Yeni Üyelik
12.
Bölüm

12. BÖLÜM 🪷

@zeynepizem

🍭KEYİFLİ OKUMALAR🍭

 

ZEHİRLİ ŞEKER

BÖLÜM 12

 

🪷

 

Tip 1 diyabet hastasıydım.

 

Yedi yaşımdan beri bu hastalıkla yaşıyordum ve ömrümün sonunda kadar da yaşayacaktım. Tedavisi yoktu fakat düzenli beslenip ilaçlarımı kullandığım sürece ölüm riskim de yoktu. Oturduğum sandalyede tam önüme çökmüş bir Barış ve başımın ucunda duran bir Çınar vardı. “Nil? İyi olduğuna emin misin? Kalk bir hastaneye gidelim.”

 

Kafamı iki yana salladım. “Gitsek de bir şey değişmeyecek. Aynı şeyleri söyleyecekler. Bu durumun bir tedavisi yok maalesef.”

 

“O ne demek?” Çınar’a bakmadım. Biraz sakin kalmaya ihtiyacım vardı. Elimdeki su bardağını sehpaya bıraktım. Ellerim ve genel anlamda bedenim hâlâ titriyordu. Kendime gelebilmiş değildim ve insülin olmadan da tekrar ayağa kalkabileceğimi sanmıyordum.

 

Barış ve Çınar hastaneye gitmekte ısrar etse de aynı ısrarla ret etmiştim. Nezarethanede anlık olarak yitirdiğim dengemi Barış sayesinde geri kazanmıştım. Beni kucağına almıştı ama o başka bir günün meselesiydi. Şu an bir odadaydık, çalışma odasında. Bir koltukta oturuyordum ve iki saattir de laf anlatmaya çalışıyordum. “Tavşanımı istiyorum.”

 

Çınar sert bir nefes verdi. “Ne tavşanmış arkadaş? Şu an önemli olan bu mu sence? Ne diye inat ediyorsun?”

 

Ona aldırış etmedim. Burada oturduğumdan beri üç kelimemden biri tavşanım olduğu için gına gelmişti galiba beyefendiye. Ama hiç umurumda değildi. Duymak istemiyorsa çıkabilirdi. “Getirirler birazdan.” Dedi Barış. Kafamı usulca salladım.

 

İlgiyle sordu. “Nil, tedavisi yok derken, bir rahatsızlığın mı var? Neden böyle oldu?”

 

Sessiz kaldım. Konuşacak halim kalmamıştı. Çınar ofladı. “Hastaneye gidiyoruz.” Dedi ve bana doğru eğilip belimden kavradığında gözlerim büyüdü. Ben tepki veremeden kapı çalmıştı. O an yaşanan duraksamadan faydalanarak Çınar’ın elini ittim. Barış konuştu. “Gir.”

 

Bir polis memuru elindeki tavşanımla içeri girdiğinde rahat bir nefes aldım. “Başkomiserim, hanımefendinin eşyaları.”

 

Barış, memurun elindekileri alıp tavşanımı bana doğru uzattığında almak için hareketlenemedim çünkü gözlerim kararmaya başlamıştı. “Nilüfer?”

 

Gözlerimi sıkıca kapattım. “İlacım var.” Dedim fısıltıyla. “İlaç mı?” diye sordu Çınar. Sessiz kaldım. Bunun bir onay olduğunu umarım anlardı. Barış sordu. “Nerede?” cevap veremedim. Birkaç hareketlilik duydum. Sonra yüzümü sıcak bir şey kapladı. “Çantanda yok Nilüfer.”

 

Gözlerimi usulca araladım. Çınar karşımdaydı. Elleri de yanaklarımdaydı. “Tav…”

 

Kaşları çatıldı. “Ne?”

 

“Tavşan.”

 

“Ne diyorsun, anlamıyorum.”

 

Yanaklarımdaki ellerine güç verdi ve ona bakmamı sağladı. Gözlerimin içine bakarken keskin bir ses tonuyla sordu. “İlaçların nerede?”

 

Derin bir nefes aldım. Daha güçlü bir ses tonu kullanarak cevap verdim. “Tavşanın içinde.”

