@zeynepizem
|
⏳️ İNSİZ ŞEH'R BÖLÜM ON 🥀 Rüzgârlı bir gecenin sabahı gibi hissediyordum kendimi. Soğuktum. Soğutuyordum. Donduruyordum. İlerleyen saatlerde doğan güneş bana etki etmiyordu. Soğukluğum yayılmaya devam ediyor içime gömülmekten de geri durmuyordu. Beni titretiyordu. Bedenimden sızıp ruhumdan asla uzaklaşmayacak bir titremeydi bu. Hastalığın kendisiydi. Efruz Dağdelen’le anlaşma yaptığımız anın üzerinden neredeyse dört saat geçmişti. Hava kararmaya başlıyordu. Buna rağmen hâlâ ortalıkta görünmüyordu. Elim boş kalmış boynumda dolanıp duruyordu. Kolyemi boynumdan hiçbir zaman çıkartmamıştım. Şimdi onun eksikliği tüm bedenimi yokluyordu. Verdiğim sözü tutamayacak olma düşüncesi içimi dağlıyordu. Kolyem, benim emanetimdi. Emanetime sahip çıkamamıştım. “Çirkef?” Kafamı çevirerek omzumun üzerinden sesin geldiği yöne doğru baktım. Kerim, birkaç adım da yanıma geldi. Elinde tuttuğu hırkayı hiçbir şey söylemeden bana doğru uzattı. Alıp almamak arasında gidip gelirken benim karar vermemi beklemeden hırkayı omuzlarıma bıraktı. Dudaklarım şaşkınlıkla birbirinden ayrıldı. Verandanın üç basamağını da indikten sonra benim gibi ikinci basamağa oturdu. Üzerinde dolandırdığım bakışlarım gözleriyle temas halinde değildi. Dört saattir ne onunla ne de Gülsema’yla iletişime geçmemiştim. Benimle konuşmaya çalışsalar da ben onları hep yok saymıştım. Kerim’in bakışları benim aksime karşıdaki koruluktaydı. Yüzünde yine bir ciddiyet vardı ama bozulması bence an meselesiydi. Ona bakmayı keserek ben de karşıya bakmaya başladım. Ağaçların rüzgarla dansa tutuşmuş yaprakları günü süslüyordu. Uzun zamandır bu kadar temiz bir havayla iç içe olmadığımdan burada oturup nefeslenmek çok da zor gelmemişti. Ayaklarım çıplaktı. Üzerimde siyah tayt ve kısa kollu tişörtümden başka bir şey yoktu. Üşümüştüm ama artık hırka soğuğu engelliyordu. Saatler akşama doğru devrildikçe artan soğuk bu hırkayı da alt ederdi ama şimdilik halimden memnundum. “Daha ne kadar burada bekleyeceksin?” diye sordu Kerim bakışlarını üzerime düşürmeden. Ben de ona bakma gereği duymadan sorusuna yanıt verdim. “Kolyemi getirene kadar.” Bana döndüğünü hareketlendiğinden dolayı kavramıştım. İnat ederek ona bakmamayı sürdürdüm. Yüzümü birkaç saniye inceldikten sonra tekrar konuştu. “Efruz’un ne zaman geleceğini bilmiyoruz.” Omzumu silktim. Kolyemi istiyordum. Sonunda kavuşacaksam ne kadar beklediğim önemli değildi. “Çirkef, kendi kendini mahvediyorsun.” Bu sefer, ona baktım. Çünkü haklıydı. Bu söylediğini zaten biliyordum sadece yabancı birinden duymak beynimde kırmızı alarmların çalmasına vesile olmuştu. “Ne yaşadığın hakkında en ufak bir fikrim dahi yok ama böyle devam edersen kendini öldürmekten beter edeceksin. Dinlenmen gerekiyor. Omzundaki ve ayağındaki dikişlerin kaynaşması gerekiyor. Geçmişin ifadelerini bugün yüzünde taşımanın sırası değil. Canından olacaksın bunun farkına var artık.” Dilimle kurumuş olan dudaklarımı ıslattım. “Kerim,” sesim fısıltıdan ibaret çıkıyordu. Ruhumdan parçalar dilime konmuştu. “Canımdan olsam keşke.” Duyduğu şeyi beklemiyor olacak ki hisleri karıştı. Şaşkınlığın ardından kaşlarını çatarak gözlerimin içine baktı. “Ölünce geçecek mi sanıyorsun?” diye sordu. Omuzlarımı isteksizce silktim. “Yaşarken de geçmiyor. Benim için bir anlamı yok.” Ölmekle yaşamak arasında bir fark görmüyordum. Ölüm de yaşam da bana aynı duyguları hissettiriyordu. Kerim’in aldığı derin nefesi işittim. “Eğer gerçekten anlamı olmasaydı kolyem deyip durmazdın.” Kolyem önemliydi. Elbette kolyem diye tutturacaktım. Ona cevap vermeden önüme döndüm. “Baksana Çirkef, bir şey soracağım,” yüzümü çevirmeden sadece gözlerimi hareket ettirerek ona baktım. “Efruz eğer kolyeni bulamazsa ne yapacaksın?” Gözlerim kısıldı. Bulamama ihtimalini düşünmek istemiyordum fakat ben düşünmesem bile o ihtimal hep vardı. “Gider kendim ararım. İllaki bir yerlerde onu bulmamı bekleyecektir.” “Neden bu kadar önemli?” Yüzümü omzuma doğru çevirerek gözlerimi gözlerine sapladım. “Ups..” diye bir nida döküldü dudaklarından. “Özele girdim sanırım,” Kafamla onu onayladım. Derin bir nefes aldım ve konuştum. “Şimdi ben bir soru soracağım,” beni gözleriyle onaylamakla yetindiğinde devam ettim. “Neden Kadir Dağdelen’in yanında değilsiniz?” Kerim dizlerinin üzerine kollarını yasladı. “Neden yanında olalım?” Kaşlarım hafiften çatıldı. “Efruz onun oğlu.” Yüzünü yavaşça yüzüme doğru çevirdi. “Ben seni tanımak için babanın kim olduğunu soruyor muyum Gölge?” Duraksadım. “Sormuyorum. Sen neden Efruz’u tanımak için sürekli Kadir Dağdelen’i ortaya atıyorsun?” Gözlerim kısıldı. Bir yandan haklıydı; fakat gerçeklerin üzerini kalemle çizmek onları yok etmezdi. “Çünkü emin olmak zorundayım. Senin karşında normal bir kadın oturmuyor Kerim. Kadir Dağdelen’in sadece beni bulmak için eğittiği adamları var. Yaptıkları hiçbir b*ka yaramasa da hedefi benim. Elinden aldıklarım onun göz yumabileceği şeyler değil. Durum böyleyken Kadir Dağdelen gerçeğini silmemi bekleyemezsiniz benden.” Eliyle saçlarını karıştırdı. Konuşulan konudan memnun olmadığı açıktı. “Senden gerçekleri silmeni isteyen yok; ama Efruz’a sürekli ‘Kadir Dağdelen’in oğlu’ göndermesi yapmayı kes. Bilinen gerçeklerin doğruluğu yanan bir oduna benzer. Tutuşturursun ve gördüklerinin aslında gerçek olmadığını anlarsın. Asıl gerçeğin odundan kalan küller olduğunu fark ettiğinde her şey için çok geç kalmış olursun.” Sustum. Böyle bir cevap beklemiyordum ondan. Gözlerimi koruluğa çevirdim. Bir ağaca tünemiş iki kuşun ötüşleri batan günü şereflendiriyordu. Bu insanlar hakkında ne düşüneceğimi kestiremiyordum. Bana yardım etmiştiler tamam ama bu yardımın altında neyin yattığını bilmiyordum ve bilinmezlikler beni huzursuz ederdi. Kerim’le aramızda var ettiğimiz süregelen sessizliği arkamızdan gelen boğaz temizleme sesi son vermişti. Gülsema olduğunu anlamam uzun sürmedi. Ben istifimi bozmasam da Kerim arkasına baktı. O an Gülsema’nın sesini duydum. “Gelebilir miyim?” çekingen ses tonu dudağımın kenarını yukarıya doğru büktü. Kerim yanındaki boşluğu işaret etti. “Gel hayatım,” dedi az önceki ambiyansı yıkarak. Gülsema’ya bakmıyor olsam bile hevesle bize