Yeni Üyelik
38.
Bölüm

38. BÖLÜM🪷

@zeynepizem

Whatsapp kanalı açtım💃🏻 Güncellemeler ve yeni bölüm alıntıları için gelmeyi unutmayınn🥰 (link instagram profilimde var. Yorum olarak atabilirsem buraya da atacağım)

 

🍭KEYİFLİ OKUMALAR🍭

 

ZEHİRLİ ŞEKER

BÖLÜM 38

 

🪷

 

ÇINAR ILGAZOĞLU

 

"OROSPU ÇOCUĞU! Ağzına sıçayım senin!" Dudağımın kenarı yukarıya kıvrıldı. Bu, fazla silik ve görünmez bir kıvrımdı.

 

"Louis!" Kafamı ismimi duyduğum yere doğru çevirdim. "Quoi de neuf?" Diye sordum sert bir şekilde. Adam büyük ihtimalle ne söylediğimi anlamadı. Yüzüme bir süre baktıktan sonra yanındaki adama döndü. "Heval, biz bununla nasıl iletişime geçeceğiz?"

 

Boğazımı temizledim. "Biliyor ben Türkçe." Dedim Fransızlara özgü aksanı kullanarak. Adamlar derince nefeslendiler. "Karı içeride." Dedi, yumruğumu sıkmamak için kendimi zor tuttum. Yüzüme iştahlı bir gülümseme kondurdum. Görev! Göreve odaklan!

 

Önümdeki sikik konuşmaya devam etti. "Ateşli hatundur ha! Dikkat edesen!"

 

Görev Emre! Görev!

 

Kaşlarım çattım. Onlara birer çöp gibi baktım. Gerçi zaten öyleydiler. "Écartezvous de mon chemin." Beni anlamadıkları için yolumun üzerinde durmaya devam ettiler. "Çekil." Dedim Türkçe'yi kullanarak. İkisi de kenara çekildiğinde mağaranın içi daha da netleşti.

 

Adım Louis Martin'di. Fransız bir elebaşına çalışıyordum ve buradaki nihai amacım Türk askerini kendi değerlerine karşı konuşturarak kameraya almak, sonra yaymak ve sonrasında kahvemi keyifle yudumlamaktı.

 

Görev, Emre. GÖREV!

 

Rakım 1000'in üzerindeydi. Buraya çıkan sadece tek bir yol vardı. Dışarıda 12, içerde ise 8 terörist. Tek şansım sahte kimliğimdi ve bu uğurda adam harcamaktan geri durmayacaktım.

 

Bir gündür buradaydım. Beni getiren herifle iyi dostluk kurmuştuk, sonra da onu uçurumdan aşağıya itmiştim. Henüz kimsenin o adamdan haberi yoktu. Üstelik boş durmamış ve bunu yaparken kimsenin dikkatini çekmemiştim.

 

Mağara büyük değildi ama iki farklı odası bulunuyordu. İkisinin de girişi kalın bir örtüyle örtülüydü. İçerisi görünmüyordu. Az önce duyduğum ses soldaki delikten gelmişti. Yani aradığım kadından.

 

"Konusuyor mu?" Diye sordum kalın örtüye dikkatlice bakarken. Sağımdaki adamın sesi duyuldu. "Yoh. Konuşmuyor. Ne ettiysek konuşturamadık." Derin bir nefes alıp verdim. Siyah dosya çantamı sağ elime aldım ve önce sağ kolumdaki gömleğin kolunu yukarıya doğru kıvırdım sonra da sol.

 

Aldığım nefesler yavaştı. Pis bir koku vardı ve piç kuruları etrafımda dolaştıkça da koku yer yer artıyordu. Adamlardan biri önüme geçerek örtüyü kenara doğru çekti. Böylelikle aradığım kadını görebildim.

 

Siyah kıvırcık saçlı bir kadındı. Alnından boynuna kadar akmış kan kurumuştu. Yüzünün belirli yerlerinde çizik ve morluklar vardı. Yine de... güzeldi.

 

Üzerinde bedenine yapışan siyah bir badi ve altında kamuflaj pantolonu vardı. Kıyafetleri kirliydi. Ki bu kirin çoğunluğu kendi kanıyla oluşmuştu. İki gündür burada olduğunu düşünürsek tam olarak bir haftadır bu köpeklerin elindeydi. Kıytırık bir sandalyeye kalın iplerle sıkıca bağlanmıştı.

 

Odayı gözden geçirdim. Kadının başında duran piç kurusu yanımdaki adama baş selamı vererek dışarı çıktı. Emirleri yanımda durandan alıyorlardı. Kod adı Cotkar'dı. Bu şerefsiz yüzünden 3 şehit vermiştik. Ona gebertmeden buradan çıkmayacaktım.

 

Göreve odaklan Emre.

 

Tek bir çıkış. Havalandırma bile yok. Tepede yarım yamalak yanan bir ampül, elektrik kaynağı nerede? Kabloları takip et, sağda, taşların arasından geçiyor. Arkaya doğru. Öyleyse görünenin dışında bir oda daha var. Belki bir çıkış.

 

Düşün Emre, düşün. Buradan çıkabilmenin bir yolunu düşün.

 

Gerçek Louis Martin olmadığım er ya da geç fark edilecekti. En fazla bir saatim vardı. Bir saat içinde bu lanet yerden karşımdaki kadını çıkartmak zorundaydım. Sadece bir saat Emre. Harekete geç.

 

Kadının karşısında bir kamera vardı. Adımlarım oraya doğru ilerledi. Böylelikle tam karşısına geçmiş oldum. Gözlerini yavaşça kaldırarak gözlerimin içine baktı. Korkusuzca.

 

Gözleri yeşil. En acısından. Fotoğrafında bu kadar acı değildi. O yeşil bakışları kısıldı. Sonra kurumuş dudaklarından birkaç kelime döküldü. "O kameraya konuşmam için cesedimi çiğnemeniz lazım." Genişçe gülümsedim. "Ciyneyeceim zaten." Dediğimde dişlerini birbirine bastırdı. Gözlerimden geçirdiklerini anlayabiliyordum. İçten içe küfrediyordu.

 

"İşini çabuk bitiresin." Dedi benimle birlikte içeriye giren adamlardan biri. Cotkar'ın yardakçısıydı. "Bu karıyı yeterince misafir etmişiz."

 

Senin de belanı sikeceğim, sıranı bekle.

 

"N'interfère pas avec mes affaires!" Diye bağırdım yüksek bir ses tonuyla. Amacım etkim altına almaktı. Beni anlamadıklarını biliyordum ama aralarından anlayanlar da çıkabilirdi. Riske giremezdim. Yanlış bir şey söyleyemezdim. Yanlış bir şekilde bakamazdım bile.

