumuşak bir ses tonu kullanıyordu. Şimdi ise sertti sözcükleri.

 

“Birkaç gün daha kendini zorlama. Zaten merhemler en çabuk şekilde derini birbiriyle kaynaştıracaktır. Senin tek yapman gereken ölüme koşmamak.”

 

Kaşlarım çatıldı. Göle düşmeme vurgu yapıyordu. Bas bas bağırıp bilerek yapmadığımı dile getirmek istesem de sustum. Konuşmasını dinlemeye devam ettim. “Bu birkaç gün önemli Gölge. Elinde kalıcı titremeler olabilir. Yaptığın her hareketi düşünerek yapmalısın.”

 

Kafamla onu onayladım. Gözlerime bir süre ciddiyetle baktı. Tek kaşını kaldırdığında oflar gibi bir nefes verdim. “Tamam. Dikkatli olacağım.” Pek inanıyor gibi görünmese de bir şey söylemedi. Tam önümde eğilerek dizini yere koyduğunda ayağıma da bakacağını anladım. Zorluk çıkartmadan sargıyı açmasını bekledim. Özkan ve Poyraz’la konuştuktan sonra Efruz ayağımı da sarmıştı. Merhem sürmeyi ihmal etmemişti. Canımı yakan bir merhem değildi sürdüğü. Kerim sargıyı açtıktan sonra ayağımdaki dikişleri kontrol etti. Özenle yaptığı kontrolden sonra hâlâ dizleri üzerindeyken çatık kaşlarıyla yüzünü yüzüme doğru kaldırdı. “Ayağının üzerine yükünü fazla veriyorsun.”

 

Omuz silktim. “Başka türlü yürüyemem.”

“Yürümeyip otursan Çirkef daha iyi olmaz mı sence?”

 

Yine omuz silktim. “Birine bağımlı olmayı sevmem.”

 

“İnsanların sana yardım etmesi seni onlara bağımlı yapmaz. Ki insanız biz. Birbirimize elbette yardım edeceğiz.” Dedikten sonra yere koyduğu çantasından bir pamuk parçası alarak dikişlerimin çevresini temizledi.

 

Doğru söylüyor olabilirdi ama benim de doğrularım vardı. Ayağıma yeni sargıyı dolarken konuştum. “O insanlar arasında değilim ben. Hiçbir zaman da olmayacağım.” Söylediklerimi duymazdan geldi. Ayağımla işini bitirdikten sonra çantasını toparlayarak kapattı. Çantayı yatağa yasladı.

 

Aldığı derin nefesle yüzüne bakma ihtiyacı duydum fakat o bana bakmadı. Gitmesini bekliyordum aslında. Gitmemişti. Bir adım sağa kayarak yanımdaki boşluğa oturdu, hiç beklemeden sırtını yatakla buluşturdu. Yatağa uzanmıştı ama ayakları hâlâ yere değiyordu. Dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. Beni umursamadı. Zaten gözleri ben de değil ahşap tavandaydı. Bir elini başının altına aldı.

 

Birkaç saniye onu izledim. Ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalıştım. Pek başarılı olamadım. Bu yüzden onu izlemeyi keserek önüme döndüm. Pencerenin ardındaki karanlığa baktım. Omuzlarım düştü.

 

Karanlık için üzülüyordum. Geceyi ise hep suçlu ilan ediyordum.

 

Oysaki onların birbirinden pek farkı yoktu.

 

“Gölge,” dedi Kerim. Sesi normal ses tonunun biraz altında olsa da ev sessiz olduğundan gayet net duyuluyordu. Herhangi bir tepki verme gereği duymadım. Karanlığın içini dikizlemeye devam ederken Kerim sözlerinin devamını getirdi. “Teşekkür ederim.” Dediğinde tek kaşımı kaldırdım. Dudaklarımı araladım.

 

“Neden?”

 

“Gülsema-” diye lafa başlamışken onu susturdum. “Kendim için yaptım.” Sert bir nefes verdim. “Kendimden başkası da umurumda değil.”

 

Kulaklarıma kıkırtısı doluştu. Neye güldüğünü anlayamadığım için kaşlarım çatıldı. Sormama gerek kalmadan konuştu. “Bu kadar iyi yalan söylüyor olman beni ürkütüyor açıkçası.”

 

Yüzümü sabitledim. İfadelerimi gizledim ve çenemi omzuma doğru kaldırarak yüzüne baktım. “Ürkmen gereken başka şeyler var.” Dedim şeytanlarımın tonunu da kullanarak. Söylediğim şey anlık olarak yutkunmasını sağladı. Gözlerini büyüterek korkuyla yüzümü inceledi; ama sadece rol yapıyordu. Çok geçmeden yüzündeki yalancı ifadeyi sildi. Bana dikkatlice baktı. “İtiraz etmedin,” dedi tek kaşını da kaldırarak.

 

Omuz silktim. “Seni hiçbir şeye inandırmak zorunda değilim. İstediğini düşünebilirsin. Sadece düşüncelerine beni ortak etme.”

Yüzüne bakmayı keserek önüme döndüm. Gözlerim yine karanlığa odaklandı. Birkaç dakika ikimiz de sessiz kaldık. Bu sessizlikte fısıltısını gayet net duydum.

 

“Kendinden başka herkes umurunda Çirkef.”

