Yeni Üyelik
19.
Bölüm

19. BÖLÜM 🪷

@zeynepizem

Artık bölümleri bir gün akşam bir gün de sabah atacağım. Sabah bölüm atmamı isteyenler de vardı. Orta yolu bulalım dedim.✨️

 

💥

 

Bir de bu bölüm benim en sevdiğim bölümlerden🤭

 

🍭KEYİFLİ OKUMALAR🍭

 

ZEHİRLİ ŞEKER

 

BÖLÜM 19

 

🪷

 

Bazen tavşanlar, bembeyaz kürkünün altında bir canavar saklar.

 

Kaldığım oda kimindi bilmiyordum ama Çınar kalmam için burayı göstermişti. Oda konağın üçüncü katında yer alıyordu. Gece burada oldukça huzurlu bir uyku çekmiştim. Tabi abimi düşünmekten ne kadar uyuyabildiysem gerçekten o kadar uyumuş ve huzurla kalkmıştım. Nereye gittiyse geri gelmemişti. Bir kez aramıştım ve telefonu meşgule atmıştı. Ben de bir daha aramaya çekinmiştim.

 

Kafamı iki yana sallayarak aynadaki yansımama odaklandım. Üzerime giyindiğim mavi crop ve yüksek bel kot ispanyol paça pantolonda göz gezdirdim. Bu pantolonumu seviyordum çünkü bacaklarımı ortaya çıkartıyordu. Üstelik, bence, daha uzun görünüyordum. Valizden çıkartarak kenara koyduğum kalın tabanlı siyah spor ayakkabılarımı ayağıma geçirdiğimde 2 santim daha uzadığım için geniş geniş gülümsedim. Abiciğimin boyu 2 metre olsa da ben 2 santimle mutlu olabilen bir insandım.

 

Kolumun üstüne ceketimi astım ve telefonumu da alarak odadan çıktım. Merdivenleri inip ikinci katın terasına geldiğimde yüzümdeki gülümseme solmuştu. Kaldığım odanın iki girişi vardı. Birisi evin içindeydi diğeri ise direk bahçeye bağlanan bu merdivenlerdi.

 

Korkut Bey, oturduğu tekerlekli sandalyeden aşağıyı izliyordu. Beni fark etmemesi için sessizce aşağıya inen merdivenlere yöneldim. "Kızım?"

 

Kaşlarım çatıldı. Hiç duymamışım gibi yürümeye devam ettim. Ama o yine konuştu. "Benden kaçarak sorunlarını halledemezsin!"

 

Bizim tek sorunumuz sensin.

 

Duymazdan gelerek merdivenleri bitirdim. Bahçeye hazırlanmış kahvaltı masasına göz gezdirdim. Berivan hanım vardı sadece. Ona doğru ilerleyerek önünde durdum. "Günaydın!" Sesimi duymayı beklemiyor gibi irkilerek bana baktı sonra o gözler boşluğu kaybetti. "Ferda..." dedi. Gülümsemem derinleşti annemi hatırlıyor olması beni mutlu ediyordu.

 

"Sonunda uyunabilmişsin!" Arkamdan duyduğum ses yüzümdeki gülümsemeyi sildi. Dönerek Nuran hanıma baktım. Elinde iki tabak vardı. Onları masaya yerleştirdikten sonra gözlerimin içine bakarak üzerime geldi. "Eğer bu evde yaşayacaksan, kurallarına da uyacaksın!"

 

Tek kaşımı kaldırdım. "Kurallar?"

 

"Kurallar." Dedi bastırarak. "Kimse senin hizmetçin değil bu evde. Sabah erkenden kalkacak kahvaltıya yardım edeceksin. Sonraki saatlerde de ev işlerine! Burada beleşe yaşıyorsan bunun bir karşılığı olmalı."

 

Ona boyun eğmemi bekleyen tavrı bana sesli bir kahkaha attırmıştı. "Sabah sabah çok şakacısınız gerçekten." Yürüyecektim ki kolumu kavrayarak beni kendine doğru çekti. "Bana bak! Burası annenin dizinin dibine benzemez küçük hanım!" Kaşlarım çatıldı. Konuşacağım sırada arkamdan gelen ses beni susturdu.

 

"Uyandın mı Nil? Geç sofraya otur, hadi." Kolumu Nuran hanımın elinden çekerek kurtardım. "Günaydın Canan hanım." Dediğimde gülümsedi. Bu kadını henüz çözememiştim ama Seyfi'nin kardeşi olması beni düşmanıma bakarmışım gibi hissettiriyordu. İçeriden Lavin elindeki tepsiyle gelirken ona doğru ilerleyerek tepsinin üstünden bir iki şeyi alıp masaya bıraktım. Nuran cadısı bu yaptığımı gördüğünde zaferle gülümsedi. Kısa sürecek bir zafer olacaktı.

 

"Günaydın, abla." Dedi o sırada Lavin.

 

Abla, diyor...

 

Hoşuma gidiyor.