 

Kameranın arkasından çekilerek kadına doğru ilerledim ve tam önünde durdum. Çenesini kavrayarak yüzünü yukarıya doğru kaldırdığımda yeşillerindeki nefret arttı sanki. "Hepinizin belasını tek tek sikecekler." Dedi gözlerini kaçırmadan. "Köpeklik ettiğiniz kim varsa hepsinin!"

 

Hak verdim. Hepsinin belasını sikecektim. Kadının çenesindeki gamze dikkatimi çektiğinde oraya yoğunlaştım ve konuştum. "Ben, çok bilmiyor Türkçe. Sen ne anlatıyor?" Güldü. Gamzesi derinleşti. "Öğretiriz." Dedi bir de üstüne. "Biz Türkler öğretmeyi severiz." Kaşlarım çatıldı. Bu rol değildi. Garip bir şey hissetmiştim. Kendimi kontrol altına alarak kadının yüzüne doğru eğildim. "Bir kez diyeceim. Konus yoksa çok köti olacak."

 

Dudağının kenarı yukarı kıvrıldı. Yüzündeki çiller iyiden iyiye belirginleşti sanki ya da yüzüne gereğinden fazle eğildim. Ki o da bunun farkındaydı. Kafasını geriye alarak burnuma geçirmek gibi bir girişimde bulundu ama Anadolu çocuğu bu tür girişimleri yemezdi. Güldüm.

 

"Alors commençons le jeu."

 

Kadın kaşlarını çattı. "Ne zırvalıyorsun amına koyduğumun salağı?" Yüz ifademi bozmamak için zor tuttum kendimi. "Başlayalım, diyorum."

 

Yavaş adımlarla arkasına doğru geçtim. Ellerim ellerini buldu. "Ne yapıyorsun!?" Diye sordu tükürür gibi. Cevabım gecikmedi. Moğaranın içi kadının acı inlemesiyle doldu.

 

Serçe parmağını kırmıştım.

 

🪷 

 

NİL

 

Durmuş gibi gelen zamana inat her şey su gibi akıp gitmişti. İki gün önce hastaneden çıkmıştım ve iki gündür de Barışlarda kalıyordum. Barış'ın odasında ve yatağında. Tabi benimle aynı odada kalmıyordu ama burada kalmak içimi gıdıklıyordu.

 

Taburcu olacağım gün ayaklarımda hissettiğim acı beni ağlatacak raddeye getirmiş ağrı kesiciler bile bir işe yaramamıştı. Gün boyu kıvranmıştım ve Barış bana iyi gelen tek şey olmuştu. Doktor acıyı hissetmemin iyi bir şey olduğunu söylemişti ama o an gerçekten çekilmez hissettiriyordu.

 

Şu an iyiydim. Acı dinmişti. İlaçlarımı düzenli kullanıyor, düzenli besleniyor ve hatta ayaklarımı hissediyordum. Tek sorun destek almadan yürüyememdi. Hatta destek almadan kalkamıyordum bile. Yine de ayaklarımı hissediyor olmak bile benim için bir mucizeydi.

 

En küçük şeye bile şükretmem gerektiğini fark etmiştim. Hayata karşı daha olumluydum. Çünkü hayat gelip geçiciydi. Kimse aynı kalmıyordu.

 

Karnımın üstündeki laptop ağır olmasa bile uzun zamandır karnımın üzerinde olduğu için canımı yakmaya başlamıştı. İki gündür boş durmuyordum. Davamı sağlamlaştıracak delilirler üzerinden dosyamı hazırlıyordum ama eksik çok nokta vardı. Eksikleri tamamlayabilmem için de ayağa kalkmam gerekiyordu. Kalkacaktım. Bu dosya er ya da geç bitecekti.

 

Kapı iki kez vurulduğunda ekrandan dikkatimi ayırarak kapıya döndüm. "Gitin?" Diye seslendiğimde kapı kendiliğinden açıldı. Sonra minnak Aysu'yu gördüm. "Yinge, naparsın?" Diye sordu kapının önünde durmaya devam ederek. Genişçe gülümsedim. Laptopu kapatarak yatağın kenarına koydun. "Bir Prensesin yükselişini yazıyorum."

 

Bana masum masum baktı. Kıkırdadım. "Gelsene içeri, neden kapıda duruyorsun?" Gözleri yerde dolandı. "Şey." Dedi.

 

Kem küm.

 

"Ney?"

 

"Oyun oynıyak mı?"

 

Eşek sıpası. İki gündür odaya sadece oyun oynayalım mı diye sormak için geliyordu. İlk gün Barış izin vermemişti, ikinci gün de Esma teyze. Üzüldüğünü görüyordum ama şu durumda yapabileceğim bir şey yoktu. Ayağa doğru düzgün kalkamıyordum sonuçta.

 

"Gel. Oynayalım." Dediğimde gözleri parladı. Giydiği çiçekli mor şalvarını yukarıya doğru çekerek yanıma koştu. Zor bela uzandığım yatağa çıktığında ona genişçe gülümsedim. "Ne oynayalım?" Diye sordum. Birazcık düşündü. "Sen şimdi hasta ol, ben de doktor olim." Dedi tatlı tatlı.

 

"Ol bakalım, nasıl doktor oluyormuşsun." Hemen role bürünerek bakışlarını düzeltti. Ciddi bir şekilde üzerime doğru eğildi ve yüzünü göğsüme yasladı. "Kalbin atıyor." Dedi o sırada. "Çok da güzel atıyor he."

 

Barış'a attığı içindir.

 

"Peki sağlığım nasılmış?"

 

Geri çekilerek gözlerimi incelemek adına baktı. Bir an gözlerimi çıkartacak sandım neyseki öyle bir şey yapmadı. Kulaklarıma da baktı. Sonra giydiğim tişörtü kaldırdı ve karnıma dokundu. Karnımın da iyi olduğuna emin olduktan sonra geri çekildi. "Yinge." Dedi o sırada. "Hm?"

 

"Senin hiçbir şeyin yok."

 

"E ne güzel işte. Sapasağlam bir hastanım."

 

"Ama o zaman niden yürüyemiyon? Eskisi gibi seksek oyniyamıycak mısın?" Diye sordu üzgünce. "Benlen hiç güzel oynıyamıyon ki artık."

 

Ne diyeceğimi bilemedim bir an. Oysa Aysu konuşmaya devam etti. "Hem niden sana sürekli iyneler batırıyoylar? Abime kızım mi? Hep o iyne batırıyor sana. Yapmasın bi daha."

 

Kafamı salladım. "Kız abine." Dedim. Kafasını salladı. "Dur kızım de gelim!" Dedi ve yataktan hoplayarak kapıya koştu. Güldüm. Odadan çıkar çıkmaz abi diye bağırmaya başlamıştı.

