@zeynepizem
|
🍭KEYİFLİ OKUMALAR🍭
ZEHİRLİ ŞEKER BÖLÜM 34
🪷
Abim, hallerimi gerçekleştirmişti.
O kadar mutlu olmuştum ki, gerçi göreceğim şey ne olursa olsun mutlu olmaya hazırdım. Çünkü süpriz yaptığını söylemişti. Benim için bir şey yapması kalbime dokunmuştu. Uzun zamandır bu duyguya yabancıydım. Sanki beni dışlamıştı.
Üstelik Barış ayrıntısını da atlamamıştım. Ona yazacaktım. Geldiğinde de teşekkür etmek için sarılırdım.
Belki de öperdim.
Bence öpmeliydim.
Hâlâ sarıldığım bedenden geri çekilerek Çınar'ın yüzüne baktım. "Dokunabilir miyim onlara?" Gülümseyerek kafasını salladı. "Dokunabilirsin." Birlikte tavşanların olduğu yere doğru gittik. Kendilerine göre bir yaşam alanları vardı ve çevresi güvenlik amaçlı sarılmıştı.
Evleri çok tatlıydı. Küçük minyatür üç katlı bir evi andırıyordu. Çınar içlerinden birini eline aldığında heyecanla yerimden kıpırdadım. İlk kez canlı bir tavşana dokunacaktım ve bu benim için inanılmaz bir andı.
Çınar avucumdan biraz daha büyük olan beyaz tavşanı bana uzattı. "Al bakalım." Çok heyecanlanmıştım. Hem de çok.
Elindeki tavşanı nazikçe aldığımda kıpır kıpır hissettim. Burnu çok güzeldi. Tüyleri de hayal ettiğim gibi yumacıktı. Yumuşacık.
Pofuduk pofuduk.
"Yaa çok tatlı!" Dedim sesimin değişmesine engel olamayarak. "Yiyeyim mi seni he? Yiyeyim mi?" Tüylerini sevdim. Çok tatlıydı. "Tüylere bak!"
Tavşanı yüzüme yaklaştırarak kafasından öptüm. "Yiyeceğim gerçekten!"
"Abicim öpme, tüyü falan kaçar boğazına." Kafamı salladım ve diğer tavşanlara baktım. Görebildiğim kadarıyla üç tane daha vardı. "Kaç taneler?"
"Dört tane bulabildik şimdilik. Hepsinin beyaz olmasını istediğim için bu kadar az ama istersen alırız yine." En sevdiğim rengin beyaz olduğunu hatırlıyordu. Gülümseyerek kafamı iki yana salladım. "Gerek yok. Bunlar çok güzel. Hem aile olurlar. Çocukları da olur belki."
Kucağımdaki tavşanı daha fazla rahatsız olmasın diye evine geri koydum ve bir diğerini tuttum. Onu da sevdikten sonra da diğerini. Hepsini eşit süreyle sevdim.
"İsim verecek misin?" Diye sordu abim. Gözlerim bir an dolu dolu oldu. Alt dudağımı sarktım. "Vereyim mi ki?"
Kafasını salladı. Yüzünde tatlı bir gülümseme vardı. "Ver."
Biraz düşündüm. O sırada beyaz tavşanların hepsine göz gezdirdim. Onlara yakışacak en güzel isimleri düşünmeye çalıştım. Lakin aklıma hiçbir şey gelmedi.
"Bilemedim ki." Diye mırıldandım düşünmeye devam ederken. "Aklına geldiği an verirsin isimlerini öyleyse." Dediğinde kafamı usulca salladım. Bugün oldukça tatlıydı. Bana tavşan almıştı!
Çınar, kenardan düz uzun bir tahta alarak yere koydu ve üzerini temizleyerek oturdu. Yanındaki boşluğu da bana gösterdiğinde koşturarak yanına oturdum ve ayaklarımı ileriye doğru uzattım. "Mutlu musun?" Diye sordu birden.
Bu soruyu neden sorduğunu anlamak için yüzüne baktım ama bana bir işaret vermedi. Kafamı olumlu bir şekilde salladım. "Her şeye rağmen." Dedim tıkanır gibi. "Mutluyum."
Gülmek mutluluğun bir işareti değildi. Dış kabuk her zaman yaşadığın şeylerin rengine dönmüyordu.
Gözlerim tavşanlarda gezindi bir süre. Her şeye rağmen mutlu olmak imkansızı başarmak gibi bir şeydi bence. Sordum. "Sen mutlu musun?"
"Sanırım," dedi ve ekledi. "Hiç olmadığım kadar." Gözlerimi kırpıştırarak ona döndüm. Bu kadar mutlu olmasının bir sebebi olmalıydı. "Neden?"
Sadece gülümsedi, bana cevap vermedi. Konuyu değiştirerek başka bir şey sordu. "Yüksekten korkuyor musun?"
"Hayır, onu nereden çıkarttın?"
"Atın üstündeyken çok korktun, aynı şekilde çite çıktığında da çok korkmuştun." Gözlerim kısıldı. Beni tanımaya çalışıyor olması gülümsememi sağladı.
"Yüksekten korkmuyorum." Dedim net bir şekilde. Korktuğum şey hiçbir zaman yüksek olmamıştı. Hatta ben yükseklere çıkmayı severdim. "Düşmekten korkuyorum."