 

Çok şükür ki kıt beyinli abim bu sefer beni anladı ve Barış’a döndü. “Şu tavşana bak. Çabuk!”

 

Barış çantamı masaya bıraktı ve kenara koyduğu tavşanıma yöneldi. Saniyeler içinde de sesi yükseldi. “Buldum!”

 

Barış’a baktım. Elindekilere bakıyordu. “Versene oğlum!” Çınar da Barış’a doğru döndü ve böylelikle o da elindekileri gördü. Etkilenmedi ya da bilmiyorum belki de umursamadı. Ama umursamıyor olsaydı böyle bakar mıydı?

 

Görüş alanıma karanlığın yanında halüsinasyonda eklendiğine göre baya iyi gidiyordum. “Nasıl alıyorsun ilacını?” diye soran Barış’a laf anlatmakla zaman harcayamazdım. Kafamı sağa doğru çevirerek Çınar’ın ellerinden kurtuldum ve Barış’a elimi uzattım. “Tavşanımı ver.”

 

Beni ikiletmedi. Tavşanımı alıp dizlerimin üzerine koydum ve içinden insülin kalemini çıkarttım. Barış, elinde duran iğne ucunu elimin içine bıraktı. İğne ucunun kağıdını açmak için hareketlenecekken Çınar elimden almıştı. Benim yerime yaptı. İnsülin kalemini de aldı ve iğneyi yerine oturttu. “Nereden enjekte edeceğim?”

 

Yutkundum. “Ben yapabil…”

 

“Kolundan mı?” kafamı iki salladım. Tekrar sordu. “Karnından?”

 

“Hı-hı.”

 

“Ünite?”

 

“10.”

 

Dozu ayarladı ve iğnenin iki ucunu da çıkarttı. Kalemin akışını kontrol etmek için bir iki ünite yere damlattı. “Barış.” Diye seslendiğini duydum. Şu an kendimi deney faresi gibi hissediyordum. Bu his hiç de iyi değildi. Barış harekete geçerek kazağımı yukarıya doğru kaldırdığında Çınar karnıma dokunarak sordu. “Buradan değil mi?”

 

Kafamı yine salladım. İğneyi tenime bastırdı ve pistona basarak insülini vücuduma enjekte etti. Söylememe gerek kalmadan on saniye o şekilde bekleyerek iğneyi geri çekti. Kafamı daha fazla dik tutamadığım için omzuna istemeden de olsa yaslandım.

 

İter diye beklesem de bunu yapmadı. “Tamam, geçti, iyisin.” Diye fısıldadı kulağıma doğru. Gerçekten iyi olmak için birkaç dakikaya ihtiyacım vardı. Omzu, ne rahattı… onunla büyüseydim bu omza istediğim zaman yaslanabilecektim öyle mi?

 

Belki de şu an sana acıyordur?

 

Acınacak bir durumda değilim ki… sadece hastayım.

 

Bu Çınar’ın ne kadar umurunda?

 

Değil midir?

 

Değildir.

 

Ne Çınar’ın ne de bir başkasının umurunda değildir. Hayal kurmayı kes, düşmekten bıkmadın mı?

 

Bıkmak değil de alışmak artık o. Düşmeye alıştım.

 

🪷

 

“Neden bana şeker hastası olduğunu söylemedin?”

 

Bu tabirden hoşlanmıyordum. Şeker hastası, demek bana doğru gelmiyordu. Ben şekeri seviyordum, hatta çok seviyordum. Şekeri, istediğim gibi tüketebiliyor olsaydım bu kadar sevmeyeceğime emindim ama insan ulaşamadığını arzulardı. Şeker, benim için bir arzuydu, hastalık değildi.

 

Bir süre abimin omzunda beklemiştim. O süre boyunca tek kelime etmemişti. Kendimi toparlayabildiğimde geri çekilmiştim ve o yine tek kelime etmeden önümden kalkmıştı. Kendimi kontrol edebilecek kadar toparlanmıştım. Elime tutuşturulan sandviçten bir ısırık aldıktan sonra Barış’ın sorduğu soruya yanıt verdim.

 

“Bu mantıklı olmazdı.”

 

“O ne demek?”

