50. Bölüm

50. BÖLÜM🪷

Zeynepizem
zeynepizem

Pamuk eller yıldıza ve yorumlara

 

🍭KEYİFLİ OKUMALAR🍭

 

ZEHİRLİ ŞEKER

BÖLÜM 50

 

🪷

 

 

Esen rüzgar saçlarımı savururken gözlerinde kaybolduğum adam bana gülümsüyordu. Dilim bir an lal olmuştu. Ne diyeceğimi bilemez bir şekilde ona bakıyordum.

 

Elimi elinin içine aldı ve nazikçe kavradı. "Sana bir randevu sözüm vardı." Dedi ve önümden çekilerek yanıma doğru geldi. Böylelikle artık aynı yöne bakıyor olduk. Saniyeler için karanlık ortam sıralı ışıklarla yavaşça aydınlanmaya başladı. Önümüze bir yol çizildi ışıklarla. "Benimle bir gece geçirir misin?"

 

Kafamı usulca salladım. Ellerim titriyordu. Heyecandan konuşmayı unutmuştum bir an. "Evet." Dediğimde elimi daha sıkı kavradı. "Tüm bunları ne ara ayarladın?" Diye sordum ışıklara büyülenmiş gibi bakarken. Her an ışıkların içinde kaybolabilirmişiz gibi hissediyordum. O kadar güzeldi ki.

 

"Daha hiçbir şey görmedin." Dedi ve yürümeye başladı. Ona ayak uydurdum. Yürüdüğümüz yol boylu boyunca aydınlatılmıştı. Sonunu göremiyordum. "Üşüyor musun?" Diye sorduğunda kafamı iki yana salladım. Hiçbir fikrim yoktu. Dış unsurlara kendimi kapatmış anın içinde kaybolmaya başlamıştım.

 

Barış, elimi anlık olarak bıraktı ve ceketini çıkartarak omuzlarıma yerleştirdi. Ceketine sıcaklığı yerleşmişti. Sıcacıktı.

 

Elimi yeniden tuttu. Biraz sonra yolun sonunda bir masa gördüm. Neredeydik bilmiyordum. Zaten çevre görünmüyordu. Sadece yürüdüğümüz alan ve masanın etrafı aydınlatılmıştı. Yaklaştıkça o aydınlatmaların meşale olduklarını gördüm. "Saat epey geç oldu. Bu saatte yemek yiyemeyiz ama seninle bir şeyler içmek istiyorum." Dedi Barış önüne geldiğimiz sandalyelerden birini çekerek. Çektiği sandalyeye oturduğumda yerleşmeme yardım etti. Sonra karşımdaki sandalyeye oturdu.

 

Masa uzun değildi. Eğilse beni öpebilcek kadar minikti ve bunu bilerek ayarladığına emindim. Beyaz bir örtüyle örtülmüştü. Üzerinde ise bir çiçek ve iki kadeh vardı. Masanın altından bir şişe çıkarttığında merakla kaşlarımı kaldırdım. Alkol almama izin vermeyeceğine adım kadar emindim. "O ne?" Diye sorduğumda genişçe gülümsedi.

 

Beklemediğim bir cevap verdi. "Limonlu soda." Küçük bir kahkaha attım. "Limonlu sodayı onun içine nasıl koydun?" Elinde tuttuğu bildiğimiz şarap şişesiydi. "Daha dur." Dedi böbürlenerek. "Bu benim yeteneklerimden sadece bir tanesi."

 

"Ya Barış." Dedim gülerek. Çok tatlıydı. Limonlu sodayı kadehlere döktüğünde hâlâ durumumuza gülüyordum. Gerçekten onunla şarap içerikli romantik bir akşam yemeği yemeyi isterdim ama şartlar el vermiyordu. Gerçi bir kadehten bir şey olmazdı ama izin vermeyeceğine emindim.

 

İçinde soda olan kadehimi elime aldım ve sordum. "Şerefe yapacak mıyız?"

 

Tek kaşını kaldırdı. "Yavrum, onlar gavur adetleri. Duymamış olayım." Söyledikleri beni yine güldürdü. Etrafta hiçbir şeyin sesi yoktu. Kahkaham boşlukta yankılanmıştı adeta. Bana bakarken derin bir iç çekti. Sonra genişçe gülümsedi ve içinde soda olan kadehi kadehime vurdu. "Bismillah!" Dedi o an. "Of Barış!" Dedim kıkır kıkır gülerken.

 

Onu seviyordum, çünkü beni nasıl eğlendireceğini biliyordu. "Tek içişte, var mısın?" Diye sorduğumda gözlerini kıstı. "3 deyince." Kafamı salladım.

 

"1." Kadehimi tam dudaklarıma yasladım. "2." Dedi ve derin bir nefes aldım. "3!" Dediğinde kadehi kafama dikmiştim. Ama asitli soda genzimi yakmış ve beni öksürük krizine sokmuştu. "Nil!" Dedi Barış endişeyle. "İyi misin?"

