Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2. BÖLÜM 🪷

@zeynepizem

 

🍭KEYİFLİ OKUMALAR🍭

 

 

ZEHİRLİ ŞEKER

 

BÖLÜM 2

 

🪷

 

 

Böyle bir aptallığı senden başkası yapamazdı zaten Nil.

 

Bana aptal deyip durma.

 

Ama öylesin!

 

Bak ben adreste nere yazıyorsa oraya geldim tamam mı? Arabanın suçu!

 

Arabanın mı?

 

Evet! Beni yanlış yere getirdi.

 

Ya tabi, o arabayı sen kullanmadın çünkü!

 

Susar mısın? Stresten öleceğim şimdi!

 

Kaldığım odanın içinde bilmem kaçıncı turu atıyordum. Ayrıca kaldığım değil hapsedildiğim demem daha doğru olurdu. Abim sandığım beyefendi beni yaka paça odaya tıktığı için kimdir nedir diye de soramamıştım. Bağırmış durmuş, kapıyı biraz kırmaya çalışmış, o olmayınca camları aşağı indirmiştim ama tabi atlayamamıştım çünkü çok yüksekti.

 

Oflayarak kocaman yatağa oturduğumda dağıttığım odaya göz gezdirdim. Oda çok değil biraz odalıktan çıkmıştı ama kesinlikle benim suçum değildi bu. Yine de konfor hoşuma gitmişti. Yatak rahattı.

 

Destek alarak tamamen yatağa çıktım ve zıplamaya başladım. Yapabileceğim en güzel aktivite buydu. Telefonum, çantam, valizim… her şeyim! Tavşanımı bile almıştılar! Tavşanımı! Canımı alsalardı daha iyiydi!

 

Yastıklara birkaç tekme atıp oraya buraya savurdum. Dağıtabileceğim hiçbir şey kalmamıştı. Sanatkarane üslubumu oldukça net ve ustaca kullandığımı düşünüyordum. Etrafa bir kez daha göz gezdirdim ve minik bir çığlık attım.

 

“Çıkarın artık beni! Suç bu yaptığınız!!”

 

Cevap gelmedi, tavşanım burada olsaydı cevap verirdi. Kaşlarım çatıldı. Tavşanımı aldığı için o adama içten içe büyük bir nefret beslemeye başlamıştım ve onu gördüğüm ilk yerde bodoslama dalacaktım. İki katım olması ve belinde silah taşıması umurumda değildi!

 

Tavşanım benim canımdı!

 

Canımı almıştı!

 

Pislik, köpek, kötü olan ne varsa her şey, küfrün daniskası, kaflı kefli yazılan bütün şiirlerin muhatabı, zemberek!

 

Zemberek ne be?

 

Ne bileyim, sözlük müyüm ben?!

 

Evet anlamını bilmediğim kelimeleri kendim anlam katarak kullanıyordum ve bundan da gayet hoşnutluk duyuyordum. Kimse de bana karışamazdı. Ayrıca zemberek kelimesi bende kötü bir şeyi çağrıştırıyordu, bu tamamen harflerin suçuydu. Bir kez daha ofladım. İstanbul’dan buraya onca saat yolu odaya kapatılmak için mi gelmiştim ben?

 

Daha kaç saat geçecekti, kaç gün, kaç hafta… açlıktan susuzluktan ölecektim! Oysa çok başkaydı buraya dair umutlarım. Ben abime, senin kardeşinim diyecektim, o önce şaşıracak sonra beni bağrına basacaktı. Mutlu bir ailemiz olacaktı. Konakta herkes beni sevecekti, benimle konuşacaktı, gülecek eğlenecektik. Abimle birbirimizi tanıyacaktık, geçen onca zamana yanacaktık… falan filan.

 

Hiçbiri olmayacaktı ve bu benim yüzdelik dilimi en az olan hayallerimden başı çekiyordu. Neyse olsundu, kaderde abimin düşmanına koz olmak varsa buna çare yoktu.

