Yeni Üyelik
14.
Bölüm

ON ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

@zeynepizem

 

İNSİZ ŞEH'R

 

BÖLÜM ON ÜÇ

 

🥀

 

Nefeslenirken konuşmayı da ihmal etmedi. “Hissetti,” dedi. Kolumda duran bir elini çekti. Diğer eli elimi tuttu. Onu hissediyordum. Artık onu kabul ediyordum.

 

Parmaklarım elini sardığında gülümsedim. İçime farkına varmadan yerleştirmiş olduğum korku zamana karışmaya başladı. İçimde görmezden geldiğim, görmediğim için de yok sandığım onca şey vardı. Şimdi anlıyordum, görmezden geldiklerim beni çürütüyordu.

 

Gözlerimi Efruz’un gözlerine doğru kaldırdım. Mavilerimiz birbirine karıştı. Bana gülümsedi. “Hissediyorsun.” Dedi. Kafamla onu onayladım. “Hissediyorum.” Dedim. Sonra Efruz’un elini tuttuğum gerçeğini şeytanlarım fark etti. Anında bir emir yankılandı. Elimi elinden çektim. Bu ani atağım omzuma yeni bir acı saplattı. Gözlerimi acıyla kıstım; ama sorun değildi. Hissediyordum. Şu an benim için önemli olan tek şey buydu.

 

Efruz önümde doğruldu. “Yavaş ol.” Dedi. Omzu ve başı arasında sıkıştırdığı telefonu elinin içine aldı. “Neden?” diye sordu. Kısa bir süre çatık kaşlarıyla karşı tarafı dinledi. Kerim’in durmadan konuştuğunu anlamak çok da güç değildi. Efruz en sonunda gözlerini devirdi. Telefonu kulağından indirdi ve bana doğru uzattı.

 

“Seninle konuşacakmış,” dediğinde tek kaşımı kaldırdım. Sağ elimin görevini sol elime devrederek göğsümü kapattım. Sağ elimle Efruz’un bana uzattığı telefonu aldım ve kulağıma yasladım. Sesim merakla çıkmıştı.

 

“Kerim?” dediğim anda bir çığlık attı. “Kız çirkef!!” sesi kulaklarımı çınlattığı için yüzümü buruşturarak telefonu hafifçe kulağımdan uzaklaştırdım. Kaşlarım çatılmıştı. Telefonu tekrar kulağıma yasladım ve sitemle sordum.

 

“Ne bağırıyorsun?”

 

Kıkırdadığını işittim. “Kulaklarının pasını şahane sesimle sileyim dedim hayatım,”

 

Onu bu yaptığına pişman edebilirdim ama halim yoktu. Şu an bu dolabın üzerinde zor oturuyordum. Kendimi biraz bıraksam yere yığılırdım. “Ne istiyorsun?” diye sorduğumda olumsuz bir tını yükseldi dudaklarından. “Aşk olsun, öyle mi denir? Halimi hatırımı sormuyorsun alınıyorum.”

 

Gözlerimi devirdim. “Kapatıyorum.” Dediğimde sesini yükseltti. “Kız dur! Ben bu sabah haşlamadım mı seni? Benim yüzüme telefon kapatamazsın demedim mi?”

 

Yüzüme anlamsız bir ifade kondu. “Haşlamak mı?”

 

Güldü. “Siz sosyeteler de hiçbir şeyi bilmeyin zaten.” Boğazını temizledi. “Neyse neyse, bak gerçekten diyorum bugünü hareketsiz atlatsaydık şükür namazı kılacaktım. Resmen sevabıma mâni oldun. Yine atlatamadık; ama bakıyorum ki sen atlamışsın hayatım göle,”

 

Yüzüm düz bir ifadeye büründü. “Atlamadım,” dedim ifadesizce. “Düştüm.”

 

“Ah hayatım, orda olsaydım tutardım ben seni.”

 

Kaşlarım havalandı. Söylediği beni neredeyse gülümsetecekti. İstifimi bozmadım. “Neyse ki yoktun,” dedim. Kısa bir sessizlik yaşandı.

 

“Çirkef,” Dedi o an. F’ harfine baskı yapmıştı. Sert bir nefes verdiğini işittim. Aniden sesi ciddileşti. “Nasıl hissediyorsun kendini?”

 

Dudaklarımı ıslattım. O sırada gözlerim Efruz’un gözlerine kaydı. Dikkatlice beni izliyordu. “Doğruyu söylememi ister misin?” diye sorduğumda gözlerimi Efruz’un gövdesine indirmiştim. Islak kazağı vücuduna yapışmıştı. Kaslarının hat çizgileri belli oluyordu.

 

“E yani hayatım,” diye cevapladı Kerim beni. “Pek kendimde hissetmiyorum kendimi.” Dedim. Beni anında yanıtladı.

 

“Ufak bir şok yaşamışsın, korkmana gerek yok. Böyle yaralanmalarda şok durumları normaldir. Birkaç saate bir şeyin kalmaz. Sen sadece herhangi bir darbe almamaya dikkat et.”

 

“Tamam.” Dedim söylediklerine karşılık olarak. Gözlerim hâlâ Efruz’un gövdesinde dolanıyordu. Gövdesine bakmak gözlerine bakmaktan daha kolayıma geliyordu. “Güzel,” dedi Kerim. “Şimdi Efruz’la konuşmam lazım.”

 

Bir şey demedim. Telefonu kulağımdan uzaklaştırdım ve Efruz’a doğru uzattım. Onun bana söylediğini söyledim. “Seninle konuşacakmış.” Gözlerimin içine bakarken durulmuş maviliklerini görmek beni rahatlatıyordu. Az önceki ifadeden eser yoktu. İkimizde de.

 

Elimdeki telefona doğru uzandı. Eli elime kısacık bir süre zarfında temas etti. Telefonu elimden aldı ve kulağına yasladı. “Söyle.” Dedi o an. Kerim’le konuşuyor olmasına rağmen dikkatli bakışlarından ödün vermiyordu. Yarım dakikayı bulan bir süreyle Kerim’i dinledi. Sonra kaşlarını çattı.

 

“Bir cıvımasan olmuyor değil mi Kerim?” diye sordu. Kafasını olumsuzca iki yana salladı. “Göstereceğim ben sana doğruyu! S*ktir git! P*zevenk seni!”

 

Efruz küfreder gibi küfretmiyordu Kerim’e. Sanki Kerim’i sevme tarzı böyleydi. Düşündüğüm şeyin saçmalığı kaşlarımı çatmamı sağladı. Efruz sabrı sınanıyormuş gibi bir nefes verdi. “Kapatıyorum birader,” dedi sonra; ama Kerim ona engel olmuş olacak ki telefonu kulağından çekmedi. Dinlemeye devam etti. “Hayır, ne söyleyeceksen bana söyle.”