yaklaştığını fark ettim. Bizim gibi üç merdiveni de indikten sonra Kerim’in yanındaki boşluğa kuruldu. Böylelikle evin kapısına giden girişi tamamen kapatmış olduk. “Ne konuşuyorsunuz?” diye sordu Gülsema. Onunla ilgilenen ben olmadığım için cevap veren de ben olmadım. “Dağ adamımı konuşuyoruz,” dedi Kerim bana kaçamak bir bakış attıktan sonra. Gülsema oturduğu yerde dikleşti. “Harbi abim hâlâ gelmedi. Bu kadar geç kalması normal mi?” Onlara bakmak yerine sadece dinlemeyi seçtim. Kerim cevap verdi. “Umarım normaldir.” Dedi içli bir nefes alarak. Birazdan güneş batacak tüm orman karanlığın içinde kalacaktı. Ben de merak ediyordum ama sadece kolyemi. Küçük meleğin kaldırdığı kaşları görmezden gelerek ağaçları seyretmeye devam ettim. “Yemek hazırladım.” Dedi Gülsema, bana hitap konuştuğunu fark ettiğimde gözlerimi üzerine çevirdim. “Eğer açıktıysan-” lafını kestim. “Aç değilim.” Dedim. Tepkim omuzlarını düşürmüştü. Kerim bunun farkındaymış gibi hemen araya girdi. “Kız yine Çinlilerin menüsü falan deme bak artık kusacağım.” Aşırı tepkisi Gülsema’yı gülümsetti ama sevimli bir öfkeyle Kerim’in koluna vurmayı ihmal etmedi. “Gayet lezzetli bence!” Kerim, “Çok,” derken ‘o’ harfini uzattı. “Ülkemin kuru ekmeğini tercih edercesine çok.” Gülsema ince kaşlarını çattı. “Sen ne anlarsın ki zaten?” dedi sitemle. “Ben anlamayacağım da kim anlayacak be?” dedi Kerim gayet kendinden emin bir ifadeyle. Yandan yandan sırıtıyordu. “Anlasaydın böyle konuşmazdın bir kere,” Yemek hakkında birkaç dakika atıştılar. Gülsema tam susacakken Kerim bir şey söylüyor yine Gülsema’nın sinirini bozuyordu. Böylelikle konuşma uzuyordu. En sonunda Gülsema dayanamıyor olacak ki öfkeyle ayaklandı. “Bundan sonra yaptığım hiçbir şeyden yemene izin vermeyeceğim.” Dedi, sesindeki sitem gayet net anlaşılıyordu. “Açlıktan gebersen kuru ekmek atmam.” Bize arkasını döndü. Öfkeli adımlarla geldiği kapıya doğru ilerdi ama o anda aklına bir şey gelmiş olacak ki durup bedenini bize çevirdi. Tam gözlerimin içine baktı. “Acıktığın zaman sen gelip yiyebilirsin,” dedi sinirini yok sayıp gülümseyerek. Sonra yine ardını bize döndü ve evin kapısından girerek gözden kayboldu. Böylelikle Kerim’in yüzünde var olan sırıtışı daha da büyüdü. Birkaç saniye kimsenin olmadığı o kapıyı izledi. Onu kendi hisleriyle baş başa bırakarak önüme döndüm. Düşünmeye çalıştım ama düşüncelerim de yorgunluktan zihnime takılıyordu. Burada daha fazla oturmak istemiyordum. Dikkatli bir şekilde yerimden doğrulduğumda Kerim kimsenin olmadığı boş kapıya bakmayı kesip bana döndü. Verandanın korkuluğundan tutunarak dengemi sağladım ve sinir bozucu bir gülümseme yerleştirdim suratıma. “Yemek yiyeceğim ben,” “Ne?” dedi inanamıyormuş gibi. Omuz silktim. “Kız Allah’ın belası sen yemiyorsun diye ben de yemeyecektim. Şimdi istesem de vermez.” Yine omzumu silktim. Yüzümdeki gülümsemeyi yok ederek ardımı ona döndüm. Dikkatli adımlarla içeriye girdikten sonra artık yerini bildiğim salona ilerledim. Onların elinden yemek yiyecek değildim. Sadece canım onu sinir etmek istemişti. Etmiştim de. Kahverengi ve ten renginin harmanlandığı kanepeye oturarak sırtımı arkaya doğru yasladım. Karşımdaki duvarın üst tarafında koca bir saat asılıydı. Saatin içinde geyik boynuzlarının resmi vardı lakin oldukça gerçekçi duruyordu. Sayı yazmayan saatte akrep beşin solunda yerini almıştı. Şömine yanmıyordu. Sadece eskiden yanmış odunların küllerini içinde saklıyordu. Şöminenin yanı başında aynı boyutta kesilmiş bir odun yığını vardı. Sıranın kendilerine gelmesini bekliyordular. Derin bir nefes aldım. Kafamı da sırtım gibi geriye doğru yasladım ve bakışlarımı ahşap tavana çıkardım. Omzum da ayağım da ağrıyordu. Kerim’in ağrı kesici teklifini reddettiğim için biraz pişmanlık yaşamıştım doğrusu; ama sorun değildi. Üstesinden gelebilirdim. Ahşabın verdiği kokunun rahatlığı zihnime işliyordu. Gözlerimin üzerine inen ağırlık bedenimi de ağırlaştırıyordu. Yerime biraz daha kurularak gözlerimi kapattım. Sağ bacağımı kendime doğru çekerek sol bacağımın altına aldım. Böyle daha rahattı. Uyumaktan nefret ederdim fakat artık bedenim daha fazla dayanmıyordu. Düşünmemeye çalışarak, acımı yok sayarak, uykunun beni esir almasını bekledim. Bekleyişimin sonu ne yazık ki gelmiyordu. Beni uykunun kollarına bırakmayan bir şey vardı. İçimde değişik bir huzursuzluk baş göstermişti. Gözlerimi daha sıkı kapattım. Hiçbir işe yaramasa da onları açmamakta ısrarcıydım. Uyku zihnime henüz yerleşmemişti ki Gülsema’nın korku içinde Kerim’e seslendiğini duydum. Gülsema’dan önce kulağıma birkaç ses daha yüklenmişti. Onları umursamamış olsam da artık uyuyamayacağımın da farkına vararak birbirine zar zor yapıştırmış olduğum gözlerimi araladım. Sırtımı dikleştirdim ve olduğum yerde hafiften doğruldum. Tam o anda Kerim elinde tuttuğu iki silahla içeriye girdi. Yüzünde bir telaş vardı. Dudaklarımı açıp soru sormaya fırsat bulamadan önüme geldi ve tuttuğu silahlardan birini bana uzattı. “Kalk, Gölge!” Dedi. Sesine de yansımıştı telaşı. Anlamadığım için çatılan kaşlarımla sordum. “Ne oluyor?” Kerim silahı almadığım için hızlı davranan oldu, silahı elime tutuşturdu. Aceleyle kolumu tuttu ve kalkmama yardımcı oldu. “Geliyorlar!” Kaşlarım daha fazla çatıldı. “Kim geliyor?” “Hadi! Zamanımız yok!” Vücudumu kapıya doğru döndürmemi sağladı. Kapıda ağlayan Gülsema’yı görmeyi beklemiyordum. Zihnim bu görüntü karşında şeytanlarımı uyardı. O sırada birkaç araç sesi duyuldu dışardan. Kerim küfretti. “Çabuk!” Beni salondan hızla çıkarttı. Gülsema’nın da kolunu tuttu ve ikimizi de aynı istikamette yürütmeye başladı. Davranışı sinirimi bozsa da bir şey dememiştim. Gülsema’yla birlikte uyuduğum odaya geçtik. O ağlıyor Kerim aceleci davranıyordu. Şeytanlarımın istediği cevaplar vardı. Kısılan gözlerimle odadan çıkmaya hazırlanan Kerim’in kolundan tutarak ona engel oldum. Bu saçmalığa bir son vermeliydi artık. “Ne oluyor?” dedim ciddiyetle bütünleşmiş gözlerimi gözlerine sabitleyerek. Derin bir nefes aldı. Bakışları Gülsema’yla benim aramda gidip geldi. Sonunda bakışlarını bana sabitledi ve elini koluma koydu. Temasına aldırmadım. “Kadir Dağdelen.” Dedi. Duyduğum isim tüylerimi