Yeni Üyelik
17.
Bölüm

17. BÖLÜM🪷

@zeynepizem

🍭KEYİFLİ OKUMALAR🍭

 

ZEHİRLİ ŞEKER

BÖLÜM 17

 

🪷

 

 

Çınar, karşıma gelip durduğunda hiç istifimi bozmadan oturduğum yerden kafamı kaldırarak ona baktım. Çatık kaşları, hızlı solukları ve kızarmaya yüz tutmuş gözleriyle gözlerimin içine odaklandı. “Ortadan kaybolmak konusunda üstüne yok. Gözümü senden çektiğim an kayıplara karışıyorsun Nilüfer.” dedi.

 

“Hayrola? Merak mı ettin?” diye sorduğumda kafasını sağa doğru yatırmıştı. Boynundan çıkan tok ses dikkatimi çekti. “Tabi ki ettim! Abinim ben senin! Ayrıca telefon numaranı ver.”

 

Vermeyecektim. Üstelik abinim ben senin mi demişti o?

 

“Ha-ha.” Diye bir nida koptu dudaklarımdan. “Espri yeteneğine hayran kaldım doğrusu.”

 

“Nilüfer!” dedi dişlerinin arasından. “Anlaman için bin kez mi anlatmam gerekiyor benim sana bazı şeyleri?”

 

“Bana hiçbir şey anlatmana gerek yok Çınar. Peşimde dolanmana da gerek yok. Biz seninle yalnızca iki yabancıyız. Ben bunu çoktan kabul ettim. Bence sen de et. İkimiz içinde her şey daha kolay olsun.” Elinde sıktığı telefon kırılacak diye korkuyordum şu an. Bu kelimeleri sarf etmek abisini sayıklayarak büyüyen ben için hiç kolay değildi.

 

Ama ne yapabilirdim ki hayat acıydı. İnsanlar acıtıcı.

 

“Kabul edeceğim ve her şey daha kolay olacak öyle mi?” diye sordu inanmıyor gibi. Omuzlarımı kaldırıp indirdim. “Sen benim neyin içinde olduğumu bilmiyorsun. İçinde olduğum şeyin sana vereceği zararları bilmiyorsun, Nilüfer! Böyle olmasını ben istemedim ama oldu. Al bak kabullendim. Artık daha mı kolay?”

 

Değildi. Gözlerim sorguyla kısıldı. “İçinde olduğun şey?” Üzerinde durduğum konudan hoşlanmamıştı. Hiç hoşlanmamıştı. Derince bir nefes alıp verdi ve az önce Barış’ın oturduğu yere oturdu. Bana değil ileriye bakıyordu. “Böyle mi olacak? Her şeyi ardında bırakıp gidecek misin?”

 

Yüzüme kocaman bir gülümseme yayıldı. “Çınarcığım.” Dedim içten bir şekilde. “Benim ardımda bırakıp gideceğim hiçbir şeyim yok. Ne bir ailem, ne bir mirasım, ne de bir-” Sustum çünkü ona bir daha asla sesli bir şekilde abi demeyecektim. “Ne de bir?” diyerek devam etmemi istediğini belli etti ama omuz silktim.

 

“Ne de bir geçmişim.” Dedim. “Benim buraya ait hiçbir şeyim yok.”

 

“Sen benim kardeşimsin. Bunu inkar edemezsin.”

 

Güldüm. “Edemem tabi.” Dedim. “Değerli soyunuzdanım sonuçta. Kanınızı taşıyorum. Bana öyle güzel bir karşılama düzenlediniz ki bir an kendimi masal diyarında sandım.”

 

“Nilüfer! Dalga geçmeyi kes!”

 

Ona ters bir bakış attım. “Bana bak! Bana emir verip durma saçmalamayı değil seni keserim!” dedim birden. Birkaç saniye öylece yüzüme baktıktan sonra güler gibi oldu. “Ne bu hareketler?” diye sorduğunda yüzümü buruşturdum. “Ne varmış hareketlerimde be?”

 

“Kız halim gibisin anasını-” Kendini bastırarak küfrünü yarıda kesti. Gözlerimi kırpıştırarak yüzüne doğru yaklaştım. “Ay sana benzediğimi mi söylüyorsun?” dedim neşeli bir şekilde. Yüzümü inceledikten sonra kafasını başka tarafa çevirdi. “Bir şey söylediğim yok.”

 

Geri çekildim ve tişörtümün yakalarını düzelttim. “Bak şimdi aslanım, biz kimseye benzemeyiz alem bize benzer.” Göz kırptım. “Kapiş?”

 

“Ya sabır…” diye mırıldandı. Gözlerimin içine baktı. “He Nilüfer he!”

 

“Bana Nilüfer deyip durma! Benim adım Nil.”

 

“Ona da he.” dedi söylediğimi umursamadığını belli ederek. Seni kodese attıracağım oğlum! Don falan da getirmeyeceğim! Oh olsun!