 

Kendimi yatağa bıraktım. Gözlerimi tavana diktim. Kurt ve Tavşan efsanesini düşündüm. Devamını anlatabilmek için tavşanıma ihtiyacım vardı, aksi takdirde tamamlanamıyordum. Kapıdan duyduğum kilit sesiyle gözlerim büyüdü. Anında ayaklanarak kapıya doğru döndüm ki o an kapı yavaşça açıldı.

 

Önce siyah saçları sonra beyaz teni sonrada aceleci davranan bir kızı gördüm. Öyle ki nefes nefese kalmıştı. Kapıyı açtığı gibi dönerek kapattı ve o an gözleri de kapıya ayak uydurdu. Birkaç saniye bekledi. Hiçbir şey olmadığı kanaatine varmış olmalı ki derin bir nefes alarak gözlerini açtı.

 

Benimle göz göze geldi. Genişçe gülümsedi ama yüzündeki gülümsemenin silinmesi çok zaman almadı. Gözlerine bir korku düştü. “Ne oldu buraya?!” diye sordu dehşetle. Güzel toplu bir yüzü vardı. Benimle aynı boylarda olmalıydı. Belki birkaç santim daha uzun… Onu incelemeyi keserek sorusuna cevap verdim. “Ben sanatçıyım, bu da sanatım.”

 

Derin bir nefes daha aldı. “İnanmıyorum. Hayatımda gördüğüm en iyi sanat olabilir.”

 

Tepkisi beni güldürdü. Merakla sordum. “Sen kimsin?” gözlerini kaçırdı. Etrafa birkaç saniye baktıktan sonra yine gözlerime baktı. “Ben Aysel, Barış abimin kardeşiyim.” Biraz düşündüm. Barış adında kimseyi tanımıyordum. “Barış?” dedim sorgulayarak.

 

Gözlerini kaçırdı yine. “Şey…”

 

Kem küm.

 

“Seni…buraya kilitleyen adam var ya,”

 

Gözümün seğirdiğini hissettim. Kıza her nasıl bakıyorsam birkaç adım geri gitti. “Bak sakın saldırma, sana yardım etmeye geldim ben.”

 

Kaşlarım çatıldı. “Ne istiyor o vasıfsız abin benden?!”

 

Gözlerini büyüttü. “Ay öyle deme, kötü biri değil benim abim.” Ona düz düz baktım. “Yani şu an öyle görünüyor olabilir ama cidden değil.”

 

Şu an gülmen gereken yerdesin.

 

Hayır, gülmeyeceğim. Çok kıl oldum, uyuz oldum, bilendim. Düşmanlık hissediyorum. Ayrıca, eli silahlı Barış mı olur?! İsmini göklere çıkarmış beyefendi! Öyle ki konağın ortasında adam öldürmeye kalkıyor.

 

“Eğer gelmeseydim bir adamı öldürecekti?” dedim bunu da açıkla der gibi. “Her şeyin bir nedeni var. Abim günahsız birine öyle bir şey yapmaz.”

 

“Kendini adalet sanıyor herhalde beyefendi?”

 

“Bu topraklarda insanlar kendi adaletlerini kendi yaratır.” Dedi. Bu durumdan memnun olmadığı açıktı. “Biz kötü insanlar değiliz ama kötülük gördüğümüz de buna susmayız.” Bu konuda söyleyebileceğim çok şey vardı ama Aysel laflarımı “Sen gerçekten Çınar’ın kardeşi misin?” diye sorarak ağzıma tıkamıştı. Gözlerindeki heyecanı fark ettiğimde kaşlarım yükseldi. “Çınar’ı tanıyor musun?”

 

Kafasını hızla salladı. “Çınar’ı buradaki herkes tanır.”

 

İşkillendim. Düşmanlarıydı sonuçta. Böyle merakla sorması garip gelmişti.

 

“Nasıl tanır?”

 

“İyidir, çok yardım severdir, biraz sert görünür aslında ama kalbini görsen…” derken hayal alemine dalmış gibi yukarılara baktı. Daha çok işkillendim. “Görsem?”

 

“Şaşarsın. İnanamazsın. Çok merhametlidir o.”

 

Kıkırdadım.

 

“Sen Çınar’a aşıksın.” Dedim pat diye. Aysel, öte tarafa uğrayıp gelmiş gibi baktı bana. “Sus! Ne diyorsun! Kulağın yeri var!”