Birkaç saniye yüzümü inceledi. Bakışlarında anlamadığım derin bir şeyler vardı. Çınar'ın böyle bakmasına alışkın değildim çünkü o genelde duygularını saklayan bir insandı.
"Küçükken çok mu düştün?" Diye sordu. Gözlerimi kaçırarak kafamı salladım. "Evet. Kimse tutmuyordu. Düşmekten nefret ederdim ama yükseklere çıkmaktan da asla vazgeçmezdim."
Her defasında aynı hikâye. Nil'in yere çakılma hikâyesi.
"Ben seni tutarım." Dedi. "Yani artık tutacağım."
"Söz mü?" Kafasını iki yana salladı. "Hayır bu bir yemin."
Yutkundum. "Teşekkür ederim." Dedim fısıltıyla. Omuz silkti. "Tuttuğumda edersin. Eğer tutamazsam da dönüp yüzüme tükür."
Son söylediği ağlamama ramak kala beni durduran şeydi. Gülmüştüm. "Tamam, bak onu kesin yaparım."
Güldü. "Biliyorum. Şüphem yok."
Sırıttım. İçimden ona bir şeyler anlatmak geldi. Geçmişi, çocukluğumu.
"Ben yedi yaşındayken bir tane salıncağa binmiştim. Yüksek bir salıncaktı ama. Hani yetişkinler için olan. Ayaklarım yere değmediğinden sallanamıyordum. Sallayacak kimse de yoktu." Çocukluğuma üzüldüm. Zaten yetişkinlerin en büyük üzüntüsü bence çocukluğunaydı. Kurtaramayacağı çocukluğuna.
"Sonra salıncakta ayağa kalktım ve ileri geri yaparak sallanmaya çalıştım. Başardım da. Başarısız olmaktan nefret ederim zaten. O yüzden çok sevinmiştim. Salıncağa tekrar oturacakken dengemi kaybettim ve düştüm."
"Bir şey oldu mu?" Diye sordu, yüzünü acımı hissetmiş gibi buruşturmuştu. "Evet. Kolum kırılmıştı. O kadar ağlamıştım ki. Çok acımıştı."
İstemsizce sağ kolumu tuttum. Ayaklarımı kendime doğru çekerek konuştum. "Annem, sürekli kendime zarar veriyorum diye çok kızıyordu." Sesim kırılmıştı. Yüzüme buruk bir tebessüm kondu. "Hiç abine çekmemişsin derdi. Sen usluymuşsun küçükken. Annemi hiç üzmüyormuşsun. Ben çok üzüyordum." Gözlerimin dolmasına engel olamadım. "İnsan elindekinin kıymetini bilmezmiş, derler ya. Öyleymiş gerçekten de."
Ben, annemin kıymetini bilememiştim. Onu daha çok mutlu etmeliydim, daha çok sarılmalıydım, sevdiğimi daha çok söylemeliydim. Yapmamıştım ve artık çok geöti.
"Nilüfer." Dedi fısıldayarak abim. Ona bakmadım. Ağladığımı görsün istemiyordum. Elimi tuttu. Ona dönmemi sağladığında istemsizce burnumu çekmiştim.
"O zaman birbirimize bir söz daha verelim mi?" Diye sordu şefkatli bir ses tonuyla.
"Ne sözü?"
"Birbirimizin kıymetini bilme sözü."
Göz yaşlarım yanağıma akarken kafamı salladım. "Eğer bilemezsek?"
Gülümsedi. "Biliriz. Ben kendi adıma söz veriyorum." Ben de gülümsedim. "Ben de söz veriyorum o zaman." Dedim. Elini kaldırarak yanağımdaki göz yaşımı sildi. "Bana hiç benzemiyorsun, evet. Ben küçükken yaramaz değildim çünkü yaramazlık yapabileceğim bir alanım yoktu. İmkanım olsaydı yapardım."
"Nasıl yoktu?" Diye sordum. Çocuklar imkansızları aşan mucizelerdi. O neden aşamamıştı ki?
"Çünkü bir bataklığın içindeydik." Dedi. Yüzünü bir gülümseme kapladı. "Biliyor musun? Nilüfer, adını sana ben koydum." Gözlerimi kırpıştırdım. "Ne?"
"Evet. Annem ismini benim seçmemi istemişti. Ben de Nilüfer demiştim."
Bunu bilmiyordum işte. Annem bana Nilüfer derdi ama hiç adımı abimin koyduğunu söylememişti. Özel hissetmiştim kendimi. Abimin özeli. Özendiği.
"Peki neden Nilüfer koydun adımı?"
"Nilüferler bataklıkta büyür, o bataklıkta çiçek açarlar. Senin de yaşadığımız bataklığın içinde rengarenk çiçekler açmanı istemiştim. Nilüfer çiçekleri gibi güçlü olmanı. Herkese herşeye rağmen parlamanı."
Adım ilk kez bu kadar anlamlıydı.
"Bataklıktan kastın o konak değil mi?"
Yutkundu ve sonra kafasını salladı. Derin bir nefes aldım. İsmime bir anlam vermemiştim daha önce. Düşünmemiştim bile. Bana göre sadece bir çiçek ismiydi. Özel bir tarafı yoktu.
Bazı şeylere abimin gözünden bakmam gerektiğini fark ettim. Abim, o bataklığın içinde büyümüştü, belki de oraya gömülmüştü. Çoğu zaman nefes bile alamamıştı. Bu yüzden sık sık gidiyor uzun zaman geri dönmüyordu.