 

Öksürdüğüm için konuşamadım. Çok kötüydüm. Genzim aşırı yanıyordu ve soda nefes boruma kaçmıştı. Öksürmeye devam ederken hayıflandı. "Nimetle oynarsak böyle olur işte." Sandalyeden kalkarak yanıma geldiğinde hâlâ krize girmiş gibi öksürüyordum. "Yukarıya bak!" Dedi ve çenemi kavrayarak yüzümü gökyüzüne doğru kaldırdı. Yaptığı gülmemi sağladığı için daha çok öksürdüm.

 

"Nil! Nefes al!"

 

Kendimi durdurmaya çalışırken bir yandan da gülmemeye çalışıyordum. Giriştiğim her işin sonu böyle bitmek zorunda mıydı? Yarış yapayım derken ölüyordum az daha. Derin bir nefes aldığımda Barış merakla sordu. "İyi misin?"

 

Cevap vermek yerine kahkaha attım. Kahkahalarımın arasına birkaç öksürük daha karıştı. Barış, bana garip garip bakarken kendimi durdurmak zordu.

 

Bir insan öksürmekten yorulur muydu? Yoruluyordu. "İyiyim." Aldığı nefesi duydum. Elleri muhtemelen kızarmış yüzümü kavradı ve yüzünü yüzüme doğru eğdi. "Az daha boğuluyordun." Dedi gözlerimin içine bakarken. "Neden dikkat etmiyorsun?" Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. "Ya birden genzime gitti." Dedim kendimi açıklamaya çalışarak.

 

"Bak iyisin değil mi? Arabada su vardı, getireyim mi?" Diye sorduğunda kafamı iki yana salladım. "Çok iyiyim, hem bence komikti." Söylediğim onu güldürdü. "Neyse yeter bu kadar yeme içme faslı." Elimi nazikçe tutarak sordu. "Benimle dans eder misin?"

 

Elbette ederdim. Şu an zaten soracağı her şeyi onaylayacak bir haldeydim. Uzun zamandır kendimi bu kadar enerjik hissetmiyordum. Gerçi düğündür, elbisedir, makyajdır derken aşırı yorulmuştum ama hepsi birden silinivermişti. "Elbette." Dedim bir prenses edasıyla. Hâlâ omuzlarımda duran ceketini çıkartmak için hareketleniyordum ki bana engel oldu. "Giy onu, hava soğuk."

 

Gerçekten soğuktu ve elbise beni ısıtmaya hiç yetmiyordu. Omuzlarımın üzerinde duran çeketine kollarımı geçirdim ve ayağa kalktım. Elini belime sardı ve beni kendine yasladı. Kollarımı anında boynuna doladığımda bir müzik duyulmaya başladı. "Her şeyi düşünmüşsün." Dedim şaşkınlıkla. Dudağının kenarı yukarıya kıvrıldı. "Yaptık bir şeyler." Dedi. Sonra ciddileşti. Müziğin eşliğinde hafif hafif dans ediyorduk. Yüzünü yüzüme doğru eğdiğinde burnu hafifçe burnuma değdi. "Birlikte geçirdiğimiz güzel anılarımız olsun istiyorum."

 

Gülümsedim. Kalbim kanatlanmış gibi çarparken boynuna doladığım ellerimi sıkılaştırdım. Slow müzik gittikçe daha hareketli bir hâl almaya başladığında müziğe eşlik ettik. Beni kendi etrafımda çevirdi ve sırtım o an göğsüne yaslandı. Boynuma dudaklarını bastırdığında nefes almayı kestim.

 

"Nil."

 

"Barış?"

 

"Çok güzelsin." Dedi kulağıma doğru nefesini vererek. İçim gıdıklandı. Beni çevirerek yeniden yüz yüze gelmemizi sağladı. Hemen omuzlarına tutundum. "Sence de bu kadar güzel olman haksızlık değil mi?"

 

Gülümsedim. "Değil bence." Dedim kendimi beğenmiş bir tavırla. "Dünyanın en güzel kadınıyım di' mi?"

 

"Dünyamın en güzel kadınısın."

 

Başımı omzuma doğru yatırdım. "Barış." Dedim uzatarak. Halime güldü. "Canım?"

 

"İyi ki varsın." Dedim gözlerinin içine bakarak. Bana o kadar iyi geliyordu ki onunlayken her şeyi unutabiliyordum. Dünya geride kalıyor dünyam oluyordu.

 

Bir elini yanağıma yerleştirdi ve sevgiyle okşadı. "Sen de iyi ki varsın, güzelim." Gülümsedim. Dudaklarımı dudaklarına bastırdığımda derin bir nefes çekmişti içine. Belimdeki eli sıkılaştı. Dudakları anında dudaklarımı kavradı ve beni öpmeye başladı.