diken diken etti. Nefret bir kez daha benimle nefes alıp vermeye başladı. Gözlerim keskinleşti. İçimde hazır bekleyen şeytanlarım gözlerime doğru yürüdü. “Sakin ol!” Diye fısıldadı Kerim. “Senin için gelmediler. Gülsema’yı istiyorlar ama eğer seni burada görürseler tek başıma engel olamam ve sonrasında ne olacağını anlatmama gerek yok.” Duraksadım. Şeytanlarım da duraksamıştı. Kaşlarım bir kez daha çatıldı. “Gülsema mı?” Diye soludum merakla. Kerim beni gözleriyle onaylamakla yetindi. Gülsema’ya baktım. Gözlerindeki korkuyu gördüm, içimdeki tüm öfkeyi şeytanlarımın üzerine saldım. Elimi kaldırdım. Kerim’in yakasını tuttum, onu kendime doğru çektim ve gözlerimizi birbirine sabitledim. “Eğer,” dedim nefretle. “Eğer bir oyun çeviriyorsanız hepinizin soyunu kazırım!” Kerim kaşlarını çattı. Yakasını elimden kurtardı. “Oyunlar bizim işimiz değil!” dedi dişlerinin arasından. Gözlerindeki suçlayıcı ifade sinirime daha fazla dokundu. Konuşacağım sırada aramızdaki çatışmaya son veren Gülsema oldu. “Abim hâlâ gelmedi!” dedi hıçkırıklarının arasından. “Abim bu kadar geç kalmazdı!” Var ettiğim öfke meraka yerini devretti. Gülsema’nın parıldayan göz yaşları şeytanlarımı söndürüyordu. Onun için gelmiş olduklarına şimdi inanmıştım. Buna rağmen o kendini değil abisini düşünüyordu. Kaybettiğim sakinliğimi ellerimin içine aldım. Efruz benim yüzümden gitmişti. Benim yüzümden başına herhangi bir şey gelirse kendimi suçlamadan duramazdım. Hepimiz kapının iki kez tıklatıldığını duyduk. Gülsema elini dudaklarına yaslayarak ses çıkartmamak için ufak bir çaba verdi. Kerim’in verdiği sert nefesi duyduğumda bakışlarımı ona çevirdim. “Sakin ol Gülsema,” Dedi yumuşak bir ses tonuyla. Gözlerinde onun için yanan canını gördüm. “Halledeceğim tamam mı? Odadan çıkmayacaksınız.” Gözlerini gözlerime sabitledi. “İkiniz de.” Dudaklarımı dilimle ıslattım. “Tek başına ne yapacaksın?” “Halledeceğim.” Dedi anında Kerim. Kendinden emin görünüyordu. Tuttuğu silahı pantolonunun kemerine yerleştirdi, kazağını çekiştirip silahın üzerini kapattı. Odadan çıkmadan önce gözlerimin içine baktı. “Seni görmemeleri gerekiyor.” Dedi ciddiyetle. “Anlıyor musun?” diye sorduğunda başımı salladım. İkimizi de son kez kontrol ettikten sonra odadan çıktı, kapıyı da arkasından kapattı. Birkaç saniye olduğum yerde kapanmış kapıya baktım. Kadir Dağdelen yakınımdaydı. Yanlış zaman ve yanlış yerde. Dişlerimi birbirine bastırdım. Gülsema’nın hıçkırıklarını duyuyordum. Sonra kalabalığın sesini de duydum. İçeriye girmişlerdi. Olduğum yerde durmayı keserek dikkatli bir şekilde pencereye doğru yaklaştım. Olduğumuz odadaki pencere ön tarafı göstermiyordu fakat uzayıp giden araçları görmemek imkansızdı. Çok fazlaydılar. Olur da buradan çıkmak zorunda kalırsak yakalanma ihtimalimiz yüksekti. Geri çekildim. Hava kararmıştı. Oda da ki ışık yanmadığı için fazla net göremediğim silahı inceledim. Kontrol kilidini açtım. Namluya sürülmüş mermiyle bitlikte 12 mermi vardı. İsabet oranı iyi olmayan bir silahtı ama elimden geldiği kadar iyi isabet almak zorundaydım. Kerim’i aşarsalar burada kendimi koruyabilecek bir alanımda yoktu, üstelik sadece kendimi değil Gülsema’yı da korumak zorundaydım. Bakışlarımı ona çevirdim. Sırtını duvara yaslamıştı. Kollarını birbirine dolamıştı ve hâlâ ağlıyordu ama artık daha sessizdi. Ona doğru bir adım attığımda içerde kopan gürültü beni duraksattı. Gülsema korkuyla başını kaldırdı. Bana doğru bir adım attı. “Kerim…” diye fısıldadığını duymuştum. Adımları döndü, bedenini kapıya doğru çevirip bir adım daha attığında kolunu tuttum. “Ne yaptığını sanıyorsun?” diye fısıldadım sinirle. “Ona zarar veriyorlar.” Dedi göz yaşları içinde. “Beni istiyorlar, beni alırsalar-” Lafını kestim. “Sakın.” Dedim. “Kimse almayacak seni!” Kafasını olumsuzca iki yana salladı. “Abim yok. Gelmedi. Belki de gelemedi. Kerim de-” elimle dudaklarının üzerini kapattım. Koridorda duyduğum adım sesleri yaptırmıştı bana bunu. “Sesini çıkartma,” diye fısıldadım. Gülsema’nın gözyaşları elime akıyordu. Acısına dokunuyor gibi hissediyordum kendimi. Dişlerimi birbirine bastırdım. Düşüncelerimi toparlamalıydım. Şimdi hislerin yanılgılarıyla hareket edemezdim. Doğru düşünmek istiyorsam hislerimi yok etmeliydim. Gülsema’nın bedenini kenara doğru çektim. Aynı zamanda ben de kenara gelmiştim. Ortada durmak tehlikeliydi. Tam kapının arkasında tüm dikkatimle kapıyı dinlemeye başladım. Adım seslerinin ardından yükselen sesler birbirine karışıyordu. Konuşulanları anlamıyordum. Kaşlarımı çatabildiğim kadar çattım. İçeriden Kerim’den yükseldiğine emin olduğum inleme gözlerimi kısmamı sağladı. Gülsema’nın akıttığı göz yaşları arttı. Bunu duymak istemiyor gibi sıkıca gözlerini kapatmıştı. Tamam, beklemek zamanı bitmişti. Yüzümü Gülsema’ya çevirdim. “Kes ağlamayı.” Dedim gözlerinin içine acımasızca bakarak. İçini çekti ama ağlamayı bırakmadı. Gözlerimi devirme ihtiyacımı sonraya erteleyecektim. Ellerimi kaldırdığımda ani hareketim onu korkutmuştu. Yine de ellerimi yüzüne koydum, yanaklarını avuçlarımın içine aldım ve yüzümü yüzüne doğru eğdim. “Gülsema ağlamayı kesmelisin. Güçlü olmak zorundasın. Burada kalamayız.” Bir an için gözlerini büyüttü. “Ama Kerim dedi ki-” Sözünü kestim. “Boş ver şimdi Kerim’i. O kendi canını kurtarsın biz de kendi canımızı. Duydun mu? Bana yardım edecek misin?” Birkaç saniye durup nefeslendi. Sonra kafasını olumlu anlamda salladı. Ona içten olduğunu düşündüğüm bir şekilde gülümsedim. “Aferin, sil şimdi göz yaşlarını.” Ellerimi yanağından beklemeden çektim. O da hiç beklemedi. Göz yaşlarını hınçla sildi. “Ne yapacağız?” Gülümsedim; ama bu sefer şeytanımsı bir gülümseyişti. “Buradan çıkacağız.” Dedim. Kapıya doğru yaklaştım. Ardında kimsenin durmadığına emin olduğumda kulpu tuttum ve kapıyı yavaşça araladım. Sesler arttı. Artık söylenilen kelimeleri anlayabiliyordum. “Ne diye direniyorsun?” tanımadığım bir sesti. Konuşmaya devam etti. “Efruz Bey’i bekliyorsan daha çok beklersin. Bizi uğraştırma. Kızı ver.” Dişlerimi birbirine bastırdım. Koridorda iki kişi vardı. Onlara görünmeden karşı odaya geçmemiz gerekiyordu ama bu imkansızdı. Kapıyı yavaşça kapatarak geri çekildim. Doğru