 

Tek kaşım yavaşça kavislendi. Dinledi ve konuştu. “Oğlum laftan anlamıyor musun lan sen?! Vermiyorum diyorum. Yirmi beş yıllık hayatına başlatma şimdi beni!” gözlerimi kıstım. Bu konuşmanın bir sonu gelmeyecek gibiydi. Elimi kaldırdım. Efruz’un kulağına dayadığı telefonu çekip aldım. Beklemediği hareketim onu duraksattı. Yaptığım sanki çok normal bir şeymişçesine onu umursamadan telefonu kendi kulağıma yasladım.

 

“Kerim?” dediğimde karşı taraf derin bir nefes aldı.

 

“Ay sonunda be! İkna kabiliyetlerim az kalsın son buluyor sandım hayatım.” Anlamadığım için kaşlarımı çattım. “Anlamadım,” dedim netlikle. “Aman boş ver hayatım,” dedi. “Bak şimdi ben sana ne diyeceğim,” konuşmadan sabırla konuşmasını bekledim.

 

“Çirkefciğim göle düştüm dedin ya vallahi hiç inanasım gelmedi hayatım. Yani taş gibi hatunsun, sen göle düşme göl sana düşsün.”

 

Yüzümde mantıksız bir ifade oluştu. Bir yandan söyledikleri komiğime gitmişti diğer yandan ise mantıklı hiçbir kelime sarf etmemiş olması sinirime dokunmuştu. “Sarhoş musun?” diye sorduğumda güldü.

 

“Sarhoş değilim bir hoşum.” Kerim’i anlamakta ciddi anlamda zorluk çekiyordum. Ama Küçük melek onunla konuşurken eğleniyordu. Benim dünyama ait olmadığı o kadar belliydi ki ona karşı bir merak büyütüyordum içimde. Ben daha konuşmaya girmeden telefonun ucundan tekrar konuşmaya başladı.

 

“Ya her şeyi geç de ben bir ‘şeyi’ merak ediyorum,” Efruz’un sabırsız bakışlarına aldırmamaya çalışarak sordum. “Neyi?”

 

“Yani şimdi sen suya düştün sonuçta, eh benim dağ adamımda pek yardım severdir malum. Acaba diyorum ki sana suni teneffüs falan yapmış olabilir mi?”

 

Dedikleri karşısında gözlerim büyüdü. Beni asla düşünmeyeceğim şeyler düşünmeye sevk etti. Bir an için Efruz’un dudaklarını kendi dudaklarımın üzerinde düşündüm. Ki bunu yapmış olmam isteri nöbetine girmiş gibi öksürmeme neden oldu.

 

“Kız ne oldu? Aklına mı geldi?”

 

Öksürüklerimin arasında telefonu neredeyse yere düşürecektim. Ne olduğunu anlamaya çalışan Efruz’a bakmamaya çalışarak derin bir nefes aldım.

 

“Sen,” dedim hemen devam edemedim. Çünkü kalbim hâlâ düşündüğüm şeyin etkisiyle sarsılıyordu. “Sen gerçekten ölmek istiyorsun Kerim.”

 

Telefonun ardındaki kahkahasını duydum. Resmen cadıların attığı kahkahaya bin basar bir iticilikle kahkaha atıyordu. İstemsizce telefonu kulağımdan uzaklaştırdım. Bu kahkahasını Efruz’un duyduğuna da yemin edebilirdim ama ona bakmadığım için kanıtlayamazdım. Sonunda kahkahalarını kestiğinde konuşmayı başarabildi.

 

“Şaka yapıyorum hayatım,” dedi, hâlâ güler bir tarzla konuşuyordu. “Efruzcuğumun dudakları bana özel. O benim dağ adamım. Sakın göz koyayım deme.”

 

Bu muhabbet haddini aşar bir vaziyete dönüştüğü için artık suratına kapatmam gerektiğini düşündüm; lakin benden önce Efruz davranarak telefonu elimden aldı ve kendi kulağına yasladı.

 

“Yeter kafa ütüledin. Kızları sık boğaz etmeden getir.” dedi ve der demez telefonu kapattı. Kızlardan kastı neydi? Gülsema dışında biri daha mı gelecekti ya da birileri? Kafa yormayı gereksiz bularak düşüncelerimin yönünü değiştirdim. Bakışlarımı Efruz’a çevirdiğimde o da aynı saniyede bana baktı. Elindeki telefonu oturduğum dolabın üzerine bıraktı. Ardından tüm dikkatini bana yoğunlaştırdı.

 

“Kerim merhem sürmemi istedi.” Dediğinde duraksadım. Bedenimde hafif bir ürperdi dolandığında kafamı belli belirsiz iki yana salladım. “Olmaz.” Dedim son nefesimi veriyor gibi. Kaldıramazdım. Biliyordum bir kez daha bedenimi aşan bir acıya dayanamazdım. Bu halde olmazdı. “Şimdi değil,” dedi Efruz. “Önce duş almalısın. Sonra omzunun durumuna göre bakacağız.” Şimdide sonrada beni tatmin etmedi. Sürmek istemiyordum o merhemi. Çok acıtıyordu. Bir şey söylemeden gözlerimi gözlerinden çektim. Birkaç saniye sonra hareketlendi. Yere doğru eğildi ve tekrar dikleştiğinde elinde küçük, siyah bir çanta gördüm.

 

Varlığından haberdar değildim. Belki de Efruz telefon için gittiğinde o çantayı da getirmişti. Bilmiyordum. Küçük çantanın fermuarını açtı. İçindeki ilk yardım malzemeleri haricinde daha önce görmediğim birkaç şey daha vardı.

 

“Omzunu saralım,” derken çantanın içinden birkaç malzeme çıkartıyordu. Malzemeleri oturduğum dolabın üzerine bıraktı. Önceliğini sırtımdaki yaraya verdi. Yarama pansuman yaparken konuşmayı ihmal etmedi. “Yara bantları su geçirmez. Yine de dikkatli ol. Suyu yaralarına temas ettirmemeye çalış.”

 

Herhangi bir cevap vermedim. Bahsettiği yara bandını pansumanı bitirdikten sonra iki yaramın üzerine de kapattı. İşini bitirdiğinde derin bir nefes alarak yüzüme baktı. Kolladığım fırsat önüme geçtiğinde dudaklarımı aralayarak sordum.

 

“Duş almak zorunda mıyım?”

 

Gözlerini hafifçe kıstı. “Duş almazsan hasta olursun,” kafamı salladım. Buradan kalkacak hale bile sahip değilken nasıl duş alacaktım hiçbir fikrim yoktu. Yine de karşı çıkmadım. Üşüyordum, belki sıcak su üşümeme engel olurdu. Hem neredeyse bir haftadır banyo yapmıyordum. Kendi kokumdan rahatsız olduğum bir raddeye gelmişken bu fırsatı geri tepemezdim.