 

Alt dudağımı dudaklarının arasına alarak dans eder gibi büyülü bir şekilde öperken aynı zamanda müziğin melodisiyle uyum sağlıyordu sanki. Çok aşık olmuştum. Böyle aşık olunur muydu? Bu adamın öpüşüne bakışına şiir yazılırdı.

 

Kafasını sağa doğru yatırarak kendine konfor yarattı. Ellerimi saçlarının arasına yerleştirdim. Dişlerini dudaklarımda hissettiğimde ağzımdan minik bir inilti peyda oldu. Kasıklarım yanıyor kalbim bambaşka atıyordu.

 

Yavaş başlayıp hırçınlaşan öpüşüne ayak uydurmaya çalışırken dili dudaklarımın arasından ağzıma doğru ilerledi. Her zerremi keşfetmeye çalışıyor gibiydi. İlk kez böylesine yoğun bir an yaşıyorduk ve dizlerim titriyordu. Ağzıma doğru hırıltılı bir nefes verip ve geri çekildi. Nefeslerimiz birbirine çarparken konuştu. "Her zerreni öpmek istiyorum. Deliriyor gibi hissediyorum. Ne yaptın sen bana?"

 

Hızla nefes alıp verirken bir an konuşamadım. Sonra yutkundum ve gözlerimi kırpıştırarak kendime gelmeye çalıştım.

 

Gerçekten sorduğu soruyu düşündüm. Ona ne yaptığımı. Bana ne yaptığını. Dudaklarımın iki yana doğru kıvrıldı ve gözlerinin içine şuhla bakarken konuştum. “Gülümsedim.” dediğimde çakır gözleri dalgalandı. Bir deniz dalgası gibiydi bakışları. Hırçın, şehvetli. “Nil.” Dedi etkileyici bir ses tonuyla. Sonra dudaklarından bir soru döküldü. “Kalan ömrümü seninle geçirmeme izin verir misin?”

 

Gözlerimi kırpıştırdım. Bu anın er ya da geç geleceğini biliyordum. Bunu birçok kez kendi diliyle söylemiş hatta bir defasında direkt bana evlenme teklifi etmişti. Peki neden bu kadar heyecanlanmıştım?

 

Bir ailem olacaktı. Uzun zamandır olmayan o şeyi kendi çabalarımla mı kuruyordum ben? Önce bir ablam olmuştu. Onunla küçükken saç baş kavga ederdik. Ben ağlardım ama o hiç ağlamazdı. Aksine canımı acıttığı için özür dilerdi. Oysa bilirdim ki onun canı benden daha çok yanmıştı. Kübra’yı bir kez bile ağlarken görmemiştim. O, babasının öldüğü gün bile ağlamamıştı. Ben bile babası öldüğü için ağlamıştım ama o ağlamamıştı. Sonra zaten bir daha onu göremedim. Bir yurda yerleştirildim ve iki yıl boyunca uyuşturucu satılmaya zorlandım.

 

Tam hayattan kopacağım an beni bulmuştu. Düştüğüm kuyudan çıkartmıştı. Ben ölmeye inat ettikçe o beni neredeyse döverek hayata geri çekmişti. Kübra benim için o kadar önemliydi ki ona binlerce yıl teşekkür etsem yetersiz kalırdı.

 

Bana bir aile kurma fırsatı vermişti. Şimdi ailem olacak insanın gözlerine bakarken içten içe yine Kübra’ya teşekkür ettim. Beni ikinci kez hayata döndürmüştü; Sevdiğim ve beni seven adamla tanışmıştım. Baran’la, Esma Teyze’yle, Aysel’le, Aysu’yla…

 

Canım abimle.

 

“Eğer bana biraz daha susarak bakarsan atacağım kendimi çöllere, Mecnun olacağım bak.” Ona en içten gülümsememi sundum. “Kalan ömrümü sana veririm, Barış.” Gerekirse canımı bile. Gözlerindeki dalgalar beni sarıp sarmaladı bir an. Çenemi kavradı ve dudaklarını dudaklarıma bastırdı. Bunu öyle büyük bir açlıkla yapmıştı ki sanki gözlerindeki denize rağmen yıllarca susuz kalmıştı. Bedenini bedenime doğru eğdiği için belim geriye doğru kavislenmişti. Saçlarım omuzlarımdan arkama doğru döküldü ve Barış belimdeki elini sıkılaştırıp karnımı bedenine yasladı yasladı. Boyundan dolayı karnım kasıklarına yaslanmıştı.

 

Dudaklarımda hüküm sürerken kollarımı ona sıkıca doladım ve öpüşüne hırçın bir şekilde karşılık verdim. Karşılığım hoşuna gitmiş gibi gülümsedi. Gülümsediğini dudaklarımdaki hareketliliğinden anladım. Alt dudağıma dişlerini sürttüğünde kısık bir şekilde inledim. Geri çekilerek gözlerimin içine baktı. “Şimdi hemen bir camiye gidiyoruz!” dedi canına tak etmiş gibi.