 

Derin bir nefes aldım. Abiciğim ve Barış’la hâlâ aynı odadaydık ama artık kendimi iyi hissediyordum. Bedenime hakim olabilecek kadar toparlanmıştım. Çınar sessizliğini koruyor olsa da bakışlarını bir türlü üzerimden çekmiyor ve beni geriyordu. Barış ise durmadan soru soruyordu.

 

“Şimdi şöyle, hani biz hoş bir karşılaşma yaşamadık ya, sonra olaylar üst üste geldi falan. İşte o zaman aralığında böyle bir şeyi söylemek inan ki aklımın ucundan geçmedi. Ki geçseydi bile söylemezdim. Durup dururken ‘Hey dostum ben Diyabet hastasıyım’ mı diyecektim? Bu saçma olurdu.”

 

“Ya bir şey olsaydı Nil? Öylece attım kızım seni kodese!”

 

Kaşlarım çatıldı. “Hatırlattığın iyi oldu! Oğlum sen beni niye atıyorsun oraya?! Bir suçum günahım yok! Seni şikayet edeceğim! Görürsün sen!”

 

Barış kafasını pencereye doğru çevirdi ve derin bir nefes aldı. “Kötü sonuçlanmış olsa da artık insan gibi iletişim kurabiliyorsunuz.” Derken Çınar’a da bakmıştı. Tek kaşımı kaldırdım. “Ya sen bana sordun mu ben insan gibi iletişim kurmak istiyor muyum diye?” Çınar’a baktım. “Ayrıca bu insanlıktan ne anlar? Ayı!”

 

Çınar sert bir nefes verdi. Bacağının üstündeki yumruğunu sıkıyordu. O yumruğunu inşallah bana geçirmezdi. Hayır, yani eğer geçirirse yaşamla arama geçişi olmaz bir set çekilirdi. “Nilüfer, başa dönmeyelim.”

 

Güldüm. “Maalesef canım ya biz hiç oradan uzaklaşamadık. Hep ordayız ama ben şu an oraya bir nokta koyacağım.” Elimdeki yarısından azı yenmiş sandviçi masaya bırakarak ayağa kalktığımda sordu. “O ne demek?”

 

“Başladığı gibi bitti demek.”

 

Sehpanın üzerindeki çantama uzandığımda Çınar benden önce uzanmış ve çantamı arkasına saklamıştı. Ona anlamsızca baktım. Bu adamın eşyalarımla zoru neydi tam olarak?

 

“Hazırsan çok şahane bir soru soracağım.” Kafasını devam et der gibi salladı. “Acaba kadın eşyalarına karşı bir ilgi duyuyor olabilir misin?” bana boş boş bakarken bir gülme sesi duydum. Aynı anda Barış’a baktığımızda dudaklarını birbirine bastırarak gülmeyi kesti. Çınar’a geri döndüm. “Ver çantamı!”

 

“Nereye veriyorum kızım çantanı?! Ayakta zor duruyorsun.”

 

“Yemin ederim boğazlayacağım şimdi kendimi. Sana ne be?! Sana ne?!” çantamı almak için uzandığımda kolayca elimden sıyrıldı. “Yani, şu an yaptığın mantıklı mı sence?” Diye sordu salağa laf anlatmaya çalışıyor gibi. Barış’a baktı. “Sence mantıklı mı Barış?”

 

Gözlerimi Barış’a diktiğimde ne diyecekse boğazında kaldı ve teslim olur gibi ellerini kaldırdı. “Ben karışmıyorum size. İsterseniz nezarethaneye atayım?”

 

Şaka gibiydi.

 

“Evet.” Dedi Çınar. “Sen bizi oraya at. Başka türlü durmayacak bu yerinde.”

 

Kaşlarımı çattım. “Sensin bu! Ver çantamı!”

 

Çantamı yukarı kaldırdığında bir kez daha sinir krizi geçirmemek adına derin bir nefes aldım. Boyu uzundu, elini kaldırdığında da tavana değiyordu resmen. Barış’a döndüm. “Nasıl polissin sen ya?! Gözünün önünde çantamı çalıyorlar farkında mısın?!”