 

“Neden çıktın pansiyondan? Bir şey mi oldu?” diye sordu. Gözlerimi kırpıştırdım. “Hayatımı pansiyonda mı geçireceğimi düşünüyordun?”

 

“Hayır! Konağa ne zaman geleceksin?”

 

“Hiçbir zaman.”

 

“Ne demek hiçbir zaman? Orası senin evin!” Şimdi yüzüne miras konuşmasını tokat niyetine çarpardım da kabak tadı vermesin diye sustum. Söyledikleri için özür dilmişti çünkü. Korkut beyle tanıştıktan sonra konaktan çıkmıştım ve o da ardımdan gelmişti. Bir pansiyonun önünde durduğumda saçmalamamam gerektiğini konakta kalmamı söylemişti. O an yüzüne çatır çatır her ayrıntıyı geçirmiştim. Özrünü de orada dilemişti ama kabul etmemiş ve odama geçmiştim.

 

“Orası benim değil senin evin.” Dedim ve ayağa kalktım. Ben kalktığım an kendi de kalktı. "Nereye gidiyorsun!?" Diye sordu, sesi yükselmişti ama bu sefer kızar gibi değil de endişeyle.

 

"Gezeceğim Çınar. Hani buraya ilk kez geliyorum ya, pansiyonda kalınca da içim daralıyor! Yani, gezeceğim! Akşama kadar, ayaklarım kopana kadar!"

 

Düz bir bakış attı. "Tamam da ne bağırıyorsun?" Omuz silktim. "Durup dururken bağırma huyumu senden almışım!"

 

Ona sitemli bir şekilde arkamı döndüm ve yürümeye başladım. Attığım adımın izini sürüyor gibi arkamdan geliyordu. Açılıp ağzına vurmam yok mu?

 

Mezara mı girmek istiyorsun herhalde?

 

Aman, canım! Öleceksem abimin elinden öleyim!

 

"Nilüfer," dedi, durmasam bile onu dinlediğimi belli etmek için mırıldandım. "Telefon numaranı vermedin."

 

"Evet, çünkü ayı gibi istedin."

 

"Normal istesem verecek misin?" Durarak ona taraf döndüm ve gözlerinin içine baktım. "Neden denemiyorsun?"

 

Yutkundu. Birkaç saniye gözlerime sorguyla baktı. "Telefon numaranı verir misin?" Diye sorduğunda bir an onu masum bir çocukmuş gibi hissettim. Neden birden böyle bir hisse kapıldım bilmiyordum. "Bir kez söylerim." Dedim ve o telefona davranmadan gıcıklık olsun diye tek nefeste hızla numaramı söyleyip arkamı döndüm. Ardımdan homurdandı. "Kızım adam gibi söylesene!"

 

"Söyledim zaten."

 

"Düzgün söyle. Yavaşça."

 

Tekrar ona doğru döndüm ve telefonda hazır bekleyen parmaklarını görmemle içten içe gülümsedim. Hiç sormadan elindeki telefonu çekip aldıktan sonra numaramı yazıp kaydettim.

 

Telefonu ona geri uzattığımda önce ekrana baktı sonra yine bana ve ekrana... "Dünyanın en muhtişem kadınına yalvarmak için bas, mı?"

 

Evet!

 

Benim o!

 

Bu kadar yaratıcı olma...

 

"Bence çuk oturdu." Dedim sırıtarak. Bu saatten sonra bana anca yalvarırdı çünkü. Yürümeye kaldığım yerden devam etmeye başladığımda kaydettiğim ismi çoktan değiştirdiğine emindim.

 

"Benim numaramı kaydet sende. Arıyorum bak." Dedi arkamdan. Onun bunu söylemesiyle telefonum çaldı zaten. Cebimden çıkartarak son arayan numaranın üstüne bastım ve numarasını kaydettim. Artık yanımda yürüyordu.

 

"Ne diye kaydettin?" Diye sorduğunda yan bir bakış attım. "Sence?" Dedim ve tamamladım. "Tabi ki Ayı diye."

 

Yüzüme ters ters baktı. "Ayı deyip durma."

 

"O zaman sende ayı gibi davranma."

 

"Hiç de öyle davranmıyorum ben."

 

"Evet, sen bir dengesiz gibi davranıyorsun. Barış, haklı."

 

Kaşlarını çattı. "O hıyar bana dengesiz mi dedi?"

 

"Dengesize dengesiz demek ayıp mı? Ayrıca düzgün konuş, onun bir adı var."

 

"Benim de bir adım var!" Dedi bastırarak. Omuz silktim. Sessiz kaldık. Lakin bu sessizlik ikimiz için de çekilmezdi. Biraz sonra dayanamayarak sordu. "Nereye gidiyoruz?"

 

Dümdüz yola bakıp omuz silktim. "Kafama göre gidiyorum ben, asıl sen nereye gidiyorsun?"

 

"Seni takip ediyorum."

 

"Niye?"

 

"Her an bayılabilirsin. Doktor ne dedi, duymadın mı?"