 

“Cami mi?” diye sordum şaşkınca. “Cami.” Dedi dudaklarıma nefesini vererek. “İmam nikahı kıyacağız!” Söyledikleri anlık olarak duraksamamı sağladı ve sonra gür bir kahkaha attım. Gülüşümü ciddi bir şekilde izlediğinde şaka yapmadığını anlayarak gülmeyi kestim. “Barış, abim bu sefer seni öldürür.”

 

“Bence canından çok sevdiği kardeşini dul bırakmak istemez.”

 

Canından çok mu? Gerçekten beni canından çok mu seviyordu ki? Kafamı olumsuzca iki yana salladım. “Dul kalmak falan istemiyorum ve abimin böyle bir şey yaparsak seni öldüreceğine eminim!” Barış’ın kaşları huysuzca çatıldı. Bu durumdan nefret ettiği belliydi. “Şu binbaşının kızını kendi tarafıma çekip abine hayatı zehir edeceğim.” Dedi ve bunu söylerken o kadar ciddiydi ki korksam mı yoksa gülsem mi bilemedim.

 

“Barış.” Dedim konuyu dağıtmak için. “Söyle.” Dedi anında yüzünü iyice yüzüme yaklaştırarak. Sanki şu an ne söylesem yapacak gibi bakıyordu. Her ne olursa olsun umurunda değildi, tek ihtiyacı olan sözcüklerin dudaklarımdan çıkmasıydı. “Bana yüzük almadın mı?” diye sordum huysuzca. “Evlilik tekliflerinde genelde yüzük verir erkekler.”

 

“Neden böyle bir dogma var anlamış değilim.” Diye homurdandı. Gözlerimi kırpıştırdım. “Ne olsun istiyorsun? Ben mi sana yüzük alayım?”

 

“Neden olmasın?” diye çapkınca sorduğunda benimle dalga geçtiğini net bir şekilde fark ettim. “Barış!” dedim kızarak. Güldü. Gülüşü çok güzeldi. “Yüzük senin köpeğin olsun.” Dedi ve pantolonunun arka cebinden bir yüzük çıkardı. Hayır, kutu falan yoktu. Parmaklarının arasındaydı.

 

Pırlanta bir yüzük olduğunu anlamam zor olmadı çünkü etrafımızdaki ışıklardan bile daha parlaktı. Tek taş formatındaydı ama tek taşın olduğu yerde zarif ve asil duran göz alıcı bir nilüfer çiçeği vardı.

 

Nilüfer.

 

Bir kez daha adımı sevdiğimi hissettim. Abimden sonra bana adımı sevdiren tek insandı. Gözlerim dolu dolu olduğunda bu durumu fark ederek derin bir iç çekti. “Yeminim olsun şuraya bir yere çöküp ben de ağlayacak durumdayım. Hormonsal mı bu? Anlamadım ne oluyor yani?”

 

Tam ağlamak üzereyken söyledikleriyle küçük bir kahkaha attım ve yanaklarını avuçlarımı yaslayıp yüzünü mıncırdım. “Ya benim sevgilim duygulanmış mı?” diye sesimi incelterek sorduğumda bana alınmış gibi baktı. “Sevgilin mi?” diye sordu benden bir tokat yemiş gibi. “Kocam diyeceksin.” Dedi ve konuşmaya devam etti. “Kocam, kocacığım, eşim, nikahı bastığım falan bunları söyleyeceksin artık bana.”

 

Kıkır kıkır güldüm. Yine aynı şeyi yapıyordu tam ağlayacakken beni güldürmeyi başarıyordu. Büyülü bir adamdı. “Henüz evlenmedik.” Dedim onu sinir etmek istediğim için. Elinden oyuncağı alınmış bir çocuk gibi baktı bana. “Gidelim diyorum imama! İstemiyorsun!”

 

“Abimle konuştuktan sonra gidelim.” Dedim gerçekten bunu istediğimi sesime yansıtarak. Abimin mutlu olduğum bir anda yanımda olmasını istiyordum. Hayatımda olan tüm dönüm noktalarında yalnızdım. Birinci yaş günümden yirmi dörde kadar hep onsuzdu. Annemin cenazesi onsuzdu. Mezuniyet gecem onsuzdu. En azından evlenirken yanımda olmalı ve elimi sıkıca tutmalıydı çünkü doğru bir şey yaptığımı arkamda olduğunu görmek istiyordum.

 

Barış, içimden geçirdiklerimi fark etmiş gibi yanağımı sevgiyle okşadı. “Abin hep yanında olacak, Nil.” Derin bir nefes aldım. Yeniden dolmaya başlayan gözlerimle gülümsemeye çalıştım. Ağlamamı istemiyor olacak ki yine güleceğim bir şey söyledi. “Abinin gözüne gözüne sok bu yüzüğü olur mu?”