 

Omuz silkti. Delirtecektiler beni. Çınar’a geri döndüğümde ilk kez farklı bir ifade daha gördüm yüzünde. Sırıtıyordu. Sırık.

 

Oturduğum sandalyeye çıktım, sandalyeden de Barış’ın masasına çıktım ve onlar daha ne yaptığımı anlayamadan çantamı kavradım ama Çınar bırakmadı. “Versene şunu be!!”

 

“Vermiyorum!”

 

“Bak oğlum şu an boyumuz eşit, istersem sana buradan bir kafa atarım öbür tarafta uyanırsın! Bırak çantamı!”

 

Bir öksürük sesi duyduğumda kapıya baktım. Kapının önünde elindeki dosyalarla bekleyen polis memuru bize alık alık bakarken kafasını hafifçe eğerek Barış’la göz teması kurdu. “Başkomiserim, her şey yolunda mı?”

 

Barış, kafasını salladı. Gözlerimi büyüttüm ve ondan önce yanıt verdim. “Değil! Çantamı çalıyor bu adam! Yakalayın bunu!”

 

Memurun arkasından gördüğüm yüzle dumura uğradım. “Yalan söylüyor.” Dedi. Yüzünde morluklar vardı. Abimin şey ettiği morluklar. Mirza… suçu günahı olmayan Mirza. Amacı sadece yardım etmek olan Mirza. Ah be Mirza… “Bana da abisinin, belalısı olduğunu söylemişti. Güya namusuna göz dikmiş, öldürecekmişmiş, ya kara toprağınmış ya da onu-”

 

“Ay bi’ sus be!” diye bağırdım. Devam ederse Çınar beni gözleriyle öldürecekti. Asla pozisyonumuzu bozmamıştık. Sordu. “Doğru mu söyledikleri? Bu herife benim hakkımda öyle mi dedin?”

 

Elindeki çantamı çekip aldım. “Evet!” dedim ve masadan aşağı atladım. Beklediğim gibi havalı bir iniş olmamıştı. Dengemi koruyamadığım için koşar adımlarla kapıdaki ikileye çarpmıştım. O ikisi de dengeyi sağlayamadığı için geriye doğru yere yapışmışlardı. Zavallım Mirza zaten dokunsan düşecek durumdaydı da bu polis memuruna ne oluyordu? Kuş gibi kızdım ben! Bir çarptım diye de bayılmazsın arkadaş! Polissin sen polis!

 

Yerdekilerin üstünden atlayıp kaçmaya başladığım sıra koridordaki polis memurları önümü kesmişti. “Yav Allah’ınıza kurban çekilin!” desem de oralı olmadılar ki çok geçmeden Barış arkamda bitti. “Nil, ne yapıyorsun Allah aşkına?”

 

Ona doğru sitemle döndüm. “Bu yerden defolup gitmeye çalışıyorum!” dedim yüzüne karşı bağırarak. Çınar’ın odadan çıktığını gördüğümde gözlerimi devirdim. Ama aynı saniyelerde ona geri dönmek zorunda kalmıştım çünkü tavşanım elindeydi.

 

Yerde yatan iki kişinin üzerinden hiç zorlanmadan tek adımda geçti ve yanımıza doğru gelmeye başladı. Geldi de.

 

“Nil.” Bana seslenen Barış’a döndüm. “Bak iyi değilsin, bu halde nereye gideceksin? Hiçbir yeri bildiğin yok.”

 

Tamam haklı olabilirdi ama bir taksi çevirip adres söylemek de zor değildi hani. “Benimle gelecek.”

 

Çınar’a döndüm. “Pardon?”

 

Omuz silkti. “Duydun.”

 

Güldüm. “Ne oldu ya? Beni miras düşmanı bellemiştin sen en son? Hayırdır? Bana baktıkça güncelleme mi geliyor sana? Ayıdan insana mı terfi ediyorsun yavaş yavaş?”

 

Boynunu kütletti. “Düzgün konuş kızım benimle!”

 

Yüzüne doğru diklendim. “Konuşmazsam ne olur?”

 

Cevap verecekti ki Barış araya girdi. “Yeter! Saçmalamayı kesin artık.” Konuşurken Çınar’a bakmış olsa da alınmıştım. Benim saçmaladığım falan yoktu. Gördüğüm muameleyi kabul etmiyordum. Hak etmemiştim.