 

"Bu durup dururken olacak bir şey değil Çınar. Abartıyorsun."

 

"Gözümün önünde aynı gün 2 kez fenalaştın! Abartmıyorum. Asıl sen çok hafife alıyorsun."

 

"Ne yapabilirim? Sürekli bu hastalığı düşünüp depresyona girmemi sonra da kendimi bir yerden aşağıya atmamı mı istersin?"

 

"Hayır!" Ona baktım. "Ne biçim konuşuyorsun sen!? Sakın aklından öyle bir şey geçirme. Senin bacaklarını kırarım." Derin bir nefes aldım. "Gerçekten ayısın." Dediğimde bu sefer aldırmadı. "Nilüfer?" Dedi ciddiyetle. "Ne?"

 

“Hastanede…” dedi ve yutkundu. “Eğer intihar etseydim 16 yaşımda yapardım demiştin, neden öyle dedin?"

 

Ona garip garip baktım. "Bilmiyormuş gibi konuşma." Dedim ters ters. Kaşları çatıldı. "Nerden bilebilirim ben senin on altı yaşında ne yaşadığını? Söylesene."

 

Yüzüne biraz daha dikkatli baktım. "Ben 16 yaşındayken sen 22 yaşındaydın. O yaşında seni kötü hissettirecek bir şey olmadı mı?"

 

"Hayatım genelde kötü hissettirecek şeylerle dolu, onlara kafayı takacak bir adam değilim."

 

"Gerçekten bilmiyor musun yoksa önemsemediğin için mi böyle söylüyorsun?" Dedim adım atmayı keserken. Tam önümde durdu. Gözlerimin içine baktı. Neden böyle bir şey sorduğumu anlamamıştı... ama ben anlamıştım.

 

Gerçekten bilmiyordu.

 

Bir an içim ona gerçeği söylemenin ağırlığıyla dolup taştı. Düşeceğim sandım. Bir uçurumdan sivri kayaların olduğu bir yere... Çok üzülür müydü? Ben çok, çok üzülmüştüm. Mahvolmuştum.

 

Belki de üzülmezdi... kendi de kafaya takmayacak bir adam olduğunu dile getirmemiş miydi?

 

Ama amcası olacak o adam...!

 

Öfkeyle dolduğumu hissettim. Sonra o hissi def ettim. Çünkü bunu ona söylemek zorundaydım. Bilmeye hakkı vardı. Nefret etse de duymalıydı. Bu onun hakkıydı. Ben babamdan nefret ediyor olsam da hayatta olup olmadığını bilmek isterdim.

 

"Çınar." Dedim gözlerinin içine bakarken. Gözlerimi bile kırpmadım. Ne hissedeceğini görmek istiyordum. İçten içe annemin ölümünün onu etkilemesini istiyordum. Çünkü bu, anneme değer verdiği anlamına gelirdi. Yani, bana da.

 

"Söyle."

 

Söyledim.

 

"Ben 16 yaşındayken annem öldü." Boğazımı temizledim. "Onun hakkında konuşmak istemediğini biliyorum ama beni buradan vurma. Lütfen. Annem hakkında kötü bir şey söyleme, annem hakkında kötü bir düşünceyi zihninden geçirirken bana bakma. Çünkü sen veya bir başkası benim hayatta olmamı sağlayan kadına karşı bu şekilde davrandığınızda ben ölecek gibi oluyorum. Öldürecek gibi."

 

Bakışlarında bir izdiham gördüm. Karışık, anlamsız... böyle bakmasın istedim o an. Bakışları anneme öyle benziyordu ki dayanamıyordum. "Ne?" dedi en sonunda. Kafasını iki yana salladı. "Yalan." dedi. Elindeki telefon yere düştüğünde ayaklarımın altında iki kez yuvarlanıp duran telefona baktım. O an kollarımı kavradı. "Yalan söylüyorsun!"

 

Konuşamadım. Göğsümde bir şey harlanmıştı. Ondan da öte kollarımdaki elleri tenime giriyor da sanki kalbimi sıkıyordu. Niye öyle bakıyordu? Öyle bakmamalıydı.

 

"Canını yaktım diye canımı yakmaya çalışıyorsun! Yalan söylüyorsun!"

 

Dolmaya başlayan gözlerimi kırpıştırdım. Onu anlamak şu an için o kadar zordu ki... üstelik hala canımı yakıyordu. Kollarımda bıraktığı acının farkında değildi ama artık gerçekten canım yanıyordu. "Bırak." diyebildim. "Acıyor."

 

Sanki yaptığının farkında değilmiş gibi duraksadı. Elleriyle sıktığı kollarıma baktıktan sonra parmaklarını gevşetti. Ama sanki bıraktığı acı hep orada kalacaktı. Onu ittim. Ne hissettiğini umursamadım çünkü o benim ne hissettiğimi umursamıyordu. “En az senin kadar gerçek! Annemiz öldü!” diye bağırdım suratına karşı.