 

"Günaydın." Dedim, bardakları da masaya dizdiğimde tepside bir şey kalmamıştı. Nuran hanım baş köşeye yerleşirken ayakta kalanlar da teker teker oturdu. Volkan yukardan koşturarak inerken Dilan Hanım bağırmıştı. "Oğlum koşma düşeceksin!"

 

"Bir şey olmaz!" Dedi Volkan. Masayı es geçip kapıya koşmaya devam etti. "Hiçbir şey yemeden nereye?"

 

"Okulda yerim anne, bugün prova var, geç kaldım!"

 

"Oğlum neyle gideceksin? Otobüsün gelmesine daha var!"

 

Sonunda Volkan koşmayı kesti. Otobüs olayını düşünmemişti herhalde. "Ama anne okula gitmem lazım! Taksiyle gitsem?"

 

Evde onu götürecek kimse yok muydu? Abimde hâlâ gelmemişti. Burada olsaydı bence götürürdü. Dilan hanım benim düşündüğümü düşünmüş gibi konuştu. "Abin gelir birazdan, bırakır o seni."

 

"Anne abimi beklersem geç kalırım! Hem o gelmez! Bilmiyor muyuz sanki?"

 

Tek kaşım kavislendi. Dediklerini anlamaya çalıştım. Nuran hanımın homurtusunu duydum o sırada. "Yüz verip şımartıyorsun şunları sonra sözünü dinlemiyorlar." Kaşlarım çatıldı. Dilan Hanım da kaşlarını çatmıştı. "Benim çocuklarım şımarık değil." Dediğinde Nuran burun kıvırdı.

 

Volkan'a baktım. "Ben bırakırım istersen." Dediğimde bakışlar bana döndü. Gözleri parladı. "Gerçekten mi?" Kafamı usulca salladım.

 

"Ama Nil, sen de bir şey yemedin. Düzenli beslenmen gerekiyormuş." Dedi Dilan Hanım. "Önemli değil, ben zaten kahvaltıya kalmayacaktım." Diyerek Nuran hanıma baktım. Gözlerini üzerime dikmiş kıyafetlerimi inceliyordu. Şeytan diyordu ki çarp ağzına bir tane… Öhöm!

 

Şirin lafa daldığında Nuran’a bakmayı kestim. "Ya canım, ben sana para veriyim, taksiyle git." Dedi Volkan’a. Şirin’e düz düz baktım. Laftan da anlamıyor. "Gerek yok, ben götürürüm."

 

Güldü. Yüzünde aşağılayıcı bir tavır vardı. Saçını kulağının ardına sıkıştırdı. "Senin paran var mı ki?"

 

Ben seni paramla döverim, Şirin.

 

Genişçe gülümsedim. "Benim arabam var canım. Gel istersen seni de bırakayım?" Yüzündeki gülüş donarken diğerlerine dönerek bir kafa selamı verdim. "Size afiyet olsun."

 

Hem Volkan'a hem de kapıya doğru ilerlerken Lavin arkamdan seslenmişti. "Nil abla?" Durup kafamı omzuma çevirerek ona baktım. "Ben de sizinle gelsem olur mu?"

 

Gülümsedim. "Olur tabi." O da gülümsedi. "Hemen çantamı alıp geliyorum!" Dedi ve içeriye koştu. Dilan Hanım da arkasından bağırdı. "Ama kızım sen de bir şey yemedin!"

 

İçeriden, "Hastanede yerim anne!" Diye seslendi Lavin annesine. Bahçeden çıkmadan önce Nuran’ın oturduğu yere doğru yaklaştım ve önündeki daha elini değdirmediği çatalı alarak ortadaki salatalığa batırıp ağzıma attım. “Ne yaptığını sanıyorsun?” diye sordu o sıra. Oturduğu için aşağıda kalan yüzüne baktım. Ağzımdaki salatalığı çiğneyerek yuttum. “Kahvaltı ediyorum. Siz ne yapıyorsunuz?”

 

Sert bir nefes aldı. Kuduruyordu. Kudursundu.

 

“Bana bak küçük hanım!” Diye başladığı cümleyi attığı çığlıkla sonlandırdı. Çünkü yanlışlıkla(!) salatalığa uzanırken içi reçel dolu olan tabağı üzerine dökmüştüm. “Ay!” dedim çatalı kenara bırakarak. “Tüh! Kirlendi tüm üstünüz başınız. Ne kadar da sakarım bugün.”

 

O kadar üzüldüm ki anlatamam.

 

Çığlıklarıyla ilgilenmeden geniş bir gülümsemeyle bahçeden çıkmıştım. İçeride toksik maddeler vardı. Biraz daha solursam fenalık geçirebilirdim. Volkan arkamdan gelmişti. “Bilerek yaptın.” Dedi o sıra. Omzumun üzerinden ona baktım.

 

Bana büyük bir iftira atmış gibi bir bakış vardı yüzümde. “Ne?” Benim tepkimi umursamadan gelip tam önümde durdu. “Gördüm.” Bu sefer gerçek bir gülümseme yerleşti yüzüme. Benden küçük olsa bile neredeyse benimle aynı boydaydı. Yüzümü yüzüne yaklaştırdım. “Ne o? Beni şikayet mi edeceksin?” diye sorduğumda kafasını iki yana salladı. “Etmeyeceğim.” Dediğinde daha da gülümsedim. “Öyleyse bu bizim aramızda bir sır olsun.” Dedim.

