@zeynepizem
|
⏳️ İNSİZ ŞEH'R BÖLÜM YEDİ 🥀 Çantasını sertçe kapatarak kilitleri kaldırdı. Çantasıyla birlikte doğruldu. Bana bir cevap hakkı tanımadan sırtını döndü, kapıyı açıp bedenini dışarıya bıraktı. Gözden kaybolduğunda derin bir nefes alarak gözlerimi kısa bir süre için kapattım. Düşünmeli ve bu düştüğüm durumdan çıkmak için bir yol bulmalıydım lakin yolu bulduğum anda tüm sorularım da cevaplanmış olmalıydı. Efruz’un hareketlendiğini hissettiğimde gözlerimi açarak ona çevirdim. Bastırdığı pamuğu çekmişti. Pamuğun üzerindeki hafif kan lekesi gözüme çarptı. Varla yok arasında bir şeydi. Kolumu zarar vermeden kucağıma bırakarak benden uzaklaştı. Üst bedeni çıplak olduğu için ona bakmayı kesmiştim. Beni, herhangi bir şekilde yanlış anlasın istemiyordum. Kulübenin gereksiz ayrıntılarını seyrederken onun kollarını kaldırarak gerildiğini fark ettim. Koca cüssesi tüm kulübeyi kaplıyordu resmen, o yüzden Efruz’a bakmamak pek mümkün değildi şu an için. Bedenini bana doğru çevirdiğini fark ettiğimde ben de bakışlarımı ona çevirdim. Bronz tenine işlenmiş kan lekelerim gözlerimin içinde parladı. “Kerim gelene kadar dinlen, gideceğimiz zaman seni uyandırırım.” Dediğinde karşı çıkmak için nefes aldım. “Uyumak istemiyorum.” Dedim gözlerinin içine bakarak. Tek kaşını kaldırdı ama söylediğimin üzerinde pek durmadı. “Sen bilirsin.” Arkasını bana döndüğünde sırtındaki izler dikkatimi çekti. Kaşlarım çatıldı. Gözlerimi sırtındaki izlerde yoğunlaştırdığımda onların yanık izleri olduğunu fark etmiştim. Garip bir tını içimi yokladığında yutkundum. Kıyımda biri dikilmiş toprağıma eliyle şekiller çiziyordu sanki. Şekiller birbirini tamamlıyordu. Buna rağmen orada neyin kazılı olduğunu anlayamamıştım. Kapının kenarında farkına varmadığım poşete eğildiğinde odağımı kaybettim. Bakışlarımı elindekine doğru indirdim. Poşetin içinden siyah bir kumaş çıkarttı. Önüne doğru hizaladığında onun bir tişört olduğunu anladım. Tişörtü elinde topladıktan sonra başından geçirdi. Kollarını tişörtün kollarına sokarak giyindi. Giyindikten sonra poşete tekrar eğildi ve siyah bir kumaş parçası daha çıkarttı. Yüzünü bana döndürdüğünde konuşmayı ihmal etmedi. “Madem uyumuyorsun rica ediyorum başıma bir dert daha açma.” Dedi sinir bozucu bir ifadeyle. Bakışlarım keskinleşti. Ona benim dertlerimle uğraşmasını söyleyen ben değildim. Bunu yaparken hiçbir zorunluluğu yoktu hem. Sesimi Efruz’un tuttuğu sabitlikte tutmaya çalışarak konuştum. “Madem yakınıyorsun ne diye uğraşıyorsun benimle?” dedim kelimelerime bastırarak. Gözlerini kısarak gözlerime baktı. Kısa bir sessizlik aramızda var oldu. Her şey sustu o an. Sanki dışardaki hayvanlar bile bakışlarından korkup bir köşeye çekilmişti. “Seninle uğraşmıyorum.” Üzerime doğru iki adım attığında zaten aramızda pek bir mesafe kalmamıştı. “Seninle uğraşsaydım yüzüme bu ifadeyle bakamazdın.” Hırsla ayağa kalkıp önünde dikildim. Onun yaptığı gibi gözlerimi kısarak gözlerinin içine baktım. “Nasıl bakıyormuşum ben sana?!” Gözlerini devirdi. Uğraşmak istemiyor olacak ki bıkkınca bir nefes alıp verdi. Uzun boyunun avantajını kullanarak yüzünü yüzüme doğru eğdi. “Çocuk