 

Neyin neyi var?

 

Sustum. Duyduğuma göre düşman aşiretler birbirine varamazdı. Aşk acısı dedikleri şey aşiretler yüzünden başlamadıysa bende başka bir şey bilmiyorum.

 

Üzerime doğru birkaç adım attı ve kedi gibi bakarak sordu. “Aramızda kalır değil mi?” kafamı usulca salladım. “Ne aramızda kalır?” diye sordum. Balık hafızalı olduğum gerçeği ağır bir fiske vurdu yüzüme. Aysel, gülümseyerek yine geri çekildi.

 

“Bir ihtiyacın var mı?” diye sorduğunda kafamı hızla salladım. “Tavşanım!” dedim hemen. Afalladı. “Neyin?”

 

“Tavşanım!”

 

“Ha o tavşan!” kafamı hızla salladım. “O abimde, onu alamam. Başka?”

 

Omuzlarım düştü. Benim can yoldaşım ağır sınavlar içindeydi. “Ne yapıyor tavşanıma?” diye sordum ağlamaklı bir ses tonuyla. “Hiçbir şey, ne yapacak?”

 

Çok şey yapabilirdi. Kokuşmuş hayallerine kurban gidebilirdi benim tavşanım. Nihayetinde güzeldi ve bence o bir dişiydi. Yüzümü buruşturdum. Umarım ben gerçekten fazla uç şeyler düşünüyordum ve umarım tavşanıma o gözle yaklaşmıyordu.

 

Yalandan hıçkırdım ve kendimi geriye doğru yatağa bıraktım. “Ay dokunmayın çok fenayım!” dedim elimi alnıma atmışken. Güldü halime. Toparlanarak ona baktım. “Gülme, zaten moralim bozuk.” Daha çok güldü.

 

“Ya çok tatlısın, ismin Nil’miş öyle mi?”

 

Yattığım yerde kafamı usulca salladım. “Evet.”

 

“Memnun oldum.” Dediğinde yine kafamı salladım. “Peki ben bir şey soracağım, yani benim bildiğim kadarıyla Çınar tek çocuktu. Kardeşi olduğunu herkes ilk kez duydu bugün.”

 

Gülümseme.

 

Acı.

 

Gülümsemenin acısı olmaz.

 

En çok gülümsemelerin acısı olur.

 

Sus.

 

“İstenmemişim ben. Namus olayları falan. Annem de ben daha karnındayken kaçmış buralardan. Aklım kesmeye başladığında öğrendim ben bir abim olduğunu. Tanışmak bugüne kısmetmiş diyecektim ki abin mahlukatı izin vermedi.”

 

Birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra kısıkça konuştu. “Üzüldüm.” Dedi, üzüntüsü sesine de yansımıştı. Omuz silktim. Umurumda değildi. Ailem beni istememiş olabilirdi ama annem istemişti. Annem her şeyimdi. Gülümsedim. Ben şimdiden annemi özlemiştim. Buradan çıktığım an abi falan demeyecek geri dönecektim.

 

“Çınar’la daha önce hiç karşılaşmadın yani?”

 

Ona mala bakar gibi baktım. “Sence karşılaşmış olsaydım abini abim sanır mıydım?” dank etmiş gibi kafasını salladı. “Doğru.” Dedi gülümsemeye çalışarak. “Kusura bakma. Bazen beynim basmıyor.”

 

Kaşlarım çatıldı. “Kendine öyle söyleme.” Dediğimde duraksadı. “Kendine olumsuz olan hiçbir şeyi dayatma. Çünkü değilsin. Sen olumsuz bir varlık değilsin.” Genişçe gülümsedim. “Biz kadınlar olarak mükemmel varlıklarız.” Saçlarımı geriye doğru savurdum. Bu halime güldü. Sonra yine kafasını salladı.

 

“Aysel.” Dedim uzandığım yerden doğrularak. “Beni buradan çıkartabilir misin?”

 

Gözlerini büyüttü ve kafasın hızla iki yana salladı. “Hayır! Her yerde koruma var!”