 

Sustum. Çınar da sustu. Barış ikimize de baktıktan sonra kafasını salladı. “Şimdi bize gidiyoruz.”

 

Karşı çıkacağımı biliyor gibi açıkladı. “Araban bizim evin orada. Gelirsin, sağlığın konusunda iyi olduğuna emin olursam gidersin.” Çınar’a döndü. “Sen de yediğin boku biraz düşünürsün.”

 

İçten içe sırıttım. Son söylediği çok hoşuma gitmişti. Beni sevdiğini söylese bu kadar etkilenmezdim. Düşünmeyi kestim çünkü tehlikeli yerlere doğru ilerliyordum. Sitemli bir şekilde Çınar’ın elindeki tavşanımı çekip aldım. Henüz tavşanıma dokunmayı hak etmiyordu.

 

🪷

 

Geride bıraktığım birkaç saat içinde Barış’ın evine gelmiş, Esma teyzeden bir ton nasihat yemiş, Aysel’in Çınar’a olan bakışlarını yakalamış, Aysu’yla seksek oynamış lakin o hile ve hurda ile devam ettiği için ondan küsmüş, bir posta Esma teyzenin yemeklerinden yemiş, Baran’ın ve Aysu’nun bana yenge demesi üzerine Çınar tarafından sorguya çekilmiş, Barış’a ayrı Çınar’a ayrı sinirlenmiş ve sonunda da arabama binmiştim.

 

Şükür namazı kılmamam için hiçbir sebep yoktu. Öyle bir gün geçiriyordum ki, bugünü roman yapsalar kitap bitmezdi. Elhamdülillah çok şükür, şimdi gidiyordum. Geldiğim yere geri dönüyordum. Zaten buraya gelmek en başından beri hataydı.

 

Arabamı çalıştırıp park yerinden çıkarttım ve yola koyuldum.

 

Bütün umutlarım balon gibi sönmüştü. Ayrıca henüz ailemin geri kalanıyla da tanışamamıştım. Dört gündür buradaydım ama elime avucuma sığabilecek hiçbir halt olmamıştı. Yapamamıştım. Belki de gerçekten sorun bendeydi. Doğmadan önce de istenmemiştim ben, şimdi ne değişmiş olabilirdi?

 

İnsanlar yine aynı insanlardı.

 

Beni bağırlarına basıp sarılacak halleri yoktu.

 

Yine de bunun hayalini kurmak güzeldi. Her ne kadar sonucu acı verici olsa da. Sonuçta bunun hayalini kurabilmek bile, böyle bir hayata sahip biri için, zordu. Ben en azından denemiştim. Bundan sonraki geçen zamanda geçmişe bakıp da keşke demeyecektim.

 

Gözlerimin dolduğunu fark ettiğimde burnumu çektim ve kendimi sakinleştirmek için derin bir nefes aldım. Önümdeki kırmızı ışıkta durdum. Çoktan gece olmuştu. Saat gece yarısını geçmişti. Yollar boş sayılırdı.

 

Esma hanım, kalmam için o kadar dil dökmüştü ki bir an onun söylediklerine kanıp evi kendimin sanmıştım. Neyse ki yapmak istediğini fark etmiş ve inadıma tam gaz deyip onu kırmadan teklifini ret etmiştim. Barış da kalmamı istemişti. Bu saatte yolların çok tehlikeli olacağını, asla ama asla izin vermeyeceğini, çok yorucu bir gün geçirdiğimi söylemişti. Bir ara beni gerçekten bırakmayıp odaya kilitleyeceğini sanmıştım ama sonra ne olduysa kabullenmişti.

 

Bu saatte uzun bir yola çıkmak konusunda ettiği onca lafı düşününce ona hak veriyordum. Haklıydı. Doğruydu. Başka bir anıma denk gelse kalırdım zaten. Bu kafayla araba kullanmanın tehlikeli olduğunu biliyordum. Ancak olmazdı. Yapamazdım, kalamazdım burada, bu şehirde. Çünkü, nefes alamıyordum.