musun Gölge sen?” Kaşlarımı çattım. “Sana yem atıyorum tutmak için çırpınıyorsun resmen. Dalga geçiyordum sadece.” Şeytanlarımın öfkesine kapılarak yumruğumu havaya kaldırdım. “Sana buradan bir geçiririm görürsün dalgayı!” Tepkimi umursamadan sırıttı. Yana doğru bir adım atarak sırıtmaya devam ederken yanımdan geçti. Geçerken de elinde tuttuğu kumaşı kaldırdığım elime tutuşturmayı ihmal etmedi. Sargılı kolumla kavramış olduğum battaniyeyi göğüslerime daha fazla bastırarak ona döndüm. Elime tutuşturduğu kumaşı kafasına attım. Bu yaptığım onun adımlarını sekteye uğrattı. Kumaş kafasına çarptıktan sonra yere düştü. Yavaş bir şekilde bana döndü ama yüzüme bakmadı. Kafasına attığım kumaşı eğilerek yerden alıp dikleşti. “Ben mi giydireyim?” dedi hâlâ yüzüme bakmıyorken. Sorduğu soru beni bir anlık afallatsa da kendimi hemen toparladım. Sinirle üzerine doğru ilerledim. İlerlerken tüm ağırlığımı sağ ayağıma vermeye çalışıyordum ama buna rağmen canım yanıyordu. Şimdilik canımın acısını görmezden geldim. Elinde tuttuğu kumaşı çekercesine aldım ondan. “Dışarı çık.” Dedim belerttiğim gözlerimle yüzüne bakarken. Gözlerini kumaştan kaldırarak gözlerimin içine baktı. Bunu yaparken sadece gözlerini oynatmış bedenini milim kıpırdatmamıştı. Birkaç saniye hiçbir şey söylemeden öfke kusan yüzümü izledi. Sonra bedenini dikleştirdi. Bir adım geriye gitti. “Sen söylemeden önce de çıkıyordum aslında ama kalmamı istiyor gibisin daha çok. Hm, öyle mi?” Söylediğini cevaplamadım. Yüzümdeki nefretle ona bakmaya devam ettim. Hiç umurunda değilmiş gibi bana ardını döndü ve zaten açık olan kapıdan çıktı. Çıktıktan sonra kapıyı da arkasından kapatmıştı. Derin bir nefes aldım. Nefesim öfkeme yenik düşüyor boğazıma sarılıyordu. Dudaklarımı ıslatarak kendime birkaç saniye verdim. Sol ayağıma verdiğim yükü daha fazla hafiflettim. Ağrı kesicinin etkisi geçtiğinde ne olacağını düşünmek istemiyordum. Elimdeki kumaşı yumruğumun içine alarak avucumun içinde onu boğdum. Böyle boğulmayı diliyordum. Tüm kıyılarımın okyanusa dökülmesini istiyordum. Kıyısız bir okyanus var etmek istiyordum. Sağ ayağıma yüklenmeye devam ederek birkaç adım attım. Yatağa oturdum. Ayakta kalmak zordu, yürümek ise daha zor. Göğsüme yasladığım battaniyeyi çekmeden önce çaprazda kalan küçük camı kontrol ettim. Oradan baksa bile beni görebileceğini sanmıyordum ama tetikte olmanın faydası vardı. Kolumu serbest bıraktığımda battaniye kucağıma düştü. Açıkta kalan bedenime bakmamaya özen gösteriyordum çünkü göreceğim kan izleri zihnime saplanacak ve bir daha gitmeyecekti oradan. Tişörtü üzerime canımı yakmadan geçirebildiğim için derin bir nefes alarak kendimi ödüllendirdim. Üzerime başka birinin kıyafetini giydiğimi Poyraz görse benim ben olduğuma asla inanmazdı. Ben, başkalarının kıyafetlerini giymezdim. Kendi kıyafetlerimi bile yarım günden fazla üzerimde tutmazdım ama şu halime de bakın; başka çarem yoktu! Yavaşça doğruldum. Efruz’un bana verdiği tişört kalçamı örtüyordu. Kan damlalarına basmamaya özen göstererek kapıya doğru ilerledim. Tüm ağrılığımı sağ ayağım taşıyordu fakat sağ ayağım da sağlıklı sayılmazdı. Ormanda