 

Umut ışığım sönmüş bir şekilde kendimi geri bıraktım. Yatağın bu kadar rahat olması tek artımdı. “Aç mısın? Sana yemek falan getireyim, kıyafet de getiririm istersen, uzun yoldan gelmişsin belli, bir duş al, rahatlarsın.”

 

Ona uzandığım yerden baktım. “Ben şu an düşman elindeyim. Durum böyleyken rahat olup karnımı, kıyafetimi ve duşumu düşünemem.”

 

“Ya öyle deme. Abim zarar vermez kimseye.”

 

Ona dehşetle baktım. “Bugün birini öldürüyordu!”

 

“Ya o hak ediyordu!” dedi çıkışarak. “Kimse ölümü hak etmez! Canı veren Tanrı’dır alan da o olmak zorunda!”

 

Sessiz kaldı. Sonra gözlerini yere dikti ve fısıldadı. “Ama o da Aysu’nun canına kast etti!” dediğinde bu sefer duraksayan ben oldum. Birkaç saniye öylece Aysel’e baktım. Aysu kimdi bilmiyordum ama yanlış giden bir şeyler vardı burada. “Kimse böyle bir travmayı da hak etmez.” Diyerek duruşunu dikleştirdi.

 

Sessiz kaldım. Hak hukuk saçmalıklarını sıralamayacaktım. “Neyse,” dedi konudan uzaklaşmaya çalışarak. “Varsa istediğin bir şey getireceğim.” Merakla gözlerime baktı. Kafamı iki yana salladım. “Yok.” Dedim sadece.

 

Beni onayladı. Var olan sessizlikle birlikte arkasını dönerek kapıya doğru ilerledi. Çıktı ve ardından kapıyı kapattı. Saniyeler sonra kapı tekrar açıldığında o konuşmadan ben konuştum. “Tavşanım dışında hiçbir şey istemiyorum. Onu da abin almış, alamazmışsın. Ne diye alıyorsa benim tavşanımı? Salak ya!”

 

Kaba bir boğaz temizleme sesi duydum. Tavandaki bakışlarımı yavaşça kapıya çevirdiğimde içimden bildiğim tüm küfürleri saydırmaya başlamıştım.

 

Barış.

 

Hani bodoslama dalacaktın?

 

Doğru ya!

 

Yataktan hızla doğrularak üzerine yürüdüm. “Sen beni ne hakla buraya kapatırsın?! Ne hakla alırsın tavşanımı?! Suç bu yaptığın! Mahkemeye vereceğim seni!”

 

“Seni buraya kapatmamdan değil de tavşanını almamdan daha çok rahatsız olmuş gibisin.”

 

Gözlerimi belerttim. “Evet!” dedim bastırarak. “Tavşanımı ver! Derhal!”

 

Gözlerini kırpıştırdı. Beni buradan çıkar, bırak falan dememi bekliyordu galiba. Onu da diyecektim ama önce tavşanımı alacaktım!

 

“Al.” Dedi elini bana doğru uzatarak. Elinin içinde tavşanım vardı. Üstelik acımasız, pislik şey tavşanımın kulağından tutuyordu! Gözlerim büyüterek tavşanımı havada kaptım. “Ya tavşanım!” hemen çekip aldım, kurtardım onu ve bağrıma bastım. “Canım benim, sana kimler dokundu, yad ellere düştün de imdat bile diyemedin, korkma, buradayım artık ben, bir daha kimse dokunamaz sana.”

 

Tavşanımla olan hasret giderici konuşmamdan sonra ona baktım. Garip bakışlarla izliyordu beni. “Psikolojik sorunların mı var?”

 

Gözlerim kısıldı. “Evet var. Ne yapacaksın koz olarak mı kullanacaksın?!”

 

Bir sabır çekti herhalde içinden. “Birkaç gün burada kalacaksın.” Dediğinde anında sordum. “Niye kalıyormuşum?”

 

“Çınar-”

 

“Ya bak o adam beni tanımıyor bile, beni ona karşı koz olarak kullanamazsın, adamın umurda bile değilim, gerçekten senin iyiliğin için diyorum, işe yaramam ben o anlamda.”

