💖 Zeynepizem
Pamuk eller oy ve yorumlaraa💃🏻
🍭KEYİFLİ OKUMALAR🍭
ZEHİRLİ ŞEKER
BÖLÜM 53
🪷
Kurt, saklandığı çalının arkasında beklerken gece çoktan gün ışığını yok etmiş. Karanlığın içinde parıldayan tek şey gökyüzündeki ay ve kurdun sarı gözleriymiş. Kurt, kararlıymış. Saatler hatta günler sürse bile bekleyecek ve kendini kandıran tavşanı yakalayacakmış. Patilerini önüne doğru uzatmış ve başını patilerinin üzerine yerleştirmiş. Yağan kar üzerini örterken bembeyaz kürkü onu her şeyden gizliyormuş.
Yanından nice hayvanlar geçmiş. Başını kaldırıp da hiçbirine bakmamış. İçinde büyüttüğü kin açlığını bile unutturmuş. Tek istediği tavşanı dişlerinin arasına almak ve onu parçalara ayırmakmış. Saatler geçmiş, gözünü bile kırpmamış. Tavşanın kokusunu aldığı küçük kuytudan bir an olsun gözlerini ayırmamış.
Her şeyden habersiz yuvasında uyuklayan tavşan gecenin kör karanlığında uyanmış. Beyaz tüylerine rağmen soğuk tüm bedenini ele geçirmiş. Yalnız uyuduğu yuvasında sağa sola dönmüş. Üşümesi dinmemiş. Kendine yumuldukça daha çok üşüdüğünü hisseden tavşan en sonunda uyumaktan vazgeçerek ayaklanmış. Geceleri dışarı çıkmak tehlikeli olsa da bu sefer göze almış.
Çünkü, bazen yalnızlık karanlıktan daha korkutucu olabilirmiş. Kafasını usulca yuvasından çıkartmış ve etrafa bakınmış. Kimseyi görmemiş. Kimseyi duymamış. Gecenin onu tüm yırtıcılardan koruyacağına inanarak yuvasından çıkmış. Minik patileri yağan kara izini bırakırken yuvasından uzaklaşmaya başlamış.
Çok değil saniyeler sonra kurt peşine takılmış. Saldırmadan önce tavşanın yuvasından uzaklaşmasını beklemiş çünkü olur da kaçarsa yuvasına girer ve gözden kaybolurmuş. O kadar sessizmiş ki tavşan arkasında bir kurdun olduğunu fark etmemiş.
Kurt, tavşanın yuvasından yeterince uzaklaştığını düşündüğü anda ona yaklaşmaya başlamış. Sonunda tavşan kurdu fark etmiş ve kalbi korkuyla çarpmaya başlamış. “İşte yeniden karşılaştık.” Demiş kurt yüzünde kocaman ve aç bir gülümsemeyle.
Tavşan, sağına soluna bakmış. Artık yalan söylemenin bir işe yaramayacağının farkındaymış. Titreyen minik bedenini zorlukla kontrol ederek konuşmuş. “Beni mi arıyordun?”
“Evet.” Demiş Kurt hırlar gibi. “Uzun zamandır seni arıyordum.”
“Ama niye? Ben sana hiçbir şey yapmadım.”
“Beni kandırdın.”
“Bir yalan alır mı ki bir can?”
“Bir yalan ne can bırakır ne de vicdan.”
🪷
YAZAR'DAN...
“Kurt, öldürür mü tavşanı?” diye sordu Nil bilinçsiz bir şekilde. Uzun zamandır izlediği ameliyathanenin kapısı gözlerinin önünden kayıyor gibi hissediyordu. Zihninde bir kıyamet vardı. Ne düşündüğünü kendi bile bilmiyordu. Olduğu yerden soyutlanıyor, zihni bazen saatler öncesini konu alıyordu, bazen yıllar öncesini bazense hiç yaşanmamış şeyleri. Onu geri getiren parmağına takmış olduğu yüzüktü. Gerçi artık eskisi kadar güzel değildi.
Elleri de yüzüğü de kan içindeydi. Barış’ın kanı. Sevdiği adamın. Çınar, Nil’in hemen önünde diz çökmüş bir vaziyetteydi ve kardeşinin kanlı ellerini tutuyordu. Az önce Nil’in sorduğu soruyu anlamadığı için hafifçe kaşlarını çattı. Saatlerdir kardeşinden duyduğu tek cümleydi. Konuşması için teşvik edici bir şeyler söylemeliydi. “Öldüremez.” Dediğinde Nil’in boşlukta asılan gözleri abisinin gözlerine odaklandı.
“Nasıl?” diye sordu merakla. “Nasıl öldüremez ki? Dişlerinin arasında neredeyse, tek bir hareketiyle paramparça olacak.”
Çınar, tuttuğu elleri usulca okşadı. Nil’in bedenine göz gezdirdi. Dağılmış saçları, dudağındaki yara ve kan içinde kalmış pembe elbisesini gördükçe içi içinden gidiyordu. Göğsünde durdurulamaz bir öldürme ihtiyacı vardı ve kardeşini böyle gördükçe büyüyordu. “O tavşan sen misin?” diye sordu kendisiyle konuşma beklentisiyle. Bir keresinde kurt ve tavşan hikayesini bilip bilmediğini sorduğunu anımsıyordu. Önemli bir şey olduğunu düşünmemişti ama belki de önemsiz görünen bu ayrıntı kardeşinin kendini anlatma biçimiydi.
Nil, omuz silkti. “Bilmem.” Dedi ama sesi zar zor duyulmuştu. “Abi.” Dedi ihtiyaçla. Çınar derin bir iç çekti. Duymayı en çok sevdiği kelimeydi bu. Yıllardır deşilen yarası sanki bu kelimeyle kabuk bağlıyormuş gibi hissediyordu. “Abim?”
“Ölmesin tavşan.” Diye mırıldandı Nil. Çınar usulca kafasını salladı. “Ölmeyecek. Abisi kurtaracak onu.”
“Ama masalda tavşanın abisi yok ki.”
“Belki kaybolmuştur.” Dedi. “Üzülme, abisi ne yapar eder bulur tavşanını.” Nil, bu cevaba sessiz kaldı. Gözlerini abisinden çekerek ellerine baktı. Kan, kurumuştu ama oradaydı. Çınar, eğilerek tuttuğu narin ellerin üzerine dudaklarını bastırdı. “Abim, hadi gel yıkayalım ellerini.” Dedi bir kez daha kabul etmesi umuduyla.