Çünkü o ev abimin nefesini kesiyordu.
"Ben güçlü bir kadınım." Dedim. "Hayal ettiğin gibi." Gururlu bir gülümseme bahşetti bana. Konuşmaya devam ettim. "Bu yaşıma kadar tahmin edemeyeceğin kadar çok düştüm ama her defasında kalktım. Annem öldükten sonra ben de ölmek istedim ancak gönülsüz bir istekti bu. Sanki ölmek zorundaymışım gibiydi." Boğazımdaki yumruyu gidermek için yutkundum. "Ama yaşamayı seçtim. Nilüfer çiçekleri gibi."
Beni birden kendine doğru çekti ve sıkıca sarıldı. Boşluğuma geldiği için bir an hiçbir şey yapamadım. Ama sonra ben de ona sarıldım.
O ölümden dönmüştü, ben ise ölüme dönmüştüm.
Bu yaptığım yüzünden kendimi affetmeyecektim. Benim yaşayacak anılarım, abimle geçireceğim günlerim vardı. Barış vardı. Kendi zamanıma kıymayı nasıl düşünürdüm, nasıl bunun için uğraşırdım?
Eğer ölseydim bu anı yaşayamayacaktım. Kötü günler hep olacaktı fakat iyi günler de olacaktı. Hiçbir şey sonsuza dek sürmezdi ki.
Gözlerim yaşlı olsa da gülümsedim. "Teşekkür ederim." Dedi fısıldayarak. Neden teşekkür ettiğini sormadım. Sessiz kaldım ve anın tadını çıkarttım.
Abimin bana anlatmadığı şeyler olduğunu biliyordum. Bilerek bir şeyler saklıyordu. Güçlü görünmeye çalışıyordu ama aslında içinde kırgın ve yalnız bir çocuk taşıyordu.
Ben gülümsemelerin bulaşıcı olduğunu düşünüyordum. O yüzden abim için sürekli gülümseyecektim.
"Abi?" Diye mırıldandım sessizce.
"Abim?" Bana böyle yanıt vermesini seviyordum. O görmüyor olsa da şımarıkça gülümsedim. Rahatca, abi, diyebilmek çok başka bir şeydi. Her abi deyişimde sanki çocukluğuma ait bir şey hayata dönüyordu. İçim umutla doluyordu.
Fırsattan istifade bir şey sordum. "Geri dönerken kurşun geçirmez camlı olan jeepini ben kullanayım mı?"
"O nereden çıktı şimdi?"
"Şey ben hiç kurşun geçirmez camlı jeep kullanmadım da." Dedim tatlı tatlı. Yüzümü kaldırarak yüzüne baktım. "Kullanayım mı, ha?"
Güldü. "Henüz arabama yaptığın şeyi unutmadım."
"Ama sen seversin diye yaptım. Neden sevmedin anlamadım, o kadar uğraşmıştım yani." Sert bir nefes vererek güldü. "Normalde asla kabul etmem ama bir seferlik kullanabilirsin." Dediğinde gözlerim kocaman açıldı. "Yaşa be!" Diye bir çığlık attım ve doğrularak yanağına sulu bir öpücük bıraktım. Geri çekildiğimde afallamış yüzüyle karşılaşmıştım. Elini öptüğüm yanağına yaslamıştı.
"Ödeştik." Dedim hemen. "Sen de beni öpmüştün ya."
Gülümsedi ve elini yanağından çekti. Bir şey söylemesine izin vermeden sordum. "Arabanın neden kurşun geçirmez camları var?" Tekrar tekrar sormak gına getirmişti ama artık gerçek cevabı vermek zorundaydı.
Derin bir nefes aldı ve o bilindik cümleyi kurdu. "Küçük bir önlem."
"Kim küçük bir önlem için kurşun geçirmez cam yaptırır? Yanında silah taşır?"
"Ben." Dedi basit bir cevapla. Gözlerimi devirdim. "Aptallaşma. Doğru düzgün cevap ver. Senin karşında çocuk yok. Beni kandıramazsın."
"Nilüfer, açıklayamayacağım bazı şeyler var. Tamam mı kardeşim? Bunu bilmen yeterli."
"Ama başının derte olduğunu düşünüyorum. Bu beni korkutuyor."
"Başım dertte değil, derdin kendisi benim." Söylemeyecekti. Yine. Kabullenerek omuzlarımı düşürdüm. "Cevabından hiç tatmin olmadım ama sormayacağım, şimdilik. Zaten sakladığın bir şeyler olduğuna eminim." Dedim gözlerimi kısarak.
Gözlerini kaçırdı. "Zamanı geldiğinde anlatırım." Dedi. Bana zamanı geldiğinde anlatacağı çok şeyi vardı.
Kafamı salladım. Israr etmeyi seven biri değildim. Çünkü bana biri ısrar ettiğinde çok rahatsız oluyordum. Bir şey hayırsa hayırdı. Başka bir seçenek yoktu.
Abimin telefonu çalmaya başladığında cebinden çıkartarak kimin aradığına baktı. Kaşları anında çatıldı. Telefonu sessize alarak bana döndü. "Nilüfer, sen tavşanlarla kal. Benim görüşme yapmam lazım."