düşünmezsem Gülsema’nın canı tehlikeye girerdi. Kendimi riske atabilirdim ama onu atamazdım. Yüzümdeki saçlarımı geriye doğru ittim. Silahı taytımın beline sabitledim. Ellerime ihtiyacım vardı. Usul adımlarla pencereye yaklaştım tekrardan. Odak nokta değildik. Buradan çıkarsak daha çok şansımız olabilirdi. Eğer görünmeden pencereden çıkabilirsek veranda bizi saklayacaktı. Evin hemen metreler sonrasında başlayan ormana girdiğimizde kurtuluş yolu bize açılacaktı. Yüzümü Gülsema’ya çevirdim. “Pencereden çıkacağız.” Dedim direk. Kelimelerim gözlerini büyüttü. Konuşmaya devam ettim. “Yanıma gel.” Beni ikiletmedi. Dikkatlice yanıma gelerek pencerenin kenarından baktığım yere baktı. Arkası bize dönük olan üç kişi vardı orada. “Pencereden çıkacaksın çıktığın anda verandanın arkasına geçeceksin.” Zorlukla yutkunduğunu işittim. Yapmak zorundaydı ve yapacaktı. Onu teselli etmeyecektim. Pencerenin kulpuna uzandım. Beklemeden yavaşça açtım. Açık pencereden içeriye dolan soğuk hava beni etkilemedi ama Gülsema’nın etkileneceğini biliyordum. Üzeri inceydi. Kerim’in benim için verdiği hırkayı üzerimden çıkartarak ona uzattım. “Giy.” Almadı. Tereddüt içinde sordu. “Sen?” “Gülsema.” Dedim uyarı dolu bir ses tonuyla. Gözlerimdeki sert ifade onu harekete geçirdi. Elimdeki hırkayı aldı. Üzerine hızlı bir şekilde giyindi. “Hadi.” Dedim pencereyi göstererek. Bir kez daha yutkundu. Pencereye doğru bir adım attı. Gözleri pencerede değil bendeydi. Beni kontrol ediyor, kızarmış gözleriyle bir şey söylememi bekliyordu. Söylemeyecektim. Yapacaktı. Yapmak zorundaydı. Kaşlarımı çattığımda derin bir nefes alarak pencereye döndü. Pencerenin pervazını tuttu, bacağını kaldırarak kenarlığa koydu. Zorlandığını fark ettiğimde elimi beline yerleştirdim ve ona destek oldum. Yerden tamamen kesilen ayakları pencerenin taşındaydı şimdi. Bir ayağını dışarıya doğru aldı. Elimi belinden çektim. Yüzünü bana doğru çevirerek diğer ayağını da dışarıya attı. Gözlerinin içine bakarken fısıldadım. “Dikkatli ol.” Pencereyi bıraktı ve aşağıya atladı. Kapı açıldı. Gözlerim büyüdü. “Bakın,” dedi yabancı ses. Hızlı bir manevrayla geriye doğru birkaç adım attım. Pencereden herhangi bir hareketlilik fark ederseler kurtulamazdık. Uzaklaşmalıydım. Bana doğru attığı adımları duydum. “Kim varmış burada?” Yüzümü yere doğru eğdim. Yüzümü göstermeden onu indirmem imkansızdı. Silahı kullanamazdım. Bir şeyden feragat etmek zorundaydım. Yüzüm yerdeyken yavaşça ona doğru döndüm. Diğerlerine haber vermemeliydi. Onun hakkında gördüğüm tek şey marka ayakkabılarıydı. Bana doğru bir adım daha attı. Karanlık odada ikimizin de varlığı net bir şekilde fark ediliyordu. “Umuyorum ki bana zorluk çıkartmayı düşünmüyorsundur.” Kafamı iki yana salladım. Teslim olmak böyle zamanlarda işe yarardı. Bana doğru bir adım daha attı. Beni Gülsema sandığına emindim. Karanlıkta hızlı hareket edersem görmezdi yüzümü. Bir adım daha attığında artık önümdeydi. Kolumu tuttu. Tuttuğu anda dirseğimi kaldırdım ve çenesine geçirdim. Beklenmedik tepkim onu sendeletti. Elimi dudaklarına bastırdıktan sonra bana karşı çıkmasına izin vermeyerek dizinin arkasına vurdum. Tüm dengesini kaybederek dizlerinin üzerine düştü. Benden güçlüydü. Bedenini geriye doğru ittiğinde fısıltıyla inledim. Ben değil omzum inliyordu. Ellerimin arasından kurtulduğunda seslenmeyi akıl etmeden üzerime çullandı. Yanağıma tokadını geçirdiğinde şeytanlarım ileriye doğru atıldı. Acı bir masaldan ibaret oldu. Burnunun tam ortasına sol elimle bir yumruk geçirdim. Dengesini kaybederek masaya çarptı. Çıkan ses vaktimin azaldığına dair bir işaretti. “Seni küçük or*spu!” Beklemeden üzerine doğru yürüdüm. Yana çekilmiş sandalyeyi aldığım gibi yüzüne doğru savurdum. Ağzından çıkan inleme vaktimi daha da azalttı. Dışardan gelen adım sesleri adrenalimi üst seviyeye çıkarttı. Arkamı döndüm ve koşmaya başladım. Ayağımı pencereye doğru kaldırdığım gibi bedenimi pencereden dışarıya attım. Kısa süre havalanan bedenim yere çarptığında acıyla kasıldı. Acı içinde kıvrıldım. Nefeslerim bir inleyişten farksızdı. Yine de elimden geldiği kadar sessiz olmaya çalışıyordum. Fakat bu acı… bu acı çok kötüydü! Ters tepen bir felçti bedenime saplanan. Acının içinde yüzüyordum sanki. Hayır, yüzemiyordum, boğuluyordum. Kıvranışlarımın arasında bir fısıltı duydum. “Gölge Abla?” Acıyla kıvranan bedenim önceliğini ruhuma tanıdı. Bana abla demişti. Şaşkınlığım çok kısa sürdü çünkü canım alevleniyordu. Gülsema yine ağlıyordu. “Gölge Abla iyi misin?!” Kapattığım gözlerimi açtım. Açtığımda penceredeki silueti gördüm. “Dışardalar!” diye bağırdı. S*keyim! Acının bedenime yayılmasına izin verecek zamanım yoktu. Yerden destek aldım. Kaburgalarıma batan ağrıları boş verdim. Yerden doğrulur doğrulmaz Gülsema’nın bileğini tuttum. “Koş!” Nefes alamıyordum ama koşmak zorundaydım. Ölecek gibiydim ama yaşamak zorundaydım. Acı attığım her adımda ömrüme takılan zamandan yanaydı. Herkes karşıma geçebilirdi. Sorun değildi. Herkesi yenebilecek gücüm vardı. Gülsema’yı onlara bırakmayacaktım! Arkamızdan bir silah sesi duyulduğunda Gülsema’nın bedeni duraksadı; ama bana durmak yoktu. Onu çekiştirdim. Aynı zamanda bağırmıştım. “Bir daha durursan seni ben öldürürüm! Koş diyorum!” Neyse ki sözlerim onu harekete geçirmişti. Bana ayak uydurdu. İkimizin de ayakları çıplaktı ama bu koşmamıza engel değildi. Ne olursa olsun devam edecektik. Başka bir yol yoktu benim önümde. Acı umurumda değildi. Beni öldürecek kadar cesaretliyse önce bana engel olmak zorundaydı. Ağaçların arasına karıştığımızda az da olsa ferahlayan içime acım engel oluyordu. Durmadım. Koşmaya devam ettim. Gülsema benden daha sağlıklı olduğu için daha hızlı koşuyordu. Bir bakıma ona engel oluyordum. Nefesimin bedenime yetmediğinin farkındaydım. Ormanda, karanlığın içinde daha fazla emirlerimi dinleyemeyecek hale gelen bedenimi durdurdum. Nefeslerim hücrelerimi yarıyordu adeta. Ayakta duramayacağımı anladığımda dizlerimin üzerine düştüm. Gülsema ben durduğum an durmuştu. Hemen yanı başımda bekliyordu. “Gölge abla?” diye fısıldadı korku içinde. Ona bakmıyor olsam bile yanıma çömeldiğini hissettim. “İyi değilsin,” dedi nefes