çıplak ayakla koştuğum için yer yer sızlıyordu. Ahşap kapının tokmağını tutarak geçebileceğim kadar araladım. Dışarıya adım attığımda keskin havanın bedenime işlemesi bir oldu. Gökyüzündeki güneşe rağmen hava soğuktu. Rüzgâr esiyordu, ağaçlar rüzgarla dans ediyordu. Efruz Dağdelen ortalıkta görünmüyordu. Gözlerimi her tarafta dolandırsam da ona ait bir iz bulamamıştım. Masmavi gökyüzünün altında serilmiş yemyeşil orman derinlemesine bir nefes almamı sağladı. Ağaçların ardında var olan canlılık içimde de var olmuş gibi bir adım attım. Adımlarımı dikkatlice atıyor, herhangi bir taşa basmamak için özen gösteriyordum. Sol ayağıma yükümü daha az verdiğim için bedenim dengeli bir şekilde ilerlemiyordu. Sağ kolumu kulübeye yaslayarak destek aldım. Bedenimi sağa doğru çevirerek yürümeye kaldığım yerden devam ettim. Küçük meleğin içimdeki rahatsız kıpırtılarının nedeni bir yere gitmemi istemiyor olmasından dolayıydı. Uzaklaşmak gibi bir aptallığı yapmayacaktım. O yüzden içimdekini dinlemedim. Kulübenin arkasına geçtiğimde beni durduran çalıların arasından gelen ses olmuştu. Uyarıcılarım tam anlamıyla açıldı. Elimi destek aldığım yerden çekerek iki küçük adımda sesin geldiği yere doğru ilerledim. Çalılıkların hareket etmesi beni bir an için ürküttü fakat geri çekilmedim. Dizlerimi kırarak çalılıkların önünde eğildim. Sağ elimi dengemi kaybetmemek için bacağıma yaslamıştım. Hareket eden karaltıyı görmek beni daha fazla meraklandırdı. Böyle durmak çok zor olduğu için dizlerimi biraz daha eğdim ve sakin hareketlerle toprağın üzerine oturdum. Çalılıklara doğru eğildiğimde gördüğüm karaltının ne olduğunu da anlamıştım. Bu bir kirpiydi. Minik patileriyle bir şey yiyordu. Yediği şeyi görebilmem için yere yatmam gerekiyordu ama daha fazla abartmaya gerek yoktu. Onu dikkatle izledim. Sivri dikenli sırtına dokunma isteğimi yok etmeliydim. Hem küçüktü, benden korkardı. İçimde gereksiz bir mutluluk oluştu. Daha önce kirpi görmüştüm. Bizim orda çok oluyordu ama Çığlık genellikle onları kovalıyordu. Gülümsedim. Ben Çığlık’ı özlemiştim. Ben, benim olan her şeyi özlemiştim. Buradan gitmek istiyordum. Gözlerimin önünde dalgalanan anıları yok eden Efruz’un kükreyen sesi olmuştu. “Gölge!” Kirpi bu sesi duyduğunda korkarak çalıların arasına karıştı ve gözden kayboldu. Mutluluğum da o an yok oldu. Yüzüm eskisinden daha mutsuz bir hale büründü. “Lan nereye gittin iki dakikada!?” Gözlerimi devirdim. Efruz’a seslenmeyip delirmesini zevkle izleyebilirdim. Onun yüzünden kirpi korkup gitmişti. Kaşlarım çatıldı. Yapmayı istemesem de dudaklarımı araladım ve duyabileceği bir ses tonu kullanarak konuştum. “Buradayım.” Aramızda onca mesafe olmasına rağmen duyduğum ayak seslerinin yönü değişti. Çok geçmeden kulübenin kenarından hızlı bir şekilde çıktı. Beni yerde görmeyi beklemiyor olacak ki gözlerine bir endişe yayıldı. Adımları sekteye uğramıştı. “Ne oldu? Ne yapıyorsun yerde?” diye sorduktan sonra yanıma doğru gelmeye devam etti. Yavaşça omuz silktim. “Hiç.” Dedim sakince. “Kirpiye bakıyordum.” Tam başucumda durdu. Ciddi olup olmadığımı anlamaya çalışıyordu sanırım. Burnundan sert bir nefes