Kimin aradığını merak etsemde söylemeyeceğini bildiğim için sormadım. Kafamla bir onay verdiğimde bana gülümsedi ve yanımdan kalkarak uzaklaşmaya başladı. O gözden kaybolduğunda tavşanlarıma döndüm.
Tavşanlarım.
Benim artık tavşanlarım vardı.
Onlarla biraz ilgilendim. Beş dakika geçmesine rağmen abim dönmemişti. Tavşanlarla oynamak güzeldi ama onları rahatsız etmek istemiyordum. Biri sürekli bana dokunsa rahatsız olurdum. İstemsizce oflayarak ayağa kalktım. Biraz çiftlikte dolaşasım gelmişti. Abimin tersi istikametinde ağaçların arasına karışarak ilerledim. Bir sürü ağaç vardı. Hepsi de bakımlıydı. Yani bir dalı bile kurumamıştı. Birçok çalışan görmüştüm, gerçekten işlerini güzel yapıyorlardı. Onlardan ders almam lazımdı. Ben bir çiçek ismi taşıyor olsamda çiçekler konusunda pek iyi değildim.
Acaba bu çiftliğin sonu nerede bitiyordu? Çantam ve ilacım yanımda olduğu için yürümekte zorlanacağımı sanmıyordum. Hem ben yürüyüş yapmayı çok severdim.
Baya bir ilerledikten sonra hâlâ bir sona varamadığım için durmuştum. Geri dönmeyi düşünürken gözüme bir ağaç takıldı. Üzerinde meyveler vardı. Koşturarak ağacın önüne gittim.
Bir elma ağacıydı. Fazlasıyla canım çekmişti ama dalları yukarıdaydı. Böylelikle bana tek bir çözüm yolu kalıyordu.
Tırmanmak.
Çantamı ağacın dibine koyduktan sonra dallardan tutunarak kendimi yukarıya çektim. Ağacın neredeyse ortasına geldiğimde tırmanmayı keserek elimi bir dala uzattım ve bir elma koparttım. Çok güzel kokuyordu. Leziz görünüyordu.
Aşağıya inmek için hareketleniyordum ki anlık kal geldi.
Baya yüksekmiş.
Baya.
Ne ara bu kadar yükseğe çıkmıştım ben? Hayır, bir de telefonum aşağıda kalmıştı. Ağacın dalına sıkıca tutunarak ayağımı aşağıya uzattım ama boşluk kalbime korkuyu saldı. Eski konumuma geri dönerek ağacın gövdesine sıkıca sarıldım.
Yükseğe çıkmak konusunda hiçbir problemim yoktu. İnmek sıkıntıydı.
"Abi!" Diye bağırdım belki sesimi duyar diye. "ABİ!! İMDAATT!!"
Nefeslendim. Bağırmaya devam edecekken telefonumun çaldığını duymuştum. Aşağıya baktım. Of!
Kurtlar yiyecekti burada beni.
Kurtlar sana ulaşamaz.
O zaman kuşlar yiyecekti.
Az önce kopartmış olduğum elmayı umutsuz bir şekilde ısırdım. Şekerimin düşmesi riskini göze alamazdım. Şekerim düşerse ben de düşerdim.
Ağaçtan.
Çalan telefon sustu. Sonra yeniden çalmaya başladı. Birkaç kez bu durum tekrar etti. Ağlaya ağlaya yediğim elmayı aşağı attım. Burnumu çektim ve ağaca daha sıkı sarıldım.
Çok yürümüştüm. Beni burada bulmaları imkansızdı. Ölecektim. Cesedim asılacaktı dalların arasından. Of!
"Abi!" Sesim yankılandı. Birkaç kuş uçtu. Başka da hiçbir şey olmadı. Telefonum yeniden çalmaya başladı. Abimin aradığına neredeyse emindim ama ulaşamıyordu çünkü ben de ulaşamıyordum.
Aşağıya atlasam ne olurdu ki?
En fazla ölürsün.
Doru.
Ayaklarımı çırpınır gibi salladım. "Of! Offf! Kurtarın beni! Kimse yok mu!?" Burnumu çektim. "Ölersem görersiniz! Lanetlerim çiftliğinizi!"
Aşağıya inmeyi bir kez daha denedim ama daha çok korkmak dışında bir işime yaramadı. Saatler geçti. Belki de haftalar. Aylar ve yıllar. Yaşlandığımı hissediyordum. Evet, sanki tenim kırışıyordu.
Hatta kolumda bir şey geziyordu. Bu yaşlılıktan dolayı olamazdı. Gözlerim büyüdü. Kafamı koluma çevirdiğimde tüm çiftlikte duyulduğuna emin olduğum bir çığlık attım. Kolumdaki kocaman böcek çığlıklarıma dayanmayarak intihar etti. Aşağıya atladı. Belki de çırpındığım için düştü. Ben de neredeyse düşüyordum ama son anda tutunmayı başarmıştım.
Böcekler en korktuğum şeylerden biriydi. Evde böcek gördüğümde evden kaçardım. Annem uzun bir süre beni eve sokamazdı. Şimdi, böceklerin içindeydim. Her yerden çıkabilirdiler.
Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamışken derinden bir ses duyuldu. "Nilüfer!"
Abim!
Beni arıyordu.
"ABİ! YARDIM ET! ÖLDÜRECEKLER BENİ!"
Sesimi duydu mu bilmiyordum ama daha fazla bağırabileceğini sanmıyordum. Boğazım yırtılacaktı çünkü bağırmaya devam edersem.