“Gitmem. Barış, çıkmadan hiçbir yere gitmem.” Dedi peş peşe Nil. Sonra ameliyathanenin kapısına baktı. “Neden hâlâ çıkmadılar?” diye sordu, sesi titremişti. Gözleri dolmaya başladığında Çınar dizinin üzerinden kalkarak Nil’in yanındaki boşluğa oturdu ve kardeşini kendine doğru çekerek sıkıca sarıldı. “Çıkacaklar.” Dedi, Nil’in gözyaşları abisinin omzuna akmaya başlamışken yüzünü herkesten saklamak ister gibi göğsüne gömdü. Çınar kardeşinin kulağına doğru fısıldadı. “İyileşecek.”
Barış, ölmemeliydi. Ölürse Nil’i nasıl toparlardı bilmiyordu. Kendini nasıl toparlayacaktı? Derin bir nefes aldı. Kardeşinin kokusuna karışan kan kokusu kaşlarını çatmasını sağladı. Nil, arar aramaz arabadakileri destek ekibe devredip yola koyulmuştu. Kırk dakikalık yolu yirmi dakikada aşmış olsa da artık her şey için çok geçti.
Mesude, Nil’in yanına ilk ulaşanlardan birisiydi. Hemen sonra ambulans gelmiş ve Çınar da aynı saniyelerde olay yerine varmıştı. Gördüğü manzarayı kafasından atamıyordu. Kardeşinin Barış’ın göğsüne yumularak sayıkladıklarını anımsadı.
Anne, Barış’ı da yanına alma.
Dişlerini birbirine bastırdı. O andan itibaren Nil kendinde değildi. Ambulans hızlıca Barış’ı sedyeyle taşıdığında Nil dizlerinin üzerinde oturduğu yerde kalmış Barış’ın yerde kalan kanına gözlerini dikmişti. Çınar, kardeşini kucaklayarak ambulansa bindirmişti. Bunu söyleyebilecek bir halde olmamasına rağmen Barış’ın yanında kalmak isteyeceğini düşünmüştü. Hastaneye geldiklerinde her şey çok hızlı gelişti. Barış’ın durumu ağır olduğu için hemen ameliyathaneye alındı. Üç saattir bekliyorlardı ama çıkan olmamıştı.
İçten içe dua etmeye başladı Çınar. Nilüfer’inin bu acıyı yaşamaması için, bir kez daha yoklukla sınanmaması için dua etti. O sıra kardeşini daha sıkı sardı kolları. Onu herkesten, her acıdan saklamak istiyordu. Keşke bunu yapabilse ve bir mucize gerçekleşseydi. Bir elini saçlarının arasına yerleştirdiğinde Nil irkilerek geri çekildi. Çınar, kardeşinin gözlerinde gördüğü korkuyla sarsıldı. “Abim?” dedi sorar gibi. Sesi çaresizce çıkıyordu çünkü şu an elinden hiçbir şey gelmiyordu.
Nil, burnunu çekerek ellerini kafasının iki yanına yerleştirdi. Avuç içlerini kulaklarına dayamış gibi görünüyordu. “Dokunma saçlarıma.” Dedi parçalara ayrılmış ses tonuyla. Çınar nefes alamadığını hissetti ama toparlanarak kafasını hızla salladı. Kardeşinin gözlerindeki korkuyu görmeye dayanamıyordu. “Dokunmuyorum.” Dedi. “Korkma. Dokunmuyorum.”
Nil, sustu. Gözleri yine dalmıştı. Çınar, Nil’e dokunup dokunmamak arasında gidip gelirken yaşadığı kararsızlık, kardeşine bu kadar yakınken uzak olması durumunu kaldıramıyordu. Geniş ve sarsılmaz görünen omuzları çökmüştü.
Ellerini ensesine götürdü ve kardeşinin iyi olması için neler yapabileceğini düşündü. O sırada gözleri etrafta dolandı. Ameliyathanenin önü kalabalıktı. Barış’ın ailesi buradaydı. Esma hanım ağlamaktan perişan olmuştu. Aysel de farklı sayılmazdı ama annesine destek olmak için kendini sakinleştirmeyi başarmıştı. Kıpkırmızı gözleriyle annesinin elini sıkıca tutmuş ağlamamak için kendini sıkıyordu.
Hemen onun yanında Lavin vardı. Doktor adayı olduğu için Esma Hanım sürekli ona bir şeyler soruyor o da iyi niyetiyle hep en olumlu sonucu anlatıyordu. Lavin’in karşısında Baran vardı. Sırtını duvara yaslamış ve yere çökmüş bir şekilde oturmuştu. Kucağında oturan Aysu sıkı sıkıya abisinin boynuna sarılmıştı.
Herkesin neden ağlayıp durduğunu bir türlü anlayamıyordu. Barış abisini sorduğunda ise uyuduğu cevabını alıyordu. O zaman neden ağlıyorlardı? Diye içinden geçirip duruyordu. Abisini daha öncede birçok kez uyurken görmüştü. Hatta bir keresinde yüzünü bile boyamıştı.
Gözleri sandalyelerden birinde oturan Nil yengesine kaydı. Onun yüzünde gülümsemeyi görmediği zaman huzursuz hissediyordu. Yabancı biri gibiydi. Aysu, iyiden iyiye Baran’ın boynuna sarıldı. “Abi,” diye seslendi sessiz bir şekilde. Baran, daldığı yerden Aysu’nun sesiyle irkildi ve kardeşine baktı. “Abim ne zaman uyancak?” diye sordu Aysu.
Baran, zorlukla yutkundu ve derin bir nefes alıp verdi. Barış, onun için bir abiden çok baba gibiydi. Kendi babasından görmediği şefkati abisinden görmüştü. Ne öğrendiyse hep abisinden öğrenmişti. İçindeki korku anbean büyürken elini kaldırdı ve Aysu’nun saçlarını okşadı. “Abimiz çok yorulmuş.” Dedi sesini kontrol etmeye çalışarak. “Dinlendiği an uyanacak.” İnanmak istediği tek şey buydu.