verdi. “Kirpi?” kelimesine sorguyu eklediğinde konuşma gereği duydum. “Kirpi,” dedim ve başımla onayladım. “Ama senin yüzünden korkup kaçtı.” Kaşlarını kaldırdı. “Benim yüzümden?” Tekrar kafamı salladım. “Evet,” dedim. “Sesin ormanın diğer ucundan duyulacak kadar çıkıyordu.” Derin bir nefes aldı. Gözleriyle üsten üsten inceledi beni. “Neden haber vermeden çıkıyorsun?” sesinde bariz belli olan kızgınlığa şaşırmıştım. “Göremedim seni.” Dedim onun aksine gayet sakince. Sabırla nefes alıp verdi. Bana doğru eğildiğinde elimi kaldırarak onu durdurdum. “Kendim kalkabilirim.” Söylediğimi umursamadı. Kaldırdığım elimin bileğini tuttu ve aynı saniyelerde diğer elini belime sardı. Beni yerden kolaylıkla kaldırdıktan sonra şaşkın tavrımı umursamadan konuştu. “Bu halde yürümen doğru değil.” “Yürüyebilirim,” dedim direterek. Gözlerini usulca kapatıp açtı. İnadıma sinir olduğunu anlayabiliyordum fakat bu sefer bana karşı çıkmadı. Belimdeki ve bileğimdeki elini çekerek benden uzaklaştı. Minik adımlarla kulübeye geri dönmüştük. Sabırla arkamdan gelmiş, hiçbir şey söylememişti. Oturduğum yatakta gözlerimi Efruz’a dikmiş hareketlerini izliyordum. Kulübeyi toparlıyordu. Çöpleri bir poşetin içinde topladıktan sonra ellerine dezenfektan dökerek temizledi. Bana yarım bıraktığım su şişesini uzattığında ikiletmeden elinden aldım. Şişenin kapağını açıp birkaç yudum içtikten sonra kapağı tekrar kapattım. “İç hepsini Gölge,” dedi o an Efruz. Kafamı iki yana salladım. “İçmek istemiyorum.” “Yolumuz uzun, yoldayken bana susadım deme sonra.” Kaşlarım çatıldı. “Demem.” “İyi.” Eğilerek elimdeki şişeyi aldı, kapağını açtı ve kafasına dikerek iki yudumda hepsini bitirdi. Şişeyi avucunda ezdikten sonra gözlerimin içine baktı. “Sen içmezsen ben içerim.” Bu tepkisine gözlerimi devirmekle yetindim. Elindeki ezik şişeyi çöpleri doldurduğu poşetin içine attı. “Kalk hadi, gidiyoruz.” Kafamı inatla iki yana salladım. “Benden ne istediğini söylemeyecek misin?” diye sorduğumda önüme doğru bir adım attı. Yüzünü yüzüme doğru eğdi. “Senden bir şey istemiyorum.” Dedi kendinden emin bir ifadeyle. “Sen isteklerimi yerine getirebilecek biri değilsin.” Kaşlarım çatıldı. “Ne demek oluyor şimdi bu?” Yüzünü yüzüme doğru biraz daha yaklaştırdı. “Diyorum ki ağrı kesicinin etkisi geçmek üzere. Burada oturarak kendine kötülük ediyorsun.” Dedikten sonra dikleşerek geri çekildi. Derin bir nefes verdim ve kabullendim. Canımın yanmasını istemiyordum. Canımın yanmasını tek başımayken hiç istemiyordum. Bedenimin durumunu göz önünde bulundurarak ayağa kalktım. Kalktığım anda omzumda bir sancı var oldu. Gözlerimin odağı kayboldu. Zihnime inen karanlıkla kalktığım gibi geri oturdum. “Gölge?” diye seslendi bana. Daha fazla üzerime gelmesini istemediğimden hemen konuştum. “İyiyim.” Dişlerimin arasından sarf ettiğim harfler maraton koşmuşum gibi yormuştu beni. Yerimden daha dikkatli davranarak doğruldum. Üzerimdeki bakışlarından kurtulmak adına sırtımı ona doğru döndüm ve yavaş adımlarla kapıya doğru ilerledim. İki adımda acıdan gerilen bedenim bir kilometrede ne yapacaktı hiç bilmiyordum. Sahi Kerim bir kilometre mi