 

Volkan, konağın kapısına baktı. İçeriden hâlâ Nuran’ın bağırtıları yükseliyordu. “Şey…” dedi. Yeniden bana döndü. “Bunun bir sır olduğunu sanmıyorum.” Kıkırdadım. “Yengemle uğraşma bence.” Tek kaşımı kaldırmıştım. “Neden?”

 

“O biraz şeydir…” Gözlerimi kısarak cümlesinin devamını ben getirdim. “Cadı mı?”

 

Bana alık alık baktı. Sonra gülümseyerek kafasını salladı. Omuzlarımı dikleştirdim. “Biliyor musun cadılar en çok neyden korkar?”

 

“Neyden?”

 

“Güzeller güzeli bir prensesin gelip tahtını elinden almasından.” Şakın şaşkın bana baktıktan sonra sadece kafa sallamakla yetindi. Yazık çocuğa tabi. Karşısında prenses değil bir deli olduğunu düşünüyor.

 

Sonunda Lavin koşarak kapıdan çıktığında ona döndük. "Beklettiğim için üzgünüm." Dedi. Kafamı iki yana, önemli değil der gibi salladım ve yürümeye başladım. "Arabam biraz ileride."

 

Son park ettiğim yer bir harabenin altıydı. İkisi de sessizdi ve arkamdan beni takip ediyordu. Çantamdan arabamın anahtarını çıkarttım ve arabamı gördüğüm an düğmesine bastım.

 

"Oha! Bu araba senin miydi?" diye soludu birden Volkan büyük bir hayranlıkla. Ona çapkınca gülümsedim. "Evet." Dedim. Arabamı gösterdim. "Atlayın."

 

Şoför koltuğuna geçtiğimde Volkan yanıma Lavin ise arkaya oturmuştu. Kemerimi bağladım ve o ikisine döndüm. "İlk nereye gidiyoruz?"

 

"Volkan'ın okuluna gidelim ben yolun üstünde inerim, hastane okula yakın zaten." Dedi Lavin. "Sana da böyle zahmet verdik kusura bakma."

 

"Teklifi ben ettim." Dedim. "Zahmet vereceğinizi düşünseydim en başta teklif etmezdim." Volkan'a döndüm. "Burası hakkında tek bir yer dahi bilmiyorum. O yüzden bana okulunun yerini tarif etmelisin."

 

🪷

 

Sakin ama keyifli bir yolculuk olmuştu. Volkan'ı okula bıraktıktan sonra Lavin'i de hastaneye bırakmıştım. Her ne kadar yolun üstünde inmek için ısrar etse de kabul etmemiştim. Yolculuk boyunca birazcık sohbet etmiştik. Mesela Volkan’ın arabalara karşı büyük bir ilgisi olduğunu anlamıştım. Lavin ise hüzünlü müzikler dinlemeyi seviyordu. İkisi de çok cana yakın ve tatlıydı.

 

Onlarla daha fazla vakit geçirmem gerektiğini düşünüyordum. Gerçekten kardeşlerimi tanımak istiyordum.

 

Şu an asıl amacıma doğru sürüyordum arabayı, yani karakola. Köşe başında gördüğüm bir pastaneden poğaça almıştım öncelikle. Barış’ın şapkası bende kaldığı için ona götürüyordum. Amirleri kıyafetleri konusunda fazla disiplinli olabilirdi. Zavallı çocuk benim yüzümden amirinden fırça yemesindi. Tek düşüncem buydu evet. Sonuçta ben iyi kalpli bir insandım.

 

Fazla iyi.

 

Arabayı park edip karakola girdiğimde bir polis memuru bana sorguyla baktı. "Buyurun?" Dedi, sen ne alaka, der gibi. "Barış'ı görmeye geldim." Dedim saçmalayarak. Polisin kaşları çatıldı. "Barış mı?"

 

Barış'ın soy ismi neydi ki?

 

"Başkomiser olan Barış!" Sonuçta bir karakolda başkomiser olan kaç Barış olabilirdi ki?

 

Polis aydınlandı. "Ha, siz Mirza'nın bahsettiği kişi misiniz? Hani, Barış başkomiserimin yavuklusu olan?"

 

Polise düz düz baktım. Hayır, dersem beni kesin içeri almazdı bu. "Evet." Dedim sırıtarak. "Ta kendisiyim!"

 

"Gelin sizi yanına götüreyim." Dediğinde rahat bir nefes aldım. Kafamı sallayarak peşine takıldım. "Yunus bu arada ben. Övünmek gibi olmasın Barış başkomiserimin sol kolu sayılırım."

 

Kıkırdadım. Pek konuşkan bir tipe benziyordu.

 

En sevdiğim.

 

"Memnun oldum Yunus." Dedim. "Ben de Nil."