Abisini kaybetmek babasını kaybetmeye benzemezdi. Babası öldüğünde çok üzülmüştü, evet; Ama abisi ölürse dayanamazdı. Üstelik kardeşleri ve annesi vardı. Böyle bir acıyla nasıl başa çıkıp onları ayakta tutmaya çalışırdı? Abisi gibi güçlü olmayı isterdi hep, abisi ne yaparsa onu yapardı küçükken. Sonra Barış babalarıyla kavga edip gitmişti. O gün babasına da abisine de küsmüştü Baran. Abisine gittiği için, babasına ise Barış’ın gitmesine neden olduğu için.
Abisi döner diye çok bekledi ama dönmeyeceğini anladığında artık kendi başına ayakta durmak zorunda olduğunu da anlamıştı. Barış, her gün kardeşlerini arar sorardı ama Baran telefonlarını açmazdı. Bir gün Barış bu duruma daha fazla katlanamamış ve Baran’ın okuluna gelip onu arka sokaklardan birine çekmiş ve eşek sudan gelene kadar dövmüştü.
Baran, o anı hatırladığında gülümsemeden edemedi. Aklının başına geldiği andı. İki gün topallayarak yürümüş olsa da abisinin kendisi için dönmüş olmasını unutmuyordu. Tekrar döner miydi?
Dişlerini birbirine bastırdı. Güçlü olmak zorundaydı. Ne de olsa güçlü olmayı abisinden öğrenmişti. Annesine ve Aysel’e baktı. Annesinin ağlamaktan gözleri kızarmıştı ama hiç konuşmamıştı. Esma, ne yaşarsa içinde yaşardı. Çocukları etkilenmesin diye ama bu sefer kendini tutamamıştı çünkü söz konusu olan kendi çocuğuydu.
Baran’ın gözleri Aysel’in yanındaki Lavin’de durdu. Her zaman olduğu gibi bugün de sessizdi ama genelde yüzünde gördüğü gülümseme yerinde değildi. Ilgazoğlu ailesiyle geçmişten gelen bir husumetleri vardı. Özellikle Seyfi bu durumu her karşılaştıklarında gözleriyle veya bakışlarıyla belli ederdi. Ama buna rağmen Çınar küçükken hep abisiyle oynardı. Her ne kadar Seyfi Barış’la oynamasını yasaklamış olsa da Çınar umursamaz her defasında kaçarak Barış’la buluşur ve mahallenin altını üstüne getirirdi.
Bazen, Baran peşlerine takılırdı. Onlarla oynamayı daha eğlenceli buluyordu çünkü. O küçük anlarda Lavin’i gördüğü olurdu. O, kimseyle konuşup oynamazdı. Kendi kendine oynardı. Baran, bir keresinde on yaşındayken okul çıkışı onu görmüş ve yanına gitmişti.
Lavin, o zamanlarda utangaç bir çocuktu ama onunla konuşan olunca konuşurdu. Baran, Lavin’e neden hiç arkadaşlarıyla oynamadığını sorduğunda Lavin omuz silkmişti. Sonra Baran’ın ısrarcı bakışlarına dayanamayıp yanıt vermişti. Amcam kızıyor, demişti. Kız çocuğu sokakta sürtmemeliymiş.
O günden sonra Baran, Lavin’i ne zaman görse onunla konuşmaya çalışırdı. Kimsenin haberi olmadan yapardı bunu. Çünkü biliyordu ki biri görse söz olur Seyfi duyar ve Lavin’in canını yakardı. Bu yüzden gizliden gizliye onunla buluşur ve konuşurdu.
Biraz büyümeye başladığında ona duyduğu şeyin yalnızca arkadaşlık olmadığını fark etmişti ve paniklemiş iki hafta boynunca Lavin’den kaçmıştı. On yedi yaşına girdiği gecenin sabahında cesaretini toplayıp karşısına çıktığında Lavin’in ona küstüğünü görmüştü. Bir daha Baran’la konuşmayacağını söylediğinde Baran daha çok paniklemiş ve birdenbire Lavin’e onu sevdiğini söylemişti.
O günden beri Lavin’le sevgiliydiler ama kimse bilmiyordu. Bu onların arasında bir sırdı. Birbirlerini 1 ay görmedikleri olurdu bazen ama ikisi de şikayet etmezdi durumdan çünkü eğer aralarındaki ilişki öğrenilirse bir daha birbirlerini hiç göremeyeceklerini iyi biliyorlardı. Bu yüzden etrafta başka insanlar varken aralarında hiç konuşmazlardı. Hatta birbirlerine bile bakmamaya çalışırlardı.
Sonra, garip bir şey olmuştu. Nil, gelmişti. O, hayatlarına girdiği andan beri her şey ikisi için daha kolay olmuştu çünkü artık daha çok yan yana geliyorlardı ve kimse şüphelenmiyordu. Üstelik birkaç gündür aynı evde yaşıyorlardı. İkisinin konuşması kadar doğal bir şey olamazdı.
Son konuşmalarında, olaylar sakinleştiğinde aralarındaki ilişkiyi söylemek için sözleşmiştiler ama olaylar sakinleşmek yerine daha kötüye gidiyordu. Derin bir nefes aldığı sırada Lavin başını kaldırdı. Göz göze geldiklerinde Lavin’in hemen gözlerini kaçırmasını bekledi ama o bunu yapmadı.
Aksine Lavin oturduğu yerden kalktı ve Baran’ın yanına doğru ilerleyip onun gibi duvarın yanına diz çöküp oturdu. Baran şaşkınca Lavin’e bakarken bir kez daha şaşkınlıkla sarsıldı. Çünkü, Lavin elini tutmuştu.
Baran, sorguyla Lavin’e baktığında Lavin omuz silkti ve elini daha sıkı tuttu. Bugün yanında olamayacaksa diğer günlerde yanında olmasının hiçbir anlamı yoktu. Kimin ne düşündüğü artık umurunda değildi. “Üşürsün.” Dedi Baran fısıltılı bir tonlamayla. Lavin, omuz silkti. Başını Baran’ın omzuna yasladı ve derin bir nefes verdi.
Baran’ın kucağında oturan Aysu gözlerini kırpıştırarak Lavin’e baktıktan sonra abisine döndü. “Abi.”
“Hm?” diye mırıldandı Baran. “Lavin yinge mi olcak?”
Baran gülümsedi. “Olsun mu?” diye sordu kardeşine. Aysu alt dudağını sarktı ve Nil’e baktı. Bir süre Nil ve Lavin arasında gidip geldi gözleri. Nil’i daha çok sevdiğine karar verdi ama olmasın da demedi.