 

Ben de abi diye bağırmak istiyordum. Gelsin istiyordum artık. Her ne yapıyorsa bitirsin ve gelsin.

 

2 gündür her ihtiyacımda yanımda olmuşlardı. Hepsi. Esma teyze, Aysel, Baran... bir kez bile yüzlerinde memnuniyetsiz bir ifadeyle karşılaşmamıştım. Hepsi gözümün içine bakıyordu. Rahat edebilmem için o kadar uğraşıyordular ki içerlemeden edemiyordum.

 

Benim ailem niye böyle değildi?

 

Onlara aile bile diyemiyordum. Hepsi kötü kalpliydi. Kötülüğe hizmet etmek için yaratılmışlardı sanki.

 

Pikeyi kenara ittim ve bacaklarımı yataktan aşağıya sarktım. Bacaklarımı da ayaklarımı da hareket ettirebiliyordum ama yürüyemiyordum. Barış'la birlikte yürüyorduk. Artık tek başıma yürümek istiyordum ben. Derin bir nefes aldım.

 

Yapabilirdim.

 

Yataktan destek alarak ayağa kalktım. Ayağa kalkmakta çok zorlanmıyordum ama bazen canım yanıyordu. Şimdi olduğu gibi. Sızlanmayı keserek sağ ayağımı ileriye doğru attım. Kemiklerim kırılıyor gibiydi. Sanki kemiklerimin yerinde keskin bıçakalr vardı ve beni içten içe kesiyordu. Acıdan dolayı gözlerim dolsa da diğer adımımı da attım.

 

Artık tutunacak hiçbir yerim yoktu.

 

🪷 

 

ÇINAR

 

Önümdeki kadının inleyişleri sızlanmalara dönüştü. Sonra derin derin nefesler alıp verdi. "Senin soyunu sopunu, geldiğin ırkı, konuştuğun dili sikeyim! Orospu çocuğu!"

 

Dudağımın kenarı yukarıya doğru kıvrıldı. Ellerimi sandalyenin arkasına yasladım ve yüzümü kulağına doğru yaklaştırdım. Fısıldadım. "Bir gün hatırlat yapalım bunu."

 

Yüzümü yavaşça kaldırarak odadaki adamlara baktım. "Laisse-nous tranquille." Yüzüme mal mal baktıklarında bıkkın bir nefes verdim ve örtüyle kapatılmış kapıyı gösterdim. "Disari!"

 

Adamlar birbirine baktılar. Sonra beni buraya getiren adam konuştu. "Ne edeceksen yanımızda et."

 

Sırıttım. "Size de mi?" Diye sorduğumda gerildiklerini gördüm. Çok oyalanmadan odadan çıktılar.

 

Louis Martin, Fransız soylu bir elebaşının en güvendiği adamıydı. O adamı bulmuş, paketlemiş ve orduya teslim etmiştim. Yerine geçmekte hiç sıkıntı yaşamamıştım çünkü Fransızcam ileri seviyedeydi. Üstelik buradaki kimse adamın yüzünü tanımıyordu. Buluşma noktasındakiler biraz zorluk çıkartmıştılar gerçi... ben de kafalarına sıkmak zorunda kalmıştım.

 

Çok mühim bir konu değildi. Bu günki dosyamın ana kahramanı sandalyede oturan kadındı. Bir askerdi, hatta rütbeli bir asker.

 

"Şimdi güzellik ne yapıyoruz biliyor musun?"

 

"Sen ne yaparsın bilmem ama ben senin gelmişine geçmişine bir güzel söveceğim." Yüzümdeki gülümseme büyüdü. Odaya yeniden göz gezdirdim. Örtü inceydi. Kanuştuklarımızı duyma ihtimalleri yüzde seksen beşin üzerindeydi. Üstelik örtü kapanın tamamını kapatmıyordu.

 

Neyseki bu boktan yere kamera koymayı akıl edememiştiler. Yine de ihtimallere karşı Louis gibi davranmaya devam edecektim.

 

"Çok kabasın." Dedim fısıltıyla. Cebimden bir çakı çıkartarak elimde birkaç tur döndürdüm. Çakı kadının görebileceği bir konumdaydı. Nefeslerinin hızlandığını fark ettiğimde çakıyı çevirmeyi kestim. Tam yüzeyini görebilirdi bu şekilde. "Sen." Demişti o sırada. Devamını getirmesine izin vermedim. Dudaklarım kulağının tam önünde durdu. Neredeyse ona dokunacak kadar yakındı. "Ben, seni buradan çıkaracağım."

 

Birkaç saniye sessizlik oldu. Söylediklerimi beklemiyor gibiydi ama omuzlarının dikleştiğini fark ettim. Sadece benim duyabileceğim bir şekilde fısıldadı. "Sen Türk'sün."

 

Dudağımın kenarı yukarı kıvrıldı. Duymayı en sevdiğim şeylerden birisiydi bu. Gerçi çoğu insan bu cümleyi kurduktan sonra hayata gözlerini yummuştu ama bunu da sayardım. Duymayı en sevdiğim bir şey daha vardı. Bir anda Nilüfer'in abi demesi kulaklarımda yankılandığında kaşlarımı çattım ve anında zihnimdekileri def ettim.

 

Görev sırasında görevden başka hiçbir şeyi düşünme!

 

Elimdeki çakıyı aşağıya doğru aldım ve kadının bileklerini tuttum. Keskin yüzeyi iplere sürttüğümde inlemişti. Kırdığım parmağı ben ipleri kesmeye çalıştıkça acıyor olmalıydı ama yine de iyi dayanıyordu. İpleri kendi başına açabileceği kadar kestikten sonra çakıyı cebime attım. O sırada eline de bir şeyi tutuşturmuştum. Çakının üstünde yazan şeyi. Sandalyenin arkasından dolaşarak öne doğru geldim. İzlendiğimi biliyordum. Örtü işimi zorlaştıracaktı.

 

Odadaki çekim kamerasının ayaklarını sandalyede oturan kadına doğru yaklaştırdım. Hemen sonra getirdiğim dosya çantasından bir kağıt çıkarttım ve kadına doğru tuttum. Kadın kağıda baktıktan sonra gözlerini gözlerime doğru kaldırdı. Orada bir rahatlamışlık vardı. Belki de bir haftadır çektiği işkencenin son bulmasına seviniyordu.

 

Gerçi az önce onun parmağını kıran da benden başkası değildi. Kağıdı yüzüne doğru tutmaya devam ederken sordum. "Anladin mi?" Şimdi rolüma ayak uydurmak zorundaydı yoksa bir parmağını daha kırmaktan çekinmeyecektim.