nefese. Dişlerimi birbirine bastırdım. İyi değildim. “Koşmaya devam et.” Dedim dişlerimin arasından. “Olmaz.” Dedi hemen. Kaşlarımı çatmak istedim ama halim kalmamıştı. Omzum çok kötüydü. Ciğerlerim patlamak üzereydi. Ayağım… artık sol ayağımın bedenime ait olduğunu düşünmüyordum. “Gülsema!” dedim inler gibi. “Koş diyorum!” “Hayır! Seni de arkamda bırakmayacağım.” Dedi. Elinin varlığı kolumun üzerine yerleşti. “Seni taşıyabilirim,” diye fısıldadı. Yutkundum. Derin bir nefes aldım. Kalkmazsam Gülsema gitmeyecekti. Kalkmak zorundaydım. İçime içime batan sivri bıçakları bileme vaktiydi. Delik deşik olma vaktiydi. Dişlerimin kırılma ihtimalini görmezden gelerek oturduğum yerde doğruldum. Kalkmak için harekete geçtiğimde Gülsema hiç beklemeden kolunu belime sarmış bana yardım etmişti. Göründüğünden daha güçlü olduğunu anlamıştım o an. Ayaklarımı tekrar yere bastığımda sol ayağım hâlâ bedenimde olduğunu bana gayet net bir şekilde bildirdi. Dişlerimin arasından dayanamayıp inlediğimde kendime küfrettim. Dikkatli olmak zorundaydım. “İyi misin?” dedi Gülsema. Kafamı salladım ama karanlık olduğu için büyük ihtimalle anlamamıştı. “İyiyim. Gitmeliyiz.” Dedim. Konuşmak beni zorluyordu. Nefes almak daha çok zorluyordu. Yutkundum. Gülsema belime sardığı elini sıkılaştırdı. Az da olsa hafifleyen bedenim daha kolay nefes alıp vermemi sağladı. Beraber yürümeye başladık. Bir derin nefes daha aldım. Pencereden atladığımda tek teselli bulduğum şey omzumun üstüne düşmemiş olmamdı. Eğer düşseydim bir daha kalkamazdım. Gözlerimi karanlık ormanda gezdirdim. Uzaklaşmıştık ama yeterli değildi. Ağaçların arasından evin yanan ışığı hâlâ belli oluyordu. Hatta bu uzaklık hiç yeterli değildi. Zihnimi kontrol etmeliydim. Canımın yanmadığına onu inandırmalı çektiğim azaba son vermeliydim. Zordu. Belki de imkansızdı; ama yapmak zorundaydım. Zorunda kalmışlıklar imkansızlıkları yok ederdi. Hızlandım. Sendeleyerek yürüyor olsam da hızlıydım. Biraz daha ormanın içine girebilirsek izimizi tamamen kaybettirebilirdik. Bizimle birlikte ilerleyen gece hayvanları yalnız olmadığımızı söylüyordu adeta. Gülsema’nın titreyen bedenini fark ettiğimde sağlam olan elimi omzuna attım. Bu yaptığım onu cesaretlendirdi. Bana daha fazla yaklaştı. “Kerim…” dediğini duydum ama sözlerine devam etmedi. O yüzden devamını ben getirdim kelimelerinin. “İyidir. İstedikleri sendin. Ona bir şey yapmazlar.” Sözlerimin onu rahatlatmadığını biliyordum ama yine de söylemekten geri durmadım. “Abin de yakında gelecektir.” Kafasını salladığını savrulan saçlarından anlamıştım. “Korkuyorum.” Dedi o an. “Neden?” diye sordum fısıltıyla. “Eğer onlara bir şey olursa-” sözünü kestim. “Kimseye bir şey olmayacak. Onlar işini bilir. Şu an önemli olan senin canın. Senden ne istediğini biliyorsun. Buna hem kendi iyiliğin hem de tanımadığın onca çocuğun iyiliği için inanmak zorundasın.” Sustum ve ciğerlerimi şahlandırdım. “Öncelik sensin.” Dedim bastırarak. Sert bir nefes vermişti. Birazdan tekrar ağlayabilir gibi hissediyordum. Evin olduğu yerden birkaç silah sesi daha duyuldu. Dişlerimi birbirine bastırdım. Boş yere ateş etmezdiler; Ya Kerim karşı çıkıyordu ya da yeni bir misafirimiz vardı. “Ondan nefret ediyorum.” Diye fısıldadı. Sesinde ağlamaklı bir ton vardı. “Bize niye rahat vermiyor?” burnunu çekti. Artık ağlıyordu. “Abime de hiç rahat vermedi.” hıçkırdı. Kadir Dağdelen’den bahsediyordu. “Ondan nefret ediyorum. Ölmesini istiyorum!” Durdum. Ben durduğum için Gülsema da durmuştu. Omzundaki elimi çektim ve hiç uzaklaştırmadan yumuşacık elini kavradım. İç çekişleri gece hayvanlarının seslerine karışıyordu. “Sen güçlü bir kadınsın.” Benim gözümde hâlâ bir çocuk olsa da o gerçek hayatta çocuk değildi. çocukluğu ondan alınmıştı. “Kadir Dağdelen’i bir kez yendin tekrar yeneceksin.” Bana cevap vermedi. Ne düşünüyordu bilmiyordum ama canımızı tehlikeye atıyordum. “Devam etmeliyiz.” Adım attığımda o yürümediği için elim geride kaldı. Yüzümü merakla Gülsema’ya doğru çevirdim. Aramıza açtığım mesafeyi kapattı. “Beni ikinci kez kurtarıyorsun,” dediğinde afalladım. Zaman ahlaksızın biriydi. Zaman adiydi. “Henüz kurtarmış sayılmam.” Dedim. “Gitmeliyiz.” Beni ikiletmedi. Yürümeye başladı. Bedenimi çepeçevre saran acı soğukla iç içe geçmişti. Soğuk bir bakıma acımı donduruyordu ama yeterli değildi. Hâlâ içimde, hâlâ bedenimde, hâlâ zihnimdeydi. Dişlerimi birbirine bastırdım. Karanlığa alışmış gözlerimi etrafta dolandırdım. Tehdit barındıracak bir şeyle karşılaşmadım fakat sesler duyuyordum. Bizi aradıklarını biliyordum. Üstelik silah sesleri hâlâ devam ediyordu. Sert bir nefes verdim. O an gece hayvanlarının sesine bir uğultu daha karıştı. Gözlerim kısıldı. Fısıltılar kulağıma ilişmeye başladı. “Şu tarafa bakalım,” Durdum. Elimi Gülsema’nın omzuna koyarak eğilmesini sağladım. İkimiz de aynı anda yere çömeldik. Gözüme ilişen ışık sert bir nefes vermemi sağladı. Fark etmeseydim çok kötü olacaktı. Şimdiye kadar fark etmemiş olmam ise daha kötüydü. Bedenim direnirken duyularımı köreltiyordu. “Gölge Abla…” “Şşhh!” çevreye baktım. Işık uzaklaşıyordu. Burada duramazdık. Hayır, burada duramayacak olan bendim. Gözlerim güvenli bir yer aradı. Işık bir kez üzerimizden geçti. Sonra kayboldu. Artık konuşmak da yoktu. Gülsema’nın kolunu tutarak hafifçe doğrulmasını sağladım. Kafamızı kaldırmadan büyük bir ağacın arkasına geçtik. Nefes nefeseydi. Titriyordu ama artık üşümediğini biliyordum. Korkuyordu. Uzaktan gelen silah sesleri kesilmişti. Kötü ihtimaller zihnimi sararken ilerideki çalılıklar gözüme ilişti. Gülsema’nın oraya doğru yürümesini sağladım. Onu arkama alarak çalılıkları kontrol ettim. Bir ormanda saklanılabilecek en mantıklı yerdi. Sessiz olmaya özen göstererek çalıların bir dalını tutarak kendime doğru çektim. Açılan boşluk zihnime yatmıştı. “İçine gir.” Gülsema beni ikiletmedi. Dalı bırakmadan yanına doğru eğildim. “Buradan çıkmayacaksın.” Dediğimde nefesleri hızlandı. Korkuyla konuştu. “Gidecek misin?” Derin bir nefes aldım. “Gitmek zorundaydım.” Dedim. “Ne olursa olsun, ne duyarsan duy, burada kalacaksın. Canın tehlikeye girmediği sürece çıkmayacaksın. Sadece kendini düşüneceksin. Tamam