Boğazımın yırtılması mı yoksa böcekler mi?
Boğazımın yırtılması.
"Abi!"
Yakından çalı sesleri duyduğumda ağzımı kapatarak sustum. Ya vahşi hayvanlar sesimi duyup geldiyse?
En fazla ayı gelir.
Çınar olanından dimi?
Adım sesleri de duyduğumda tamamen dikkatimi verdim. "NİLÜFER!" Yerimde irkildim. Kulak zarım patlamış olabilirdi. Abim gelmişti, ağacın biraz ötesindeydi ama ben yukarıda olduğum için göremiyordu. "Buradayım." Dedim kısık bir ses tonuyla.
Anında olduğum ağaca doğru döndü. Kaşları çatıktı. Hızlı adımlarla çantamın olduğu yere kadar geldi ve çantamı eline aldı. Etrafa bakınırken yeniden konuştum.
"Abi?"
Duraksadı. Yüzünü yavaşça yukarıya kaldırdığında ona el salladım. "Burdayım." Gözünün seğirdiğini gördüm. "Nilüfer?" Dedi sorgulayarak.
"Abi?"
"Nilüfer?"
"Abi?"
"Nilüfer!" Tam konuşacaktım ki bağırdı. "KIZIM SEN BENİMLE DALGA MI GEÇİYORSUN!?"
Yutkundum. "Yok. Dalga denizde olur hem."
Komik.
Abim pek komik bulmadı galiba.
"Nilüfer, aklımı kaybettim! Kızım sana bir şey oldu sandım!? Niye böyle şeyler yapıyorsun abicim sen!?"
"Ya elma alacaktım." Dedim mırıldanarak. "Çıktım ama inemedim. Çantam da aşağıda kaldı." Çınar, savumama karşılık derin derin nefesler aldı. Elleriyle yüzünü kapattı ve bir süre öyle bekledi.
Ama ben bekleyemezdim. "Ya indir beni! Sonra bağırırsın. Hadi." Dedim sabırsızlıkla. Yüzünden ellerini çekti ve bana baktı. "İndirmiyorum." Dedi. "Kal orada da aklın başına gelsin!"
Gözlerim büyüdü. "Yaa!" Diye çığlık attım. "Düşerim! Böcekler var! Yerler beni!!" Ağlamaya başladığımda derin bir nefes aldı. "Bağırma."
Burnumu çektim. "İndirecek misin?"
Nefeslendi. "İndireceğim." Ben de nefeslendim. Burada biraz daha kalabileceğimi sanmıyordum. Kalçalarım ağırmıştı. Oturduğum dal çok sertti.
Çınar arkasını dönüp yürümeye başladığında bağırdım. "Ya nereye gidiyorsun!? Hani indirecektin!? Yalancı!"
Omzunun üzerşnden bana baktı. "Merdiven alıp geleceğim." Dedi çatık kaşlarla. "Kıpırdama."
Kafamı hızla iki yana salladım. "Yaa gitme! Ben burda tek kalırım!"
"Nilüfer! O ağaç beni taşımaz! Kıpırdama, geleceğim iki dakikaya!"
"O zaman telefonumu uzat. Gelmezsen başka birini ararım."
"Geleceğim." Dedi bastırarak. Ama gitmeden çantamı yukarıya doğru attı. İlkinde tutamadım ancak ikincisinde tuttum. "Sağ ol!" Dedim neşeyle. "Çabuk gel."
Bana ters ters bakarak uzaklaştığında kıkırdamıştım. Bir elimle ağaçtan sıkıca tutunurken diğer elimle çantamı açtım ve zorlukla telefonum çıkarttım.
Bildirimleri görünce gözlerim büyümüştü. Abim 17 kez aramıştı, kayıtlı olmayan bir numara da 2 iki kez ve Barış... 3 kez.
Hemen üzerine tıkladım ve telefonu kulağıma yasladım. İlk çalışta açıldı. "Nil, neredesin sen?" Endişeli sesi beni gülümsetti.
"Şey, ağacın tepesindeyim."
"Ne?"
"Elma alacaktım da ağaca çıktım ama geri inemiyorun Barış." Kahkaha attığını duyduğumda bozulmuştum. "Ne gülüyorsun ya?! Az kalsın kocaman bir canavar kolumu yiyecekti! Ayrıca kıçım ağrıdı!"
Kendini durdurmaya çalıştı. "Kocaman canavar mı?"
"Evet. Ayı gibi böcek vardı Barış." Dedim uzatarak. "O kadar korktum ki."
"Kıyamam ben sana." Dedi, dudaklarım kulaklarıma vardı. "Yaa kıyamaz mısın gerçekten?"
"Kıyamam." Dedi. Kalbim küt küt attı. Onu özlemiştim, hem de olması gerekenden daha fazla.
Kafamı iki yana sallayarak kendimi toparladım. Sesi yorgun geliyordu. "Sen iyi misin?" Diye sordum. "İyiyim. Korakola geldim, on dakikaya çıkacağım. Sesini duymak istedim."
Ayy fenalık...
"İyi yapmışsın. Ben de seni arayacaktım ama görevdesindir diye rahatsız etmek istemedim."
"Beni istediğin zaman arayabilirsin."
Barış, sen benim şansımsın.
"Ağaçta mahsur kalmak dışında neler yapıyorsun?" Diye sordu. "Kardeşlerimle at bindik. Yani ben binemedim."