 

Dişlerini birbirine bastırdı. Az önceki rahatlamış bakışlarına nefret yerleşti. Onun aksine ben genişçe gülümsedim.

 

"Bakalim elimizde ne var?" Dedim kendi kendime eğlenmeye devam ederek. Kağıdı kadının gözlerinin önünden indirdim ve çantama geri koydum. "Simdi konusacaksın!" Dedim. "3 sansin var."

 

Sessizce bana bakmaya devam etti. Eğer zamanlamaya uymazsa boku yerdik. "Bir." Dedim gözlerinin içine bakmaya devam ederek. "Konus."

 

Konuşmadı.

 

"İki." Dedim bu sefer. Yeniledim. "Konus." Konuşmadı. Birkaç saniye bekledim. Aynı saniyede yapmak zorundaydı. "Üç."

 

Dosyadan çıkarttığım kurusıkı silahla iki el ateş ettim ve aynı saniyelerde bir patlama duyuldu. Örtü içeriye doğru düşen iki adamın ağırlığıyla yerinden yırtıldı. Böylelikle dışarda bulunan bir kişiye daha ateş ettim ama diğerlerinin ateş hattından kılpayı kurtulmuştum.

 

Kadın, çok şükür bismillah, kestiğim iplerden kurtularak yere çökmüştü. Çökmeseydi zaten onun için yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Çantadaki küçük silahı yerden kadına doğru ittim. Anında kaparak ateş etti. Kırık parmağına rağmen iyi nişancıydı.

 

Kadının eline bir bomba kontrol cihazı bırakmıştım. Düğmeye bastığı an dışarıda unutmuş gibi yaptığım sırt çantam patlayıvernişti.

 

Sayabildiğim kadarıyla altı kişi gitmişti ve bunların arasından Cotkar da vardı. Bombanın patladığı yerde en az iki kişinin olması gerekiyordu. Bu da sekiz eder. Geriye on kişi kaldı. Hayır, On iki. Kafanı topla! Yolumuzun üstündeler. Ama bomba taşları yıkmış olmalı. Giriş büyük ihtimalle kapandı. Kapanmalı!

 

Olduğum yerden kalkarak duvarın kenarına geçtim ve kapıya doğru yaklaştım. Muhtemelen iki kişi ateş ediyordu. Silahımı daha sıkı kavradım ve mermi seslerini dinledim. 3-3-1-2

 

Şimdi.

 

Kafamı çıkartarak ateş ettim. Bir inleme duyuldu. Tam yüzümün önünden geçen mermiyle bakıştık. Neyseki sadece bakıştık. Kendimi geriye aldım. Silah sesleri yavaşladı. Artık bir kişi vardı ve onu da hâlâ yerde olan kadın indirmişti.

 

Derin bir nefes aldım ve arkama bakmadan odadan çıktım. Cesetlerin üzerinden geçerken yüzüm buruşmuştu. Her taraf toz içindeydi. Piç herifler yüzünden takımım kirlenecekti. Mağaranın girişi tahmin ettiğim gibi taşlarla kapanmıştı. Hatta bir tanesi o taşların altında kalmış ciyak ciyak inliyordu.

 

"Gerçekten planın bu muydu?" Diye sordu arkamdan gelen kadın. Bunu söyledikten sonra inleyen herifin kafasına sıkmıştı. Ona bakmadım. Diğer odaya ilerledim. Örtüyü çekip kenara attım. İçerde kayda değer bir şey yoktu. Uyuyup yemek yedikleri bir yerdi anladığım kadarıyla. "Sana söylüyorum. İçeriye girmeleri an meselesi! Sıkıştık kaldık burada."

 

"Kafamı ütülemeyi keser misin lütfen, düşünmeye çalışıyorum." Dedim sakince. Duyduğum sert nefes sesi dudaklarımı kıvırmamı sağladı ama ciddiyetimi bozmadım. "Senin kafanı da seni de-" araya girdim. "Küfretmeyelim, günah."

 

Mağaranın girişi kapanmış ve güneş ışığı gitmişti. Ama ampüller hâlâ yanıyordu. Bu da doğru düşündüğümü gösteriyordu. "Şu elektrik tellerini takip et." Dediğimde homurdanmıştı. Yine de dediğimi yaptı. İki elektrik teli de az önce bulunduğumuz odanın duvarından geçiyordu. İlerleyerek duvara yaklaştım ve inceliği hesaplayabilmek için belli kısımlarına birkaç kez vurdum. Üst taraftaki ses daha toktu. Bir boşluk vardı.

 

Ortadaki kameraya tekme attım. Yana doğru devrildiğinde demir ayakları elime alarak doğruldum. "Dışarıyı kontrol et." Dedim o sıra. Kadının zar zor yürüdüğünün farkındaydım ama şu an dayanmak zorundaydı.

 

Hızlı olmak zorundaydık. Tek çıkış şansımız bu duvardı.

 

🪷 

 

NİL 

 

Ücüncü adım. Ve dört.

 

Yürüyebiliyordum. Tek başıma adım atmıştım. Hem de dört adım. "Nil?" Kafamı yukarı kaldırdım. Barış'la göz göze geldik. Yüzünde geniş bir gülümseme vardı. Bana doğru bir adım atacaktı ki elimi kaldırarak onu durdurdum. "Gelme. Bu sefer sana ben geleceğim."

 

Tam karşımda durdu ve ışık saçan gözlerle gözlerimin içine baktı. Kendimi bir an onun çocuğu gibi hissettim. Sanki ilk adımlarımı atıyordum. Öyle bir bakıyordu ki...

 

Ona doğru bir adım daha attım ama bu sefer ayaklarım biraz acıdı. Yine de düşmedim. Tam önüne gelmeyi başardığımda bana kollarını açmıştı. Belimi sıkıca kavrayarak bedenimi göğsüne yasladığında derin bir nefes aldım. Gözlerim dolmuştu.

 

"Sen var ya sen..." dedi kollarını sıkılaştırırken. "Gördüğüm en muhteşem şeysin." Derin bir nefes aldım. Bu kadar erken ayağa kalkabildiysem Barış sayesindeydi. "Barış."

 

"Güzelim benim."

 

Gülümsedim. "Şimdi yürüdüm ya," dedim nefeslenerek.

 

"Yürüdün bebeğim."

 

"Abim gelir dimi?"

 

"Gelecek." Dedi. Şimdi gelmesini istiyordum çünkü abimi çok özlemiştim. Ne bileyim tanışalı çok olmamıştı ama ailem olmuştu sonuçta. Hayallerimdeki gibi değildi. Gerçekti. Gerçeğine sarılmak hayallerimdekine sarılmaktan daha güzeldi.