 

Tek kaşını usulca kaldırdı. “Nasıl?” diye sorduğunda derin bir nefes aldım.

 

“Öyle işte. Çınar beni tanımıyor ki. Bir kardeşi olduğunu bile bilmiyordur. 24 yıldır varlığını bile bilmediği biri için tarlayı, arsayı, istediğin her neyse işte onu sana vermez. Onun gözünde beş para etmem ben.”

 

Derin bir nefes aldı. “Çınar’la konuştum.” Dedi. Söylediği ilgimi çekti. “Ne konuştun?”

 

“Seni.”

 

Duraksadım. “Ne dedi?” diye sordum bu sefer ilgiyle.

 

“Seni birkaç gün misafir etmemi istedi.” Gözlerimi devirdim. “Al işte bak. Kardeşini düşmana bırakmış birinden bahsediyoruz! Yararım dokunmaz oğlum benim sana. Sal beni gideyim ya.” Duraksadım. “Ay yoksa silahı ve dövdüğün o adamı gördüm diye mi bırakmıyorsun? Görmedim.” Kafamı iki yana salladım. “Yeminle hiçbir şey görmedim ben.”

 

Yüzünde bıkkın bir ifade oluştu. “Bir susacak mısın artık?”

 

Sustum.

 

Küstün.

 

“Abin şehir dışında. Birkaç güne döner. O yokken konağa girmen senin açından kötü olur. Çınar gelene kadar burada kalacaksın, başına bir şey gelmesin diye.”

 

“Başıma ne gelebilir ki?”

 

“Senin ailenin içi biraz karışıktır.” Dedi sadece. Anladım galiba. Filmlerde görmüştüm. Birbirlerini aldatanlar mı dersin, arkadan bıçaklayanlar mı dersin, suç üstüne suç vardı.

 

“Ama sen onun düşmanısın, neden beni koruyasın ki?”

 

Bıkkın bakışı devam ediyordu. “Aşiretlerimiz düşman, kendisi saygı duyduğum bir insandır.”

 

“Sen ağa değil misin?”

 

“Öyleyim.”

 

“O zaman aşiret sensin, bu da direk seni düşman kılar.”

 

Gözlerini devirdi yine. Tam anlatacaktı ki gülecek bir şey buldum. “Bir saniye adın Barış değil mi?” Gözlerini kısarak baktı bana. “Sana ismimi söylediğimi hatırlamıyorum.” Dediğinde Aysel’i az daha yakacağımı fark ederek toparlandım.

 

“Çalışanlarından duydum.” Dediğimde kaşları yükseldi. “Çalışanlarım bana ismimle hitap etmez, kız çocuğu.”

 

Aydınlandım resmen bu kadar mı fark eder?

 

Olayı lehime çevirdim. “Ağam diyorlar sana.” Dedim. Kendi kendime konuştum. “Barış Ağa, Barış Ağa…” ufak bir kahkaha attım. “Çok komik!”

 

“Ne komik?” diye sordu.

 

“Ağa olman! Ve adının Barış olması!” daha çok güldüm. Ben gülerken o öylece beni izledi. Gülmeye devam ettim. “Barış heval!” dedim bir de. “Ay niye bu ismi koyuşlar sana?”

 

Beni ciddiye alarak cevap verdi.

 

“Barış getireyim diye.”

 

Bu söylediği beni patlattı. Dizime vura vura güldüm hatta güzümden yaş bile geldi. “Yetişmesem-” gülmekten nefesim kesildi. “Bir adamı-” yine. “Öldürecektin!”

 

“Şu an seni de öldürebilirim.” Dedi oldukça ciddi bir şekilde. Gülmeme ayar olmuş gibiydi ve beni öldürebilirdi. O yüzden gülmeyi kestim.

 

“Pardon, kendimi kaptırdım.” Dedim kedi gibi bakan gözlerle. Ağa bey o sıra odayı inceliyordu. “Şaka mısın sen?” diye sordu. “Ne yaptın bu odaya?”

 

Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Gülersem öldürebilirdi.

 

“Sanat. Nasıl?”

 

“Ya sabır.”

 

Başımı eğdim ve güldüm. Neyse ki görmedi de öldürmek için bahane bulamadı.