 

Bu gerçeği kabul etmek iki yılımı almıştı benim. İnkar etmiştim. Kabul etmemiştim ama artık annem yoktu ki. Sarsılmış bakışlarını görmezden gelmeye çalıştım. Mırıldandı. “Annem.” Dedi sessizce. Yıllarca bu kelimeyi söyleyememenin acısı vardı dilinde. “Öldü mü?”

 

Kafasını yine iki yana salladı. “Yalan olmalı. O ölemez.” Sesi kırılıyordu. Yüzünü görmüyor olsam ağlıyor sanırdım.

 

Belki bizim gibi içine ağlıyordur.

 

Belki...

 

“Sen…” dedi ama kelimeleri bir araya getiremiyor gibiydi. Ayakta zor duruyor gibiydi. Yıllar önceki kendimi gördüm onda bir an. Yıkılmışlığın böyle göründüğünü bilmezdim. Bu acının kendisinden daha dehşetli bir duyguydu. Yumruklarımı sıkarak kendime hakim olmaya çalıştım. Konuşmama müsaade etmedi. “Sen.” Dedi yeniden. “Onca yıl ne yaptın tek başına?”

 

Sorunda buydu ya işte. Hiçbir şey yapamamıştım.

 

Ağlama Nil. Lütfen ağlama. Buradan gitmeliyiz. Kalırsak darmadağın olacağız. Gitmeliyiz Nil.

 

Yutkundum. Çınar’a cevap vermeden arkamı döndüm ve yürümeye başladım. Aramıza metreler girmişken arkamdan bağırmıştı. "Nilüfer!" Tutmaya çalıştığım göz yaşlarım aktı. “Nereye?”

 

“Hiçbir yere.” Diye fısıldadım sessizce. “Benim gidebileceğim hiçbir yerim yok, Abi.” Akan göz yaşlarımı sildim ve duyması için sesimi yükselttim. “Sana ne?!”

 

Bir şey söylemesin diye hızlandım ve o hızla sokağı dönerek kafama estiği gibi yürümeye başladım. Belki onu böyle bir durumda yalnız bırakmak doğru değildi ama yanında kalamayacak kadar dağınıktım ben zaten. Tüm söyledikleri zihnimde dolandı yine. Neden geldin? Nerede kalacaksın? Ben senin abin falan değilim. Boş hayaller kurma. Ne kadar istiyorsan söyle, hemen şu saniyede vereyim eline…

 

Dolmuş olan gözlerim yüzüme çarpan rüzgara takılarak yanaklarıma taştı. Hıçkırdım. Kollarımı göğsümde birbirine doladım. Hava soğuk değildi ama üşüyordum.

 

 

🪷

 

Barış kişisinden iki cevapsız arama

 

Barış kişisinden dört yeni mesaj.

 

Nil, iyi misin?

 

Telefonlarımı neden açmıyorsun?

 

Pansiyonun önündeyim. Şapkamı bana vermek zorundasın. O yüzden aşağı in.

 

Nil?

 

Barış kişisinden bir cevapsız arama

 

Telefonum sessizde kalmıştı ve Barış son aramasını on dakika önce yapmıştı. Of! Pansiyona geleceğini unutmuştum. Adam boşuna gelmişti onca yolu. Mesaj atmak yerine arama tuşuna bastım ve telefonu kulağıma yasladım. İlk çalışta açılması beni şaşırtsa da konuştum. “Barış?”

 

“Neredesin sen Nil?” Derin bir nefes alarak karanlık sokağa baktım. “Bilmiyorum.” dedim ve devam ettim. “Kusura bakma, Çınar’la biraz tartıştık geleceğini unutmuşum.”

 

“Bırak şimdi bunu, ne demek nerede olduğumu bilmiyorum?” Kaldırım kenarına oturdum. Kimsenin geçmediği ıssız bir sokaktaydım. “Bilmiyorum işte. Kayboldum sanırım.”

 

Tamamen.

 

“Konum at.”

 

Kafamı iki yana salladım. “Ben halleder-”

 

“Nil. Konum. At.” Dedi ve telefonu suratıma kapattı. Ona zahmet vermek istemiyor olsam da fazlasıyla yorulduğum için dediğini yaparak konumu gönderdim. Havanın ne ara karardığını fark etmemiştim. E tabi nereye yürüdüğümü de fark etmemiştim ve burada navigasyon doğru düzgün çalışmıyordu. Gösterdiği yere gittiğimde bambaşka bir yerle karşılaşıyordum. Küçük ilçelerdeki navigasyon olayını bir an önce çözmeleri gerekiyordu!

 

Buraları hiç bilmiyordum ve küçük bir ilçe olsa bile kaybolmuştum. Derin bir nefes alıp verdim. Hava soğumuştu. Eylül ayındaydık. Sabahına ateş gibi sıcak olan Antep akşam olunca buz gibi oluyordu. Soğuk falan umurumda değildi. Umurumda olan saati yaklaşan ilacımdı. Dışarıda çok kalmayacağımı düşünerek yanıma almamıştım. Tabi işler pek de düşündüğüm gibi olmamıştı.