demişti? Yanlış duymuş olmayı dilesem işe yarar mıydı? Kapının önünde duraksadığımda Efruz’un hemen arkamda var olan bedenini fark ettim. “Ne taraftan gideceğim?” diye sordum kısık ses tonumla. “Sen gitmeyeceksin.” Arkamda duran bedeni bedenime temas etti. Kulağıma doğru fısıldadı. “Ben gideceğim,” Tarumar ettiği düşüncelerimle saf saf söylendim. “Ne?” Yanımdan geçerek önümde durdu. “Gel kucağıma,” dedi sanki normal bir cümleyi sarf ediyormuşçasına. Yüzüne alık alık baktım. Küçük meleğin heyecanını bastırmakla uğraşırken şeytanlarım kafasını kırmam için söylenip duruyordu. “Nereye geleyim?” O da suratıma düz düz baktı. Sabrını sınadığımı fark etmem için uzun soluklu bir nefes aldı. “Anlama yetini mi kaybetmeye başladın Gölge?” Kaşlarımı çatarak sesimi yükselttim. “Bana bak! Gelmiyorum ben bir yere! Kendim yürürüm!” Bu sefer yanından ben geçtim. Geçerken de sağlam omzumla omuna çarpmayı ihmal etmedim. Tabi olan bana olmuştu ama bunu konuşmamıza gerek yoktu. Sol ayağıma ağırlık vermeden yürümeye çalışırken kolu bir yılanı kıskandırır kıvraklıkla belimi sardı. Doğru düzgün atamadığım adımlarımı durdurdum. Sinirle ona döndüğümde nefesim kesildi. Vücuduma saplanan acı nefeslerimi kesmişti. Düşmemek için omzuna tutundum. Belimdeki kolunun varlığını bana daha fazla hissettirmek ister gibi sıkılaştırdı ve böylelikle bedenim bedenine yaslandı. Kesilen soluğumla inler gibi bir nefes verdiğimde eliyle gözlerimin önüne düşen saçlarımı geriye itti. “İyi misin?” Kafamı aşağı yukarı salladım. Gözleriyle gözlerimi kontrol ettikten sonra eğildi. Diğer kolunu dizlerimin altında hissettiğim anda ayaklarımın yerle olan bağlantısı kesildi. Gözlerimi sonuna kadar açarak gözlerinin içine baktım. “Ne yapıyorsun?” dedim şaşkınlık içinde. Bana itici bir gülümseme sundu. “Anlama yetini gerçekten kaybettiğine inanacağım.” Dişlerimi birbirine bastırdım. “Dağdelen bırak beni!” “Bırakmıyorum seni.” Bazen sinir seviyem kaldırabileceğimin çok üstüne çıkıyordu. Böyle olunca da kendime hâkim olamıyordum. Kendime hâkim olmayınca da gözüm kararıyordu. E, gözüm kararınca da kendime ve çevremdekilere zarar veriyordum. Debelendiğimde beni bedenine tam anlamıyla bastırdı. Nefesim bu sefer yaptığından dolayı kesildi. Gözlerimin içene deler gibi baktığında küçük melek bir adım geriye gitti. “Kes debelenmeyi.” Dedi ürperti verici sesiyle. Yutkunmak istesem de yapmadım. Gardımı düşürmeden cevap verdim. “Bana dokunmanı istemiyorum.” Dedim asla etkilenmemeye çalıştığım bakışlarının altında. Mavi gözlerini yavaşça kıstığında yakınlığından dolayı kendime bu sefer engel olamayarak yutkundum. “Şu an isteklerinin hiçbir önemi yok. Kes sesini ve arabaya gidene kadar konuşma. Ha, olur da konuşursan seni kirpinin üstüne atarım.” Dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. O, benim şaşkınlığıma aldırmayarak yürümeye başladı. “Ya sen-” “Çok ciddiyim. Kes o sesini.” Sustum. Kendime inanamayarak sustum. Kafam o kadar karışıktı ki sustuğumda düşüncelerim beynimin kıvrımlarında birbiriyle yarışıyordu. Bana neden böyle davrandıklarını anlayamıyordum. Şimdiye kadar bildiklerim yanlış mıydı? Her şeyi yanlış mı