 

Pencereye doğru yürümeye başladığında panikle kolunu tuttum. “Dur, gitme oraya.” Kolundaki elime ve gözlerime baktı. “Kırık camlar var.” Dedim açıklayarak. “Ayağına batar.”

 

Gözleri bir süre gözlerimde kaldı. Elimi geri çektim, kendim de geri çekildim. “İyi, al tavşanını gel benimle.” Derken kapıya dönmüştü. Arkasından ilerlerken sordum. “Nereye gidiyoruz?”

 

“Yeni bir oda ayarlattım sana.”

 

“Gerek yok ki, orayı da böyle yapacağım sonuçta.”

 

Durup bana döndüğünde yüz yüze geldiğimizden nefesimi tuttum. “Amacın ne?” omuz silktim. “Seni uyuz etmek.” Dedim açıkça. “Abi dedim sana, abim olmasan da bir yakınlaştık bence. Senin beni buraya hapsetmen yakıştı mı? Ha?”

 

“Yarım saat kaldın ardı üstü abartma.”

 

Omuz silktim. “Abartırım. Engel olamazsın ki! Ol da göreyim! Hem sen kimsin ki beni odaya kapatıyorsun? Ne hakla yani? Hem ben korkuyorum yalnızlıktan, kapım açık uyuyorum hep! Tavşanımı da alman cabası! Konağı yerle bir edeceğim! Görürsün sen!”

 

Hiçbir şey söylemedi. Öylece baktı bana. Sonra önüne döndü ve yürümeye devam etti. Arkasından ilerledim. Odadan çıktığımızda etrafta gezdirdim gözlerimi. Buraya gelirken bağırıp çağırıp, ortalığı kaldırdığım için etrafı incelemeye fırsat bulamamıştım.

 

Geniş hol sarı bir ışık tarafından aydınlatılmıştı. Peşi sıra gelen kapılar bir sürüydü o yüzden sayma gereği duymadım. İki kapı aralıkla nöbet bekleyen adamlar bana garip garip bakarken ben de onlara garip garip baktım.

 

Ne vardı? Ayı mı oynatıyorduk burada?

 

Bir başka kapının önünden geçerken o kapının yarı açık olduğunu fark ettim. Yarı açılmış olan kapıdan bakan küçük bir çocuk vardı. Ona baktığımı fark ettiğinde korkarak geri çekildi ve kapıyı kapattı. Düşünmemeye çalışarak önüme döndüm. Barış, holün sonundaki yukarı çıkan merdivenlere yöneldiğinde adımlarımı durdurdum. “Barış!” dediğimde durdu ve omzunun üzerinden bana baktı. “Ne?”

 

Pek bir kibar.

 

“Ben burada kalmak istemiyorum.” Dedim tek bir solukta. İzlediğim aşiret filmlerinde zavallı başrol kızcağızı odalara kapatıp zorla alıkoyuyorlardı. Bu olay başıma gelir diye bir gerilmiyor değildim ama ben başrol olmadığım için bir sorun olmazdı diye düşünüyordum. Barış tüm bedenini bana doğru çevirmeyi uygun gördü. “Kimseye bir şey söylemem ben. Gideceğim buradan, beklemeyeceğim Çınar’ı.” Diyerek yeniledim cümlemi.

 

Kaşları çatıldı. Siyah kaşlarının yüzündeki duruşu çok sanatsaldı.

 

Sanatsal mı? Kaşı mı?

 

Evet! Onun kaşı.

 

Barış, aramızdaki birkaç adımlık mesafeyi kapatarak tam önümde durdu ve yüzünü yüzüme eğerek sordu. “Korktun mu?”

 

Ona düz düz baktım. “Ne?”

 

“Korktun mu diyorum, korktuysan söyle.”

 

Kaşlarımı çattım. Tavşanımı kolumun altına aldım ve ellerimi belime yaslayarak koca karı gibi ona baktım. “Pardon? Neyden korkacağım?!”

 

O benim aksime sakince cevap verdi. “Gördüğün şeyden.”

 

Düşündüm. “Ha! Silahla birini öldürecek olmandan mı bahsediyorsun?”