 

"Aysu sana kızdı mı?" Diye sorduğumda güldü. "Evet." Ben de güldüm. "Ben söyledim kızmasını." Kollarını sıkılaştırdığında ayaklarım yerden kesilmişti. İhtiyacım olan bir şeydi bu çünkü bacaklarım ciddi anlamda ağrımaya başlamıştı. "Cadı." Diye fısıldadı kulağıma doğru.

 

Kıkırdadım. "Yatağına kadar yürümek ister misin?" Diye sorduğunda kafamı aşağı yukarı salladım. Ne kadar ağrırsa ağrısın artık yürümekten vazgeçmeyecektim. Barış kollarını bedenimden yavaşça çektiğinde ayaklarım yeniden yere değmişti. Ona tutunarak yatağa doğru döndüm ve derin bir nefes aldım. Barış'ın elleri belimin kenarındaydılar ama bana dokunmuyordu. Düşersem diye tetikteydi.

 

"Hadi bakalım." Dediğinde adım attım. Yüzüm buruştu. Diz kapaklarım acıyordu. Dişlerimi birbirine bastırdım. Birkaç adım daha... yapabilirdim.

 

Bir kez daha adım atacağım sıra tüm dengemi kaybettim ama yere düşmedim. Barış tutmuştu. Yine. Beni nazikçe kucağına aldı ve yatağa bıraktı. Hemen sonra yanımdaki boşluğa oturarak yüzüme doğru eğildi. "Kendini bu kadar zorlamana gerek yok, güzelim."

 

Omuz silktim. "Yürürsem abim gelecek." Dedim. Söz vermişti çünkü. Yürümeye başladığım an gelecekti. Öyle söylemişti. Bugün yürümeye başlamıştım. Gelmeliydi değil mi?

 

"Nil." Dedi Barış. Yüzüne baktım. "İşi uzamış olabilir." Omuzlarım düştü. "Ama sonuçta gelecek." Diye devam etti. "O geldiğinde dimdik ayakta olacaksın. Sonra canınızı yakan kim varsa birlikte bedelini ödeteceksiniz." Gözleriyle kenarda duran laptopu gösterdi. "İki gündür dosyayı hazırlayabilmek için uyumuyorsun bile. Ama hâlâ bitmedi değil mi?"

 

Kafamı usulca salladım. "Bazen tahmin edemediğin şeyler olur. Bunlar seni yolundan dördürmeye yetmez. Yetmemeli. Abin gelecek. Belki bir gün belki bir hafta sonra ama gelecek. Seni daha yeni bulmuşken bırakır mı sanıyorsun?"

 

Gülümsedim. Bırakmazdı. En azından ben bırakmayacaktım.

 

🪷 

 

ÇINAR

 

"Buraya gel." Diye seslendim. Elimdeki demiri bir köşeye attığım sıra kadın yanıma gelmişti. Birkaç saniye duvarın içinden geçen ufak deliğe baktı. Oradan geçecektik. "Hadi." Dedim. "Önce kadınlar." Gözlerini kıstı. Yüzüne memnunsuz bir ifade geçirdi ve elindeki silahı komuflaj pantolonunun beline sıkıştırdı. Duvara doğru döndüğünde tam arkasında yerimi aldım.

 

Elini uzatarak bir taştan tutundu ve kendini yukarıya doğru çekti. Tek başına çıkamayacağını fark ederek kalçasını kavradım ve onu yukarıya doğru ittim. "Hey! Eline koluna hakim ol!" Sırıttım. "Emekle. Sonsuza dek seni bekleyemem."

 

Homurdandı. Büyük ihtimalle küfür etmişti. Yüzümdeki sırıtış büyüdü. İlerlediği an arkasından deliğe girdim. Oldukça yavaş olduğu için, ki yavaş olmasının nedenini biliyordum, yine de ona takılmaktan geri durmadım. "Seni hiç parkurlarda süründürmediler mi kızım?"

 

"Bak tam arkamdasın, tekmeyi yiyeceksin he!"

 

"Evet," dedim. "Tam arkandayım. Manzara müthiş."

 

Durdu. "Ulan şerefsiz! O gözlerini yerinden çıkartırım senin bak!" Sırıtarak dudaklarımı birbirine bastırdım. Daha fazla sinirlenmesin diye başka bir şey söylemedim. İlerlemeye devam etti. Gittikçe karanlıklaşan küçük tünel bir yandan da gittikçe darlaşıyordu. "Bana bir ışık gördüğünü söyle." Dedim sabırsızca.

 

"Hiçbir bok görmüyorum!"

 

"O zaman biraz daha hızlanmaya ne dersin!? Aksi takdirde götten yiyeceğim mermiyi!"

 

Güldüğünü duydum. "Alışkınsındır sen." Dedi bir de gülerken. Gözlerimi kırpıştırdım. "Pardon?" Diye sordum.

 

Cevap vermedi. Şu saniyelerde sırıttığına emindim. Şeytan diyordu ki... neyse. Şu saniyelerde şeytana uymak pek mantıklı değildi. Üstelik artık hiçbir şey görmüyordum. Bu sikik tünelde gittikçe darlaşıyordu. Artık ellerimin değil dirseklerimin üzerinde ilerliyordum.

 

"Bir şey soracağım." Diyerek sessizliği bozdu. Tek kaşımı kaldırdım. "Evet?"

 

"Sıkışıp kalmazsın değil mi?"

 

"Ha-ha çok komik!" Dedim homurdanarak. Kıkırdadı. Daracık yerde değişik bir ferahlık hissettim. "Komikti bence. Hem parmağımı kırdığın kısmı daha unutmadım."

 

"Rol gereği alınma."

 

"Geri zekalı, kırmak zorunda değildin!" Diye yükseldiğinde içten içe pişmanlık duydum. Zorundaydım. Aksi takdirde o odada yalnız kalmamıza izin vermezdiler. Yine de canını yaktığım için sikik bir vicdan azabı çekiyordum.

 

"Kusura bakma." Diye homurdandım. Duydu mu bilmiyordum ama cevap vermedi. Birkaç saniye sonra acıyla inlediğinde kaşlarım çatıldı. "Ne oldu?" Demiştim ki kafam yumuşak bir yere çaptı. "Geri zekalı! Geri çekil!"

 

Kafam... kalçasına çarpmıştı.

 

Toparlanarak geri çekildim. "Kızım ne diye aniden duruyorsun!?"

 

"Aniden durmadım! Daha fazla ilerleyemiyorum!"

 

"Ne demek daha fazla ilerleyemiyorum!"