 

"Nil bacım valla beni çok şaşırttın. Ben 2 yıldır tanıyorum komiserimi, şimdiye dek hiç sevgilisi olmamıştı. Mirza anlatınca dedim kesin yalan söylüyor bu, meğer doğruymuş."

 

Demek hiç sevgilisi olmamıştı... güzel. Çok güzeeel.

 

Güldüm. "Ne sandın aslanım? Suya gideni susuz döndürürüz evelAllah." O da güldü. Birlikte bir kapının önünde durduk. "Başkomiserimin odası burası, içerdedir." Bir kapıya bir de ona baktım. "Dal düz girmem doğru olur mu?"

 

"Yav ne olacak? Siz sevgili değil misiniz? Dal gitsin."

 

Kıkırdadım. "Tamam." Dedim ve kapıyı bile çalmadan içeriye daldım. "Kaldır elleri, polis!"

 

Barış içtiği suyu masaya tükürürken şaşkın şaşkın bana ve elimle yaptığım silaha baktı. Çenesinden akan sular, alık bakışları...

 

"Nil?" Dedi afallamış ses tonuyla. "Kaldır elleri, yoksa sıkarım!"

 

İki elini de kaldırdı. İçten içe gülsem de yüzümdeki ciddiyeti bozmadım. Kapıyı kapatarak üzerine doğru ilerledim. Elimle yaptığım silahı yani parmaklarımın ucunu tam alnına yasladım.

 

Alttan alttan bana baktı. "Ne yapıyorsun?" Diye sordu hala şaşkınlıkla. Dilimle bir silah sesi çıkarttım. Onu vurmuştum. Sonuçta beyefendi bana Çınar’ın düşmanı olduğunu söyleyerek aklımı almıştı ilk gün. Bunun bir bedeli olmalıydı. Elimi geri çekip parmaklarımın ucuna üfledim. "Polis nasıl olur gösteriyorum." Dediğimde sert bir nefes vererek havadaki ellerini indirmişti.

 

Yüzüne derin ama minik bir gülümseme yayıldı. "Nereden çıktın sen?" Diye sorduğunda omuz silktim. “Kapıdan.” Güldü. Koltukları gösterdim. "Oturayım mı?"

 

"Otur tabi. Hoş geldin."

 

Masanın önündeki koltuklardan birine oturduğumda kendi koltuğundan kalkmıştı. Masanın etrafından dolaşarak önümdeki koltuğa oturdu. Bu, artık polis değilim, seninle aynı seviyedeyim, demek oluyordu.

 

Biliyorduk bir şeyler.

 

"Bir sorun yok, değil mi?" Kafamı iki yana salladım. "Hayır, seni görmek istedim." Duraksadı. "Beni mi?" Diye sordu afallamış bir tavırla.

 

"Hı-hım. Şapkan bende kalmıştı ya onu getirdim. Bir de…" Elimdeki pastane poşetini masaya bıraktım. "Kahvaltı yapmış mıydın? Sana sormadan poğaça aldım ama?"

 

"Yapmamıştım." Dedi. "Sağ ol." Gülümsedim. Konuşmaya devam etti. "Ben de çay söyleyeyim, birlikte yapalım kahvaltıyı. Olur mu?"

 

Kafamı salladım. "Olur." Hatta, o kadar güzel olur ki... sen böyle polis üniformasının içinde, karşımda çay içerken...

 

Mis!

 

Masadaki sabit telefonla ikimiz için de çay söyledi. Çayları beklerken konuşmuştu. "Gelmeni beklemiyordum." Dedi.

 

"Rahatsız mı ettim?"

 

"Hayır. Sadece şaşırdım. Girişini asla unutmayacağım."

 

"Hayatına az önceki gibi girsem ne yapabilirsin ki?" Dedim gülerken. "Hayatıma girdin zaten Nil." Dediğinde gülmeyi kestim. Kalbim biraz şey olmuştu... şey.

 

Neyse...

 

"Benden polis olurmuş değil mi? Keşke polis olsaydım ben ya."

 

"Olurmuş." Dedi. Neden bilmiyordum ama evde olan her şeyi ona anlatmak istiyordum. Hatta düşündüğüm her şeyi...

 

“Nasılsın? Bir sorun yok değil mi?”

 

“İyiyim. Dün gece konağa gittim. Ailemin geri kalanıyla tanıştım.” Tek kaşını kaldırdı. “Nasıl geçti?” Omuz silktim. “Ben o aileden bir şey beklemiyorum o yüzden umurumda değil ama Çınar için kötüydü.”

 

“Nasıl yani?”

 

“Dün gece Seyfi Beyin annemin cenazesine geldiğini söyledim.” Kaşları anında çatıldı. “Anlamadım?” dedi sorgulayarak. “Neyi anlamadın?”

 

“Nil, amcan, annenin cenazesine mi geldi?” Kafamı salladım. Kaşları biraz daha çatıldı. Alnı kırışmıştı. “Nasıl? Seni niye getirmedi? Niye söylememiş Ferda teyzenin öldüğünü?”

 

Alt dudağımı sarktım. “Bilmiyorum ki. Dün geceden beri görmedim kendisini. Sorma fırsatım olmadı.”