Şimdi başka bir şey düşünüyordu. Nil yangesini. Onunla konuşmaya çalıştığında Nil cevap vermemişti ve bu durum Aysu’yu üzmüştü. “Abi, yinge hasta mı?” diye sordu hâlâ Nil’i izlerken. Baran’ın gözleri de yengelerine kaydı. Perişan görünüyordu ve yaşadıklarını düşündükçe boynundaki damar atıyordu. Aysu abisine bakarak konuşmaya devam etti. “Gülmüyor artık. Hasta mı?”
Baran, kafasını belli belirsiz salladı. “O da yorgun.” Diyebildi durumu nasıl açıklayacağını bilemediği için.
“Uyusun o zaman.”
“Abimiz uyansın, uyur.”
“Abim uyanınca yine gülcek mi?”
Baran, gülümsedi. “Gülecek.” Dedi ve dudaklarını kardeşinin saçlarına bastırdı. Aysu, abisinin boynuna sarılarak gözlerini kapattı. Uykusu gelmişti. Eve gitmek istiyordu ama bunu söylemek yerine abisinin kucağında uyumayı tercih etti.
Baran da daha fazla kafasını dik tutamadı ve omzuna yaslanmış kadının kafasına yaslandı.
Aynı saniyelerde hastanenin girişinde büyük bir hareketlilik vardı. Ergun binbaşı saldırıya uğradıkları andan sonra özel timle iletişime geçmişti. Hastaneye zırhlı araçla gelen özel tim insanların merakını fazlasıyla çekiyordu. En önden ilerleyen Yüzbaşı Devrim içeri girer girmez Ergun binbaşına doğru ilerledi. “Binbaşım!” dedi gür bir ses tonuyla. “İyi misiniz?”
Ergun, kafasıyla bir onay verdi ve askerlerine göz gezdirdi. Görevden yeni dönmüşlerdi. Yüzlerindeki boyadan ve tam teçhizattan durum anlaşılıyordu. “Halil İbrahim albayımla konuştum. Bir süre buradasınız. Görev emri çıkar çıkmaz gitmenizi istiyorum.”
“Emredersiniz komutanım!” Dedi Devrim. Hastaneye gelmelerindeki asıl sebep görev emrini almak değildi. Arkadaşlarının iyi olup olmadığını öğrenmekti. Timde Devrim’le birlikte yedi kişiydiler. Olaylardan çoktan haberdar olmuşlardı. Durumu öğrenir öğrenmez görev için emir beklemişlerdi ama henüz olaylar açıklığa kavuşmuş değildi. Polis Ergun Binbaşı ve Çınar’a saldıran saldırganların üçünü canlı ele geçirip çoktan sorguya almıştı. Sekiz kişi olay yerinde ölmüş ve bir kişi de ağır yaralı şekilde hastaneye getirilmişti.
“Komutanım, Asuman nasıl?” diye sordu Leyal. Hemen Devrim’in arkasında duruyordu. Timde en yakın olduğu insanlardan birisiydi Asuman. Zaten timde iki kadın vardı ve birbirleriyle anlaşmaları absürt bir olay değildi. Ergun binbaşı usulca kafasını salladı. “İyi.” Dedi duygusuz bir tonlamayla. “Dikişleri patlamış. İyileşir.”
Timdeki herkes Ergun binbaşı ve kızı arasındaki ilişkiyi az çok biliyordu. Yine de bu kadar kayıtsız olması hepsinin canını sıktı. Ergun binbaşı iyi bir askerdi ama iyi bir baba mıydı tartışılırdı. “Komutanım, müsaadeniz olursa biz bir Asuman’ı görelim.” Dedi Devrim. Ergun kafasıyla bir onay verdi. Tim Asuman’ın odasına ilerlemek için hareketlendiği sırada duydukları sesten dolayı hastanenin girişine döndüler.
Bir kadın bağırarak içeriye girdi. “Hepsinin sorgusuna gireceğim! Ve eğer bana adam akıllı bir şey vermezlerse doğduklarına pişman olacaklar!” Siyah saçlı kadın telefonla konuşuyordu ve kolundan akan kanlara rağmen kayıtsızdı. Kadının arkasından gelen adamı gördüklerinde hepsinin kaşları çatıldı.
Bu, Eymen’den başkası değildi. Devrim, dikilmeyi keserek ikisine doğru yürümeye başladı. Henüz ikisi de timi fark etmemişti. Eymen, kızın kolunu tuttu ve tuttuğu gibi de elindeki telefonu çekip aldı. “Zor yürüyorsun hâlâ emir vermek peşindesin.”
Devrim, o ikisinin önünde durduğunda Eymen komutanını fark ederek duraksadı ama henüz Kübra Devrim’i fark etmemişti. Çünkü yüzü Eymen’e dönüktü. “Bana karışma!” dedi dişlerinin arasından Eymen’e ve olduğu yerde dönerek yürümek için hareket etti ama karşısında gördüğü adamla duraksadı. Kendini son anda durdurmayı başardı aksi takdirde adama, yani Devrim’e çarpacaktı.
Yüzünü tanımadığı adamın yüzüne doğru kaldırdı. Kaşları istemsizce çatıldı. Birkaç saniye yüzüne baktı, neden hemen yanından geçip gitmediğini bilmiyordu ama o an duraksamıştı. Toparlanması uzun sürmedi. Bir şey söylemek yerine kenara kaydı ve yürümeye başladı. “Kübra! Şu kolunu doktora göstermek zorundayız!” Diye seslendi Eymen ama Kübra oralı olmadan yürümeye devam etti. “Hiçbir şeye zorunluluğum yok Eymen Bey! Önce Nil’i göreceğim!”
Eymen bir sabır çekti. Arkasından gideceği sırada Devrim onu durdurdu. “Ne oluyor oğlum? Ne işin var senin burada?” Eymen olduğu yerde rahatsızca kıpırdandı. Asuman’a minik bir yalan söylemişti. Onu buraya gönderenin Devrim olduğunu dile getirmişti ama alakası yoktu. Kübra’yı göz hapsinden çıkartmadan cevap verdi. “Sonra anlatırım komutanım! Özel görevdeyim!” dedi ve Kübra’nın arkasından koşar adımlarla yürümeye başladı.