mı?” Kafasını hızla iki yana salladı. “Gölge Abla, gitme.” Dedi ve yutkundu. “Korkuyorum,” Sesi içime işliyordu ve bu hiç iyi değildi. Dişlerimi birbirine bastırdım. “Söz veriyorum, geri geleceğim.” Gelemeyeceğimi biliyordum. Elimi arkama doğru uzattım. Silahı taytımın belinden çıkarttım ve eline tutuşturdum. Bu yaptığım onu daha çok korkuttu. Süzülen göz yaşları görmediğim için bir bakıma şanslıydım. “Kendini koruyacaksın.” Dedim, sesimdeki korkusuzluğu ona yansıtmaya çalışıyordum. Gözlerim kısaca etrafı taradı. Işık uzakta değildi. Vakit kaybediyordum. “Silah hazır durumda. Sen yalnızca tetiğe basacaksın. Sadece korkma. Sakın namluyu kendine çevirme.” Dalı bırakacağım sırada fısıldamıştı. “Lütfen dikkatli ol.” Gülümsedim. “Olacağım, sen olursan.” Onun da gülümsediğini hissettim. Dalı ses çıkartmamaya özen göstererek bıraktım. Birkaç adım geriye doğru yürüdüm. Görünmediğine emin olduğumda sırtımı ona doğru çevirdim. Bugün yağmur yağmadığı için ayak izlerimizle bizi takip edemezdiler. Sadece ormana aykırı sesleri arıyorlardı. Onu bırakarak ne kadar doğru yaptığımı bilmiyordum ama benimleyken bir şansı yoktu. En azından artık bir şansı olacaktı. Adımlarımı hızlandırmadım. Yavaşça ve sendeleyerek ışığı en son gördüğüm yere doğru ilerledim. Buradan tek başıma uzaklaşacak değildim, onlar da benimle birlikte gelecekti. Derin derin birkaç nefes aldım. Ciğerlerimin nefese ihtiyacı olacaktı. Zihnimi sakinleştirmeye adrenalimi sabit tutmaya çalıştım. Acı insan zihninin var ettiği bir şeydi. Zihnimi kontrol altına alabilirsem acımı az da olsa hafifletebilirdim. Ona üstünlük sağlamak zorundaydım. Bugün kendimi yenmek zorundaydım. Sonradan zihnim acıyı istediği kadar vücuduma savurabilirdi. Nefeslerimin düzene girdiğini fark ettiğimde gözlerimi kıstım. Çok vaktim yoktu. Ne kadar dayanabileceğimi bilmiyordum. Hızlı davranmak zorundaydım. Bir ağacın önünden durdum. Elimi ağaca dayadım. Nefeslendim. Zihnimi kontrol altına alamıyordum. Acı gittikçe artıyordu. Dişlerimi birbirine bastırdım. O sırada yüzüme yansıyan ışık gözlerimi kamaştırdı. Kirpiklerim kısıldı. “Orda!” Onlara bakmaya bile fırsat bulamadan elimi ağacın gövdesinden ayırdım. Ayaklarıma geri dönülmez bir emir vererek koşmaya başladım. Bu ayaklarla ne kadar ilerleyeceğim muammaydı ama her adım benim için kâr sayılırdı. Benden uzakta değillerdi. Bana yetişmeleri an meselesiydi. Adım seslerini çok yakından duyuyordum. Tahminimce iki kişiydiler. Alt etmem zor olacaktı; ama imkânsız değildi. Daha kötü anlarım olmuştu. Başarabilirdim. Tam kendimi inandırdığım sırada ışığın üzerimde dans eden hülyalarıyla birlikte ayağıma takılan tümsek beni yere serdi. Ağzımdan çıkan inleme tüm ormanda yankılandı. Ellerimin içi yanıyordu. Omzum… “Ah!” bu çok fenaydı. Dizlerim soyulmuştu. İçim içimden gidiyor gibi buruşturmuştum yüzümü. Üzerimde gidip gelen ışığı görebiliyordum. Bana yaklaşıyorlardı. Onlar yanıma yaklaşmadan kalkıp koşmalıydım belki fakat bu şekilde devam edemeyeceğimi biliyordum. Saniyeler sonra başıma geldiklerini ışığın tam tepemde yanmasından dolayı fark ettim. Onlara hemen dönme girişiminde bulunmadım. Damarlarımda kalan son enerjimi düzgün kullanmak zorundaydım. İkisinden biri konuştu. “Kadir Bey’e haber verelim.” Sesin ilk başta hangi taraftan geldiğini çözemedim. Kulaklarım uğulduyordu. Çevremdeki sesler bana yabancı hissettiriyordu. Saniyeler sonra sol koluma sarılan el beni resmen kıvrandırdı. Kıvranmam onların umurunda değildi. Kolumu daha sıkı kavrayıp beni yerden doğrulmak zorunda bıraktı. O an her şey daha netleşti. Hatta gözlerimin odağının gittiğini onu geri kazandığımda fark etmiştim. Kulaklarım eski kabiliyetine geri döndü. Duyduğum sesler netleşti, her şey yerli yerine oturdu. Kolumdaki parmakların canımı yaktığını net bir şekilde anladığımda öfkeyle kolumu çekiştirdim. Arkamdaki adam anlık olarak beni bıraktı ama elini tekrar koluma dolaması saniyelerini aldı. Sadece bu sefer sağ kolumu tutuyordu. “Rahat dur.” Dedi kulağıma doğru. Yutkundum. Diğer adamın karşıma geçtiğini fark ettiğimde kafamı eğdim. Önümdeki, elinde tuttuğu feneri yüzüme doğru kaldırdı. Işık gözlerimi kamaştırdı. “Kızın bu olduğuna emin miyiz? Daha kumraldı sanki,” İçimde bir ışık yandı. Beni tanımamıştılar belki tanımıyorlardı bile. Göğsüm sıkışmayı bıraktı. Derin bir nefes aldım. Şüpheler yerini kesinliğe bıraktı. Kolumu tutan karşımdakine yanıt verdi. “Yanlış hatırlıyorsundur.” Karşımdaki sonunda ışığı gözümün önünden çekme zahmetinde bulundu ve ardımdakini kafasıyla onayladı. Sessizlik dikkat çekiciydi. Suskunluğumu garipserlerse hayatın bana araladığı kapı kapanır üstüne üstlük on beş farklı kilidi üzerine vururdu. Kurumuş dudaklarımı birbirinden zar zor ayırdım. “Lütfen! Bırakın beni!” İkisi de söylediğime aldırmadı. “Götürüyor muyuz?” diye sordu arkamda kolumu sıkıca kavramış olan. Ondan kurtulmam zor olmazdı. Dikkatsizdi. Tek dirsek darbemle sarsılabilirdi fakat şimdi zamanı değildi. Karşımda dikilen adam ışığı tekrar yüzüme tuttu. Gözlerimi yine kıstım. Biraz daha gözümü gör etmeye çalışırsa onun canını yok etmeye çalışacaktım. Bunu yaparken de oldukça zevk alacaktım. Işığı yavaşça bedenime doğru indirdi. Gözleri bedenime hadsizce dokunmaya başladı. Tüm bedenime tuttuğu ışığın ardından, “Biraz eğlensek fena olmaz,” dedi zevkle. Dişlerimi birbirine bastırdım. Kolumu ardımdaki adamdan kurtarma çalışır gibi yaptım ve tekrar söylendim. “Lütfen, ben size bir şey yapmadım!” “Kes sesini!” dedi arkamdaki. Onu yok saymadım, dediğini yaparak sustum. Şeytanlarım ölüm yükleniyordu. Şarjları karşımda duran iki adamın ruhunda yatıyordu. Şeytanlarım onları istiyordu. “Ya yokluğumuzu fark ederlerse?” Arkamdaki adamın sorduğu soruyu karşımdaki yanıtladı. “Onca kişinin arasından fark edilmeyiz,” Onca kişi, diye geçirdim içimden. Kerim’in ölmüş olma ihtimali küçük meleğin kanatlarını sarstı. Onca kişinin içinden tek başına kurtulması neredeyse imkansızdı. İkisi de iğrenç bir tınıyla gülüştü. Kadir Dağdelen yanında beslediği köpeklerini de kendi gibi yetiştirmişti. Gerçekten onu öldürmek istiyordum. Harıl harıl yanan bir istekti bu içimde. Öldüğümde bile dinmeyecek olan bir nefretti. Ardımdaki