 

Tüm hayallerim üzerime düşmüştü, boğulacak gibiydim. Buradan bir an önce kurtulmam gerekiyordu.

 

Kırmızı ışık yeşile döndü. Yoluma devam ettim. Bir kez gidip bir kez de döndüğüm o dağ yoluna saptım. Şehrin dışına buradan çıkılmıyordu. Gitmeden önce yolda bıraktığım eşyalarımı almam gerekiyordu. Tabi hâlâ oradalarsa.

 

Bir saat gidip bir saat dönmek gözüme çok kötü bir senaryo şeklinde görünüyordu ama eşyalarımı arkamda bırakamazdım. Hepsini kendi paramla, emeğimle almıştım. Bir kıyafetim bile olsa onu bu şehirde terk edesim gelmiyordu.

 

Bu şehirde tek bir parçamı bile bırakmayacaktım.

 

Yolda fazla araba olmadığı için dikiz aynasından gözüme batan ışıklar dikkatimi çekmişti. Kaşlarım çatıldı. Çınar…

 

Olabilirdi. Sonuçta o da evine gidecekti, Barışlarda kalacak hali yoktu. Şehir merkezinde bir yerlerde elbet yolu başka bir sokağa sapardı.

 

Dikkatimi ondan çektim ve önüme döndüm. Bir de müzik açtım. Serdar abim yine ortalığı yakıyordu. Şarkıyı dinlerken sahnedeymiş gibi eşlik etmeyi ihmal etmiyordum. Olmazsa olmaz eğlence yöntemlerimden biriydi.

 

“Seni çöpe atacağım poşete yazık!

 

Bi’ sigara yakacağım ateşe yazık!”

 

Nefeslendim ve dikiz aynasına baktım. “Bu nakaratı bu adam sana yazmamışsa ben de adam değilim!”

 

Gözlerimi dikizden çektim. Ama içim soğumadığı için tekrar baktım. “Ayı!”

 

Yeniden yoluma döndüm. Bir süre hiçbir şeyle ilgilenmeden yalnızca dikkatimi yola verdim. Aynı yoldu. Sabah ki o dağ yolu; ama bir saatten fazla yol gelmeme rağmen eşyalarımı bulamamıştım. Sürekli yolun kenarlarına baksam da hiçbir şey görünmüyordu. Bu taraflarda zaten sokak lambası falan yoktu. Sadece arabanın ışığı vardı.

 

“Acaba, gözden mi kaçırdım ya?”

 

Arabayı yavaşlatarak durdurdum. Yorulmuştum. Buraya kadar gelmişken geriye boş dönmek koyuyordu. Yavaş hareketlerle arabadan çıktım. Hava serindi. Etrafta bir uğultu vardı ama bu doğanın uğultusuydu. Bir dağ başında olduğumu düşünürsek bu garip bir şey değildi ama… çok hoştu.

 

Yabani hayvanların sesi, gecenin izi, rüzgarın dokunuşu… ilerleyerek kaputun önüne geldim ve arabaya yaslandım. Etrafta tek bir ışık bile yoktu. O kadar karanlıktı ki ay parıl parıldı, yıldızlar da… dokunulmamış bir cenneti andırıyordu.

 

Karanlık cennet. Gülümsedim.

 

Göğsümde kocaman bir acı da olsa hayatın güzel taraflarını kaçırmayı sevmezdim. Ve ben şu an hayatın en ama en güzel bir anına şahitlik ediyordum. Dünya büyüktü. Benim acım dünyanın yanında yoktu.

 

Keşke bu karanlığın içinde kaybolsaydım. Kötümser bir düşünce değildi bu. Gece öyle cezbediciydi ki gecenin bir parçası olsam sanırım mutlu olurdum. Hep gökyüzüne bakardım, ışıkları değil yıldızları görürdüm.

 

Arabanın ışığından dolayı tüm sinek ve kelebekler yemin etmiş gibi etrafımda uçuşmaya başlamışken güldüm. Her güzel şeyin bir kusuru vardı. Dünyanın yarısını kaplayan gece de olsan bu basit kural sekmiyordu.