 

“Of Barış.” Dedim gülmek ve kızmak arasında bir tonlamayla. Tepkim onu gülümsetti ve aklına gelen şeyle iyiden iyiye gülümsemesi büyüdü. “Gerçekten Çınar’dan kız aldığıma inanamıyorum. Sen inanabiliyor musun?” diye sordu ama cevap vermemi beklemedi. “Her defasında parmağındaki yüzüğü gördüğünde seni bana verdiği için pişman olacak.”

 

“Abartma.”

 

“Abartmıyorum. Seni köpek gibi kıskanıyor.”

 

Burnumu havaya diktim. “Kıskansaydı burada olurdu Asuman’la olmazdı.” Dedim alıngan bir şekilde ama sonra bu alınganlığımı doğru bulmadım. Ben kendi hayatımı kuruyordum onun da kendi hayatını kurmaya hakkı vardı. Ne olursa olsun birlikte olacaktık. Buna inanıyordum. Abim bir daha beni yalnız bırakmayacaktı.

 

“Umarım şu binbaşı gelmiştir.” Diye homurdandığında korkmadan edemedim. “Barış, abime bir şey yapmaz değil mi? yani binbaşı sonuçta. Abim onun karşısında kim ki, bir hiç.”

 

“Abini küçümseme. O adam tek başına orduya kafa tutacak bir cesarete sahip.”

 

“Önemli olan cesaret değil önemli olan sağ kalıp kalmaması.” Gözlerim büyüdü. “Ya abimi sakat bırakırsa?!”

 

Kafamdan kurduklarım onu güldürdü. “Ona bir şey olmaz.” Dedi. “Eğer Asuman’ı yanında getirdiyse olacak her şeyi göze almış demektir.” Kafamı sallayarak söylediklerini kabullendim. Abimi kıskanıyordum ama bu kötü bir kıskançlık değildi. Hep benimle ilgilenmesini isteyen bir tarafım vardı ki haksız sayılmazdı.

 

Yine de Asuman’ı sevmiş gibiydim, hem abime yakışıyordu ama görümcesi ya da yengesi olabilmem için onu gerçekten tanımam gerekiyordu. Yani sonuçta bu vasıflar fazla değerli şeylerdi. Öyle her gelene verilmez, söylenmezdi.

 

Abimi kendi haline bırakıp Barış’a odaklandım. “Baksana sence de Aysu geleceği görüyor olabilir mi?” diye sorduğumda güldü. Gözlerindeki şefkati görmek zor değildi. Kardeşlerini seviyordu. Onlara hem bir abi hem de bir baba olmaya çalışıyordu. “Kalbi çok temiz.” Dedi. “Kalbi temiz olanlar her şeyi görür, Nil.”

 

Yinge, diyen sesi kulaklarımda çınlar gibi oldu. Onu döve döve sevesim gelmişti. Barış’ın kardeşleri yakında benim kardeşim olacaktı. Gerçi hepsine en başından beri abla gibi davranmaya çalışıyordum ama bunun bir belgeye dökülecek olması beni heyecanlandırıyordu. “Düğünümde her yer pespembe olacak!” dedim büyük bir heyecanla. “Her yer! Zemin bile! Duvağım ve gelinliğim bile!” dedim peş peşe. Karşı çıkmasını bekledim ama öyle olmadı. “Sen yeter ki iste.” Gerçekten söylediklerimi düşündüğümde zorlukla yutkundum.

 

Karşı çıkması gerekiyordu, kabul etmesi değil.

 

“Ama sen ağasın, çevre aşiretler sana gülmez mi?”

 

“Sikimde değiller.”

 

Bazen çok açık sözlü oluyordu. Utanarak dudaklarımı birbirine bastırdım. “Şey şaka yapmıştım, pembe istemiyorum. Zaten pembe benim en sevdiğim renk değil.” Tek kaşını kaldırdı. “Birçok şeyin pembe ama?”

 

“Küçükken en nefret ettiğim renk pembeydi.” Dedim omuzlarımı kaldırıp indirirken. “Çünkü pembeyi genelde bebekler giyer. Ben olduğumdan büyük görünmek istedim hep. Kendimi koruyabilmek için buna ihtiyacım vardı. Savunmasızlığı anımsatıyordu bana o renk. Büyümek için siyahı sevmek gerekir sanıyordum. Hayatımda istemediğim tek renk siyahtı ama hep siyahı gördüm. Annem öldükten sonra bir daha zihnim aydınlanmadı.”

 

Burnum sızladığında ağlamamak için kendimi zor tuttum. “Annem ölmeden önce bana pembe bir toka almıştı. Aslında o kadar beğenmiştim ki, çok güzeldi ama söyleyemedim. Aksine renginin çok çirkin olduğunu söylemiştim. O yaşta annemin üzüldüğünü anlamamıştım ama üzülmüştü. Aldığı tokaya uzun uzun bakmış sonra bana gülümseyerek onun için tokayı saklamamı istemişti.” Gözyaşlarım akmasa bile burnumu çektim. “Annem öldüğü gün o toka kayboldu, Barış. Hayatımda renkli olan tek şey o tokaydı ama kayboldu. Pembe bana annemi hatırlatıyor çünkü onun en sevdiği renk pembeydi.”