adam kolumdan çekerek beni sağa doğru yöneltti. Birkaç adım attım. Gülsema’nın olduğu yere ters bir istikamette ilerliyorduk. Bu yüzden sesimi çıkartmadım. Ondan ne kadar uzak olursak o kadar iyiydi. Arkamdaki adam her ne kadar hafife alsam da güçlüydü. Onun üstesinden gelmek zor olacaktı. Işığı tutan adamın yapılı bir vücudu vardı. Onu da aşmak zor olacaktı. İkisini aşmak ise daha zor olan kısmıydı. Ne kadar ilerlediğimizi bilmiyordum ama epey uzaklaşmıştık. Sendeleyip duran ayağım arkamdakinin sabrına dokunuyor, ilerlerken kolumu saran parmaklarını sıkıştırıyordu. Canım yanıyordu fakat yükümün yarısını arkamdaki taşıdığı için ilerlemek beni fazla zorlamıyordu. Geniş gövdeli bir ağacın altına geldiğimizde ikisinde adımları durdu. Onlara ayak uydurdum. Kolumu tutan gücünü eline verdi. Beni ağacın altına doğru itti. Dengemi sağlayamadığım için dizlerimin üzerine düşmüştüm. İkinci kez darbe alan dizlerim yanmaya başladı. Dişlerimi birbirine bastırdım. Ayağım veya dizim sorun değildi. Zımbanın dişleri geriliyordu. Tenim tekrar yırtılıyormuş gibi oluyordu. O acıyı bir daha bedenimde misafir etmek istemiyordum. O acıyı tekrar yaşamak istemiyordum! Ellerimle yerden destek aldım. Yavaşça doğruldum. Sırtımı ağacın gövdesine yasladım ve gözlerimi karşımda dikilen iki kişiye çevirdim. Nefeslendim. Saçlarım gözlerimin önüne dökülmüştü. Gecenin çığlığını duyuyordum. Ağlıyordu sanki. Bana mı ağlıyordu? Dudaklarımı ıslattım. Eğer bana ağlıyorsa göz yaşları hiç dinmeyecekti. Ağzımdan alakasız bir soru döküldü. “Hava çok güzel değil mi?” dedim yavaşça. Gözlerim çevreyi taradı. Bir baykuşun sesi ormanın derinliklerinde yankılandı. Sorduğum soru ikisini de afallattı. Yüzüme en sahtesinden bir gülümseme yayıldı. “Ben böyle havalara bayılırım.” Birbirlerine baktılar. Sorgulayan göz bebekleri benim bir kahkaha atmama neden oldu. Kahkaham ormanda baykuşun sesi gibi çınladı. “Ah anlıyorum, siz az önce korkudan titreyen kadının nereye gittiğini soruyorsunuz,” ellerimi birbirine vurarak tok bir ses çıkarttım. Avuç içlerim acıdı ama umursamadım. İkisinin de gözlerinin içine baktım. Gülümsemem soldu, şeytanlarım kanatlarını iki yana açtı. “Ayılar ham yaptı onu.” Birbirilerine kaş göz işareti yaptılar. Az önce kolumu tutan adam üzerime doğru bir adım attı. “Dalga mı geçiyorsun?” dedi, kaşları çatılmıştı. Kafamla onu onayladığımda bir şeyler kafasına dank etti. “Kimsin sen?” diye sorduğunda omzumu silktim. “Ne yapacaksın kim olduğumu?” Arkada kalan araya girdi. “Ölmek ya da yaşamak kim olduğuna bağlı.” Dudağımın kenarı yukarıya doğru kıvrıldı. Kafamı olumsuzca iki yana salladım. “Ölmek ya da yaşamak,” dedim. Yaşamak yanmaktı, yandıktan sonra sana kalan küller nefeslerini keserdi. Küllerin kiri çocukluğunun üzerini örter seni gizlerdi. Sözlerimin devamını getirdim. “…bana bağlı.” İkisinin de sabrı tükendi. Kolumu tutan adımlarına emir verdi. Üzerime doğru gelmeye başladı. Ona engel olmadım. Güçlü olan buydu. Tam önüme gelip tişörtümün yakalarımdan tuttuğu an Kerim’in çantasından çaldığım sakinleştiriciyi boynuna sapladım. O evde boş boş dört saat geçirecek değildim sonuçta. “Lan!” dedi küfreder gibi. Şırıngayı çıkartmadan onu üzerimden ittim. Bir harekette bulunmaya çalıştı ama bedenine yayılan sakinleştirici ona izin vermedi. Boylu boyunca yere yığıldı. Yere dökülmüş yapraklar havalandı. Diğeri daha ne olduğunu kavrayamasa da çabuk toparlandı ve üzerime doğru bir atakta bulundu. Eli saçımı kavradı. Bulunduğu atağı geri çeviremedim çünkü yanılmıştım. Asıl güçlü olan bu adamdı. Yüzüme yediğim bir darbeyle ayakta kalamadan yere yığıldım. “Seni küçük f*hişe!” Ellerimin içinde soyulmamış deri kalmadığına artık emindim. Doğrulmaya çalıştığım anda kolumu tuttu. Bedenimi tekrar yere itti. Bu sefer sırt üstü düşmüştüm. Hafiften inledim. Kalkamadan üzerime çullandığında omzumun baskısı arttı. Onu itmek için hareket bile edemedim. Nefesim kesilir gibi oldu. O, bu anı kullanarak çenemi iğrenç elleriyle kavradı. Elindeki feneri yere düşürmüştü ama hâlâ ışık etrafı aydınlatıyordu. Onu görebiliyordum. Yüzüme doğru eğildi. “Güzel bir tanışma olacak ha!” Şeytanlarımın öfkesi kısacık bir an için acımı bana unutturdu ve böylelikle onu üzerimden itebildim. Tam kalkacağım sırada eliyle saçlarımı kavrayarak bedenimi tekrar yere itti. Ayaklarını iki yana açarak karnıma oturduğunda kalp atışlarım haddini aşar cinsten hızlandı. Olur da bana dokunmaya cüret ederse onu yok ederdim. Elini omzumun üzerine bastırdığında dişlerimi sıktım. Yüzünü yüzüme doğru yaklaştırdı. “Ne oldu?” dedi alay eder gibi. “Az önce keyfin gayet yerindeydi.” Pis bir sırıtış sundu. “Şimdi beni keyiflendirme zamanın or*spu!” İğrenç nefesini solumamak için soluklarımı durdurmuştum. Hafiften doğrulduğunda ölüm kusan bakışlarım kısıldı ve konuştum. “Kalk üstümden.” Dedim sakince. Enerjimi toplamam gerekiyordu. Ona karşı gelmeyecektim. Şeytanlarımın bile yorgun olduğu şu an da karşı çıkmanın hiçbir anlamı yoktu. Kurtulabilmek için yaptıklarına göz yummalıydım. Yüzüne kondurduğu pis sırıtış nefeslerimin düzene girmesine hiç de yardımcı olmuyordu. Öfke içimde car car bağırıyordu. “Tüm hayvanlar senin iniltini dinleyecek bu gece.” Derken iğrenç soluğunu tenimde hissettim. Asla yenilgiyi kabul etmeyen tarafım sırıttı. “Kendini biliyor olman ne hoş.” Yüzüme yediğim ikinci darbeyle dudağımın kenarı yandı. Yüzüm yana doğru savruldu. Dudağımın kenarından akan kanı hissettim. Gözlerimin kararır gibi oldu. Bu kadar oyun yeterliydi. Sonunda ölüm olsa bile onu öldürecektim. Dudaklarımı araladım. “Seni gebertirim!” Dudaklarım aralık kaldı. Konuşan ben değildim. Şaşkınlık tüm yüzüme yayıldı ve o anda üzerimdeki adam aldığı darbeyle sağa doğru adeta savruldu. Üzerimden bir gölge geçti. Gözlerim hızlı görüntüleri ilk başta kavrayamadı. Sonra onu fark ettim; Efruz’u. Yerden doğrulmak üzere olan adamın yakalarını tuttu. Tuttuğu gibi bedenini ağacın gövdesine doğru itti. Adamın ağzından bir fısıltı duyuldu. “Efruz Bey…” Efruz onun yere düşmesine izin vermeden tekrar yakalarını tuttu. “Sen kime vuruyorsun lan geleceğini s*ktiğimin pezevengi!?” adamı biraz kendine doğru çekti ve sert bir şekilde