 

"Çünkü ilerleyebileceğim bir yer yok! Kafamı çarptım. Tünel burada bitiyor! Şahane planın yüzünde ya burada çürüyeceğiz ya da teslim olacağız ki bu saatten sonra teslim olmak gibi bir girişimde bulunursam beni canlı canlı siksinler tamam mı!?"

 

"Salak salak konuşma!" Dedim sertçe. "Duvarı itmeye çalış. Burada bir çıkış olmak zorunda!" Cevap vermedi. Büyük ihtimalle dediğimi yapmaya çalışıyordu. Ofladı. "Eğer parmağımı kırmasaydın her şey daha kolay olabilirdi!"

 

Derin bir nefes alıp verdim. Birazcık geri çekildim. "Yere uzan." Dediğimde anlamadı. "Ne yapayım?"

 

"Yere dümdüz uzan Teğmen. Üstüne çıkacağım."

 

"Sen benimle dalga mı geçiyorsun be adam!?" Sabrımı sınıyordu. Şu boktan yerden çıkmak istiyordum artık! Ellerimi yerden kaldırdım ve kadının ayak bileklerini tutarak geriye doğru çektim. Göğsünün üstüne düşmüş olmalı ki sızlandı. "Ağzına sıçayım senin!" Onu duymazdan gelerek üzerinden ilerledim. Belinin kenarından destek alarak ağırlığımı vermemeye çalıştım. Ağırlığımı taşıyamazdı. Saçları sakallarıma dolandığında bir dizimi kendime doğru çekerek bacaklarının arasına yerleştirdim. "Kıpırdama." Dediğimde sert bir nefes verdi.

 

Bahsettiği çıkmazda elimi gezdirdiğimde kaşlarım çatılmıştı. Kobloların geçtiği yer burasıydı. Öyleyse şu an yapabileceğim tek bir şey vardı. Bir elimi kadının omzunun üzerine sabitleyerek duruşumu kuvvetlendirdim. Diğer yumruğumu sıkarak taşa geçirdim.

 

"Sikeyim ya!" Diye acıyla kasıldığımda kadın konuşmuştu. "Buradan çıkışın olduğuna emin misin? Hiçbir ışık yok."

 

"Eminim." Dedim ve bir yumruk daha geçirdim. Duyduğum kırılma sesi gözlerimin parlamasını sağladı. Bir kez daha vurduğumda ses arttı ve kabloların geçtiği yerden ışık huzmeleri göründü.

 

Yorulmuştum. Duruşum hiç iyi değildi. Ağırlığımı kadına vermemek için gücümün yarısını bedenimde kullanıyordum ve bu daracık yerde yumruk atmak çok zordu.

 

"Ağırlığını verebilirsin." Demişti o sırada. "Ben askerim. Bedenim dayanıklıdır." Benden günah gitmişti öyleyse. Göğsümü sırtına yasladığım anda yine homurdandı ama bir şey söylemedi. Bir elimle kadının kafasını kapattım ve kalan son gücümle duvara geçirdim.

 

Dökülen taşlar gözlerimi kapatmamı sağladı. Kadının üzerine biraz daha eğildiğim. Kafama, enseme ve sırtıma düşen ağırlıklar her defasında küfretmemi sağladı. Sonunda taşların düşüşü durduğunda gözlerimi açtım. "İyi misin Teğmen?"

 

"Evet." Dedi zorlukla. "Sadece nefes alamıyorum." Kafasının iki yanında ellerimi yasladım ve kendimi ileriye doğru ittim. Taşlar dökülmeye devam etti ama artık küçük parçalardı. Kadına zarar vermezdi. Güneş ışığı gözümü yaksa da oralı olmadan çevreyi kontrol ettim. Görünürde kimse yoktu. Dağın arka tarafında olmalıydık. Burada taşlar daha sivri görünüyordu ama açık olanlar da vardı. Oradan aşağıya inebilirdik.

 

"Sakın kıpırdama." Dedim yeniden. Bu dağın eteğinde bir bomba patlatmıştım ve ne zaman koyvereceği belli olmazdı. "İyi de zaten kıpırdayamıyorum ki." Diye sitemle konuştu. Onu duymazdan geldim ve kendimi tamamen dışarı çekerek aşağıya atladım. "Hay sikeyim!"

 

Kadın çeketimden tutarak beni geri çektiğinde dengemi sağlayarak taşlara tutunmuştum. "Geri zekalı mısın sen!? Atladığın yere dikkat etsene!" Diye söylendi. Bu sefer ona hak verdim.

 

Son anda tutunmuştum. Tutunmasaydım aşağıya çoktan varmış olurdum herhalde. Dikkatli bir şekilde kadına doğru döndüm ve koltuk altlarından tutarak onu dışarıya çektim. Yüzü acıyla buruştu. Ayakları yere bastığı an derin bir nefes almıştı. Ayakta kalmak tehlikeliydi. Onunla birlikte yere oturduğumda karşı gelmedi. Sırtı omzuma yaslıydı. Ayaklarını ileriye doğru uzattı ve nefeslendi.

 

Yakınlığı... her neyse.

 

Çok şükür, diye geçirdim içimden. Zor kısım bitmişti. Geriye sadece bu dağdan kazasız belasız inmek kalmıştı.

 

Nilüfer'i şu saniyelerde düşünebilirdim. İyi olmasını umut ediyordum. Onu, bana ihtiyacı olduğu bir anda tek başına bırakmıştım ve içim içimi yiyordu. Bir an önce gitmek istiyordum. Acaba ayağa kalkabilmiş miydi? Geç kalmak istemiyordum. Ona söz vermiştim.

 

"Yürüyebilecek durumda mısın?" Diye sordum. Kafasını salladı. "Hallederim." Dedi kısık bir ses tonuyla. Bana yaslanmayı keserek toparlanmaya çalıştı. Halledebileceğini sanmıyordum. Bir haftadır doğru düzgün beslenmemişti büyük ihtimalle. O orospu çocukları bilerek aç susuz bırakmıştı kadını. Üstelik yüzündeki yaralar bedeninde de olmalıydı.

 

Ayağa kalktım ve ona elimi uzattım. Önce bana sonra da uzattığım elime baktı. Elimi tuttuğunda derin bir nefes aldım ve onu ayağa kaldırdım. Aniden var olan yakınlığı beynimim durmasını sağladı.

 

Ulan Emre kendine gel! Ergen misin oğlum sen!?

 

Kadın elini geri çektiğinde ben de bir adım uzaklaştım. "Timinle buluşacağız." Dedim ve yürümeye başladım. "Sen yeni mi katıldın?"

 

Kafamı iki yana salladım. Arkamdan geliyordu. "Hayır. Ben senin timinden değilim."