Devrim, çatık kaşlarla ikisinin gittiği yöne baktı bir süre. Özel görev de nereden çıkmıştı? Eymen, raporluydu yani şu an çalışamazdı. Sert bir nefes verdiğinde burun delikleri genişledi. Uzun menzilliği tüfeğinin ucunu aşağıya doğru çevirdi ve timine döndü. “AKKIZIL!” Diye seslendiğinde timdeki herkes komutanına odaklandı. Onların timinin adı Akkızıl’dı. “20 dakikaya çıkıyoruz!”
🪷
NİL
Gözlerimi kapatıp açmak kadar kısa bir anın içindeymiş gibi hissediyordum kendimi. Nefes almanın bu kadar zor olduğunu hissettiğim tek bir an yaşamıştım. O da annemin öldüğü gündü. Sonra pek bir şey düşünmedim zaten. Düşünebileceğim bir şey kalmamış gibiydi.
Şimdi ise beynim sürekli beni andan koparıyordu. Gözümün önüne geçmişe ait görüntüler beliriyordu. Tepki vermeden izliyordum sonra yanlış yerde olduğumu fark edip parmaklarıma bakıyordum. Kanla lekelenmiş parmaklarımda aynı kanla süslenmiş bir yüzük vardı. Beni geri getiren de bu yüzüktü.
Bakışlarımı ameliyathanenin olduğu kapıya çevirdim. Yine kimse çıkmamıştı. Ben beklemeye alışkındım. Yirmi dört yıl beklemiştim ve bu konuda oldukça da sabırlıydım. Fakat şimdi beklemek göğsüme yelkovan ve akrebin ucunu batırıp çıkartmakla aynı şeydi. “Abim?”
Gözlerimi yanımda oturan abime çevirdim. Az önce onunla bir şeyler konuştuğuma emindim ama hatırlamıyordum. Abim, elini kaldırdı ve elime doğru uzandı ama o an duraksamıştı. Gözlerimin içine dikkatle baktıktan sonra derin bir nefes aldı ve elimi tuttu. Dokunuşunu yadırgamadım. Gözlerinde gördüğüm çöküşün nedenini anlayamadım. Benim için mi üzülüyordu. Üzülsün istemiyordum. Kendimi abime odaklamaya zorladım. Dudağımın kenarı yukarıya kıvrıldı. “Abi, biliyor musun Barış bana evlenme teklifi etti.” Dedim tepkisini görmek için gözlerimi bir an olsun gözlerinden kaçırmadan.
Öfkelenmesini veya sinirlenmesini bekledim ama beklediğimin aksine gözlerinin içinde hüznü gördüm. Neden üzüldüğünü anlamadım. Kendimce yorumladım. Abim, evlenseydi onu kıskandığım için sanırım ben de üzülürdüm. “Ona haftaya evlenebileceğimizi söyledim.” Ameliyathaneye baktım. “O zamana kadar iyileşir mi?” diye sorduğumda elimdeki elini sıkılaştırdı. “İyileşir.” Dedi ve boğazını temizledi. “Ama haftaya evlenmek falan yok.”
“Neden?”
“Ne demek neden? Daha küçüksün.” Dudaklarımı birbirine bastırdım. “Yirmi dört yaşındayım, abi.” Dedim sesime abartı ekleyerek. “Benim yaşındaki birçok insanın iki çocuğu var.”
“Yani?” diye sorguladı açıklamamı umursamadan.
“Yani küçük değilim.”
“Küçüksün.” Dedi ve beni kendine doğru çekti. Kolunu omzuma atıp sardığında başımı omzuna yasladım hemen. “Önümüzdeki üç yıl evlenmek falan yok.” Kaşlarım istemsizce çatıldı. Evlenecektim bir keresinde. Barış… Barış uyansın evlenecektim. Sızlayan burnumu çektim ve gözyaşlarımı içime itmeye çalıştım. Gerçi akacak gözyaşım kalmış mıydı bilmiyordum ama kalan varsa da artık aksin istemiyordum.
Hayatım boyunca birçok şeye gülüp geçmiştim. Büyükler, çok gülen çok ağlar derdi. Asla inanmadığım bir deyişti ama artık inanıyordum. Çok gülen gerçekten de çok ağlıyordu.
Daha ne kadar ağlayacaktım? Yetmez miydi?
“Evleneceğim.” Dedim inatla. “Barış’la evleneceğim.”
“Abicim ben sana evlenme demiyorum ki. Üç yıl sonra evlen diyorum. Hem biz daha seninle dağ evinde kalacağız, kamp yapacağız sonra partileyeceğiz.”
“Partilemek mi?”
“Evet. Hani abur cubur alıp film izlemek gibi bir şeyler.” Burukça gülümsedim. Biz abimle hiç film izlememiştik. Barış’la da izlememiştik ki. Vaktimiz olmamıştı. Bir daha hiç vaktimiz olmayacak mıydı?
Abime geç kalmıştım da Barış’a da mı geç kalmıştım?
Dişlerimi birbirine bastırdım. “Abi.” Diye mırıldandığımda derin bir nefes aldı. “Abim?”
“Tavşan nerede?” Abime verdiğim tavşanı uzun zamandır görmüyordum. “Arabada.” Dediğinde tek kaşımı kaldırdım. Arabasına binerken tavşan falan gördüğümü hatırlamıyordum. “Neresinde?”
“Bagajda.”
Kaşlarım çatıldı. “Sana hediye ettiğimiz tavşanı bagajında mı eskitiyorsun?” diye sordum sitemli bir şekilde. “Eskitmiyorum.” Dedi ve gözlerini kaçırdı o an. “Şey…” boğazını temizledi. “Yatağı falan var.”
“Neyi var?”
“Yatağı.”
“Bagajda mı? Tavşanın mı?” Şaşkınla sorularımı sıralarken abim daha da uzak yerlere bakmaya başladı. Dudağımdaki gülümseme büyüdü. Söylediklerini yaptığını düşününce içim sıcacık olmuştu. Abim nereye giderse gitsin arabasıyla gidiyordu. Tavşanda onunla gittiği her yere gitsin diye bagajında yatak yapmıştı.
“Abicim o tavşan benim. İstediğimi yaparım. Sana ne?” Güler gibi sert bir nefes verdim. Çok tatlıydı. Yüzümdeki gülümseme orada çok kalmadı. Yine ameliyathaneye baktım. “Ne zaman çıkacaklar, abi?” diye sordum. O kadar korkuyordum ki yalandan sunduğum gülümsemeler de işe yaramıyordu. Artık kendimi de kandıramıyordum. Ben, Barış’ı istiyordum.