öğrenmiştim yoksa doğru öğrendiğim halde bir yanlışın yoluna kurban mı ediliyordum? Efruz Dağdelen sabit tuttuğu adımlarla yürümeye devam ediyordu. Ağaçların arasından geçerken kısaca bana baktı. Dudakları birbirinden ayrıldığında sesi kulaklarıma yığılmaya başladı. “Kolunu boynuma sar.” Dedi asla karşı çıkmama izin vermeyeceği bir netlik kullanarak. Beni bırakmayacağı gayet belliydi. O yüzden dediğini yaptım. Yüzüm yüzünün hizasına konumlandığında dikkatli bakışlarımı gözlerinin içine sabitledim. O bana bakmıyor olsa bile gözlerinin içinde yanan yangını görebiliyordum. Mavilerinin içindeki yeşilimsi kıvrımları suda yüzen yosunlara benziyordu. Suyun içinde aheste aheste süzülerek yangınını var ediyordu. Gözleri gözlerimin içine bir anlık düştü. Çok oyalanmadı. Bakışlarını ilerlediği yola tekrar çevirdi. Ben de onu izlemeye devam ettim. En ince ayrıntısına kadar zihnimin içine çizdim yüzünü. Gözlerim arada sırada kararıyordu. Görüntüm bulanıklaşıyor sonra yeniden netlik kazanıyordu. Kerim’in söylediklerini zihnimde tuttuğumdan endişe etmiyordum. Omzum uyuduğu uykusundan yavaşça uyanırken bedenimdeki uyuşukluk kayboluyordu. Efruz’un hızlanan nefesleri benim derin bir nefes almama neden oldu. Beni taşırken her ne kadar zorlanmasa da uzayan yol belli ki bedenini yoruyordu. Ağaçların gölgesine sığınarak gitmemize rağmen sonbaharın yakan güneşi ardımızdan geliyordu. Efruz’un alnından akan terler bir inci tanesi gibi parlıyordu. “Efruz,” dediğimde bakışları bakışlarıma düştü ama durmadı. Beklemeden dudaklarımı araladım. “Dursana,” Tek kaşını kaldırdı. “Neden?” Kendime itiraf edemesem bile benim yüzümden şu an nefes nefese kalan oydu. Kendimi gereksiz yere suçlu hissediyordum. Sonuçta beni taşıması için onu zorlayan ben değildim. “Yoruldun.” Dedim boğazımı temizleyerek. Derin bir nefes alarak durdu. Gözleri birkaç saniye yüzümde dolandırdı. Bir şey söylemesini bekledim fakat susmayı tercih etmişti. Bakışlarını yüzümden çekerek gözlerini etrafta bir tur dolandırdı. Sonra tekrar yürümeye başladı ama bu sefer yürüyüşü kısa sürdü. Bedenimi bir taşın üzerine bıraktığında ayaklarımı aşağıya doğru sarkarak bedenimi düzelttim ve taşın kalçalarıma batan sert yüzeyini umursamadan oturdum. Efruz dikleşerek derin bir nefes aldı. Tam önümde duruyordu. İki elini de oturduğum taşa yaslamıştı; ellerinin arasında bedenim duruyordu. Derin derin soluklanırken küçük melek ona üzülür gibi oldu. Kaşlarımı çattım. Zihnimdeki düşüncelerin üzerinden fosforlu bir kalemle geçebilecek olsam, ilk çizeceğim şey onu beni taşıması için zorlamadığım olurdu. Üzülecek bir olay yoktu ortada. “Erken kırışacaksın,” dedi Efruz dikkatle yüzümü incelerken. Anlayamadığım için dudaklarımın arasında minik bir mırıltı var ettim. “Hm?” “Kaşlarını çatmaktan çabuk çirkinleşeceksin diyorum.” Gözlerimi kırpıştırarak önümde duran yüzüne baktım. Güzel olduğumu mu ima ediyordu şu an? “Ne?” dedim birdenbire kendime mâni olamadan. Burnundan güler gibi sert bir nefes verdi. “Ya sabır,” dedi kendi kendine. Suratına tabiri caizse saf gibi bakmaya devam ettim. Bedenimdeki var olan uyuşukluk yavaş yavaş çözülüyordu. Bunu