 

Adım sesleri duyduğumda kafamı kaldırarak etrafa bakındım. Ki o a karşımda tanımadığım iki adamı görmeyi beklemiyordum. Bana bakıyor olmaları belanın yine tam alnının çatından vurduğumu söylüyordu. Neyse ki bu gibi durumlara fazlasıyla alışkındım o yüzden istifimi bozmadan heriflere baktım. “Hayırdır birader?” diye sorduğumda bir an ikisi de afalladı. Birbirlerine baktıktan sonra bana geri döndüler.

 

“Kızın bu olduğuna emin misin?” diye sordu birisi. Tek kaşımı usulca kaldırdım. Öteki yanıt verdi. “Bugün yanında görmişem cano, kesin budur.”

 

“Recep ağam bu işi de beceremezsek ağzımıza sıçar ha!”

 

“Yav budur diyorum! Kendi gözlerimle görmişem!

 

“Bu, senin babandır.” Dedim bir an kendimi tutamadan. “Bak beni ayağa kaldırmayın! Defolun gidin!”

 

Neyine güveniyorsun?

 

Birazdan geleceğini düşündüğüm Barış’a.

 

Ya gelmezse?

 

O zaman boku hafiften yedim.

 

Adamlardan biri üzerime doğru gelerek tam karşımda durdu. “Cano, biz şimdi bunu kaçıracak mıyız?”

 

Hâlâ bu diyor… gözlerim büyüdü. Kaçırmak mı demişti be o? Yakarım ulan buraları yakarım!

 

“Recep ağam ele demiştir, cano.”

 

“E nasıl kaçıracağız o vakit?”

 

Arkadaki öndekinin kafasına bir tane geçirdi. “Lan niye ne edeceğimizi söylersin?!” Galiba biraz salaklar. Atlatırım. Hiç sikinti yok.

 

“Recep ağa da kim?” diye sorduğumda yine öndeki cevap verdi. “Antep’in en büyük ağası! Nasıl bilmezsin?!”

 

“Ne diye bilecekmişim be? Antep’te kaç ağa var diye araştıracak halim yok ya.”

 

“Bak onu doğru dedin bacım. Neyse sen bize zorluk çıkarma da gidelim.”

 

“Nereye gidiyoruz?”

 

“Recep ağamın kesin emridir. Seni ona götürmemiz lazımdır.”

 

“Sen beni niye Recep ağana götürüyorsun kardeşim?”

 

“E sen şimdi Çınar ağanın sevgilisi olduğun için ağam Çınar ağayı seninle tehdit edip arsalarını alacak.” Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. “Çınar’ın neyi?” diye sorduğumda beni arkadaki yanıtlamıştı. “Yavuklusu! Başka neyi olacak?!”

 

“Yalnız ben Çınar’ın yavuklusu değilim.” Dediğimde kaşları çatıldı. “Nasıl değilsin? Ben bugün seni onun yanında görmüşem!”

 

“Çattık ya! Birader sen Çınar’ın yanında gördüğün her kızı sevgilisi mi sanıyorsun?!”

 

Sessiz kaldılar. İkisi de birbirine baktıktan sonra yine bana döndü. “O vakit senin Çınar’la arandaki nedir? Bak burada laf söz olur ha! Öyle nikahsız dolaşılmaz erkeklerle!”

 

Oturduğum kaldırım taşını sökmem gereken yerdeydim ama kendimi tutmayı başardım. “LAN!” Yok, öfkelenmiştim evet ama böyle bir ses benden çıkmazdı. I-ıh imkanı yoktu. Kafamı sokağın girişine çevirdiğimde elinde bir sopayla bize doğru gelen Çınar’ı gördüm. “Lan ben sizin şimdi kemiklerinizi teker teker kırmaz mıyım lan?!”

 

Yutkundum. Neyse ki düşmanım değildi. Hani düşmanım olsaydı böyle bir girişten sonra hiç ona zahmet vermez ben direk kendi kafama sıkardım. Önümdekilerin konuşmalarını duydum. “Cano! Çınar ağa gelir!”

 

“Görmişem da! Gelsin bakalım! Biz de boş değiliz herhal!” Boş değiliz derken ne demek istiyordu bilmiyordum ama umuyordum ki korktuğum şey başımıza gelmezdi.

 

“Ne işiniz var lan sizin benim kardeşimin yanında?!” Oturmayı keserek ayağa kalktım ki o saniyelerde Çınar önüme geçmişti. “Hoş gelmişsen Çınar ağa! Ne vakittir görünmüyordun! Recep ağanın selamını getirdik sana!”

 

“Onun selamını da sizi de alır bir tarafına sokarım!” Adamlar birkaç adım geri çekildi ama birisi ceketini de kenara çekmişti. Gözlerim büyüdü. Belinde silah vardı. Şimdiye dek gelemeyen korku anlık bir şekilde içimi sarsarken Çınar’ın kazağına tutundum. “Çınar, silahı var!” dedim panikle.