 

Dolaptan kalkmak için hareketlendiğimde önümde dikilen Efruz hemen sağ kolumu tutarak ayaklarımın üzerine yumuşak bir iniş yapmamı sağladı. Değişen dengem anlık olarak gözlerimi karartsa da toparlanmam çok uzun sürmedi. Boğazımı temizledim. Hâlâ kolumu tutan Efruz’a kaldırdım bakışlarımı.

 

“Gölge,” dedi usulca. “Yardım edebilirim,”

 

Açık konuşmak gerekirse şu an en fazla ihtiyacım olan şey yardımdı fakat kabul edecek değildim. Gözlerinin içine bakmaya devam ederken kafamı iki yana salladım. “Halledebilirim.” Dedim. Söylediğime inanıp inanmadığını anlayamadım açıkçası.

 

Kolumdaki elini geri çekti. Benden birkaç adım uzaklaştıktan sonra duvara monte edilmiş dolabın kapağını açtı. Dolaptan iki tane özenle katlanmış havlu çıkarttı. “Temizler,” dedi havlulara hitaben. Daha sonra havluluları az önce oturduğum dolabın üzerine bıraktı. Gözlerimin içine baktı yeniden.

 

“Kıyafet ayarlayacağım. Kapının önüne bırakırım.”

 

Dudaklarımı ıslattım ve “Sağ ol.” Dedim. İlk kez yaptıklarından dolayı ona minnette bulunduğum için şaşırmıştı sanırım. Kafasıyla beni onayladı. “Dikkatli ol,” dedi. Bir iki adım geri gittiğinde onu kafamla onayladım. Banyodan çıktıktan sonra kapıyı ardından kapattı.

 

Neden bilmiyorum ama kapıyı ardından kapattıktan sonra derin bir nefes verdim. Birkaç saniye öylece durdum yerimde. Sonra göğüslerime bastırdığım elimi serbest bırakarak yanıma düşmesini sağladım. Tişört yırtık olduğu için elimi çektiğim an sol göğsüm açılmıştı. Pek umurumda değildi ama hayatımda kimseye güven duymadığım için kapıya doğru yaklaşarak kilidi bir kez çevirdim.

 

Omzumun sızısı ayağımı geri planda bırakıyordu şu an. Şeytanlarımın ıslak kanatları hâlâ kurumamıştı. İçleri alev alevdi ama içlerindeki alevi dışarıya yansıtamıyordular.

 

Durmaya devam ettikçe yorgunluğumun arttığını anladığımdan daha fazla dikilmedim. Elimi ıslak tişörtüme attım ve üzerimde kalan kısmını çıkarttım. İç çamaşırımdan da kurtluktan sonra bedenimi duş kabininin içine aldım. Çok soğuktu.

 

Üzerime gelmemesine dikkat ederek suyu açtım. Sol elimle suyun sıcaklığını kontrol ettiğimde sol elimin zihnimdeki varlığı içli bir nefes almamı sağladı. Yaşadığım iğrenç bir şeydi. Açıkçası aklımın almadığı bir şeydi. O an ne hissettiğimi hatırlamıyor olsam da kendimde olmadığıma emindim. Kafamı iki yana sallayarak düşüncelerimden arınmak adına bir uğraştım. Pek etkili olmasa da beni harekete geçirmişti.

 

Elim istediği sıcaklığı bulduğunda bedenimi yavaşça suyun altına aldım. Kısacık bir ürpertinin ardından bedenim gevşedi. Hissettiğim rahatlık çok farklı bir seviyedeydi. Birkaç dakika hareketsizce suyun altında kaldım. Sıcacık su artık üşümeme engel oluyordu. Yine de suyu kestiğim an donacağımı biliyordum. Bu yüzden, bu anın tadını çıkartacaktım.

 

Efruz’un söylediğini unutmayarak omzumu fazla suyla temas ettirmeden bedenimi temizledim. Kullandığım duş jelinin Efruz’a ait olduğunu anlamam çok vaktimi almamıştı ama Efruz böyle kokmuyordu. Kendine has bir kokusu vardı.

 

Saçlarımı köpürttüm. Çoğunlukla sağ elimi kullanmaya dikkat ettim. Omzumun hizasını çoktan aşmış saçlarımı güzelce temizledim, duruladım ve derin bir nefes aldım. İşim bitmiş olmasına rağmen birkaç dakika daha suyun altında vakit geçirdim.

 

Efruz’a sormam gereken sorularım vardı; lakin hayatlarının içine daha fazla girmek istemiyor her şeyi göründüğü gibi bırakmak ve çekip gitmek istiyordum. Bana söyleyeceği herhangi bir kelime fikrimi değiştirebilir, ben nefretimin ihtirasına kapılıp istemediğim bir işin içine girebilirdim. Ki olay bu kadar basit bir şekilde sonlanmıyordu. Ben, İstanbul’da öylesine dolaşan insanlardan biri değildim. Alacağım herhangi bir karar Mahzen’in kapılarını üzerime kapatabilirdi.

 

Kendimi tam anlamıyla kontrol edemiyor oluşum yadsınamaz bir gerçekti. Bedenimde durmadan feryat eden acı bazen isteklerimi körüklüyordu. Kendimden geçiyordum ve zihnim duraksıyordu. Attığım her adım bana on misli olarak geri dönüyordu. Sessizliğimi korumalı, ağrı bedenimi terk edinceye kadar daha fazla kendimi yıpratmamalıydım. Özkan ve Poyraz’a haber verdiğimde buraya gelmeleri çok zamanlarını almazdı zaten. Biraz daha sabretmek dışında yapabileceğim bir şey yoktu şu an için.

 

Musluğu çevirerek suyu kestim. Üzerimden kayıp giden su damlaları arsız bir şekilde bedenimi yokluyordu. Duş alırken arada sırada beni hareketsiz bırakan omzum yine bedenimde bir duraksatma yaşatmıştı. Birkaç saniye hareketsiz kaldım. Kendimi zorlamamak bugün için uyulması en zor olan kuralımdı. Bedenimi dikkatlice kabinden çıkarttıktan sonra havluyu vücuduma sardım.

 

Çok yorgun hissediyordum. Nefes almak bile belli bir saatten sonra beni zorlamaya başlamıştı. Zihnimi bulanıklaştıran düşüncelerimi kendimden uzaklaştırmaya çalışarak kapıya doğru ilerledim. Kilidi yavaşça açtım. Kapı kulpunu tutarak kapıyı araladım. Araladığım alandan sadece başımı çıkarttım ve etrafa bakındım. Kimse görünmüyordu.

 

Efruz söylediği gibi kapının önüne birkaç kıyafet bırakmıştı. Bıraktığı kumaş parçalarını alarak tekrar bedenimi içeriye soktum. Kapıyı kapattım ama bu sefer kilitlemedim.

 

Gülsema’nın olduğunu düşündüğüm yünlü bir tayt vardı ellerimin arasında ve Gülsema’ya oldukça büyük olacak olan siyah kapüşonlu kazak. Anlaşılan kazak Efruz’undu ki zaten onun gibi kokuyordu. Benim için iç çamaşırı da bırakmıştı. Oyalanmadan üzerimi giyindim. Soğuk bir an için kesilmiş olsa bile benim için yeterli değildi. Donuyordum.