 

"Hangi timdensin öyleyse?" Diye sordu merakla. "Ben asker değilim." Dedim. Duraksadığını fark ettim. Ama soru sormayı geçiktirmedi. "Bir Fransızın yerine geçbildiğine göre MİT'tensin?"

 

Zekiydi. Sessiz kaldığımda cevabımı anlamış olmalıydı. Bir yamaçtan aşağıya indiğimde geri dönerek kadına elimi uzatmıştım yine. Tuttu ve olduğum yere kazasız bir şekilde inebildi. Yeşil gözleri bir kez daha dikkatimi çekti. "Hızlı olmamız lazım. Mağarayı açtıklarında orada olmadığımızı çok çabuk fark edeceklerdir."

 

Kafasını salladı. Yarım saat boyunca sessizce yürüdük. Kadının artık mecali kalmadığına emin olduğum an durdum. Neden durduğumu anlamak için yüzüme baktı. "Hızlanmamız gerek." Yutkundu. "Elimden geleni yapıyorum." Dediğinde kafamı salladım. "Biliyorum ama bu şekilde daha fazla ilerleyemeyiz." Kaşlarını çattı. "Ne yapabilirim?" Diye sordu nefes nefeseyken.

 

Ona sırtımı döndüm ve bir dizimi yere yasladım. "Atla."

 

"Ne?"

 

"Bir an önce aşağıya inmemiz lazım Teğmen. Buluşma noktasına zamanında ulaşamazsak her şey boşa gider."

 

"Bak bunu normalde hayatta yapmam ama-"

 

"Biliyorum. Hadi." Bana yaklaştı. Kollarını boynuma sardığı an bacaklarımı kavradım ve ayağa kalktım. Hiç beklemeden yürümeye başladım. Zamanımız azdı. Timine yetişmek zorundaydık yoksa buradan çıkamazdık.

 

Ve artık benim geride bir bekleyenim vardı. Kardeşim. Onu yalnız bırakmayacaktım. Bu işi ölümden korkmadığım için, arkamdan kimsenin ağlamayacağını bildiğim için seçmiştim ancak artık durum farklıydı.

 

Dağın yamaçları keskinliğini azaltmıştı. Artık daha rahat yürüyebiliyordum. Kadın kafasını omzuma yaslamıştı ve gözlerinin açık olmadığına emindim. Bir haftalık işkence, üstüne aç ve susuz kalmıştı, onun da üstüne parmağını kırmıştım.

 

İyi bok yemiştim gerçekten.

 

"Teğmen." Dediğimde mırıldandı. "Hı?"

 

"Uyumuyorsundur umarım."

 

"Uyumuyorum." Sesi uykulu geliyordu. "Emin misin?"

 

"Hı-hm."

 

"Sen de haklısın şimdi, geniş omuzlarımı buldun tabi uyumamak olmaz." Gülerek sert bir nefes verdi. "Bir haftadır uyumuyorum." Dedi. Dişlerimi birbirine bastırdım. "Biraz daha dayanabilirsin."

 

Sessiz kaldı. Üsteledim. "Bana cevap ver."

 

"Sorun değil." Dedi o an. "Sırtında ölmek koymaz bana." Gülümsedim. "Biraz daha abart istersen Pollyanna."

 

Kollarını sıkılaştırdı. Derin bir nefes aldım. Yorulmuştum. Alnımdan akan terler cabasıydı. "Az kaldı. Dayan." Dedim. Bunu aslında bir bakıma kendime de söylemiştim.

 

Az kaldı Emre, dayan.

 

Neredeyse yirmi dakika daha yürüdük. Bu süre boyunca kadının uyumamasına dikkat etmiştim. Uyursa uyanamayabilirdi. Artık yol daha düzdü ama artık daha yorgundum. Bir ağacın altında durdum ve kadını sırtımdan indirererek ağaca yaslanmasını sağladım. "Teğmen."

 

Gözlerini araladı. "Geldik mi?"

 

"Henüz değil. Az kaldı."

 

Bir kilometre kadar.

 

Nefeslendim. Göğsüm yanıyordu. Yorulmuştum. Kadının yanına oturdum ve ağaca yaslandım. Güneş ışıkları artık kaybolmaya başlamıştı. Geceye kalmak istemiyordum ama biraz daha durmadan yürürsem bu sefer savunmasız kalacaktık. Tüm gücümü harcayamazdım. Hâlâ düşman topraklarındaydık.

 

"Adın ne?" Diye sordu o sırada. Yüzümü ona taraf çevirerek yüzüne baktım. Boynundaki morluklar dikkatimi çekti.

 

"Çınar." Dedim. Kaşları kavislenmişti. Galiba ismim hoşuna gitmişti. Onun adını, yaşını, mesleğini hatta aile fertlerinin kimlik numaralarına kadar hepsini biliyordum. Yine de sordum. "Senin adın ne?"

 

Güldü. Adını bildiğimi biliyordu. "Asuman." Dedi yinede. Gözlerinin rengi daha da koyulaştı sanki. Zihnimde sesi yankılandı.

 

Asuman.

 

🪷 

 

NİL 

 

"Güzelim?" Gözlerimi büyüttüm. Boğazıma bir şey takılmış gibi öksürmeye başladığımda Esma teyze bana su bardağını uzattı. "Helal kızım helal!"

 

Kaşlarımı çatarak Barış'a baktım. Bu çocuk terbiye falan bilmiyor muydu acaba? Annesinin yanında bana nasıl güzelim derdi? Ay çıldıracaktım!

 

"Nil, iyi misin?" Diye sordu bir de sırıtarak. Masada duran çay kaşığını ona attım. Ama isabet etmedi. Çardakta oturmuş çay içiyorduk. Herkes buradaydı. Arlanmaz, uslanmaz pisliğin söylediği akıl alır gibi değildi.

 

"Ne kızıyorsun canım?" Diye sorarken yerdeli çay kaşığını almıştı. Baştan sona kızarırken zoraki bir şekilde gülümsedim. "Ben sana sonra anlatacağım, canım." Dedim tehditvari bir şekilde.

 

Çardağa girerek yanımdaki boşluğa oturdu. Oturur oturmaz Aysu önüne gelmiş ve ona işaret parmağını kaldırıp kızar gibi sallamıştı. "Yingeme yaklaşma abi." Barış afalladı. "Niye yaklaşmıyormuşum?"

 

"Benim yingem o!" Güldüm. Diğerleri de gülmüştü. "Senin yingen olabilmesi için önce benim karım olması gerekiyor." Dediğinde kal geldi. Elimle bir tane omzuna geçirdim. "Ya sussana manyak mısın sen!?" Diye kızdığımda Aysu bana dönmüştü. "Yinge maynak ni demek? Yine demiştin bir keresinde."