Ellerimi gözlerimin önüne doğru kaldırdım. Bir an her şey zihnimde yeniden yaşanmaya başladığında istemsizce abime sokuldum. “Şşh.” Diye fısıldadı kulağıma doğru. “O pezevenk uyanacak ve sana evlenme teklifi ettiği için benden bir güzel dayak yiyecek. Anlaştık mı?” Burnumu çektim ve konuştum. “Anlaşmadık. Vurma Barış’a. Sen Barış’a vurunca bana vurmuşsun gibi hissediyorum.”
“Nilüfer.” Dedi söylediklerimle birlikte. “Böyle söyleyerek bana vicdan azabı çektirmeye mi çalışıyorsun?” Kafamı usulca salladım. “Evet. İşe yaramadı mı?” diye sorarak gözlerine baktığımda sert bir nefes aldı ve kafamı göğsüne resmen gömdü. “Yaradı, Allah’ın cezası.”
Sessiz kaldım. Neredeyse dört saat olacaktı. Dört koca saat. Dört saattir ne yapıyorlardı içeride Barış’a? Zorlukla yutkundum ve kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Aldığım derin nefesler işe yaramıyordu. Abimle konuşmak beni rahatlattığı için onunla konuşmak istedim ama o an ne diyeceğimi de bilemedim.
Etrafta göz gezdirdiğimde Esma Teyzeyi ve Aysel’i gördüm ilk olarak. Sonra duvarın kenarına çökmüş üçlüye gözüm kaydı. Lavin, başını Baran’ın omzuna yaslamış o da başını Lavin’in başına yaslamıştı. Baran’ın kucağında olan Aysu ise sanırım uyuyordu.
Buraya ne zaman geldiklerini bilmiyordum. Geldikleri anı hatta buraya geldiğim anı bile doğru düzgün anımsamıyordum. Kafam o kadar durgundu ki Barış dışında hiçbir şeye odaklanamıyordum. Parmaklarımla bana aldığı yüzüğe dokundum. O anki heyecanı ve gülümsemesi gözümün önüne geldi. Göğsüm para pare oldu sanki. Daha ne kadar parçalanabilirdi bilmiyordum ama her defasında daha fazla parçalara ayrıldığını hissediyordum.
Koridor sessizdi. Nefes alışverişleri ve iç çekişler dışında hiçbir şey duyulmuyordu. Belki de zaman durmuştu. Aksi takdirde geçmemesinin hiçbir mantığı yoktu. Barış’ı istiyordum. Tükendiğini düşündüğüm gözyaşlarım yeniden akmaya başladığında abim anında ağladığımı fark etmişti. Geri çekilerek yüzümü avuçlarının içine aldı ve akan gözyaşlarımı sildi. “Göz bebeğim, harap ettin kendini. Hadi gel bir elini yüzünü yıkayalım. Bak böyle yaparak beni çok üzüyorsun.”
Yeniden burnumu çektim. “Buradan uzaklaşmak istemiyorum. Ya Barış’a bir şey olursa?”
“Olmaz. O piç uyanacak ve ikinizi ben evlendireceğim tamam mı?”
Gözlerimi kırpıştırarak yüzüne baktım. “Yemin et.” Dedim söylediklerine odaklanmaya çalışarak. “Yemin ulan! Yemin!” dedi ve sesini kısarak konuşmaya devam etti. “Hadi, bir elini yüzünü yıkayalım. Sonra hemen geri geleceğiz, söz.”
İstemiyordum. Gözlerim ameliyathanenin kapısına kaydı. Buradan uzaklaşmak onu bırakıp gitmek gibi geliyordu. Belki yakınında olmama ihtiyacı vardı. Belki ben gittiğimde uyanacaktı ve beni görmediği için üzülecekti.
Omuz silktim. “Gitmem.” Dediğimde abim derin bir nefes aldı. Benimle nasıl baş edeceğini bilemiyor gibiydi. Ona zorluk çıkartmak gibi bir derdim yoktu. Üzülmesi de isteyeceğim son şey bile değildi ama doktorlar çıkmadan buradan kalkamazdım. Ben yokken bir şey olabilirdi. Kötü veya iyi. Herhangi bir şey. Buradan uzaklaşmaya korkuyordum çünkü bir daha ona bu kadar yakın olamayabilirdim.
Doktorlar hâlâ içeride uğraştıklarına göre nefes alıyordu. Ben gittiğimde ya nefes almayı bırakırsa düşüncesini aşamıyordum. Üstelik abim birçok kez su içmem için de ısrar etmişti ama içmemiştim. Barış canıyla cebelleşirken benim boğazımdan nasıl su geçerdi ki? Geçmezdi.
Koridorun başında duyduğum topuklu ayakkabı sesiyle oraya döndüm. Kübra’yı görmeyi beklemiyordum ama kolunu kan içinde görmeyi hiç beklemiyordum. Gözlerimi birkaç kez açıp kapattım. Halüsinasyon mu görüyordum? Ellerimdeki kan her yere mi bulaşmıştı? Kübra yaklaştıkça kolunun neredeyse tamamını kaplayan kanlar daha da netleşti.
Hatta yere damlıyordu.
Pıt. Pıt.
“Nil!” dedi önümde durmuşken. Beni baştan sona inceledikten sonra eğilerek elimi tuttu. “Ne oldu?”
“Sen…” Koluna baktım. “Bu gerçek mi?” diye sorduğumda kafasını usulca salladı. “Gerçek bebeğim hayal görmüyorsun.” Gözlerim kocaman açıldı. “Kübra! Ne oldu?”
“Boş ver şimdi bana ne olduğunu. Sen iyi misin?” Burnumu çektim. “Ben iyiyim. Barış iyi değil. Sen de iyi değilsin.” Gözlerim dolu dolu oldu ama Kübra ağlamama izin vermedi. “Hey, ben iyiyim! Barış Bey de iyi olacak. Tamam mı?”
“Söz mü?”
“Söz tabi güzelim. O adam kafayı seninle bozmuş. Öyle kolay bırakıp gider mi?”
“Gitmez di’mi?”
“Gitmez.” Dediğinde rahat bir nefes aldım. Kübra bana hiç yalan söylemezdi. O yüzden ona inandım. Barış, beni bırakıp gitmezdi. “Sana ne oldu? Kolun kan içinde!”