 

“Bak bu ciddi bir konu. Böyle bir konuyu geçiştiremezsin Nil.” Gülümsedim. “Merak etme. Geçiştirmeyi düşünmüyorum.” Gözlerimin içine baktı. Ne gördü bilmiyordum ama susmayı tercih etmişti. Oluşan sessizlikten dolayı odasına göz gezdirmeye başladım. Bu odaya daha önce de gelmiştim. Hatta Çınar da buradaydı. Masası, koltuklar, ışık alan pencere, dosyalarla dolu dolap... klasik bir memur odasıydı. Tek özel olan kısım masasının üstündeki aile fotoğraflarıydı. Babasını da ilk kez görmüş oluyordum bu arada. Barış’a benzeyen keskin bir çene hattı ve çakır gözleri vardı.

 

"Baban nerede? Sizdeyken gelmemişti."

 

"Öldü." Afallayarak ona döndüm. Bir şey söyleyemeden kapı çaldı. "Gir." Dedi Barış. Kapıda elinde tepsiyle bir polis memuru belirdi. "Başkomiserim çaylar..."

 

Barış kafasıyla bir onay verdi. Polis memuru çayları masaya bırakarak çıktığında Barış'ın gözlerine baktım. "Ne zaman?" Diye sorduğumda masada duran çaylardan birini önümdeki sehpanın üzerine bıraktı. "2 yıl önce." Dedi o sıra.

 

Daha yarası çok taze...

 

Hepsinin.

 

Aysu çok küçük.

 

Aysel de küçük.

 

Bu acı yaşa bakmaz ki.

 

"Başın sağ olsun." Dediğimde hafifçe kafasını oynattı. Bu konu hakkında konuşmak istemediği belliydi. O yüzden poşetteki poğaçaları çıkarttım. Kâse kağıdına sarılı poğaçaları ona gösterdim. "Neyli seversin? Peynir ve patates aldım."

 

"Patates."

 

Ona patatesliyi uzatmak için poğaçalara dönmüştüm ki duraksadım. Şu an çok büyük bir sorun vardı. "Şey, hangisi patatesli bilmiyorum. Üstüne yazdırmayı unutmuşum."

 

Dudağının kenarı yukarı kıvrıldı. "Fark etmez ver birini."

 

Kafamı iki yana salladım. "Sen seç." Sol elimdekini aldığında bana kalan sağ elimdeki poğaçayı ısırdım. Isırdığım an elimdekinin patatesli olduğunu görmüştüm. Ağzım dolu doluyken konuştum. "Bo pototosloymuş değişelim mo?"

 

Söylediğime ufak bir kahkaha attı. "Ne?" diye sorguladım.

 

"Bu kadar doğal olmayı nasıl başarıyorsun?" Diye sorduğunda omuzlarımı kaldırıp indirdim. Elimde tuttuğum poğaçayı çekip aldı. "Peynir sevmem." Dedi ve kendi elindeki diğer poğaçayı elime tutuşturdu.

 

"Isırmıştım ama-" dememe kalmadan ısırdığım yerden kocaman bir ısırık aldı ve çiğnemeye başladı.

 

Öpüştük mi şimdi biz?

 

Saçmalama geri zekalı!

 

Ama heyecanlandım...

 

Sus sus!

 

Bayılacağım şimdi!

 

Oluşan sessizliğin tüylerimi ürperttiğini hissediyordum. Ama bu daha önce hissetmediğim bir ürpertiydi. Çayımdan bir yudum alarak poğaçamı ısırdım. "İğneni yaptın mı?" Diye sorduğunda kafamı salladım. "Evet, sabah uyanır uyanmaz yapıyorum. Yoksa buraya kadar sağlam gelemezdim."

 

"O gün korkutmuştun beni." Dedi itiraf ederek. Kaşlarımı çattım. "Sen de beni korkuttun, ilk gün."

 

Gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdı. "Üzgünüm." Tek kaşımı kaldırarak yüzüne baktım ve kafamı iki yana salladım. "Hayır değilsin, hatta yaptığından memnunsun."

 

Gözlerini büyüttü. "Yok öyle bir şey." Derken gözlerini kaçırmıştı. "Tabi tabi." Dedim ve yemeye devam ettim. Bana karşı bu kadar inandırıcı olmamalıydı. Ay inanırdım falan!

 

Çayından bir yudum aldı. "Bugün Aysu seni sordu, gerçi gittiğinden beri soruyor." Artist gibi sırıttım. "Ben unutulmazım. Sormasa şaşırırdım."

 

"Havalara bak."

 

Sırıttım. "Şaka bir yana özledim onu. Uğraşmak çok zevkli."

 

"Aysu, babam öldüğünde çok küçüktü. Şimdilerde sormaya başladı bana. Arkadaşlarından görüyormuş. Gördüğü her şeyi soruyor."

 

Boğazımın acıdığını hissettim. Konuşmaya devam etti. "Aysu, hepimizden daha hırçın. Neden bilmiyorum ama öyle." Güldü. Lakin bu gülüşün içinde bastırılmış duygular vardı. "Ağlamak yerine sinirleniyor. Bağırıyor falan."