"Neden?"
"Çınar'la birlikte denedik ama korktum, indim o yüzden hemen."
Hmm, diye mırıldandı. "İstersen birlikte de deneriz?" Gözlerim büyüdü. "Gerçekten mi?"
Güldü. "Gerçekten."
"Olur o zaman." Boğazımı temizledim. "Bu arada bana verdiğin sözler artıyor. Gözümden kaçıyor sanma."
"Sana verdiğim her sözü tutacağım. Beklettiğim için özür dilerim."
Beni yemeğe çıkartma olayından bahsediyordum ama özür dilemesini beklemiyordum. "Yok, önemli değil. Beklerim ben."
Sonsuza dek falan.
O kadar da değil.
O kadar.
"Bu arada Barış, ben tavşanları gördüm. Abim senin de düşündüğünü söyledi. Çok güzeller. Çok teşekkür ederim."
"Rica ederim." Dedi. "Aslında, hiç canlı tavşan görmedim, dediğin gün almaya gitmiştim ama beyaz tavşan yoktu. Sonra bir şekilde abinle bulduk."
Öyle güzel anlatıyordu ki onu sonsuza dek dinleyebilirdim. Söylediklerimi unutmuyor, üstüne özeniyordu. Üstelik ben genelde hep boş konuşurdum. Buna rağmen bıkmadan beni dinliyordu.
"Ne zaman görüşebiliriz?" Diye sordum. Teşekkür etmek için sarılacaktım. Sonra da öpecektşm Bu önemli bir ayrıntıydı. Sonuçta benim için o kadar yorulmuştu.
Sadece teşekkür etmek için.
Kesinlikle.
"Birkaç gün biraz yoğunum." Alt dudağımı sarktım. "Ama işim biter bitmez yanına geleceğim." Gülümsedim. "Bekleyeceğim öyleyse." Gülümsediğini hissettim.
"Abin nerede? Ağaçtan nasıl ineceksin?"
"Merdiven almaya gitti. Bu ağaç onu taşımazmış."
"Dikkatli ol, Nil. Düşme sakın."
Düşeceğim
ama sana.
"Düşmem. Merak etme. Kendine dikkat et. Tamam mı?"
"Tamam. Sen de. Başını derde sokma." Kıkırdadım. "Şey, derdin kendisi benim." Gülüşünü işittiğimde yüzümdeki gülümseme büyüdü. Ağaçların arasından homurdanan Çınar'ın sesini duyduğum an konuştum. "Abim geliyor."
"Benim de gitmek gerekiyor zaten. Vakit bulduğumda seni arayacağım."
"Tamam, görüşürüz." Dediğim an bana yanıt verdi. "Görüşürüz, güzelim." Az kalsın düşüyordum, bu sefer gerçekten. Telefonu kulağımdan çekerek çantama koydum. Abim kolunun altına aldığı merdivenle ağacın altına gelmişti.
"Sakın bir daha haber vermeden uzaklaşma." Dedi. "Duydun mu?"
Kafamı salladım. "Duydum. Hadi indir beni."
Merdiveni ağaça yasladı. "Yavaş ol, ayağını sağlam bas." Kafamı salladım. Arkamı dönerek dallardan tutundum ve basamaklara basarak aşağıya indim. Son basamaktan da abimin üstüne atlamıştım. Beni son anda havada yakaladı. Yüzündeki sorguyu gördüğümde güldüm. "Gerçekten tutacak mısın diye baktım."
Tutmuştu. Yükseğe çıkmıştım ve inişim acısızdı. Galiba ilk kez.
🪷
"Bu arada söylemeyi unuttum. Değişik bir kız geldi. Seni sorup durdu." Dedi abim yürürken. Geldiğim yolu geri dönüyorduk ve bunu sohbet ederek yapıyorduk. Abimle sohbet ederek yürüme olayını en sevdiğim aktivitelerimin arasına yerleştirmiştim.
"Değişik bir kız mı?" Diye sordum garipseyerek. Abim kafasını salladı. "Evet, seni bulamazsam beni öldürecekmiş." Kendi söylediğine güldü. "Hayır yani bir de topuğunu kırdı aptal. O boyla beni nasıl öldürecekse...."
Kaşlarım çatıldı. "Kimden bahsettiğini anlamadım."
"Ben de anlamadım zaten." Diye homurdandı ve sesini yükselterek bana çevap verdi. "Şu İstanbullu." Dedi, o kadar açıklayıcıydı ki yani bu kadar olurdu.
"Kübra mıydı neydi?" Gözlerimi kocaman açtım ve yürümeyi keserek abime doğru döndüm. "Kübra buraya mı geldi!?"
Çınar omuz silkti. "Evet, telefonla konuşurken birden karşıma çıktı. Seni sordu, onu yanına götürdüm ama sen yoktun. Gerçekten vahşi arkadaşların var."
"Ne?"
"Bana saldırdı. Seni kaybettim diye. Sanki ben ne yaptım? Yerinde durmayan sensin."
Gözlerimi kırpıştırdım. Okula gitmediğimde olanlar adlı çalışma gibi bir şeydi bu. Kocaman bir çığlık attım ve yola doğru dönerek koşmaya başladım. Abim arkamdan seslense de durmadım.
Kübra gelmiş olamazdı!! İnanmak için kendi gözlerimle görmem gerekiyordu!