 

Gözlerimi kapattım. Duymazlıktan geldim. Her zaman yaptığım gibi yapacaktım. İnsanların benim hakkımda neler düşündüğü umurumda değildi. Birçok kez suçlanmıştım. Birçok kez ayıplayan bakışlara maruz kalmıştım. Birçok kez takdir edilmiştim. Hiçbirinde bana yansıttıkları duyguları hissetmemiştim. Beni ayıpladıklarında aslında ortada ayıplanacak bir şey olmadığını bir tek ben biliyordum. Suçladıklarında aslında suçlunun ben olmadığımı yine bir tek ben bilmiştim. Beni taktir ettiklerinde ise suçlu bendim. Benim bildiklerimi bilmiyordu insanlar. Benim yaşadıklarımı yaşamamışlardı. O yüzden istedikleri yorumu yapmakta özgürlerdi. Doğru olanı ben bildiğim sürece söyledikleri hiçbir şey umurumda değildi. Olmayacaktı da.

 

Süregelen sessizliği Kerim bozdu.

“Bugün gideceksin demek,” Sesi tanıdığım Kerim gibiydi. Soru sorar gibi çıkan ses tonuna başımı sallayarak yanıt verdim. Aslında arkamda olduğundan söylemek istediğimi ne kadar kavradı bilemiyordum. O yüzden konuşmayı da tercih ettim. “Evet.” Anlık bir histeriyle sözlerimi devam ettirdim. “Ama beş saat oldu. Hâlâ gelmediler.”

 

“Eh, İstanbul’da değiliz sonuçta Çirkef. Uçarak gelecek halleri yok ya ayol, yoksa onların da mı özel güçleri var kız?”

Başka zaman olsaydı bu söylediğine gülerdim. Tanıdığım Kerim geri geldiği için memnun olduğumdan kelimelerimi saklama gereği duymadım. “Olay mesafe değil Kerim. Çok geciktiler. Bunu normal karşılayamam. Bir şey olmasaydı en fazla üç saate burada olurdular.”

 

Hayretle konuştu. “Anlaşılan gerçekten uçuyorlar,”

 

Burnumdan sert bir nefes verdim. Gülmemek için kendime engel oldum ve başımı çevirerek yüzüne baktım. “Ben önemliyim.” Dedim üstün bir ifadeyle. “Özellikle onlar için,”

 

Yüzüne bir ‘vay be’ ifadesi kondu. Sonra anlık bir ifade geçişi yaşadı ve ciddiyete büründü. “Kız yoksa birisi senin sevgilin mi? Hayır,” kafasını hızla iki yana salladı. “Buna gerçek olsa bile inanmam.”

 

Kaşlarımı çattım. “Niyeymiş?”

 

“E hayatım bu güzelliği hangi erkek kaldırabilir?”

 

Bakışlarım, düşüncelerim ve şeytanlarım duraksadı. Küçük melek ise mutluluktan fink atıyordu. Anlık yaşadığım şoku üzerimden atmak istediğimden boğazımı temizledim. Yüzüme muzip bir ifade yerleştirdim.

 

“Bana mı asılıyorsun?”

 

Kısık sesli bir kahkaha attı. Gülücüklerinin arsından konuşmayı ihmal etmedi. “Efruzcuğum olmasaydı bu dediğin olabilirdi. Yani biliyorsun şu an dağ adamcığımı elde etmeye çalışıyorum. Ah, o kaslarını görmedin mi?” aklıma kasları geldi. “Onlar beni daha çok etkiliyor. Şansına küs artık. Başka bir sefer de sana asılırım.”

 

Gülümsedim.

 

Derin bir nefes aldım. Kerim’le konuşmak hoşuma gidiyordu. Onu tanıdığım için bir bakıma memnundum. Farklı biriydi. Kendi dünyamdaki insanların dışında birileriyle tanışmak değişik hissettirmişti.

 

Dudaklarımı birbirine bastırdım. Kendi dünyamdaki insanlarla olmadığıma göre kurallarımı çiğneyebilirdim. Kerim gibi yaptım. Dikkatli bir şekilde yatağa uzandım. Aramızda pek bir mesafe yoktu ama birbirimize temas etmiyorduk. Benim de ayaklarım hâlâ yere değiyordu. Gözlerimi ahşap tavana diktiğim sırada sordu.

“Sevgilin falan yok değil mi çirkef?”

Şeytanlarım sırıttı. “Gayet var,”

 

“Ne?!”

 

Kafamı yana doğru çevirerek onun hayretler içindeki yüzüne baktım. “Ben böyle bir şeye inanmıyorum. Senin sevgilin falan yok. İşte o kadar.”

 

Direttim. “Özkan benim sevgilim.” İçten içe kıkırdadık. Özkan böyle bir şey dediğimi duysaydı beni kesebilirdi; lakin onun duymasına gerek yoktu sonuçta. Kerim’le aramızda kalabilirdi bu küçük ve asla doğruluk payı olmayan sır.

 

⌛️

 

Bölüm sonuu!!

 

Nasıl??

Beğendiniz mi bölümü?

 

En sevdiğiniz kısım neresi oldu?

 

Özkan'ı sevgilisi ilan eden Gölge'ye Efruz'un tepkisi ne olur?

 

VOTE VE YORUMU UNUTMAYINNN♥️♥️

İNSTAGRAM; ZEYNEPİZEM

 

Loading...
0%