“Küçük bir sıyrık.” Dediğinde arkadan başka bir ses Kübra’nın söylediğine karşı çıktı. “Biraz daha doktora görünmezsek kolunu kesecekleri kadar küçük bir sıyrık!” Kafamı kaldırdığımda düğünde tanıştığım Eymen’i gördüm. Neden buradaydı bilmiyordum, sonra Kübra’ya sorardım.
“Kolunu göster, lütfen. Ben iyiyim.” Dedim gözlerinin içine bakarak. Onun böyle bir huyu vardı. Kendinden önce hep beni düşünmüştü. Bu yüzden ona bazen kızıyordum ama aldırmıyordu. Kafasını usulca salladı. “Tamam iyi olduğunu gördüğüme göre artık doktora görünebilirim. Şunu sarsınlar hemen yanına geleceğim tamam mı?”
Gözlerim yine koluna kaydı. “Kübra, çok kanıyor!” dedim büyük bir endişeyle. Kalkmak için yelteniyordum ki ellerini bacaklarıma bastırarak beni durdurdu. “Sadece sıyrık, Nil. Korkulacak bir şey yok.” Ona inanıp inanmamak arasında kaldım. “Bana olayın nasıl olduğunu anlat? Kim vurdu Barış Bey’i? Görebildin mi?”
Duraksadım. Dudaklarımı birbirine bastırdım ve dizlerimin üzerindeki ellerime baktım. “Gördüm.” Dedim fısıldayarak. Konuşmaya devam edecektim ki Eymen araya girdi. “Savcılık işini daha sonra yapacaksın!” sesi net ve keskindi. Bir anda oldu. Eğildi ve Kübra’yı kucağına aldı. Kübra anında ona bağırdı ama Eymen hiç oralı olmadan bana baktı. “Onu geri getireceğim. O zaman uzun uzun konuşursunuz!”
“Bırak beni manyak herif!” diye bağırdı Kübra ama Eymen duymazdan geldi ve kısa süre içinde gözden kayboldular. Şaşkınca onların gittiği tarafa bakarken abimin sesini duydum. “Aynı anda üç saldırı… siktir.”
Ona döndüm. Söylediklerini anlamak zor değildi. Abim telefonunu çıkarttı ve birkaç tuşa bastıktan sonra kulağına yasladı. Telefon çok geçmeden açıldı. “Albayım burada desteğe ihtiyacım var.” Dedi pat diye. Abim karşı tarafı dinledikten sonra tek kaşını kaldırdı. “Buradalar mı?”
O telefonu dinlemeye devam ederken koridorun başındaki hareketlilik gözlerimi oraya sabitledi. Kocaman adamlar tüm koridoru kapladığı için zorlukla yutkundum. Türk askerleri. Korkulacak bir şey yoktu ama kocamandılar. Üstelik benim kadar bir silah taşıyordu hepsi. Abimin omzunu dürttüm ve elimle asker abileri gösterdim. Bakışları bakışlarımı takip etti. Omuzları dikti ama daha dikleşti sanki.
“Sağ olun Albayım, sizi arayacağım.” Dedi ve telefonu kapatarak beni kolunun altına çekti. Az önceki adamları görmezden mi geliyordu o? “Abi, onlar silah arkadaşların mı?”
“Hayır.” Dedi abim karşı duvara bakarak. “Asuman’ın timindeki adamlar.” Dediğinde nefesim boğazıma takılacak sandım. Asuman bu adamların içinde mi çalışıyordu? Bu adamlar kocamandı. Dev gibiydi. Bunlar beni görmez yanlışlıkla ezerdi. Biraz daha abime sokuldum. Abim yapı bakımından en öndeki adamla eşit sayılırdı ama sonuçta abimdi. Yanlışlıkla beni ezeceğini düşünmüyordum.
Adamlar tüm heybetiyle karşımızda durduğunda abim usulca onlara taraf döndü. En önde olan esmer adam, simsiyah saçları vardı ve gözleri de siyahtı. Oldukça kalıplı ve uzun boyluydu. “Çınar?” dediğinde abim kıpırdamadan yanıt verdi. “Evet?”
“Seninle konuşmamız gerekiyor.” Dedi adam, sesi fazla gürdü. Ki bu konuşmasının normal ses tonu olduğunu düşünüyordum. Hepsinin arkasında duran bir kadını fark ettiğimde onunla göz göze geldik. Üzerinde diğerleri gibi kamuflaj vardı ve iki eliyle tüfeğini tutuyordu. İstemsizce korkmaya başladım. Ben bir insanı vurmuştum. Bunu söylemeli miydim?
Kalbim küt küt attı. Barış hakkımı helal etmem demişti ama suçun onun üstüne kalmasını istemiyordum. Belki herkes gittiğinde abime söylemeliydim. Şu an dile getiremeyecek kadar korku içindeydim çünkü. Barış’ın uyandığını görmeden nezarethaneye atılmak istemiyordum.
“Olay olurken Arda da yanımızdaydı. Detayları ondan öğrenebilirsin.” Dedi abim kayıtsızca. Arda kimdi bilmiyordum ayrıca hangi olaydan bahsettiğini de bilmiyordum. “Detayları biliyorum.” Dedi öndeki adam. “Önemli.”
Abim derin bir nefes alıp verdi. “Kardeşimi yalnız bırakamam.” Dediğinde bir an hepsinin odağı ben oldum. Abime biraz daha yapıştım bu yüzden. Gitsin istemiyordum. Üzerim kan içinde olduğu için bana olan bakışlarından rahatsız olmuştum. “Leyal onunla kalır. Sadece beş dakika, bizim birazdan çıkmamız gerekiyor.”
Abim adama cevap vermek yerine bana baktığında “Burada konuşsanız olmaz mı?” diye sordum mırıldanarak ama beni hepsi duymuştu. O koca adam bir dizini kırarak yere çöktüğünde neredeyse boylarımız eşitlendi ama dizi yerde olmasına rağmen yine de benden biraz uzundu. “Sadece beş dakika. Sonra abini sapasağlam geri getireceğim.” Dedi. Kafamı usulca salladım. Abimin gitmesini istemiyordum ama önemli demişti. O askerdi, ona dur diyemezdim.