sırtını ağacın gövdesine gömdü. Eğer bunu bana yapsaydı emindim ki birkaç kemiğim çatlardı. “Sen kime vuruyorsun!? Senin yedi ceddini s*kerim ben!!” Adamın ağzından çıkan acı haykırış Efruz’un attığı yumrukla son buldu. İki darbeyle adamı yerle bir etmişti. Yerde kılımı kıpırdatmadan olan biteni izliyordum. Efruz’un nefes nefese kalmış bedeninin bana doğru döndüğünü hissetsem de ona değil yerde kıvranan adama bakıyordum. Saniyeler sonra Efruz’un bedeni bedenimin yanına çöktü. Sıcak parmaklarını yanağımda hissettiğimde gözlerimi gözlerine çevirdim. Mavilikleri mavilerimle çarpıştı. Sanki saatlerdir nefes alamıyordum da şimdi oksijen buluşmuştu ciğerlerimle. “Gölge?” diye fısıldadı korku içinde. Neyden korktuğunu bilmiyordum ama sesinin tınısından net bir şekilde o duyguyu hissediyordum. Yutkundum. Elini sağ kolumun altından geçirerek ensemle buluşturdu. Beni biraz kendine doğru çekerek hafifçe yerden doğrulmamı sağladı. Sırtımı göğsüne doğru yasladı. “Gölge,” dedi tekrardan. Baş parmağı patlamış dudağımın üzerinde dolandı narince. Canım yandığı için gözlerimi kısmıştım. “İyi olacaksın.” Dedi maviliklerime kenetlenmişken. “İyi olacaksın,” diyerek tekrarladı kendini. Sesi masal anlatıyormuş gibi çıkıyordu. Konuştukça konuşsun istiyordum. Yüzünü yüzüme yaklaştırdı. “Kara Melek,” dediğinde yutkundum. “İyileştireceğim seni.” Dudaklarımı birbirine bastırdım. Ona cevap verebilecek kadar enerji kalmamıştı içimde. Birkaç saniye sonra gözlerimin önünden bir gölge geçti. Mavilerimi yavaşça yan tarafa doğru çevirdim. Gözlerimi buğulu bir camın ardında duran bedeni algılayabilmek için kıstım. “Gölge abla! Gölge abla iyi misin?” Buğulu camın ardındaki Gülsema’ydı. Sesindeki endişeyi fark etmiştim ama acı çekmediği netti. Damarlarım içindeki kanı serbest bıraktı. Soğuk kanım daralan göğsümü ferahlattı. Bir kez daha yutkundum. Kerim’in yanıma doğru eğildiğini fark ettim. O da buradaydı. Ne zaman geldiğini bilmiyordum ama buradaydı. Elini çeneme koydu ve yüzümü yüzüne doğru kaldırdı. “Gölge, beni duyuyor musun?” diye sordu. Konuşacak halim olmadığı için sadece gözlerimi kapatıp açmakla yetinmiştim. Cevabımı anladı. “Güzel.” Dedi. “Şimdi, çektiğin acıyı puanlamanı istiyorum.” Bir çocuğa açıklama yapar gibi açıkladı. “En az bir en fazla beş. Konuşamıyorsan acının numarası kadar göz kırp.” İniltili bir nefes aldım. Acımı düşündüm. O sırada kendime ait olmayan bir inleme duydum. Efruz’un bir şey söylediğini işittim ama anlamlandıramadım. Kulağıma ilişip beynime ulaşabilen tek şey artık o inlemeydi. Zihnim acıyı düşünmeyi bırakmıştı. İçimde bir şey yükselişe geçmişti. Tamamen zirveyi ele geçirmek için bekliyordu. Küllerin kiri filizlendiği topraktan savruluyordu. Göğsümün derinliklerinde bir uğultu yayılıyordu. Zihnim artık şeytanlarımındı. Elimi kaldırdım. Kerim’in elini bedenimden uzaklaştırdım. Canımın yandığını düşünmüş olacak ki bana engel olmadı. Efruz’un bedeninden destek alarak doğruldum. Belimdeki elini tuttum ve beni bırakmasını sağladım. Olduğum yerden hiçbir şey olmamış gibi kalktım. Hiçbir ağrım yokmuş gibi, hiçbir acı bedenimi mesken etmemiş gibi yerde can çekişen adama doğru bir adım attım. İsmimi duyuyordum. Bana sesleniyorlardı ama dolmuştum bir kere. Gözüm kararmıştı. Artık kimse bana engel olamazdı. Tüm bedenim şeytanlarımın kontrolüne geçmişti. Hiçbirinin beklemediği bir şekilde şırıngayla bayılttığım adama doğru eğilerek boynundaki şırıngayı çekip çıkarttım. Şırınganın içinde hâlâ sıvı vardı. Ne kadar az bile olsa bu bize yeterdi. Bana kısa bir süre için engel olmaya çalışan Efruz’u hışımla ittim ve ağacın altında inleyen herifin üzerine çıktım. Şimdi altta kalan oydu. Yüzüme bir gülümseme yayıldı. Hafif aralık olan gözlerinde gördüğüm korku şeytanlarımı daha da nefrete buladı. İşaret parmağım ve baş parmağımla sol gözünü iyice açmasına neden oldum. Orada gördüğüm korkunun tam üzerine şırıngayı sabitledim. İğneyi gözünün içine sapladım. Sol gözüne giren iğne tüm korkusunu içine çekmişti. Sol gözü bir daha korkmayacaktı. Sol gözü bir daha görmeyecekti. Belki bir daha nefes bile alamayacaktı. Altımda gözünü tutarak inim inim inleyen bedeni zevkle izlerken belimden kavrayan el beni ayağa kaldırdı. Sırtım bir bedenin gövdesine yapıştı. Efruz’un kokusu burnuma dolmaya başladı. Debelendim. “Bırak beni!” dedim bir bakıma inleyerek. Az önce konuşabilecek takati bulamamışken şimdi çığlık atıyordum. Tüm orman benim sesimle yankılanıyordu. Efruz beni bırakmak yerine iyice kendine bastırdı. “Seni bırakmam.” Dedi kesin bir tavizle. Umurumda değildi. Henüz o şerefsizle işim bitmemişti. Beni bırakmak zorundaydı. Şeytanlarım daha doyuma ulaşmamıştı. “Bırak diyorum!” Beni bırakması için ciddi anlamda çırpınıyordum. Acının bedenime saplanıyor olduğunu bildiğim halde yapıyordum hem de. Bir eli sol kolumun altından girip sağ omzuma doğru uzandı. Beni kendine, içine sokmak ister gibi bastırdı. Bedenimi sarmaladı. “Sakin ol.” Olmak istemiyordum. Sakin olmamı istiyorsa o herife gitmeme izin verecekti. “Hayır! Onu öldüreceğim!” “Gölge!” dedi adeta kükreyerek. Bir anda debelenmeyi kestim. Sesi kulaklarımda çınladı. Nefes nefese kalmışken Efruz’un dudaklarını sağ kulağımın yakınında hissettim. “Şşşh…” Sakinleşmek istemiyordum. Beni sakinleştirsin istemiyordum. “Bırak…” dedim ama bu sefer sesim fısıltıyla çıkmıştı. Bırakmadı. Dudakları kulağıma dokundu. Sıcak nefesi boynumu yaladı. “Gölge…” Soluklandım. Soluğum boğazımı yakıyordu. Sözlerine devam etti. “Sana vermem gereken bir şey var.” Sesimi çıkartmadım. İtiraz etmeyi bıraktım. Şeytanlarım yavaş yavaş geri plana doğru ilerliyordu ve acı zafer bayraklarını kaldırmıştı. Efruz belimdeki elini bedenime sürterek çekti. Sanki orada bir kıvılcım var oldu. Birkaç saniye sonra o elini gözlerimin önüne doğru kaldırdı, parmaklarının arasından bir şey sallanmaya başladı. Kolyemi bulmuştu. ⌛️ BÖLÜM SONU!!! Nasıll? Beğendiniz mi bölümü?? (Bir şey diyceem, Efruz'u yazarken bana bir haller edalar oluyor slxjspsl) En sevdiğiniz kısım neresi oldu? Gülsema? Kadir Dağdelen? . Eğer kitabımı beğendiyseniz arkadaşlarınıza önerebilirsiniz💋 . LÜTFEN VOTE VE YORUMU UNUTMAYIN♥️ HOŞ'ÇAKALIN👋 |
0% |