 

Elindeki odun sopayı kaldırdı ve diğer eline akrobatik bir hareketle atarak konuştu. “Benim de var.” Gözlerimi büyüttüm. “Aynı şey mi geri zekalı?!”

 

“Abine bir daha geri zekalı dersen onları dövdüğüm gibi seni de döverim…” Omzunun üzerinden bana baktı. “…abicim.”

 

Her şey gözlerimi kapatıp açmam kadar kısa sürdü. Çınar adamların silahına rağmen elindeki sopayla kırılmadık kemiklerini bırakmadığında zorlukla yutkunmuştum. “O ağana de, bir daha yakınıma yaklaşırsa kapısına dayanır ömrüne çökerim!” Sopayı bir kere daha yerde yatan adama geçirdiğinde minik bir çığlık atarak ağzımı elimle kapattım. Gördüğüm şeyler rüyalarıma girecekti! Kabuslarıma!

 

Abiler küçük kardeşlerine böyle şeyler izletir miydi ki? Yani eğer izletiyorlarsa abileri psikoloğa göndermek gerekiyordu. Ya da polise. “Anladınız mı lan beni?! Belinize taktığınızı ağzınıza sokar sokar çıkartırım!” Yerdeki adamların konuşacak hali kalmadığı için cevap veremediler. Abim bir diğerinin karnını tekmelediğinde adamın ağzından acı bir haykırış koptu. “Ağam! Biz ettik sen etme!”

 

Bu anda da gülmezsin be kızım?!

 

Ama ağam diyor…

 

Boğazımı temizledim ve toparlanarak konuştum. “Çınar! Yeter öldüreceksin adamları!” Omuz silkti. “Gebersin köpekler!”

 

Nil, sen avukatsın!

 

Yani?

 

Bu yaptığı büyük suç!

 

Doğru.

 

“Saçmalama! Yeter artık!” Yanına yaklaşamıyordum çünkü korkuyordum. Eğer kaldırımdan inersem hiç hoşuna gitmeyen şeyler yapacağını söylemişti çünkü. Kendi kendime mırıldandım. “Allah’ım tamam zaten pamuk gibi bir adam beklemiyordum da yani hani bu da çok katır gibi değil mi?”

 

Sokağın başında acı bir fren sesi duyduğumda gözlerim büyüdü. “Eyvah!” Barış gelmişti. Kesin Çınar’ı kodese atacaktı. Yani tamam bu sabah bunu ondan isteyen bendim ama kasten adam yaralamadan içeri girerse pek kolay çıkamayabilirdi.

 

Tehdidini umursamadan kaldırımdan indim ve Çınar’a yaklaşıp elindeki sopayı çekip aldım. Özellikle belirtmek istiyorum ki kendisi ucu kanlı olan bir sopaydı. Arabadan inen Barış gür bir sesle sordu. “Ne oluyor oğlum burada?” Genişçe gülümsedim. “Ben sanatçıyım!” dedim aynı onun gibi gür bir sesle ve önümdeki adamlar gösterdim. “Bu da sanatım!”

 

“Nilüfer!”

 

“Nil!”

 

“Ay ne var be?! Ne bağırıyorsunuz?!” Çınar elimdeki sopayı geri aldı. “Minik bir sorunumuz vardı, çözdüm.” Dedi. Ona izin vermeden sopayı elinden geri aldım. “Hayır! Ben çözdüm!” Bana ters bir bakış attığında yalandan gülümsedim. Belki şirinliğime kanardı. Kanmadı. “Versene şunu kızım!” diyerek elimdeki sopayı tuttu ama geri çektim. Tabi benim gücüm Çınar’ın gücüyle kıyaslandığında pek etkili olmadı. Üç beş adım ileriye doğru uçtuğumda dönerek ters ters Çınar’a baktım. Dudağının kenarı havalı bir şekilde yukarı kıvrıldı ve aynı havayla sopasını omzuna doğru attı. “Çınar! Ne yaptın oğlum sen? Kim bunlar?”

 

Koşar adımlarla Barış’ın önüne geçtim. Yerdeki adamları görmesin diye ellerimi kaldırdım. Bana garip garip baktı. “Nil ne yapıyorsun?”

 

“Asıl sen ne yapıyorsun? Niye buradasın?” Gözünün seğirdiğini gördüm. “Kızım kayboldum demedin mi sen bana?! Niye Çınar yanımda demiyorsun?! Aklım çıktı lan!” Havadaki ellerimi indirerek yüzümü yüzüne yaklaştırdım. Dudaklarımda geniş bir gülümseme vardı. “Yaa, niye aklın çıktı ki?”

 

“Nil.” Dedi uyarır gibi. Ki o saniyelerde kolumda hissettiğim el beni geri doğru çekmişti. “Ne giriyorsun lan kardeşimin dibine?”

 

Al işte katır.