 

Pembe bana hâlâ savunmasızlığı anımsatıyordu çünkü bu hayatta en çok annemi savunmasız bırakmıştılar. Evlenirken, çocuk yaparken, isim seçerken, iftira atılırken, kovulurken, yaşamaya ve yaşatmaya çalışırken… en çok o savunmasızdı. Buna rağmen hiç siyaha sığınmamıştı. Umut etmişti. Beni, abimi. Çocukları onun umuduydu.

 

Barış, yanağıma akan gözyaşımı silene kadar ağladığımı fark etmemiştim. Burnumu çekerek konuştum. “Bugün çok ağladım.” Gözlerim parmaklarımdaki yüzüğe kaydı. “Az önce hayatımda en mutlu olduğum anı yaşadım ama yine ağladım.” Dedim kendimi ona şikayet ederek. “Ağlayınca bana kızar mısın? Ben ağlamak istemiyorum.”

 

Dudaklarıma beklemediğim bir öpücük bıraktı. “Ağlayınca sana kızamam, Nil. Sana kıyamam.” Gözlerimin içine bakarak bir şey sordu. “Annenin yaşayamadığı hayatı yaşamaya çalışıyorsun değil mi?” Sorusu gerçeklerle yüzleşmemi sağladığı için korkuyla yutkundum. “Annen öldü.” Dedi. Bunu ondan duymak canımı o kadar yaktı ki yere düşeceğim sandım. “Annen öldü, Nil. Senin yaşayacak kendi hayatın var. Annene olan borcunu onun hayatını yaşamaya çalışarak ödeyemezsin.”

 

“Sus.”

 

Susmadı.

 

“Susmam. Gözümün önünde kaybolup giderken susmam. Abini bu kadar sevmenin sebebi bile annen. Annen abini bu kadar sevdiği için sen de seviyorsun çünkü annenin abine olan sevgisini görerek büyüdün. Söylesene sevginde dürüst müsün?”

 

Az önce heyecanla çarpan kalbim şimdi korkuyla çarpıyordu. Onu ittim ve benden birkaç adım uzaklaşmasını sağladım. Ona karşı gelebilecek kelimeler aradım. Bulamadım. Çünkü haklıydı. Abimi, annem sevdiği için sevmiştim. Hiç tanımıyorken bile içimde kocaman bir sevgi vardı ona karşı. Ben abimi annem için affetmiştim.

 

Normal şartlarda bir başkası onun söylediklerini bana söylemiş olsaydı bir daha asla yüzüne bakmazdım. Ben insanları kolay silerdim çünkü şimdiye dek hep kolay silinen olmuştum. Tüm ailem beni silmişti. Bir tek annem beni kabul etmişti.

 

Gözlerimden bir bir akan gözyaşlarımı durduramadım. Ben abimi annem için seviyordum. Kendim için değil, annem için.

 

İç çekerek ağlarken Barış’a baktım. Eğer kendi bedenimde annemi yaşatıyorsam Barış çok büyük bir hata yapmıştı. “O zaman sen şerefsizin tekisin.” Dedim bağırarak. Ona neden bu hitapla seslendiğimi bilmediği için kaşları çatıldı. “Anneme evlenme teklifi ettin!” dedim. Bir şey söylemesini beklemeden arkamı ona döndüm ve yürümeye başladım. “Nil!” diye bağırdı arkamdan. “Buraya gel konuşacağız!”

 

“Git annemle konuş!” dedim ve beni yakalamasın diye koşmaya başladım. Koşarken bir yandan ağladığım için etrafı doğru düzgün görmüyordum. Arkamdan koştuğunu biliyordum. “Gerçeklerinden daha nereye kadar kaçacaksın?!” diye sordu öfkeyle bağırarak.

 

Aynı tonda bağırarak karşılık verdim. “Sonuna kadar!” daha da hızlı koşmaya başladım. “Seviyorum ben abimi!” Annem için değil. Seviyorum işte annem için değil. Olmaması gerekiyor. “Seviyorsun ama artık onu tanıdığın için seviyorsun! İlk baştaki avanak hallerini unutma!”

 

“Sensin avanak! Abimi sevmek suç mu?!”

 

“Değil! Ama kendi sevgin ve annenin sevgisini ayırt edemiyorsun, Nil! Farkına var! Sen sensin, sadece sensin!”

 

Koşmaya devam ederken onu duymamak için kulaklarımı kapattım. “Uydurma! Yalancı!”

 

“Nil!” kulaklarımı kapatmış olsam bile gür sesini duyabilmiştim. “Dur düşeceksin!”

 

“Düştüm zaten!” diye bir çığlık attım. “O kadar çok düştüm ki kalkmayı unuttum!”