 

Birkaç saniye yüzüme baktıktan sonra kafasını usulca salladı. Rahat bir tavır takındım. “Yok be, alışkınım ben.”

 

Ne?

 

Sus, bozma sakın.

 

Alışkınım ne demek?!

 

“Neye alışkınsın?” diye sordu anlamamış gibi. Duruşumu hiç bozmadan onu yanıtladım. “Adam öldürmeye canım, ben günde beş on tane öte tarafa gönderiyorum.” Çapkınca sırıttım. “Meslektaş sayılırız.” Dedim yan yan bakarken.

 

Tam bir geri zekalı olduğumu düşünmüş olmalıydı şu an. Parmak uçlarımda yükselerek yüzüne yanaştım. Duraksadı. Gözlerimin içine düştü bakışları. Ne diyecektim ben? Unutmuştum!

 

Gözleri çakır renkli.

 

“Çakır.”

 

“Ne?”

 

Geri çekildim panikle. “Aman aramızda kalsın dedim. Kimseye söyleme bak. Bu bir sır. Sen söylersen ben de söylerim.”

 

Derin bir nefes aldı. “Neden abini görmeden gitmek istiyorsun?”

 

Dudaklarımı birbirine bastırdım. Omuzlarımı kaldırıp indirerek yanıtladım sorusunu. “Onun için bir değerimin olmadığını fark ettim az önce. Görmeme gerek kalmadı.”

 

“Çınar seni düşündüğü için burada kalmanı istedi.”

 

Gülümsedim.

 

Yine acı.

 

Değil.

Kabulleniş bu.

 

“Beni düşündüğü için düşmanının eline bıraktı demek istedin galiba?”

 

Etrafa kısa bir bakış attıktan sonra yüzünü bu sefer o yüzüme yaklaştırdı. “Bak kız çocuğu, burada bazen düşmanlar daha büyük dosttur. Neden biliyor musun?”

 

“Neden?”

 

“Çünkü düşmanının ne yapacağını bilirsin ama dostunun ne yapacağını bilemezsin. Bazen dost düşmandan daha düşmandır.”

 

Gözlerimi kırpıştırdım. Söylediklerini hazmedememişken konuşmaya devam etti. “Onca yolu aşıp buraya kadar geldin ve yüzleşmekten korktuğun için geri mi döneceksin?”

 

Kaşlarım çatıldı. Ona dik dik baktım. Yüzlerimizin arasındaki mesafe oldukça azdı. Öyle ki nefesini bile hissedebiliyordum. “Korkuyor olsaydım o yola çıkmazdım Barış.”

 

Kafasını minik bir şekilde salladı. “Yola çıkmak marifet değil kız çocuğu, yolun sonunu bulmak marifet.”

 

Dişlerimi birbirine bastırdım. “Öncelikle benim adım NİL ve gitmiyorum.” Dedim asla yenilgiye açıklık bırakmadan. “Müthiş yakışıklı, aşkım ruhum bir tanem abimi görüp öyle defolup gideceğim!”

 

Gözlerini kırpıştırdı. “Ne?” dedi anlamamış gibi. Sonra kafasını iki yana sallayarak toparlandı. Hafifçe geri çekildi ve beni baştan sona süzdükten sonra konuştu. “Seni sorgulamayacağım.” Dedi kendi kendine. Omuzlarımdaki saçlarımı geriye doğru havalı bir şekilde savurdum.

 

“Bünyene dar gelirim ben aslanım.”

 

Bir nefes daha aldı. Sonra bakışlarını üzerimden çekti. Sert bir nefes vererek güldü. “Hiç abine benzemiyorsun biliyor musun?” diye sorduğunda alt dudağımı sarktım.

 

“Bilmiyorum.” Dedim masumca. “Abimi tanımıyorum.”

 

🪷

 

 

Bölüm sonuu!!

 

 

Beğendiniz mii??

 

 

Düşünceleriniz???

 

 

Nil?

 

 

Barış?

 

 

 

Sonraki bölümde görüşelimm

 

 

🍭🍭

 

 

 

İnstagram; Zeynepizem

 

 

Loading...
0%