Atların olduğu yere yaklaştığımız için fazla mesafe koşmamıştım. Gözüme ilk çarpan şey kırmızı suv arabaydı. Sonra arabanın kaputuna yaslanmış topuklu ayakkabısıyla cebelleşen Kübra'yı gördüm. Gerçekten gelmişti.
"Kübra!" Diye bağırdığımda kafasını kaldırdı ve göz göze geldik. Küçük bir çığlık attı ve aynı zamanda elindeki ayakkabıyı bir tarafa atıp bana doğru koştu. Ben de ona koştum ve tam ortada buluşacağız sanırken Kübra yere bodoslama düştü. "Ay Kübra! İyi misin?" Diye sordum yanına çömelerek.
Hafifçe inleyerek oturur pozisyona geldi ve konuştu. "Abinden nefret ettim!" Dedi sızlanarak. "Topuklu ayakkabımın topuğunu kırdı!"
"Abim mi??"
"Evet!"
Gözlerimi kırpıştırdım. Aralarında ne geçmişti anlamamıştım ama Kübra baya sinirli görünüyordu. Gerçi Kübra genelde sinirli ve gergin bir yapıya sahipti. "Her neyse!" Dedi ve kocaman gülümsedi. "Seni çok özledim!" Ayağa kalkmadan boynuma sarıldığında kıkırdayarak ben de ona sarıldım.
Kübra, benim tek desteğimdi. Birçok kez kriz geçirdiğimde beni hastaneye götürmüş, başımda beklemiş, yoldaşım olmuştu. Yalnızken varlığıyla yalnızlığımı gidermişti. Hatta ben onun sayesinde hukuk okumuştum. Beni her defasında gaza getirip ders çalıştırıyordu. Geri çekilerek birbirimize gülümsedik. "Nerden çıktın sen?" Diye sordum gülümserken.
Omuz silkti. Eyeliner çektiği boncuk gözleri parlıyordu. Kocaman gözleri vardı, öyle güzellerdi ki çok kıskanıyordum. "Seni özledim. Bir de şu abinin haddini bildireyim dedim. Aslında telefonla konuştuğumuz gün gelecektim ama acil bir duruşma vardı. Ekemedim."
Onu yiyecektim. Bedenini baştan sona süzdüm. "İyi misin? Kötü düştün."
"Ayağımı hissetmiyorum ama iyiyim." Gözlerimi büyüttüm. "Ne demek ayağımı hissetmiyorum??"
"Bilmiyorum Nil. Zaten sen neden böyle yerlere geliyorsun ki? Bir sürü böcek sinek var." Yüzünü dayanamıyor gibi buruşturdu. "Asfalt bile yok. Yürüyemiyorum bile burada!"
"Tabi sen alışmışsın adliyenin cillop gibi yerlerine çıftliği görünce bir şaşırdın." Dedim, güldü. "Dalga geçme, yürürken topuğumu kırdım. Onlar en sevdiğim ayakkabılarımdı Nil." Tek ayağında olan ayakkabısına baktım. Kırmızı stilettoları... bu ayakkabılarla ne duruşmaların üstünden geçmişti. Kübra'nın uğurlu ayakkabısıydı. "Bir şey olmaz, yaptırırız." Dedim içini rahatlatmak için.
"Olur mu ki öyle?" Dedi ikilemde kalarak. Sonra birden yükseldi. "Of, hepsi abinin suçu!"
Gözlerimi kırpıştırdım. "Ne yaptı ki?"
"Seni kaybetmiş! Daha ne yapacak!?" Gülmemek için kendimi zor tuttum. "Ben gezerken kayboldum, onun suçu yok." Dedim gerçeği dile getirerek. Omuz silktiği sıra üzerimize bir gölge düştü. Kafamı yukarı kaldırdım ve garip garip bize bakan abimi gördüm. "Ne bu?" Diye sordu bize göstererek. "Kız fantazisi falan mı?" Yerde neden oturduğumuzu sorguluyordu.
Kübra gözlerini devirdi. "Sizi ilgilendirir mi beyefendi?" Diye sordu ters ters. "Kardeşimi ilgilendiren her şey beni ilgilendirir hanımefendi." Dedi abim ve bana elini uzattı. İkisine kısaca baktıktan sonra abimin elini tuttum ve ayağa kalktım. Kalktıktan sonra Kübra'ya elimi uzattım. O sırada homurdanıyordu.
Elimi tuttu ve destek alarak ayağa kalktı. Bembeyaz giydiği takım elbisesi yere düştüğü için kirlenmişti. "İyi misin?" Diye sordum. Ayağını yere basamadığı için endişeleniyordum.
Kafasını salladı. Yine de emin değildim. "Kafeye geçip buz koyalım istersen, hem konuşuruz da." Dedim gülümseyerek. Gelmesine o kadar mutlu olmuştum ki. Kocaman sarılmak istiyordum fakat canı yanar diye korkuyordum.
Kübra beni kafasıyla onayladı. Bir adım attığında dengesi bozulmuştu. Düşmesin diye onu tutacakken abim elini Kübra'nın koluna sararak düşmesine engel olmuştu. "Düştüğünüz yere dikkat edin hanımefendi." Dediğinde Kübra sinirlenerek abimin kolundaki elini itti. "Siz de durduğunuz yere dikkat edin öyleyse!"
"Ben durduğum yere gayet dikkat ediyorum. Siz kendinize bakın."