 

Ayağımdaki sargı bezini çoktan çıkarttığımdan dikişleri görebiliyordum. Bir adım attım. Sol tarafıma hiç yüklenmemeye çalışsam da pek başarılı olamıyordum. Lavabonun kenarından tutunduğumda aynaya yansıyan görüntüm beni duraksattı. Kendi gözlerimin içine baktım.

 

Orda kendimi göremedim.

 

Dudağımın kenarındaki yarayı dilimle yokladığımda hafif bir sızı yayıldı. Yüzüm acıyla buruştu. Su, kabuğunu düşürdüğü için acısı keskinleşmişti. Nefretim şeytanlarımın üzerinden aştı. Bana dokunan ellerini kırmalıydım. Sağlam tek bir kemiğini bırakmamalıydım. Gözlerimi kapattım ama hemen açmadım.

 

Zor bir gündü. Aslında zor bir haftaydı. Kaldırabileceklerimin üzerindeydi yaşadıklarım. Yine de buradaydım. Tam anlamıyla dik kalamasam da ayaktaydım. Yenilmemiştim ve yenilmeyi de düşünmüyordum. Gözlerimi araladım, gözlerime baktım.

 

Mavi gözlerim yorgun bakıyordu. Nefretim lekeleniyordu.

 

Kendime bakmayı keserek aynanın önünden çekildim. Kapıyı açtım ve bedenimi dışarıya aldım.

 

Koridor bomboştu. Evin içinde herhangi bir ses duyulmuyordu. Salona doğru duvardan destek alarak birkaç adım attım. O sırada dikkatimi yarı açık kalmış olan, daha önce uyuyup uyandığım oda çekti. Adımlarımı durdurdum. Yönümü odaya doğru çevirdim ve kapıyı araladım. Gözüme ilk çarpan yerde devrik bir şekilde duran sandalyeydi.

 

Oda dün ki gibi bırakılmıştı. Yaşadığım kısa arbedenin izleri her yerdeydi. Gözüme fazla gelen tek şey yerdeki kan izleriydi. O adamı kanını akıtacak kadar yaralamadığıma emindim. O izlerin kaynağı ben değildim.

 

Kesik bir nefes aldım. Başım dönüyordu.

 

“Gölge,” diye seslenen Efruz’u duysam da bir tepkide bulunamadım. Ayaklarımın bağı çözüldü. Beni daha fazla taşıyamayacaklarına anlaştılar ve beni bıraktılar. Gözlerimi yere düşme korkusuyla kapattım. Omzumda yeni bir zelzele başlayacak sandım ama öyle olmadı. Belime sarılan eller yere düşmeme engel oldu. Sırtım tümüyle bedenine yaslandı.

 

Tam arkamdaydı. Ellerini belime sarmıştı. Tüm ağırlığımı bedeni ve elleri taşıyordu. Bıraksa biliyordum ki istisnasız yere düşecektim. Birkaç kez derin nefes alıp verdim. Zihnimi toparlamaya çalışırken kulağımın ardına çarpan nefesleri bana yardımcı olmuyordu. “Gölge,” dedi uyarır gibi. Kendime gelmemi istiyor gibi. Bacaklarıma sert bir emir verdim. Beni dinlemekte zorlandılar ama dinlediler. Ayaklarımın tekrar yere bastığını hissettiğimde ağırlığımın yarısını Efruz’dan çektim. “İyiyim.” Dedim. “Bırakabilirsin,”

 

Söylediğimi yapmadı. Elleri hâlâ belimde dururken konuştu. “Bırakmayı düşünmüyorum.” Dedi kulağıma doğru. Beni kucağına aldı. O kısa saniyede alamadığım nefesi gözlerini gördüğümde aldım.

 

“Yürüyebilirim.” Dedim kendimden emin bir tavırla. Bedenim kucağındayken omuz silkti. Ağırlığımı hissetmiyordu sanki. Sanki kucağında değildim. “Riske atamayız değil mi?” diye sordu. Cevap vermemi istediği bir soru değildi. Yürümeye başladı. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Dudaklarımın arasında kalmayı başaramayan kelimelerim kulaklarına yerleşti. “Kan izleri vardı,” dedim sorgular tarzda.

 

Kısaca bana baktı ama tercihi önünden yanaydı. Cevap vermedi. Salona girdiği anda bedenimi saran sıcak dalgası içimi bir hoş kıldı. Efruz dikkatlice bedenimi kanepeye bıraktı. O anda harıl harıl yanan şömineyi gördüm. Resmen içime bir mutluluk yayıldı. Ayağa kalkıp şömineye yaklaşma isteğimi törpüleyen önümde dikilen Efruz olmuştu.

 

“Karnından vurdum.” Dedi. Gözlerine baktım. Hiçbir pişmanlık duymadığı çok açıktı. “Öldü mü?” diye sordum. Benim için önemli bir ayrıntı olmasa da merak etmiştim. “Ölmüştür,” Dedi bir tahmin yürütür gibi. “Kadir Dağdelen yaşatmaz hasar alanları.”

 

Kafamı belli belirsiz salladım. “Silah sesleri senden geliyordu demek,” bu kendime kurduğum bir cümleydi ama duyduğuna emindim. İki adım sağa atarak önümden çekildi. Tam yanımdaki boşluğa oturdu. Arkasına rahat bir edayla yaslandı ve yüzünü tavana doğru konumlandırdı.

 

“Geç kaldım.” diye fısıldadığını duydum. Neye geç kaldığını merak etsem de sormadım. Gözlerimi üzerinden çekerek karşımdaki alevlere çevirdim. Dans ediyordular. Fazlasıyla güzeldi dansları. Turuncu, kırmızı ve sarı birbirinin içine geçmişti.

 

Yaşattığımız sessizliğe hafifçe yerimden doğrularak son verdim. Efruz’un gözlerinin bedenime düştüğüne emindim. Birkaç adım ilerledim. Şöminenin önüne geldim ve dikkatli bir şekilde yün halının üzerine oturdum. Ellerimi ateşe doğru uzattım. Yanmamaya dikkat ederek ısıttım avuçlarımı.

 

Sıcacıktı.

 

Yanan ateşin harıltılarına Efruz’un sesi karıştı. “Gölge,” dedi. Sesinin tınısı ateşe benziyordu. “Hm..?” diyerek mırıldandım. Birkaç saniye cevap vermedi. Sonra aldığı derin nefesin sesini duydum. “Aç mısın?”

 

Yemek şu ana kadar aklıma gelmeyen tek şeydi sanırım. Aç olup olmadığı birkaç saniye düşündüm. Bünyem alışkındı. Yemek aramazdım. Bir ekmekle günler geçirdiğim olmuştu. Şimdi emin değildim.