 

Söylediklerinden kaçmak istiyordum. Beni anneme çok benzetirlerdi. Annem, bana kopyam gibisin derdi. Kopyası mı olmuştum gerçekten? Kendimi değil annemi mi yaşıyordum? Bana bunları neden söylemişti ki? Onu affetmeyecektim. Beni gerçeklerle yüzleştirdiği için onu affetmeyecektim!

 

Annem için yaşadığımı bile bile kendi adıma nasıl nefes alırdım?

 

Alamazdım. Şimdiye dek ördüğüm duvarı birkaç kelimeyle yıkmıştı. Yıktığı duvarın altında savunmasız kalmıştım. Şimdi her şey zihnimde bir çark gibi dönüyordu. Annem ölmüştü, cenazesinde herkes siyah giyinmişken benim üzerimde pembe bir elbise vardı. Şu an bile gerçeklerden kaçmaya çalışırken üzerimde pembe bir elbise vardı. Bugün düğüne hazırlanırken bile anneme göre hazırlanmıştım.

 

Her şeyi anneme göre yaşıyordum. Yapamadığım tek bir şey vardı. O da şeker hastası olduğum için yiyemediğim şekerlerdi. Annem şeker yemeyi çok severdi. Bana çaktırmadan yerdi ama görürdüm hep. Canım çok çekerdi. Bana da versin diye ağlamıştım bir gün. Öyle ağlamıştım ki beni susturamamıştı. Karşımda çırpındığı anları anımsadım. Susmadığım için oturup benimle birlikte hıçkırarak o da ağlamıştı. Sonra bir daha şeker yemedi.

 

Onun sevdiği her şeyi elinden almıştım. Benim yüzünden oğlunu, tüm ailesini kaybetmişti.

 

Kolumdan tutulup geri çekilince dengemi kaybettim ve Barış’ın üzerine doğru düştüm. Beni tuttu ama çırpınıp durduğum için dengesini sağlayamadı. İkimiz de yere yapıştığımızda daha büyük bir çığlık atarak onun ellerinden kurtulmaya çalıştım. Sırtım göğsüne yaslıydı. Kollarını bedenime sıkıca sarmışı. “Bırak beni!”

 

“Nil!” dedi gürleyerek. “Dur.”

 

“Durursam öleceğim!” dedim ağlayarak. “Duramam!” Şu an hıçkırıklarımda boğuluyordum. O kadar çok ağlıyordum ki sanki yer gök inliyordu. Annem bana hep gülerdi. Ama ne zaman arkasını dönse ağlamaya başlardı. Göstermezdi. Bana gösterdiği tek şey yalancı gülümsemeleriydi. Hepsi yalancı değildi ama çoğu yalandı. Çünkü o içten içe ölüyordu, göstermek istemiyordu. Mutlu görünmeye çalışıyordu, mutlu etmek için. Bir anne gibi.

 

Ben annem olmuştum. Gülerek ölüyordum.

 

“Nil, dur güzelim. Yapma. Ölmeyeceksin. İzin vermem buna.” Peş peşe iç çektim. “Öleceğim! Annem gibi öleceğim!” diye bağırdım. Avukat olmayı ben istememiştim, avukat olmak bile annemin hayaliydi. Becerememiştim zaten. Başıma iş açmıştım. Psikopat bir manyaktan korkmakla geçmişti sekiz ayım.

 

Hiç mutlu olmamıştım. Hiçbir zaman mutlu olmamıştım.

 

“Ölmeyeceksin. Sen annen değilsin!” diye bağırdı. Gece onun sesiyle yankılandı. Çırpınmayı bıraktım. Şimdi duyulan tek şey hıçkırıklarım ve düzensiz nefeslerimizdi. Ağlamaya devam ederken attığım çığlıklardan dolayı kısılan sesimle konuştum. “O zaman kimim?” Hıçkırdım. “Nil miyim, Nilüfer miyim? Kimim?”

 

Bir eli belime yılan gibi dolandı. “Nil de sensin. Nilüfer de sensin.” Dedi. Kafamı iki yana salladım. Tek bir cevap istiyordum. Nil gülüyordu, Nilüfer ağlıyordu. Artık ikisi birden olmak istemiyordum. “Sen benim Nil’imsin. Abinin Nilüfer’isin.” Dediğinde ağlamayı keserek burnumu çektim. “Seviyorum değil mi ben abimi?”

 

Kollarını sıkılaştırdı. “Seviyorsun.” Dedi. “Bana sevgimde dürüst olup olmadığımı sordun.”

 

“Seni kendine getirmek için sorduğum bir soruydu.” Dedi ve doğruldu. O doğrulduğu için otomatik olarak ben de doğruldum. Artık yerde oturuyorduk. Ben onun kucağına oturuyordum. “Kendine gel.” Dedi kulağıma doğru kızar gibi bir ses tonuyla.

 

Nasıl kendime geleceğimi bilmiyordum ki. “Nasıl?” diye sordum iç ekerek. “Ben annemi tanıyorum kendimi tanımıyorum ki.”