 

Onun sinirle üstüme koşarken ki halini anımsadım. Yüzüme bir tebessüm yerleşti. Gerçekten ağlamak yerine bağırıyordu. "O çok tatlı bir çocuk." Duraksadım. "Tabi tavşanıma göz koyana kadar öyleydi."

 

Onu güldürmek için söylemiştim ve gülmüştü. Kapı çaldığında bakışlarım oraya döndü.

 

"Gir." Dedi Barış. Sabah beni buraya getiren polis memuruydu. Yunus. "Başkomiserim acil bakmanız lazım."

 

Barış toparlandı. "Geliyorum." Dediğinde Yunus bana bir baş selamı vererek kapıyı kapatmıştı. Çantamı aldım. "Ben artık gideyim."

 

Barış, yüzüme mahcup bir şekilde baktı. "Çok üzgünüm." Ağaya kalktım ve gülümsedim. "Habersiz gelmiştim zaten, benim hatam yani, kusura bakma."

 

"Olur mu öyle şey?" Dedi, olmaz der gibi. Omuzlarımı kaldırıp indirdim. "Görüşürüz öyleyse."

 

"Görüşürüz Nil. İstediğin her zaman böyle baskınlar yapabilirsin." Kıkırdadım. "Tamam, mesaj alındı."

 

Kapıya doğru gidecekken seslenmişti. "Nil?" Durup ona baktım. Boğazını temizleyip elini ensesine attı. "Şey yarın akşam boş musun?"

 

Evet, bomboşum hatta.

 

Kafamı salladım. "Evet." Rahatladı. "O zaman bugünün telafisi olarak seni yemeğe çıkartıyorum."

 

Tek kaşımı kaldırdım. "Emin misin? Sana pahalıya patlıyor bak."

 

Güldü. "Eminim." Ben de güldüm ve o an aklıma şapkası geldi. Hızlı bir şekilde çantamdan çıkartarak ona uzattım. “Unutuyordum neredeyse.” Şapkasını elimden aldı ve o gün olduğu gibi yine başıma yerleştirdi. “Sana daha çok yakıştı. Senin olsun.”

 

🪷

 

Kulağıma yasladığım telefon 'aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor' diye tekrarladığında oflamıştım. Barış'ın yanından ayrıldıktan sonra konağa gelmiştim ama hâlâ abim ortalıkta yoktu. Telefonuna da ulaşılamıyordu.

 

"Nil?" Oturduğum yerde kafamı kaldırarak sesin sahibine baktım. Dilan Hanımdı. Kolunun altında kocaman yeşil renkli bir leğen vardı. Terliklerini çıkartarak yanıma oturduğunda leğenin içinde ne olduğunu gördüm. Kırılmamış yeşil fasulye.

 

"Yeşil fasulye sever misin?" Kafamı belli belirsiz salladım. "Bunlar bizim bahçeden, hiçbir yerde böylesini bulamazsın."

 

Önüne sofra bezini sardı. Tüm leğenin içindeki fasulyeleri döktü ve teker teker kırmaya başladı. Birkaç saniye sessizce onu izledikten sonra sordum. "Size yardım etmemi ister misiniz?"

 

"Zahmet etme kızım, bitiririm ben şimdi."

 

"Yine de yardım edeyim." Diyerek ben de kırmaya başladım. Annemle de yapardık. Ama asla bu kadar çok olmazdı. Bize yetecek kadar alırdık pazardan. Fasulyeleri kırmaya devam ederken konuştum. "Acaba, Çınar'dan haberiniz var mı?"

 

"Akşam gitti gelmedi eve bir daha. Ama merak etme. Çınar zaten sık sık gider gelmezdi eve."

 

"Nereye giderdi ki?"

 

Omuzlarını kaldırıp indirdi. "Bilmem ki. Sorsak da söylemez."

 

Alt dudağımı sarktım ve kırdığım fasulyeleri leğene bıraktım. Ne yani, şimdi abim gelmeyecek miydi konağa?

 

O zaman ben niye gelmiştim buraya?

 

Gelmek zorundaydı.

 

Biz fasulye kırmaya devam ederken konağın kapısının açılan sesini duydum ve umutla oraya döndüm ama yüzüm buruşmuştu. Şirin'di gelen. Kokoş kokoş giyinmiş bir de...

 

Onu görmezden gelip fasulyelerime geri döndüm. Şirin'den daha şirindiler bence.

 

Adım sesleri yaklaştığını söylüyordu. Kamelyanın önünde durduğunu anlamak zor değildi. "Iy akşam fasulye mi yiyeceğiz Dilan yenge?"

 

Dilan Hanım, Şirin'e baktı. "Sen severdin, ne oldu ki?"

 

"Bugün sevmiyorum. Başka bir şey yapamaz mısın?"

 

Lafa daldım. "Canım, annen mutfaktaydı. Gidip ne istiyorsan ona söyle. Eminim çok güzel yapar."

 

Yüzü buruştu. Oflayarak giderken Dilan Hanım gülmüştü. "Sana sinir oluyor." Dedi.