 

“Pek sayılmaz.” Dedim yine de. “Gülsema senin için yemek pişirdi.” Dediğinde kafamı sağ omzuma doğru kaldırdım. “Neden?” diye sordum. Görmesem bile omuz silktiğini hissetmiştim. “Bir nedeni yok, yemek yapmayı seviyor.”

 

Sesimi netleştirerek konuştum. “Yemeyeceğim.” Dedim, karşılık olarak bir şey söylemedi. Gözlerimi tekrar ateşe çevirdim. Ellerimi kucağımın üzerine bıraktım. Büyük ihtimalle kendini bana borçlu hissediyordu. Borcunu bir şekilde ödemeye çalışıyordu. Alevleri izlerken bir soru yönelttim Efruz’a. “Baksana,” dedim öncelikle dikkatini bana vermesini sağlayarak. “Baktım,” dedi Efruz o an. Söylediği beni anlık olarak duraksattı. Gözlerimi devirme gereği hissettim.

 

“Gülsema’nın annesi, bulunamamıştı demiştin,”

 

İçli bir nefes aldı. “Evet,” diyerek beni onayladı. “Adı neydi?” diye sordum. Soruma karşılık bir soru sordu. “Neden soruyorsun?” dedi. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Düşünmemeye çalışarak cevap verdim. “Hakkında konuşacağım kadının adını bilmek isterim.”

 

Cevap vermedi. Gözlerim hafiften kısıldı. Hareketlendiğini işittiğimde kafamı arkama doğru çevirdim. Birkaç adımda yanıma geldi. Yanımdaki boşluğa oturdu ve gözlerimin içine baktı. “Konuştuğum kadının gözlerini görmek isterim.” Dedi. Bir şey söyleyemedim. Öylece gözlerinin içine bakmaya devam ettim. Konuşan taraf yine o oldu.

 

“Zühre,” dedi. Boğazını temizledi. “Adı Zühre’ydi.” Diyerek yeniledi kendini.

 

Zühre, diye geçirdim içimden. Onu görmüştüm. Konuşma fırsatımız olmamıştı ama bana uzaktan ışıl ışıl bir gülümseme sunmuştu. Gülümseyişiyle teşekkür etmişti. İnsanlardan ümidimi kestiğimde bazen gülümsemesini aklıma getirirdim. İnsanlığa aykırıydı gülümseyişi. O an Gülsema’nın annesine nasıl benzediğini fark ettim. Onu gülümserken pek görme fırsatım olmamıştı ama annesinin gülümseyişlerini taşıyordu çehresinde.

 

“Zühre’den,” anlık bir duraksama yaşadım. Kendimi toparladım ve devam ettim. “Hiçbir iz yok mu?”

 

Efruz kafasını iki yana salladı. Gözlerindeki boşluğu fark ettim. Gülsema’nın neler hissettiğini Efruz’a bakarak bile tahmin edebilirdim. Gülsema annesinin cesedi bulunana dek yaşıyor olma ihtimalini hep içinde taşıyacaktı. Onun için fazlasıyla zor olmalıydı.

 

“Kaza ne zaman olmuştu?” diye sordum bu kez. Gözlerini hafiften kıstı. Kısa bir hesap yaptıktan sonra yanıt verdi bana. “İki yılı aşkın bir süre önce, Gülsema geri döndükten iki ay sonra.”

 

Gözlerimi kıstım. Dişlerimi birbirine bastırdım. Gülsema ailesini doyamamıştı bile. Hayat, insanlara benziyordu. Onun da haksızlık yapacağı anlar gelirdi. Gülsema o anların kurbanı olmuştu. Gözlerimi Efruz’un gözlerinden çekerek yanmaya devam eden ateşe baktım. Bedenim ısınmıştı. Artık üşümüyordum.

 

“Bunları neden soruyorsun?” diye sordu Efruz usulca. Omuz silktim. “Özel bir nedeni yok.” Dedim. Yalan söylemiyordum. Merak etmiştim ve sormuştum. Sormam gereken onca soru varken benim seçtiğim sorular bunlar olmuştu.

 

Bakışları üzerimde geziniyordu. Aramızda kısa bir sessizlik yaşandı. İkimiz de konuşmadık. Nefes alışverişlerimiz ve yanan odunlar dışında duyduğumuz pek bir şey yoktu. Zaman geçti. O beni ben de ateşi izledim. Alevler ilk baştaki gücünü kaybetmişti. Yavaşlamış, ehlileşmiştiler.

 

“Isındın mı?” diye sordu Efruz o sırada sessizliğini bozarak. Kafamı yüzüne doğru çevirdim. Gözlerinin içine baktım. “Üşümüyordum ki,” dedim netlikle. Bu söylediğim gülmesine neden oldu.

 

“Üşümüyordun,” dedi kaşlarını sonuna kadar kaldırıp sorarcasına. Omuz silktim. “Evet,” dedim, ona bakmayı kestim. Yan çehremi gözleriyle incelediğine emindim.

 

“Ateşe taptığını düşünmüyorum, yanılıyor muyum?” dedi. Anlamsızca yüzünü çevirdim yüzümü. “Ne alaka?”

 

“Patilerini,” dedikten sonra kucağımdaki ellerime baktı. “Ateşe ısınmak için uzatmadığına göre,” gözlerini gözlerime kaldırarak devam etti. “Aklıma başka bir ihtimal gelmedi,”

 

Kaşlarım çatıldı. “Pati nedir ya?” diye sordum sitemle. Umursamaz bir tavırla omuz silkti. Onu taklit ederek ben de omuz silktim. “Sana ne?” dedim. “İstediğim yere isteğim şeyi uzatırım.”

 

Tek kaşını kaldırdı. “Öyle mi?” dedi. Kendimden emin tavırlarımı sürdürerek kafamı salladım. “Öyle.” Benim gibi kafasını salladı. Dudaklarını birbirine bastırmıştı. Mülayim tavrı gözlerimi devirmeme sebep oldu.

 

“Üşümediğine göre omzuna bakmam için hiçbir engelimiz kalmadı.” Ona bakmadan yanıt verdim. “Omzum iyi.” Dedim. Söylediğime hiç beklemeden karşı çıktı. “Omzun da sen de iyi değilsin. Acıdan kıvrandığını görebiliyorum.”

 

“Hiç de kıvranmıyorum.” Canım yanıyordu evet, ama çok değildi. Üstesinden gelebilirdim; fakat o merhemin üstesinden gelemezdim.

 

“İnat etme.” Dedi. “Pansuman gerekebilir. Geciktirmek senin zararına olur.”

 

Omuz silktim, yine. Gözlerinin içine baktım. Kaşlarım çatılmıştı. “Merhem sürmeni istemiyorum.” Dedim. Kelimelerimin her birine bastırmıştım. Derdimi anladığında gözlerini usulca kıstı. “Merhem sürmeyeceğim.” Derken sesini yumuşatmıştı. Yüzündeki bakışlarımı çekmeden doğru söylediğine emin olana kadar inceledim gözlerini. Yalan söylemiyordu.