 

“Sen benim yanımdayken her zaman kendindin. Beni severken kendindin. Bana gülümserken kendindin. Kendine de kendin gibi davran annen gibi değil.” Beni çözmüştü. Tamamen içimdeydi. Gülerek kurduğum bütün duvarları yıkmıştı. Sonsuza dek ağlamak isteyen yanıma karşı gelemediğim için gözyaşlarım akmaya başladı yine. “Değiştin Nil. Seni ilk tanıdığım an ve şu an ki sen aynı değil.”

 

Söylediğini düşündüm. O zamanlar içimde konuşup duran biri vardı. Beni yargılayan, güldürmeye çalışan, saçmalayan… o birini artık duymuyordum. Benimle konuşmuyordu. Annem olmaya zorladığım benliğimin bir kalıntısıydı gibiydi o ses. Konuştuğum kendimi anlattığım tek kişiydi. Sonra Barış’la konuşmaya başladım, abimle. Ben onlarla konuştukça içimdeki kalıntı yok oldu.

 

Benim burada kalma sebebim intikam alma isteğimdi ama abimle tanışmayı seçmiş, onunla vakit geçirmiştim. Hatta bir süre intikam aklıma bile gelmemişti. Yaşattıklarını yaşasınlar istiyordum fakat gözü dönmüş bir intikam hırsıyla değil. Fark ettim ki içimdeki intikam bile anneme aitti.

 

Barış bana gördüklerini söylemeseydi kendi içimde çırpınıp durmaya devam edecektim. Yüzleşmekten korktuğum için söylediklerinden kaçmıştım ama o kadar da kötü değildi. Çünkü güçlü kolları beni sıkıca sarmıştı. Beni benden bile koruyacağına şüphem kalmamıştı.

 

Onunla uzun zamandır tanışmıyorduk. Bizi birkaç ay içinde evlilik kararına iten şey tutkularımız değil duygularımızdı. Birbirimizde görebildiklerimizdi. Beni görüyordu. Göstermesem bile görüyordu. Zorlukla yutkundum. “Nil.” Dedi. “Sen benim canımsın. Her halinle canımsın. Gülerken de ağlarken de. Bir seçim yapmak zorunda değilsin. İstediğin an ağlayıp istediğin an gülebilirsin. Ağlarsan gözyaşlarını silerim gülersen sana eşlik ederim.”

 

Abim de gözyaşlarımı sileceğini söylemişti. Ben güldüğümde eğer canını sıkmadıysam o da gülerdi. Abimi seviyordum. Ben olarak. Annem olarak değil. Derin bir nefes verdim rahatlamış bir şekilde. “Barış.” Dedim mahzun bir şekilde. Boynumu öptü. “Canım.” Dedi.

 

“Eğer çocuklarımız olursa onlara bugünü böyle anlatmasak olur mu?” Sert bir nefes vererek güldü. “Nasıl anlatalım?” diye sordu merakla. “En romantik günümüzdü, diyelim.” Bir bakıma çıldırmış sayılırdım ve çocuklarımın beni deli olarak düşünmesini istemiyordum. Herkes zaman zaman psikolojik sorunlar yaşayabilirdi değil mi?

 

“Romantikti.” Dedi. “Ama en romantiği değil.” Gözlerimi kırpıştırdım. “Yarın imamla birlikte abinin karşısına çıkalım. O anda eversinler bizi. Sonra sana en romantik geceyi yaşatacağım.”

 

Dudaklarım iki yana kıvrıldı. Gözyaşlarım hâlâ akıyordu ama gülümsedim. “Abim seni de imamı da vurur.” Dediğimde homurdandı. “Çınarım yapmaz.” Dediğinde keyfim biraz daha yerine geldi. “O benim en sevdiğim düşmanım. Yeğenlerinin babasına kıyamaz.” Kıkırdadım. Bence abim dünyanın en iyi dayısı olacaktı.

 

“Of zırlayıp duruyorum makyajım yine bozuldu.” Dediğimde Barış yanıt verdi. “Hanım ağasın sen, kendine gel.” Kıkırdadım. Hamın ağa lafı geçince bile midem bulanıyordu bir zamanlar, çünkü annem gibi olacağımı düşünüyordum. Artık düşünmüyordum.

 

Ben annem değildim.

 

🪷

 

Bölüm sonu!

 

Nasıl?

 

Beğendiniz mi bölümü?

 

Nil'in aslında kendisinde annesini yaşatmaya çalışmasına ne diyorsunuz?🥹

 

Barış'ın bunu fark etmesi🫠

 

💖

 

Bölüm normalden daha kısa oldu ama 1 haftaya finallerim başlayacak hiç vaktim olmuyor inanın.

 

Finallerimden sonra uzun bölümlerle sizi buluşturacağım😘

 

VOTE

VE

YORUMU

UNUTMAYIN

 

🍭

 

İnstagram; Zeynepizem

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 25.12.2024 21:02 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...