 

Genişçe gülümsedim. "Seni çok seviyorum abi, demek." Dediğimde Aysu gözlerini büyüttü ve abisine döndü. "Maynak! Maynak!" Dedi abisine bakarak. Küçük bir kahkaha attım. Baran çayını hüpürdeterek sordu. "E hani bana?"

 

Aysu, Baran'a ters ters baktı. "Yok." Dedi ve tekrar Barış'a döndü. Baran'la hep atılıyorlardı o yüzden şaşırmamıştım bu yaptığına. "Maynak! Maynak!" Baran güldü ve Aysu'yu tekrar etti. "Maynak. Maynak."

 

Barış, elini Baran'ın ensesine götürererek kendine doğru çekti. "Duyamadım kardeşim, tekrar et."

 

"Sevdiğimizi söylemek de suç bu dünyada ya!" Diye sitemle söylendi ve abisinden kurtulmayı başararak annesinin yanına geçti. Aysu, durarak bana doğru döndü. "Yinge?" Dedi merakla. "Efendim?"

 

"Sen abime niden abi diyon ki?"

 

Barış gülerek bana doğru döndü. "Cevap ver bakalım." Dedi sırıtarak. Ben de sırıttım. "Benden büyüksün ya o yüzden." Kaşları çatıldı. Ben onun aksine genişçe gülümsedim. Aysel bana abla demiyor diye demediğini bırakmamıştı kıza.

 

"Anlamadım?" Dedi bastırarak. Dudaklarımı yavaşça oynattım. "Ne oldu? Alındın mı?"

 

Kulağıma doğru fısıldadı. "Ben sana alınmak neymiş gösteririm sonra." Gözlerimi büyüttüm. Bir şey söyleyemeden ayağa kalktı. "Neyse sizin muhabbetinize doyum olmaz. Ben çıkıyorum."

 

"Nereye?" Diye sordum hemen. "Karakola geçip geleceğim."

 

"Bu saatte mi?" Diye sordum. Onlarda kaldığım gün sayısı dörde çıkmıştı ve abim hâlâ gelmemişti. Hem Barış'ı evde görmeye alışmıştım. Daha doğrusu hep yanımda görmeye.

 

"Birkaç dosya imzalamam lazım. Bir saate dönerim." Dediğinde kafamı usulca salladım. "Dikkat et." Dedim. Gülümsedi. Ailesiyle vedalaştıktan sonra çardaktan çıktı. Gitmeden arkama doğru gelmiş ve eğilerek yanağımdan öpmüştü. Gözlerimi kocaman açtım. Bir şey söyleyemeden konaktan çıkmış ve beni bu utançla yalnız bırakmıştı.

 

Ona gününü gösterecektim. Hemde fena halde. Esma teyzeye bakamazken o benim aksime gülmüştü. "Maşallah maşallah!" Demişti bir de. Masadaki tepsiyi alarak ayaklandığında Aysel de ona yardım etmek için kalktı. Ben de yardım etmek istiyordum ama Esma teyze öyle bir şey yaparsam kafama terliği geçirirdi. Deneyimlemiştim.

 

Baran'ın pis pis sırıttığını gördüğümde kaşlarımı çattım. "Ne sırıtıyorsun bakayım sen?"

 

Öksürdü. "Ben." Dedi sesini incelterek. "Ağayla evlenmem!"

 

"Baran!" Çardaktan koşarak çıktığında onu durduran şey kapının çalması olmuştu. Barış'ın bir şeyi unutup geri döndüğünü düşünerek kapıya doğru çevirdim bedenimi. Baran kapıyı açıp birkaç saniye dışarıya baktı. Kaşlarım çatıldı. "Lavin?" Demişti. Gülümsedim.

 

Lavin'in sesini duydum. "Selam, müsaat miydiniz? Ablamı görmeye geldik biz." Baran kafasını sallayarak kapının önünden çekilde. "Hoş geldin." Dedi ve sonra kendini yeniledi. "Yani geldiniz!"

 

Lavin ve Volkan içeriye girdiğinde onlara el salladım. Lavin gülümsedi. Yanıma geldiklerinde çardağa geçmiş ve oturmuşlardı. "Nasılsın abla?" Diye sordu Lavin.

 

"İyiyim. Artık yürüyebiliyorum!" Dedim heyecanla. Lavin ellerini birbirine vurdu. "Ay gerçekten mi?" Kafamı salladım ve Volkan'a döndüm. Yüzü yere eğikti. Geldiğinden beri de göz teması kurmamıştı benimle. Hâlâ utandığını sanmıyordum.

 

"Volkan, iyi misin?" Diye sorduğumda bana bakmadan kafasını salladı. "Evet." Kaşlarımı çattım. Çardağın ortasında dolaşan Aysu Volkan'ın önüne doğru yürüdü. "Vokvok?" Demişti gözlerini kırpıştırarak. "Yüzüne ni oldu?"

 

"Volkan." Dedim baskın bir şekilde. "Yüzüme bak."

 

"Bir şey olmadı. Düştüm sadece." Dedi ve ablasına döndü. O sırada yüzünü görebilmiştim. Dudağının kenarı kabuk bağlamıştı. Kalbim hızlandı. Yumruklarımı sıktım. "Bunu sana kim yaptı?!"

 

"Kimse yapmadı. Düştüm dedim ya." Dedi Volkan utana sıkıla. Alt dudağımı ısırdım. "Bir kez daha sormayacağım." Dedim bastırarak. "Sana kim vurdu?!"

 

Volkan konuşmadan önce Lavin konuştu. "Amcam." Demişti. Volkan ablasına tersçe baktıktan sonra bana döndü. "Önemli bir şey değil tamam mı?"

 

Ayağa kalktım. Artık tek başıma yürüyebiliyordum. Desteğe ihtiyacım yoktu. Ayakkabılarımı giyerek çardaktan çıktım. Baran önüme geçmişti. "Yenge, nereye gidiyorsun?"

 

O konağa gidecektim. Yarım kalmış bir hesabımız vardı. Artık kimliğimi görmeleri gerekiyordu. Yaptıkları her şeyi en ince ayrıntısıyla dosyalarına ekleyecektim. Kardeşlerime, anneme, abime ve belki de dahasına dokunmanın bedelini ödeyecektiler.

 

🪷

 

BÖLÜM SONUU!!!

 

Beğendiniz mi bölümü??

 

Düşünceleriniz?

 

Nil-Çınar şeklinde okumayı sevdiniz mi?

 

Asuman?

 

:)

 

Ben özellikle Çınar'ın kısımlarını yazarken çok zevk aldım🤭

 

VOTE

VE

YORUMU

UNUTMAYINN

 

haftaya görüşürüüzzz💋

 

🍭

 

İnstagram; Zeynepizem

 

 

Loading...
0%