 

"Farkındayım."

 

"Sabah siz çıktıktan sonra, ben de araba istiyorum, diye tutturdu. Gerçi onun istediği her şeyi alırlar ama bugün kapıya arabayla gelmedikleri için şaşırdım."

 

Boş boş girdiği kapıya baktım. Tek çocuk olduğu için şımartıyor olabilirler miydi? Ama heves etmiş de olabilirdi. Bu insani bir şeydi.

 

Dış görünüşüyle yargılamak istemiyordum. Ama anlaşamayacağımızı da net bir şekilde biliyordum. Onu boş vererek kafamı başka yerlere odakladım. "Volkan ve Lavin ne zaman gelir?" Dilan Hanım, kırdığı fasulyeleri leğene bırakırken yüzüme bakmıştı. Gülümseyerek.

 

"Lavin geç gelir. Nöbet mi ne varmış... Bilmiyorum tam. Anlamam ben zaten. Çok çalışıyor, korkuyorum bir şey olacak diye."

 

Sessiz kaldım. O da yeni bir fasulyeyi kırmaya başlamıştı bu sırada. "Volkan da gelir birazdan. Bitmiştir onun okulu. Otobüsü var ama pek sevmiyor ona binmeyi. Yürüyerek geliyor sürekli okuldan eve."

 

Anladım, der gibi kafamı salladım. Kaşla göz arasında abimi bir kez daha aramıştım. Açmayacağını düşünerek kapatıyordum ki kulağıma sesi yayıldı. “Nilüfer?” Bir an ne diyeceğimi bilemedim. Abimle ilk kez telefonla konuşacaktık. Yani Barış’ın telefonuyla konuşmuştum ama bu öyle değildi.

 

Şimdi ne diyecektim ben? Neredesin, diye sorsam, sana ne, derdi. Ay kesin derdi. Of!

 

"Nilüfer??"

 

"Ee şey, evet. Buradayım."

 

"Ne oldu?"

 

"Hiçbir şey."

 

"O zaman niye aradın? Hem de 10 kez falan aramışsın."

 

Gözlerim büyüdü. O kadar olmuş muydu ya?

 

"Elim çarpmış."

 

Sert nefes sesini duydum. "10 kez mi elin çarpmış Nilüfer?"

 

"Yani, olamaz mı?"

 

"Ya sabır ya-"

 

"Aman kapatıyorum ben! Ayı!" Bir şey söylemesini beklemeden kulağımdan çektim ve kapattım telefonu. Kapattığım an telefonum çalmaya başlamıştı ki o meşhur ayı arıyordu. Yine de araması beni memnun etmişti. Açarak kulağıma yasladım. "Kızım, biz seninle niye insan gibi konuşamıyoruz?" diye sorduğunda sırıttım.

 

"İnsan olmadığın için olabilir mi?"

 

"Bak getirme beni oraya!"

 

"Nerede olduğumu nerden bileceksin de geleceksin?"

 

"Neredesin?" Sessiz kaldım. "Nilüfer evde değil misin? Ben gittikten sonra bir şey mi oldu?"

 

"Yoo! Olmadı bir şey. Asıl sen neredesin?"

 

"Eve gidiyordum." Gözlerim aydınlandı. "Ha tamam, harika. Evdeyim ben de."

 

Sessizlik oldu. Sonra telefon yüzüme kapanınca kıkır kıkır güldüm.

 

Dilan Hanıma baktım. "Şey, ben-"

 

"Sorun değil, kalkabilirsin." Dedi gülümseyerek. Ben de gülümsedim ve oturduğum yerden kalkıp ayakkabılarımı giyerek sokak kapısına doğru yürüdüm. Salına salına giderken aniden kapı açılmıştı ve Çınar'la göz göze gelmiştim. Adımlarım duraksarken o gözlerini kıstı ve usul adımlarla bana doğru gelmeye başladı.

 

"Ne oluyor be?" Diye sordum kaşlarımı çatarak. Gelmeye devam ettiği için geriledim. "İstersen üzerime gelmeyi kes, bu sefer kafana çantamı atmakla kalmam!"

 

Durdu. Ne düşündü bilmiyorum ama büründüğü ifadeden arındı. Aramızda bir adım kalmıştı zaten, yüzümü yüzüne doğru kaldırdım.

 

"Sen." Dedi yine gözleri kısıldı. "Neden bugün karakola gittin?"

 

Ne? Karakola gittiğimi nereden biliyordu?!

 

"Ben bugün karakola mı gitmişim?"

 

Kafasını salladı. "Evet."

 

"Sen nereden biliyorsun? Barış mı söyledi?"

 

"Hayır. Barış söylemedi ama ben bilirim. Neden yanına gittin?"

 

Saçlarımı arkama doğru savurdum ve basit bir cevap verdim. "Sana ne?" Arkamı ona döndüğümde bana dokunacağını anlayarak koşmaya başladım. "Nilüfer!"

 

Koşarken söylendim. "Allah Allah, ben nereye gittiğimin hesabını sana mı vereceğim?"