 

Ellerimle yüzümdeki sinekleri kovalarken sağ tarafımdaki çalılıkların arasından bir hışırtı duydum. Yüzümdeki gülümseme dondu. Dağ başındaydım ben değil mi? Üstelik bu sefer bir kuşun yapamayacağı kadar yüksek bir ses duyulmuştu.

 

Romantik romantik düşünüyordum falan da beni burada gerçek ayılar yese kimsenin ruhu duymazdı. Yüzüme konan sinekleri tekrar uçuşturdum. “Ay yapışmayın be!”

 

Elimle ağzımı kapattım. Resmen yer konumu göndermiştim ayılara. Sessizce bir süre bekledim ama değişen bir şey olmadığı için derin bir nefes aldım. Biraz daha burada kalırsam ayılar değil sinekler tarafından öldürülecektim.

 

Arabamın kapısına ilerlemek için döndüğümde karşımda parıldayan gözleri görmemle dağı inletecek bir çığlık attım. “Ananı…!” Anlık girdiğim korku rüzgarlarıyla geri geri gidip yere çakılmış olmam sorun değildi. Sırt üstü dümdüz yerde yatıyor olmam da sorun değildi. Sorun, eğilerek bana bakan Çınar’daydı.

 

“Tövbe estağfurullah!” dedim. Az kalsın anneme sövüyordum. Çınar, yüzüme doğru biraz daha eğildi. “İyi misin?” diye sordu bir de. Gözlerimi kırpıştırdım. “Senin ben…” Yok! Ben kesin kaza falan yapmıştım. O yüzden yerdeydim zaten. Hayal görüyordum.

 

“Benim?”

 

“Ay bir de konuşuyor?!”

 

“Susayım mı?”

 

Yok, gerçek bu. Cidden gerçek.

 

“Çınar?”

 

Kaşlarını kaldırdı. “Evet?”

 

“Sen… ne arıyorsun burada?”

 

Bana bir süre baktıktan sonra konuştu. “Bunu yerden kalktıktan sonra konuşsak?” yediğim şoktan vaziyetimi unutmuştum. Kaşlarımı çattım. Doğrulacağım sırada bana elini uzattı. Ona yabancı bir cisim gibi baktım. “O elini tutacağımı mı düşünüyorsun sen gerçekten?” güldüm. “Onca söylediğin şeyden sonra.” Biraz daha güldüm ve oturur pozisyona gelebildim. “Komik olmayan bir şaka gibisin.”

 

Elini geri çekti. Yüzüne bakmadan ayağa kalktım. Yer topraktı. Düşerken canım yanmıştı ama bilmesine gerek yoktu. Bilse ne olurdu gerçi… hiçbir şey.

 

“İyi misin?” öfkeyle ona döndüm. “Değilim! Ne işin var senin burada! Ciğerlerim ağzıma geldi be! Bir insana öyle yaklaşılır mı?”

 

Gözlerini kaçırdı. “Pardon. Korkacağını düşünmemiştim.”

 

Üstümde kalan toprakları silerken onun söyledikleri beni durdurmuştu. “Senin düşünebildiğini bilmiyordum.”

 

Sert bir nefes aldı. “Nilüfer, hakaret etmeyi kesip insan gibi konuşabilecek miyiz biz?”

 

“Biz o leveli çoktan geçtik. Sana o şansı bir kez verdim ve bir ağzıma sıçmadığın kaldı.” İtici bir gülümseme sundum. “Yani, rüyanda görürsün.”

 

Ona arkamı döndüm. Arabama doğru giderken sordu. “Niye buraya geldin? Şehrin çıkışına buradan gidilmiyor.”

 

Omzumun üzerinden ona baktım. “Seninle geçirdiğim son anıları yad edeyim, dedim.” Genişçe gülümsedim. “Nasıl?”

 

“Ciddi soruyorum.”

 

“Of, Çınar! Valizlerimi yolda bırakmıştım senin yüzünden, onları almaya geldim.”

 

Gördüğüm kadarıyla kaşları çatıldı. “Valizlerini mi?”

 

“Evet.”

 

“Bende onlar.”

 

Hayır, kesinlikle yanlış duymuştum. Hayır! Ben buraya boş yere gelmiş olamazdım! Hayır! Bu geri zekalı yüzünden ben buraya boş yere gelmiş olamazdım!