Kübra tam konuşacaktı ki araya girdim. "Tamam, ikiniz de dikkat edersiniz olur biter." Dedim ve genişçe gülümseyerek Kübra'ya döndüm. "Yürüyemiyor musun?" Diye sorduğumda kafasını belli belirsiz salladı. "Sanırım ayağımı burktum." Dedi küfreder gibi. Koluna girerek yürümesine yardım etmeye çalıştım. "Önce hastaneye gidelim, daha kötü bir şey olabilir." Dediğimde kafasını iki yana sallamıştı.
"Hayır, yarın İstanbul'a döneceğim. Hastaneyle falan uğraşamam, buraya seni görmeye geldim."
"Ama Kübra ayağın kötü olabilir."
"Değil, olsaydı bilirdim. Burkuldu sadece." Derin bir nefes aldım. "Hemen yarın mı döneceksin?"
"Evet, Derya Hanımın duruşması var. Mutlaka orada olmam gerekiyor." Alt dudağımı sarktım. Hemen gitmesi beni üzmüştü ama daha yarına çok vardı ve buradaydı. Şu anın değerini bilecektim.
"O zaman önce ayağının iyi olduğuna emin olalım." Dediğimde kafasını salladı. Bir an olsun üzerimizden gözlerini çekmeyen abime baktım. "Abi, yardım eder misin?" Diye sormuştum ki cevap vermeden Kübra konuştu. "Hayır! Gerek yok. Yürüyebiliyorum Nil."
"Ama acıdığını görebiliyorum." Dedim karşı çıkarak. "Acımıyor." Dedi ve bir adım attı ki o an yüzü acıyla buruşmuştu. Düşmesin diye onu sıkıca tuttum. "Kübra?" Dedim endişeyle.
Her şey o sırada oldu. Abim bir anda harekete geçti ve Kübra'yı kucağına aldı. Gözlerimi kocaman açtım. "Ne yapıyorsunuz? Bırakın beni!"
Abim sert bir nefes vererek Kübra kucağındayken yürümeye başladı. "Sizi beklersek sabah olacak hanımefendi." Dedi. "Yanlış anlamayın sizi taşımaya meraklı değilim, kardeşim için yapıyorum. Sizinle vakit geçirmek için an sayıyor."
Yaa yerim seni!!
Canım abim!
Kübra'nın bir köşeye attığı ayakkabısını alarak peşlerine takıldım. "Bu hiçbir şeyi değiştirmez." Diyordu Kübra. Saçları aşağıya doğru sarkmıştı. Abimin bir eli Kübra'nın sırtında diğeri dizlerinin altındaydı. Düşmemek için olsa gerek Kübra da bir elini abimin boynuna dolamıştı. "Size hiç kimse çok konuştuğunuzu söyledi mi?" Diye sordu abim.
"Evet." Dedi Kübra. "Mesleğim gereği çok konuşuyorum ama sizin gibi boş konuşmuyorum."
Dudaklarımı birbirine bastırdım. Şey... farklı kutuplar birbirlerini çeker mi diyorlardı bu duruma?
Onlar kutup bile değil.
Evet ayı ve sindirella.
"Boş konuştuğumu düşünmüyorum. Gerçekleri söylüyorum. Ağırınıza gidiyorsa o başka tabi." Dedi abim yine hiç istifini bozmadan.
"Benimle düzgün konuşun! Gerçi dağ ağasından beklediğim şeye bak!" Abim yürümeyi keserek durdu.
"Dağ ağası mı?"
"Evet. Tam size uygun bir isim."
"Biliyor musunuz?"
"Neyi?"
"Sizi tam şu an yere atabilirim."
"Eğer öyle bir şey yaparsanız sizi içeri tıktırırım!"
"Allah Allah." Diye homurdandı abim. "Siz kendinizi ne sanıyorsunuz hanımefendi?"
"Devlet savcısıyım." Abimin adımları bir kez daha duraksadı. "İsterseniz cumhurbaşkanı olun. Şu an kucağımda olduğunuz gerçeğini hiçbir şey değiştiremez."
"Beni kucağınıza zorla siz aldınız! Memnun değilseniz bırakın!"
Abimin güldüğünü duydum. "Susmayı dener misiniz? Kendi sağlığınız için, hani dikkatim dağılır, savsaklarım falan Allah korusun yere yapışırsınız. Savcı olmanız da bu durumda hiçbir işe yaramaz."
Sessizlik oldu. Zaten kafenin önüne gelmiştik. Abim Kübra'yı içeri soktuğunda adımlarım duraksadı. Arkalarından bir süre baktım.
Aralarındaki değişik çekim aklıma tek bir şey getirmişti. Aysel... dudaklarımı birbirine bastırdım. Abimin Aysel'e hiçbir zaman o gözle baktığını görmemiştim. Daha çok kardeşi gibiydi. Zaten aralarındaki yaş farkı bunu gerektiriyordu bir bakıma. Aysel abime göre küçüktü. Fakat Aysel için durum farklıydı ve az önce izlediğim manzara onun üzüleceğini söylüyordu.
🪷
BÖLÜM SONUU
Beğendiniz mi bölümü??
Düşünceleriniz?
Kübra?
Nil?
Çınar?
Barış'ı özlediniz mi?
🍭
VOTE VE YORUMU UNUTMAYINNN
🍭
Zeynepizem
İnstagram; Zeynepizem
|
0% |