 

“İyi.” Dedim en sonunda kabullenerek. Cevabın derin bir nefes almasını sağladı. Dikkatli bakışlarını benden çekmeden ayaklandı. “Malzemeleri alacağım, o sırada üzerini çıkart.” Cevap vermemi beklemeden arkasını döndü. Salondan çıkarken kapıyı kapatmayı ihmal etmedi. Kafamı önüme çevirdim.

 

Kazağımın eteklerini tutarak yukarıya doğru sıyırdım. Kazağı tamamen üzerimden çıkarttıktan sonra önüme doğru aldım. Sutyen takmadığım için hatlarımı korumam gerekiyordu.

 

Saniyeler sonra kapıya iki kez vuruldu. “İçeriye giriyorum,” dedi Efruz duyabileceğim bir şekilde. Önümü kontrol ettim. Görünmediğine kanaat gerdiğimde seslendim. “Girebilirsin,”

 

Sesimi duyduğu an hiç bekleme gereği duymadan kapıyı aralayıp bedenini içeriye aldı. Elinde siyah çanta vardı. Diğer elinle de ise telefonu tutuyordu.

 

Yanıma geldi. Bu sefer omzumun çaprazına oturmayı tercih etti. Görmüyor olsam da çantayı açtığını fermuarın sesinden anlamıştım. Elleri tenime değdiğinde ürperdim. Elleri soğuk ve nemliydi. Yeni yıkamıştı büyük ihtimalle.

 

Omzumdaki yara bandını sıyırarak aldı. Kesik bir acı hissettim. Dişlerimi birbirine bastırdım. “Herhangi bir uyuşma var mı?” diye sordu yaramı temizlerken. Kafamı iki yana salladım. “Hayır,” diyerek kelimelerimle cevabımı destekledim.

 

Omzumu temizledikten sonra yeni bir yara bandı yapıştırdı. Elini bastırdığı için canım yandı. Sert bir nefes verdim. Fark etmeden buruşturduğum yüzümü ifadesizleştirdim.

 

“Bana dönebilir misin?” diye sordu Efruz. Tam şöminenin önünde oturduğum için onun öne geçme gibi bir şansı yoktu. Canımı yakamamaya özen göstererek hafifçe ona doğru döndüm oturduğum yerde. Göz göze geldik. İkimiz de o an duraksadık.

 

Gözlerini gözlerimden ayırmadan yüzüme doğru yaklaştı. Yüzümdeki bakışları birden göğsüme indi. Yani, omzumla göğsüm arasına konumlanmış yaraya. Ellerini kaldırdı. Yaranın üzerinde olan yara bandının ucundan tutarak bedenimden sıyırdı. Canım yanmadı. Kafamı eğerek yarama baktım.

 

Omzumdan bir kadının kalemi geçmişti. Acımasızca kalemini omzumdan sokmuş, mermiyi kalkan misali kullanmıştı. Öyle garip hissediyordum ki; ondan, herkesten olduğu gibi nefret ediyordum ama onsuz yaşayamayacağımı da biliyordum.

 

Dikişlerin derimi gerginleştiren izleri yutkunmama neden oldu. Bu izler geçer miydi?

 

Belki bedenimden geçerdi ama ruhumdan asla geçip gitmeyi bilmezdi. Bedenim süregelen bir devamlılıkla iyileşirdi; ama ruhum öyle değildi: en ufak bir çiziği bile kendinden silemiyordu. Bu yüzden onu görmemeye çalışıyordum. Kendimi, ruhumu, görmezden geliyordum.

 

“Gölge?” gözlerimi gözlerine çıkarttım. Kaşlarını çatmış bana bakıyordu. “Ne oldu?” dedim birdenbire. Hemen cevap verdi. “Çok düşünüyorsun.”

 

Gözlerimi kırpıştırdım. Kendimi toparlayarak düşünmeyi bıraktım. Gözlerine odaklandım. Önümdeki yaramı temizlemişti. Yara bandını yapıştırırken ellerinin tersini derime sürttü. Bilerek yapmadığını biliyordum ama yutkunmama engel olamamıştım.

 

Ellerini tenimden geri çekti. Çantanın içindeki rulo şeklindeki sargı bezini aldı. Ucunu omzumun üzerine koydu. Bir eliyle sargı bezini tutarken diğer eliyle kolumun altından bir tur geçirdi. Turları birkaç kez devam ettirdi. Sağlamlığından emin olduğunda sargıyı ince, metal makasla kesti. Sargının sonunu açılmaması için kliple sabitledi.

 

Ellerini bedenimden uzaklaştırdı ve konuştu. “Bu kadar,” fısıldamıştı. Kafamı minik bir hareketle salladım. Döktüğü eşyaları çantanın içine yerleştirirken sordu. “Özkan dediğin adamı aradın mı?” Nefesimi tuttum. Gözlerim hafiften açıldı. “Unuttum.” Dedim birdenbire.

 

Burnundan sert bir nefes verdi. “Telefonu getirdim, arayabilirsin,” dedi. Gözleriyle kanepenin üzerini işaret etti. Telefonu oraya bırakmıştı. Kafamla onu onayladım.

 

Oturduğu yerden ayaklanırken şömineye bakmıştı. “Dışarıdan odun getireceğim,” dedi. Onlarla konuşmam için bana süre verdiğini açıkça belli ederek. “Ayağının üzerine yükünü verme.” Sesi uyarıcıydı. Kafamla onu onayladım. Onayımı aldıktan sonra beklemeden sırtını döndü ve adımlarını dışarıya yöneltti. O gittikten sonra göğsüme sabitlediğim kazağı uyuşukça vücuduma geçirdim. Birkaç dakika olduğum yerden kalkmadım. Kazağı giymek beni yormuştu. Yorgunluğumun geçmesini bekledim. Hava kararmıştı. Şömine sönmek üzereydi.

 

Derin bir nefes aldım ve oturduğum yerden en nihayetinde kalkmayı başarabildim. Birkaç adımda kanepeye yaklaştım, oturmadan telefonu elime almayı tercih ettim. Telefonun ekranındaki saate baktım. Akşam dokuzu çoktan geçmişti.

 

Dakikaların insana verdiği azabı hiçbir saat vermezdi. En kısa anlar her zaman en çok canımdan olduğum anlardı. Canımdan tamamen olmayı dilediğim anlar ise bana o anları hatırlatan saatlerdeydi.

 

Küçük telefonu avucumun içine sıkıştırdım. Yönümü pencereye doğru çevirdim. Minik adımlarla pencereye yaklaştım ve dışarıya baktım. Karanlık yıkılmıştı tüm ormana. Ormanı gökyüzünden ayıran çizgi dışında hiçbir şey belli olmuyordu.