 

Ona doğru döndüm ve üzerine doğru yürüdüm. “Ne diyorsun sen be? Ne demek bende?”

 

Omuz silkti. “Valizlerini almakla uğraşmasaydım bindiğin arabayı birinci dakikasında yakalamış olurdum, Nilüfer.”

 

“Ya sen benim valizlerimi niye alıyorsun? Hadi aldın niye söylemiyorsun?! Mal gibi boşu boşuna geldim buraya! Hayır yani, sen benzin kaç para biliyor musun? Ha?!”

 

Derin bir nefes aldı. “Yolda mı bıraksaydım? Söylemek aklıma gelmedi ayrıca, sen valiz diyene kadar da gelmemişti.”

 

Kafamı salladım. “Evet.” Dedim. “Bir kez daha geri zekalı olduğunu kendi dilinle itiraf ettiğin için seni tebrik ediyorum. Ver valizlerimi!”

 

“Vermiyorum!” ona ettiğim sözlerden olsa gerek sakinliğini yitirmişti. Zaten bu kadar sakin olması da garipti ya.

 

“Ne demek vermiyorum?”

 

Omuz silkti. “Vermiyorum işte. Benimle adam gibi konuş.”

 

Sen adam mısın, diyesim gelse de dememiştim. Erkeklerin adamlık damarına basmak pek mantıklı değildi. Şahsi olarak denemiş ve deneyimlemiş sonuç olarak da hastanede gözümü açmıştım. Eski anıları bir kenara iterek Çınar’a odaklandım.

 

“Kendi özgür iradenle vermezsen camlarını kırarım.”

 

Güldü. “O camlar kurşun geçirmez. Sadece kendini yormuş olursun.”

 

Gözlerimi kırpıştırdım. Kurşun geçirmez… hani şu siyasetçilerin kullandığı teknik?

 

“Belediye başkanı mısın?”

 

Düz düz birbirimize baktık. En sonunda sordu. “Ne?”

 

Kendime engel olamadan güldüm. Yüz ifadesi çok komikti.

 

Toparlamam çok uzun sürmedi. Bu adama gülmeyecektim artık. Gülüşlerimi görmeye hakkı yoktu. Boğazımı temizledim ve ciddiyetle yüzüne baktım.

 

“Asıl sen ne arıyorsun burada?” diye sorduğumda elini ensesine götürdü. “Bir fare.” Dedi. Sonra bana baktı. “Yok… tavşan.”

 

Aklıma kurt ile tavşan efsanesi düştüğünde gözlerim kısıldı. Biliyor muydu acaba o efsaneyi? “Tavşan bu durumda ben mi oluyorum?” diye sorduğumda gözlerini kaçırıp susmayı tercih etti. Tekrar sordum. “Sen de kurt mu oluyorsun?”

 

Kafasını belli belirsiz salladı. “Beni avlayacaksın öyleyse?” kaşları çatıldı. “Evet… Hayır. Öyle değil.” yüzünü buruşturdu. “Ne alaka ya?”

 

Omuz silktim. “Hiç.”

 

Birkaç saniye birbirimize baktık. Şu an ne düşündüğünü öyle merak ediyordum ki etmemem gerektiğini bile bile ediyordum hem de. “Konuşacak mıyız?”

 

“Bana tekrar aynı şekilde davranmayacağın ne malum?”

 

“Davranmayacağım. Sadece konuşmak istiyorum.”

 

“Konuştuktan sonra eşyalarımı verecek misin?”

 

Kafasını salladı. “Vereceğim.”

 

Tek kaşımı kaldırdım. “Yalan söylemiyorsun değil mi?”

 

“Hayır. Söz. Kardeş sözü.”

 

🪷

 

Bölüm sonuu!!

 

Bölümü beğendiniz mi?

 

DÜŞÜNCELERİNİZ?

 

VOTE

VE

YORUMU

UNUTMAYIN

 

UNUTURSANIZ

HER AN

BÖLÜMLERE

SINIR

KOYABİLİRİM😊

 

🪷

 

SONRAKİ BÖLÜM YARIN

 

🍭

 

İnstagram; Zeynepizem

 

 

Loading...
0%