 

Ayrıca Barış’ın dibine giren bendim. Barış derin bir nefes alıp verdi. Sakin kalmaya çalışıyordu galiba. Gözleri yerdekilerin üzerinde dolandı ve abime baktı. “Hiç değişmiyorsun biliyor musun?” dedi. “Aynı geldin aynı gidiyorsun Çınar.”

 

Elimi çenemin altına koyarak düşündüm. “Ben bu söylediğine katılmıyorum, Barış.” Dediğimde ikisi de bana baktı. “Aynı gelmiyor. Gözle görülür bir fark var, Çınar’da.” Barış tek kaşını kaldırdı. Çınar ise kısık gözleriyle bana baktı. Konuşmaya devam ettim. “Mesela saatler önce Çınar’ın ayı olduğunu düşünüyordum ama artık katır olduğunu düşünüyorum.”

 

“Nilüfer!” Ona dil uzattım ve odağımı Barış’a verdim. “Çınar on beş dakika önceye kadar yanımda değildi. Nerden çıktı bilmiyorum. Birden-” yerdeki adamlara baktım. “Bu adamların üstüne atladı. Zaten sonrası çok çabuk gelişti. Hem bana dediler ki seni kaçıracağız. Recep ağalarına götüreceklermiş. Dedim sizin Recep ağanız kim? Recep ağamızı nasıl tanımazsın dediler. Ben de nerden tanıyayım birader de-”

 

Barış omuzlarımdan tuttuğunda susmak zorunda kaldım. “Kaçırmak mı dedin sen?” Kafamı hızlıca salladım. “Evet.”

 

Yaa ama gözleri ne güzeldi…

 

“Lan! Lan dur!” Barış beni bırakarak arkama doğru koştuğunda ne olduğuna bakmak için arkamı döndüm. Çınar adamları yine dövüyordu. “Siz benim kardeşimi kaçırmaya mı çalıştınız!?” Kaldırdığı sopayı indirememişti çünkü Barış tutmuştu. “Çınar! Dur lan dur! Başına iş açacaksın!” diyerek sopayı çekip aldı. Zor bir şekilde adamlardan uzaklaştırmayı başardığında, hâlâ abimi tutar bir haldeyken bana bakmıştı.

 

“Sana bir şey yapmadılar değil mi?” Kafamı iki yana salladım. “Yok. Ben zaten gidecektim Recep ağalarına. Merak etmiştim kim olduğunu.” Kaşlarını çattığı için genişçe gülümsedim. “Şaka canım. Gül diye.”

 

Çınar’a döndü ve yakasını tuttu. “Bana bak yerinde durmazsan seni de içeri atarım.” Çınar kaşlarını çattı. “İyi alıştın sen de!”

 

Barış onu duymazdan geldi. Yakalarını bırakarak telefonuyla birini aradı. “Attığım konuma bir ekip gönder Yakup.” Dedi ve telefonu kapatıp konumu gönderdikten sonra bana doğru yürümeye başladı. Gözleri bedenimi taradı. Ardından yüzüme tırmandı. İyi olup olmadığımı anlamaya çalışıyordu galiba. “İyi misin Nil?” Endişesi beni gülümsedi. Kafamı hızlıca salladım. “İyiyim ama her an kötü olabilirim.”

 

“O ne demek kızım?” diye sordu Çınar durduğu yerden bana çatık kaşlarla bakarken. Genişçe gülümsemeye devam ettim. “İlacım yanımda değil.” Çaresiz bir kıkırtı yükseldi dudaklarımdan. “İnsülinimi biraz daha geciktirirsem kriz geçireceğim.”

 

🪷

 

“Hayır yani benim anlamadığım bunların sen de ne işi olduğu! Bana bak, yoksa sen de mi diyabet hastasısın? Aman Allah korusun!”

 

“Nilüfer bir sus!” dedi Çınar ters bir tonlamayla. Susmak istemiyordum. Çünkü cevap vermiyordu. İlacımı vurmuştuk. Garip olan bu değildi. Garip olan ilaçlarımın, şeker ölçere kadar, Çınar’ın arabasında olmasıydı. Of, zaten Barış’cığımla da ayrılmak zorunda kalmıştık. Aradığı ekip arkadaşlarının yanına gitmişti ama gitmeden iyi olduğuma emin olmuştu. Şapkası hâlâ bendeydi. Bilerek vermemiştim çünkü bizim görüşmemiz için bahanelere ihtiyacımız vardı.

 

En azından şimdilik.

 

Kafamı iki yana salladım ve konuya odaklandım. “Cevap verene kadar susmayacağım! Şeker ölçer bu!” dedim elimdekini gözüne sokarak. “Neden arabanda şeker ölçer var? Neden yanında bir ton ilaç taşıyorsun?” Derin bir nefes alıp verdi ve kafasını bana çevirerek gözlerimin içine baktı. “Çünkü sen canım kardeşim kendini düşünmediğin için ilaçlarını yanına almıyor ve kriz geçiriyorsun. Biraz geri zekalı olduğunu önceden tahmin ettiğimden ilaçlarını yedekledim. Bagajda da var! Oturduğun koltuğun altında da var! Kolay ulaşabileceğim her yerde var!”