 

Yıldızların ihtişamıyla süslenmiş gökyüzünde ay parlıyordu. Dolunay değildi ama yarım ay da denilemezdi. Ufağa doğru diktiğim bakışlarım orada bulutları da gördü. Yıldızlar bulutların olduğu yerlerde geceden adeta silinmişti. Kulaklarımda bir mırıltı baş gösterdi. Sesi tanıdıktı. Yıllar önceki sesime benziyordu.

 

Şarkı söylüyordu ya da şiir okuyordu. Belki de okuduğu şiir değildi; kendiydi.

 

Zaman iliklerinde,

 

zaman kalbinde ve geçmişinde.

 

Zaman geleceğinde…

 

…zaman seninle. Her yerde.

 

Kaşlarım çatıldı. Söylediği birkaç satırı anlayamadım; ama dinlemeye devam ettim.

 

Kaçamayacaksın kendinden.

 

Hiçbir zaman kaçamadın.

 

Geçmiş bir oyun sana,

 

geleceğine yatırdığın.

 

Büyüdün mü? -Büyümemişsin.

 

Hiçbir zaman büyümeyeceksin.

 

Buradasın, burada kalacaksın.

 

Ellerinden silinmeyecek akıttıkların

 

Ne zaman baksan parmaklarına

 

Kırmızı lekeleri göreceksin

 

Ve en çok, bu renkten nefret edeceksin.

 

Titrek bir nefes verdim. Daha fazla dinlemek istemedim. Yutkundum. Gözlerimi kapatıp açtım ve zorla onu susturdum. O susmuştu ama satırlar durmuyordu. Satırlar öldüğümde duracaktı.

 

Gözlerimi elimin içindeki telefona düşürdüm. Şimdi yoğunlaşmam gereken başka bir konu vardı. Zor bir konuşma olacaktı. İkisinin de iyi olmasını diledim önce. Sonra ezbere bildiğim numarayı tuşlara sırayla işledim. Parmaklarım tuşlara basarken tir tir titriyordu.

 

Minik ekranda Özkan’ın numarası vardı. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Derin bir nefes aldım ve yeşil tuşa bastım. Telefonu kulağıma yasladım.

 

Telefon çaldıkça heyecanım arttı. Telefon çalmaya devam etti. Heyecanım misillendi. Telefon sustu ve telesekretere bağladı. Telefon açılmadı. Heyecanım yerini bir kargaşaya bıraktı. Yutkundum. Bu sefer Poyraz’ın telefon numarasını tuşladım. Telefon çaldı ama kimse açmadı.

 

Karmakarışık hislerim birbirine dolandı. Telefonu açmaları gerekiyordu. Telefonu neden açmamışlardı? Onlara bir şey olma ihtimali içime bir kurt düşürdü. Kurt tüm damarlarımı kemirmeye başladı.

 

“Gölge,” dedi Efruz. Geldiğini duymadığım için korkmuştum. Yüzümü ona çevirdim. Nefes nefeseydim. Efruz kucağındaki odunları şöminenin yanına bıraktıktan sonra dikleşerek gözlerimin içine baktı. “Ne oldu?” dedi nefes nefese olduğumu fark ederek. Kafamı iki yana salladım. “Hiç,” dedim. Elimdeki telefona baktı. Kaşları hafiften çatıldı.

 

“Aradın mı?” diye sordu üzerime doğru bir adım atarken. Yutkundum. Kafamı belli belirsiz salladım. “Aradım, açmadılar.” Titrek bir nefes verdim. “İkisi de açmadı.”

 

Efruz ben konuşurken yanıma gelmişti. Çatık kaşlarıyla sordu. “İkisi mi?” dedi merakla. Kafamı salladım. “Evet.” Dedim. “Özkan ve Poyraz. İkisi de açmadı.”

 

Düşünüyor gibi bir ifade kondurdu suratına. “Tekrar arasan,” diyerek bir öneride bulundu. Nefeslendim ve bakışlarımı elimdeki telefona düşürdüm. Özkan’ın numarasını tuşlamaya başlamışken ekran silindi, telefonun kulak tırmalayan melodisi çalmaya başladı.

 

Poyraz arıyordu.

 

Panikle telefonu açtım ve hemen kulağıma yasladım. “Poyraz!”

 

Karşıdan herhangi bir ses gelmedi ilk önce. Saniyeler sonra ise onun fısıltısını duydum. “Güzelliğim…” dedi. Kalbim hızını arttırdı. Sesindeki şaşkınlık kulaklarıma kazıldı. Onu özlemiştim. Onu çok özlemiştim. Üzerindeki şaşkınlığı atmak istercesine soludu.

 

“Gölge,” dedi bu sefer. “Sen… Sen misin?”

 

İnanamıyor gibiydi. Derin bir nefes aldım. “Benim.” Dedim. “İyi misin? İyi misiniz?”

 

“Dur.” sesi hâlâ inanmadığını açıkça belli ediyordu. “Dur bir saniye dur!” kulaklarıma onun sesinin dışında acı bir fren sesi ilişti. Araba kullanıyordu. Bu saatte nereye gidiyordu ki? Ayrıca Özkan neden yanında değildi?

 

Aldığı derin nefesi duydum. “Gölge,” dedi artık sesi netti. “Güzelliğim iyi misin? Neredesin!?”

 

Dudaklarımı birbirine bastırdım. “İyiyim.” Sesim kendimden emin çıkmıştı. Tekrar konuştum. “Nerede olduğumu bilmiyorum,” dedim. Sormak aklıma gelmişti bir ara ama sonra unutmuştum.

 

“Gölge,” yutkunduğunu işittim. “Sesini çok özledim, seni çok özledim! Sen, sen kaç gündür neredesin? Bakmadığımız, aramadığımız yer kalmadı. Günlerdir niye bize ulaşmıyorsun?”

 

Bir suçluluk duygusu içimi yokladı. Onlara yaşattığımın tarifi yoktu. Biliyordum. Efruz yanımda beni izliyordu. Onun varlığı beni rahatsız etmiyordu. Yine de ona kaçamak bir bakış attım ve karanlığa döndüm. “Sakin ol,” dedim. Derin bir nefes aldım, konuştum. “Vuruldum.”

 

Duraksadı. “Ne?” dedi algılayamamış gibi. Dudaklarımı araladım. “Şimdi iyiyim. İyileştim. Gerçekten.”

 

“Gölge…” aldığı sert nefesi duydum. Konuşmaya devam ettim. “İyi misiniz? Özkan iyi mi?” diye sordum endişeyle.

 

“İyi değiliz.” Dedi. “Sen ortadan kaybolduğun günden beri iyi değiliz biz, Gölge.”

 

Dişlerimi birbirine bastırdım. “Özür dilerim.” Titrek bir nefes aldım. “Daha önce arayabilseydim arardım.”

 

Hızlanan soluklarını işittim. “Sen günlerdir bizi arayamayacak durumda mıydın Gölge? Sen…” sert bir nefes verdi. “Sana ne yaptılar?”