hissediyor olmak düşüncelerimde bir alarmın çalmasına neden oluyordu. Kafamı yukarıya doğru kaldırarak üzerimize gölgesini bırakan ağaca baktım. Çiftlikteki ağaçlara benzemiyordu. Üzerinde sadece kozalak değil küçük kırmızı meyveleri de vardı. “Bu ne ağacı?” diye sordum merakla. Efruz da benim gibi kafasını kaldırarak ağaca baktı. Sonra da sorduğum soruyu yanıtladı. “Çam,” “Yeniyor mu meyveleri?” Bakışlarını suratıma sabitlediğini anladığımda ben de onun suratına baktım. “Yeniyor. Tadına bakmak ister misin?” İçimden her ne kadar evet demek gelse de içimin zihnimi kontrol etmesine izin vermedim. “Hayır, merak ettim sadece.” “İyi o zaman, gel kucağıma,” Dudaklarımı birbirine bastırdım. “Ben yürüyebilirim,” desem de yürüyemeyeceğimi gayet iyi biliyordum. Efruz bu gerçeği görmezden gelerek araya başka bir gerçeği sokuşturdu. “Yürüyebiliyor olman ayaklarının çıplak olduğu gerçeğini değiştirmez.” Kolu belimi sardığında derin bir nefes verdim ve ben de boynuna sarıldım. Beni oturttuğu taştan tekrar kucağına aldı. Gözlerimi birkaç saniye kapattım. Acı omzuma fiske atıp duruyordu. Fiskeler sadece omzumla sınırlı kalmıyordu artık. Ayağım da acının kamçısını tadıyordu. Yutkundum. Benim birkaç saniye olarak düşündüğüm zaman aslında bir hayli uzundu. Efruz’un durmadan inip kalkan göğsü bunun kanıtını bana sunuyordu. Başımı yasladığım omzundan kaldırdığımda ağaçların azaldığını fark ettim. Güneş eskisi kadar bizi yakmıyordu. Boğazımı temizleyerek konuştum. “Daha ne kadar var?” sesim çok az çıkıyordu. “Az kaldı,” dedi beni kucağında sabitledikten sonra. Olduğum yerde rahatsızca bir nefes aldım. “Efruz, çok yoruldun.” Dedim. Onu düşündüğümden değildi, olurda yorgunluktan bayılırsa bir geceyi daha tek başıma ormanda geçirmekten korkuyordum. “Bırak beni,” diyerek lafımı tamamladım. “Gölge,” dedi ve kısaca gözlerime baktı. “Kirpi.” Sesi uyarı doluydu. Sancıyan bedenim onunla laf dalaşına girmeme izin vermedi. Susarak yanağımı omzuna bastırdım. Belki bedenimdeki acı hafifler diye gözlerimi kapattım. Karanlık bana bir çıkış sunmadı. Bedenim her türlü sancıyordu. İnsiz şehrimde bir bina dikmiştim. Girişinde acı yazıyordu. O binadan arada sırada üzerime moloz yığınları düşüyordu. Yine de bina hiçbir zaman tamamen yok olmuyordu. Sonsuzdu sanki katları. “Nerede kaldın birader? Bir şey oldu sandım.” Kerim! Zihnim her ne kadar açık olsa da gözlerim zihnime karşı çıkıyordu. Kirpiklerim birbirine sarılmaktan memnundu. Efruz, Kerim’e yanıt vermedi. Tok bir ses duydum. Sonra bedenim taşa oranla gayet yumuşak olan yerle temas etti. Efruz dizlerimin altındaki elini çekti ama belimdeki eli hâlâ orada duruyordu. “Gölge?” Elini yanağıma koyduğunu hissettim. “Bana bak.” Verdiği emiri yapmak zorundaymışım gibi gözlerimi hafifçe araladım. Birbirinden ayrılmak istemeyen kirpiklerim Efruz’a boyun eğmişti. Mavilerinin içine baktım. “Geldik mi?” Bana gülümsedi. “Arabaya geldik. Şimdi eve gideceğiz.” Neden bilmiyorum ama bu dediği beni rahatlatmıştı. Gözlerimi maviliklerinden çekip etrafa bakındığımda söylediği gibi arabanın içinde olduğumuzu anladım. Siyah tonlarındaki arabanın koltukları pek