 

Geri zekalı mı demişti o bana?

 

Bizi düşünmüş.

 

İstediği kadar düşünebilirdi. Tamam, birazcık etkilenmiştim ama birazcık. Asla daha fazlası değil. Boğazımı temizledim ve kafamı cama çevirdim. “Ben kendi ilacımı kendim taşırım. Böyle şeyler yapmana gerek yok.”

 

“Anladım onu az önce.” Dedi. Şu durumda gayet haklı görünüyordu ama ben Nil’dim. Avukattım. Haksız olsam da haklı çıkmayı bilirdim. Çünkü bizim doğamızda bu vardı. “Ay ben nerden bileyim senin düşmanının gelip beni kaçırmak isteyeceğini?!” diye soludum. “Sanki her gün beni kaçırmaya çalışıyorlar!”

 

Gerçi birkaç defa denemişlerdi ama bunlar önemli konular değildi. Şu an ki konular daha önemliydi. Çınar bir süre cevap vermediği için ona baktım. Tuttuğu direksiyonu öyle bir sıkıyordu ki direksiyon olsaydım canım çıkmıştı büyük ihtimalle. “İşte buraya gelmen bu yüzden en başından hataydı!” diye birden bağırdığında irkildim. “Her şeye kendi gözünle görüyorsun ama işler o kadar basit değil küçük hanım!”

 

“Anlat da şu basit olmayan meseleyi öğrenelim öyleyse Çınar! Kim bu Recep ağa? Tek derdi arsa mı? Bak eğer öyleyse bu işin hukuki olarak çözüm yolu-”

 

“O kılıbıktan bahseden kim?!” diyerek lafımı kesti. “Korkma, bir daha karşına çıkamaz senin.” Yanaklarımı havayla doldurdum. Kendi nefesimi tutup ölecektim bak şimdi! “O zaman derdin neyse anlat, Çınar! İmalarını anlamayacak değilim. Belli ki başın dertte!”

 

Gerçekten ne kadar da benziyorduk. Benim de hep başım dertteydi genelde. Hatta bir dert vardı ki başımda anlatsam roman olurdu. Arabayı durdurduğunda pansiyonun önüne geldiğimizi fark etmiştim. Ama o derdini anlatmadan arabasından inmeyecektim. Hem şaka gibiydi ama arabasının koltuğu pansiyonun yatağından daha rahattı.

 

Çınar geriye yaslandı ve avuçlarını yüzüne yasladı. Kızarmış gözlerini fark etmemiş değildim ama görmezden gelmiştim. Ayrıca normal üstü olan siniri ve öfkesi gün gibi ortadaydı. Annemden dolayı olmalıydı. “Nilüfer.” Dedi ellerini yüzünden çekmeden. “Zaten başım patlıyor bir de seninle uğraşmayayım. Hadi.”

 

Dudaklarım açıldı. Bas baya kovuyordu bu beni. Arabamdan in diyordu! Peki, anlatmıyorsa keyfi bilirdi. Ben yapmam gerekeni yapmış, sormuştum. Çantamı ve şapkamı alarak arabanın kapısına uzanarak açtım. İneceğim sıra Konuştu. “Nilüfer.” Duraksadım. “O… nasıl öldü?” Dişlerimi birbirine bastırdım.

 

Bedel ödeyecektiler. Anneme yaptıklarının bedelini ödeyecektiler!

 

Çınar’a cevap vermeden bir hırs indim arabasından. Koşar adımlarla içeri girdiğimde arkamdan seslendiğini duymuştum ama umursamadım. Anahtarımı alarak asansöre bindim. Neyse ki içinde olduğum asansöre Çınar yetişemedi. Asansör çıktı çıktı ve beşini katta durdu. Kapı açıldığı an içinden çıktım ve kaldığım odaya girdim. Ardımdan kapıyı çarparak kapattım.

 

“Her şeyin bittiğini mi sanıyorsunuz siz? Anneme yaptıklarınızdan sonra rahat uyuyabileceğinizi mi sanıyorsunuz?!” diye kendi kendime konuşuyor bir yandan da etrafa çıkarttığım eşyalarımı topluyordum. “Ama yok! Bugünden sonra size ne uyku uyuturum ne de rahat bir nefes aldırtırım!” Elime tavşanımı aldım. “Ben Ferda’nın kızıyım.” Dedim. “Ferda’nın kızı!” Tavşanımı çantamın içine özenle yerleştirdim. Dakikalardır hızlı hareket ettiğim için nefes nefese kalmıştım. Valizin fermuarını çektim ve derin bir nefes alıp omuzlarımı dikleştirdim.

 

“O konağı başınıza yıkacağım!”

 

🪷

 

Bölüm sonu!!

 

Düşünceleriniz?

 

Çınar?

 

🍭

 

VOTE

VE

YORUMU

UNUTMAYIN

 

🍭

 

İNSTAGRAM; Zeynepizemm

 

 

Loading...
0%