 

Gözlerimi kapattım. Sesinden çektiği acıyı hissettim. Bu canımı yaktı. Bu canımı düşüncelerimin ötesinde yaktı. “Bana kaç kez tekrar ettireceksin? İyiyim.”

 

Telefonun ardından tok bir ses duyuldu. Hemen ardından da Özkan’ın sesini...

 

“Ne oldu? Niye durdun?” diye sormuştu Poyraz’a. Poyraz herhangi bir yanıt vermedi ona. Saniyelerin ardından Özkan’ın sesini daha net duydu kulaklarım. “Gölge,” demişti sorar tarzda.

 

Tarifsiz bir boşluk hissi bedenimi sarıyordu. Gece çarmıha gerilmiş ölümü bekleyen bir kadındı. Öleceğini biliyordu ama buna rağmen çırpınıp duruyordu. Bileklerine bağlanmış zincirlerden kurtulmak adına savaşıyor her defasında yenilgiye uğruyordu. Ağlıyor, feryatlar boğazına sancılar bırakıyordu. Bir an kendimi o kadın gibi hissettim. Kendimi gece gibi çaresiz hissettim. Dolu, yorgun, tükenmiş hissettim. Öleceğimi bile bile çırpınıyor gibi hissettim kendimi.

 

Dudaklarım aralandı.

 

“Özkan,” dedim fısıldayarak. Beni duymasını diliyordum çünkü tekrar ismini zikredemeyecek kadar güçsüz hissediyordum kendimi. “S*ktir.” Boğazını temizledi. “Gölge!” dedi tekrardan az öncekine kıyasla oldukça emin olduğu ses tonuyla.

 

“Buradayım.” Dedim.

 

“Güzelim,” dedi, kalp atışlarım belli belirsiz hızlandı.

 

Dizlerim titredi. Onlara yaptığım şeyin ağırlığı üzerime yağıyordu sanki. Sesindeki harelerde endişe vardı, özlem vardı, ufakta olsa bir rahatlama vardı. Ve bir de bariz şekilde belli olan acı her harfinde kendini belli ediyordu. “İyi misin?” diye sordu endişeyle.

 

Bir an nefes alamadım. Nefes almayı unuttum. Şeytanlarımın birbirine sokulduğunu gördüğümde inlememek adına dudaklarımı birbirine bastırdım.

 

“Cevap vermeyecek misin?” cevap vermeyi istiyordum ama ne diyeceğimi bilmiyordum. Kalbim aklımla çelişiyor cümlelerim tükeniyordu.

 

“İyiyim.” Dedim güçlü tutmaya çalıştığım sesimle. Aldığı derin nefesi kulağıma sindi. Sanki bir haftadır nefes alamamış gibi, sanki onun acısını çıkartır gibi nefeslendi. “Gölge,” dedi. “Güzelim, gerçekten iyi misin?”

 

Gözlerimi sıkıca kapattım. Onu çok özlemiştim. Onları çok özlemiştim! “İyiyim, sahiden. Merak etme.”

 

“Merak mı etmeyeyim? Nasıl etmem? Neredesin?”

 

Görmüyor olduğunu bilsem de omuzlarımı kaldırıp indirdim. “Bilmiyorum.” Dedim.

 

Tekrar nefeslendi. “Başın dertte mi? Güvende misin?”

 

Yutkundum. “Güvendeyim.”

 

Birkaç saniye yanıt vermedi. Bekledi. Neyi bekledi bilmiyorum ama ben de onunla bekledim. En sonunda duymak için an saydığım sesi kulaklarıma yayıldı. “Sana bir şey yaptılar mı?”

 

“Hayır,” dedim anında üzerimde bulunan dikişleri unutarak. “Her şey yolunda,”

 

Telefonun ardından sert sesi yükseldi. Fırtına başlıyordu. “Nasıl yolunda Gölge? Bir hafta oldu! Bir haftadır sesini duyamıyoruz ama her şey yolunda mı?!”

 

“Özkan-”

 

“Başlatma Özkan’ına! Madem iyisin madem her şey yolunda ne diye bize acı çektiriyorsun?! Ne diye yokluğunla sınıyorsun?!”

 

Evet, bunu hak etmiştim. Eğer düzgün bir şey söylemezsem bağırıp duracaktı. Bağırmasını istemiyordum. Poyraz’a söylediğim gerçeği ona da söyledim. “Vuruldum.” Dedim. Duraksadığını hissettim.

 

“Ne?”

 

“Şu an iyiyim. İyileştim.” Bu açıklamam ona yeterli gelmedi. “Gölge, ben kafayı yiyorum! Sen bana kafayı yedirtiyorsun!-”

 

Onun lafını kesen Poyraz oldu. “Bağırma.” Dedi. “Kendine daha yeni gelmiş.”

 

Sustu. İkisi de. Sesimin hoparlörde olduğunu anlamam uzun sürmedi. “Gölge,” konuşan Poyraz’dı. “Kiminlesin?”

 

Efruz’a baktım. Bana değil dışarıya bakıyordu; ama ona baktığımı fark ettiğinde bakışlarını bana çevirdi. Özkan’a sakince yanıt verdim. “Şu an önemli olan bu mu?”

 

Bana Poyraz cevap verdi. “Güvende olduğuna emin olmaya çalışıyoruz Güzelliğim.” Dedi. Özkan’ın aksine her zaman sakinliğini korumaya çalışırdı. Özkan da ise sakinlik denilen bir kavram yoktu. “Güvendeyim.” Dedim netlikle.

 

Söylediklerimin hemen sonrasında bir bildirim sesi duyuldu. Aşina olduğum ses Özkan’ın telefonundan gelmişti. Kendi kendine doğrulamak ister gibi konuştu. “Kırklareli’ndesin?”

 

Bu söylediğine şaşırdım. Ben daha bir şey diyemeden Özkan ağzından kurşun çıkartırcasına konuştu.

 

“Geliyorum. İstanbul’un içini söktüm çıkardım. Kırklareli’nin içini de sökeceğim!”

 

“Özkan-”

 

Telefon kapandı. Direttim. “Özkan?” Kulağıma tuttuğum eski telefonu gözlerimin önüne indirdiğimde içime bir rahatlık doluştu. Telefonun şarjı bitmişti, kapatan Özkan değildi.

 

Son sözleri zihnimden geçtiğinde beynim bulanır gibi oldu. İçimde var olan şaşkınlığı saklama gereği duymadan Efruz’a baktım. Şimdi gözleri gözlerimi söküyordu. Yutkundum. Dakikaların üstünlüğünü saatler devraldı. Zaman ağlarını gözlerimizin arasında hantal hantal örüyordu. Dudaklarımı araladım ve şeytanlarımın dumanını ortaya döktüm.

 

“Geliyorlar.”

 

⌛️

 

BÖLÜM SONU!!!

 

Nasıl?

Beğendiniz mi bölümü??

Vote ve yorumu unutmayın🥰

 

İnstagram; Zeynepizem

 

Loading...
0%