 

"Hesap değil bu! Soruyorum sadece!" Merdivenleri tırmanmaya başladım. "Sorma! Sana mı kalmış!?" Hiç durmadan en üst kata çıkıp kaldığım odaya attım kendimi. Suç falan işlememiştim ama kendimi suçlu hissediyordum.

 

Kaşlarım çatıldı. "Döverim seni çocuk! Ne üstlenip duruyorsun bana! Manyak mı ne be!?" Odada kendi kendime konuşurken kapı açılmıştı. "Ne yapıyorsun!?" Dedim dehşetle abime bakarken. Sırıttı. "Odama giriyorum, bir sorun mu var?"

 

"Odan mı?"

 

Çınar içeri girerek kapıyı kapattı. "Evet, benim odam burası."

 

"E bana niye burada kal dedin o zaman!?"

 

"İkimiz de burada kalacağız." Dedi gülümsemeyle ama hiç de sıcak bir gülümseme değildi yüzündeki. "Kardeş kardeş."

 

Yüzümü buruşturdum. "Of olmaz öyle şey! Niye kalıyormuşum ben seninle ya!"

 

"Çünkü, müsait olan tek yer Şirin'in odası. Ha ama istersen hemen orayı ayar-"

 

"Ay yok! Tamam. Kalırım burada. Seninle. Kardeş kardeş."

 

Kollarımı göğsümde sitemle birbirine doladım. Bana bakmayı keserek dolabına yöneldi. Dolap kapılarını iki yana açtı ve içinden birkaç kıyafet çıkarttı. Saatlerdir neredeydi? Ne yapıyordu? İyi miydi? Of!

 

"Sen nerede yatacaksın?" Diye sorduğumda omzunun üstünden bana baktı. Mala açıklama yapar gibi cevapladı. "Yatakta."

 

Kaşlarımı çattım. "O zaman ben nerede yatacağım?!"

 

"İstediğin yerde yatabilirsin." Dedi ve işine geri döndü. Odada yataktan ayrı bir de ikili koltuk vardı ama orada yatarsam belim kesin tutulurdu. Ofladım. "Çok kötüsün."

 

"Sen kötü görmemişsin."

 

"Emin ol ki gördüm." Yatağın üzerindeki telefonumu aldım ve odanın kapısına yöneldim. "Nereye?" Oralı olmadım. Odadan çıktım ve aşağıya indim. Akşam olmak üzereydi ama burada kalmak istemiyordum. Konaktan çıktığımda kimseye rastlamadığım için mutlu olmuştum.

 

Yönümü rastgele seçerek sol yoldan ilerlemeye başladım. Belki bu tarafta dikkatimi çekecek bir şey bulurdum. Kafam dağılırdı. Ne bileyim Çınar’a soramadığım soruların cevabını bulurdum belki. Sert adımlarla ilerlerken arkamdan duyduğum sesler kaşlarımı çatmamı sağlamıştı. Eğer yanlış duymuyorsam şu an biri beni takip ediyordu.

 

Adımlarımı hızlandırdığımda arkamdaki de hızlandı. Kaşlarım biraz daha çatıldı. "Bak sapık mapık demem döndüğüm gibi tekmeyi geçiririm hayalarına!?" Diye bağırdığımda durmuştu.

 

"Ne?"

 

Ne?

 

Arkamı döndüm ve abimle karşılaştım. Sinirim tepeme çıktı o an. "Ya sen beni niye takip ediyorsun!? Sapık mısın?!"

 

Dudakları açılıp kapandı. Sonra omuz silkti ve gözlerini kaçırdı. "Geziyordum." Dediğinde gözlerimi kırpıştırdım. "Peşimde mi?"

 

"Eve- Hayır! Ne alakası var kızım!?"

 

"Alakası yoksa git başka yerde gez!"

 

Yürümeye tekrar başladığımda o da başlamıştı. "Nereye gidiyorsun ki?" Duraksadım.

 

Neden bu kadar masum hissettirdi?

 

Büyü yapıyor, aptal!

 

"Hiçbir yere. O evde durmayı sevmiyorum. Öyle dolaşacaktım."

 

"İyi, ben de seninle geliyorum. Kaybolursun fenalaşırsın falan, tamamen başıma iş açma diye yani. Yanlış anlama."

 

Ona tip tip baktım. Ne yapmaya çalışıyordu bilmiyordum ama benimle gelmesini ondan daha çok istiyordum.

 

Sonuçta, birlikte geçirdiğimiz her an, kötü bile olsa, anı olarak kalacaktı. Anneme anlatabileceğim anılar...

 

🪷

 

BÖLÜM SONU!!

 

BEĞENDİNİZ Mİİİ?

 

DÜŞÜNCELERİNİZ?

 

NİL?

 

BARIŞ?

 

ÇINAR?

 

💃🏻💃🏻💃🏻

 

YENİ BÖLÜM YARIN AKŞAM

 

🍭

 

VOTE

VE

YORUMU

UNUTMAYIN

 

🍭

 

İnstagram; Zeynepizem

 

 

 

Loading...
0%