rahat hissettirmese de şu an için canıma minnetti. Arabanın ön kapısı açıldı. Kerim şoför koltuğuna yerleştiğinde kafasını çevirerek bize baktı. “Ne şanslısın kız,” dedi bana hitaben. “Benim de hayallerimde dağ adamımın kollarında olmak vardı,” Yalancıktan burnunu çekerek önüne döndüğünde bakışlarımı Efruz’a çevirdim. “Ne diyor?” Bu sorum Efruz’u güldürdü. İnci gibi sıralanmış dişlerinin yüzünde oluşturduğu o tını hoşuma gitmişti. Bedenimin biraz daha kenara kaymasına neden oldu. Bedenini o da arabaya sokarak yanıma oturdu. Oturduktan sonra kapıyı kapattı. Kerim’in ön taraftan uzattığı su şişesi gözlerimin önünde var olduğunda susadığımı yeni anlamıştım. Efruz şişeyi aldı. Kapağını açarak şişenin ağzını dudaklarıma yasladı. Sadece bir yudum almakla yetindim. “İçmeyecek misin?” diye sordu yavaşça. Kafamı iki yana salladım. “I-ıh,” Yüzüme emin olmak için birkaç saniye baktıktan sonra dudaklarıma değmiş olan şişeyi kendi dudaklarına değdirdi. Benim aksime kocaman bir yudum aldı. Yutkunduğunda çıkan o tok ses kalbim atarken çıkan sese benziyordu. Kalbim kendi sesine benzer bir ses duyduğu için hızlanmış olmalıydı. Kerim’in arabayı çalıştırdığını görmedim ama motorun sesini duyduğum için anladım. Efruz birkaç yudum daha su içtikten sonra şişenin kapağını kapatarak ayaklarının yanına bıraktı. Hâlâ belimde duran eliyle belimi hafifçe okşadı. “Rahat mısın? Eğer istersen seni yatırabilirim,” Rahattım. Kafamı omzuna yaslayarak cevap verme gereği duymadan gözlerimi kapattım. Belimdeki elini kullanarak beni biraz daha kendine çekti. Böylelikle yüzüm omzu ve boynu arasındaki o boşluğa yerleşti. Bedenimin üzerinde varlığını sürdüren acı her ne kadar uyumama engel olsa da zihnim arada sırada uykunun esiri oluyordu. Efruz ve Kerim bir şeyler konuşuyordu. Zihnim bazen konuştuklarını algılıyor bazen de onlara karşı çıkıyordu. Gözlerimi yavaşça araladığımda Kerim bir şeyler söyledi. Onun söylediğini değil Efruz’un ona verdiği yanıtı anlamıştım. “Bu işin sonu nereye gidecek bilmiyorum ama düşündüğüm gibi gitmeyeceğine artık eminim.” Araladığım gözlerimi tekrar kapattım. Fısıltılar kulaklarımda dönmeye devam etti ama kulaklarım işlevini artık kaybetmişti. Dakikalar kaldığı yerden ilerleyişini sürdürdü. Ne kadar geçti bilmesem de geçen dakikaların ardından susan motoru kavradı kulaklarım. Arabanın durduğunu anladığımda gözlerimi birbirinden ayırdım. Kafamı yasladığım yerden kaldırdım. Efruz zaten uyanık olduğumu biliyordu o yüzden herhangi bir tepki vermedi. Gözlerimi kırpıştırdığımda arabanın camından dışarıda duran beden dikkatimi çekti. Arabaya doğru yaklaşıyordu. Yaklaştıkça yüzü geçmişime uyanmasını söylüyordu. Geçmiş gömüldüğü kasvetli boşluktan arınıyordu. Onu tanıyordum. Geçmişim, artık yürüyebiliyordu, kapımın ardında zile basıp duruyordu. O kapıyı açsam da açmasam da içeriye girecekti. Şaşkınlık soluyan nefesimle seslendim. “Gülsema?” ⌛️ Bölüm sonuu!! Nasıl? Beğendiniz mi bölümü? Aramıza yeni biri katıldı, tahminleriniz neler? (Ufak bir ipucu; 🌸) Bölümde en sevdiğiniz kısım neresi oldu? . Gelecek bölümde görüşürüzz💋 LÜTFEN VOTE VE YORUMU UNUTMAYIN HOŞ'ÇAKALIN👋 |
0% |