Abim kolunu omzumdan çekti ve yüzümü avuçlarının içine aldı. “Hemen döneceğim, abicim. Seslenirsen seni duyarım.” Kafamı bir kez daha salladığım sıra yere diz çöken adam ayağa kalkmıştı. Abimle yaşıt gibi duruyorlardı. Abim yanımdan kalktı ve hep birlikte koridorun sonuna doğru ilerlediler. Yalnızca kadın asker onlarla gitmedi. Yanıma doğru geldi ve az önce abimin oturduğu yeri gösterdi. “Oturabilir miyim?”
“Evet.” Dedim. “Ama kalmak zorunda değilsin.”
“Biliyorum.” Dedi ve minik bir gülümsemeyle yanıma oturdu. “Leyal ben.” Diyerek bana elini uzattığında ellerime baktım. Kurumuş kanı görmek bir kez daha derinden titrememe neden oldu. “Şey, ellerim…”
“Sorun değil.” dedikten sonra elimi tuttu. “Senin adın ne?”
“Nil.” Dedim ve o rahatsız olmasa bile ben rahatsız olduğum için elini çok tutmadan geri çektim. Ellerim kanlıydı. Leyal ameliyathaneye baktı. “Orada kim var?” diye sordu. Zorlukla yutkundum ve ağlamamak için yine kendimi çok zor tuttum. “Her şeyim.”
Sessiz kaldı. Herhangi bir yorumda bulunmadı. İnsanları kendi üzüntüme ortak etmeyi sevmezdim. Yalnızlığın bana getirdiği en kırıcı duygulardan birisiydi bu. Aklıma Asuman’ın anlattığı şeyler geldi. Leyal’in Devrim diye birine herkesin içinde tokat attığını söylemişti. Leyal karşımdaki kadın olmalıydı. “Devrim hangisi?” diye sorduğumda ismini bildiğim için olsa gerek tek kaşını kaldırdı. “Seninle konuşan adam.”
“Yakışıyorsunuz. Ona gerçekten tokat attın mı?”
“Dur.” Dedi şaşkınlıkla. “Sen bunu nereden biliyorsun?”
“Asuman anlatmıştı.” Dediğimde derin bir nefes verdi. “Evet, ona tokat attım.” Dediğinde başımı sol omzuma doğru yatırdım. “Peki o ne yaptı?” Omuz silkti. “Bana bir şey yapmadı, time yaptı. Genelde kavga ettiğimizde hıncını timden çıkartıyor.” Dudaklarımı birbirine bastırdım. Sanırım Asuman’ın yerinde olmak istemezdim. İşim yeterince zor değilmiş gibi bir de komutanlarımın ilişkisi yüzünden belimin düzelmeyişine fazla empati yapmış olmalıyım ki içim titredi bir an.
“Abimi tanıyor musunuz?” Abim tanımadığını söylemişti ama hiç de tanımıyor gibi görünmüyordu. “Tanıyoruz ama tanışalı çok olmadı.” Anladım, dercesine kafamı salladım. Öyleyse abim hakkında bir şeyler sorsam da bilmezdi. Leyal tim arkadaşlarının ve abimin olduğu yere baktı. “Yakında, yakından tanışırmışız gibi görünüyor.” Dedi mırıldanır tarzda.
“Komutanınız abimi dövmüş.” Dedim suçlayıcı bir şekilde. Yüzüne ne olduğunu sorduğumda Ergun binbaşıyla karşılaştığını söylemişti. Ergun binbaşını gördüğümde ona bir çift laf söyleyecektim. “Nasıl yani?” diye sordu Leyal merakla.
“Abim Asuman’ı kaçırdı ya babası o yüzden abimi adamlarıyla kıstırıp dövmüş.” Leyal’in gözleri kocaman açıldı. “Abin Asumna’ı mı kaçırmış? Asuman’ı?” İnanamıyor gibiydi. Kafamı salladım. “Evet, neden bu kadar şaşırdın?”
“Asuman’ı nasıl kaçırmış tam olarak?” diye sordu benim sorumu görmezden gelerek. Alt dudağımı sarktım. “Bilmiyorum ki. Kaçırdım dedi sadece.”
“Yok canım kaçırmamıştır, Asuman isteğiyle gelmiştir.”
“Gönlü var zaten. Belli.”
“Bu durumdan memnun değil gibisin?”
“Yani memnunum ama abimi paylaşmak istemiyorum. O yüzden biraz kötü görümcelik yapacağım Asuman’a.” Leyal söylediğime güldü. “Biraz hak ediyor.” Dedi beni destekleyerek. “Benim de iki tane abim var. Onları kıskanıyorum.” Dediğinde kaşlarım kavislendi. Leyal, düşünceli bir şekilde gözlerini kıstı. “Demek Ergun binbaşım bu yüzden buradaydı.” Kaşları kavislendi. “İlginç.”
“İlginç olan ne?”
“Çınar hâlâ yaşıyor.”
Gözlerim büyüdü. “Ne demek istiyorsun?” Leyal pot kırmış gibi boğazını temizledi. “Ergun binbaşım biraz serttir, mübalağa yaptım o yüzden.”
“Mübalağa yaptığına emin misin?”
Genişçe gülümsedi. “Elbette.” Derin bir nefes alıp verdim. “Gerçekten o kadar sert mi? Abime yine vurur mu?”
“Yok. Level atladıklarına göre askeriyede pestilini çıkartır.”
“Onu şikayet edeceğim! CİMER’e şikayet edeceğim! Dur, ben avukatım! O adama dava açacağım!” Leyal söylediklerime naifçe gülümsedi. “Merak etme, bizimkiler abini harcatmaz.”
Konuştukları yere baktım. Normal bir konuşma içerisinde görünüyorlardı. Abimin hemen önünde Devrim vardı. Diğerleri de abimin çevresini sarmış durumdaydı ve dikkatlice abimi dinliyorlardı. “Emin misin? Daha çok abimi harcayacak gibi görünüyorlar.”
“Eminim. Biraz gözdağı her zaman iyidir. Korku adamın özünü ortaya çıkartır.”
“Abim korkmaz. Siz abimden korkun.” Dedim kendimi tutamadan. “Bakalım, onu ilerleyen zamanlarda göreceğiz artık.” Dedi. Hepsi bu tarafa doğru gelmeye başladığında daha fazla konuşmadık. Leyal ayağa kalktı ve abime bir kafa selamı verip Devrim’in yanına doğru yürüdü. “Eyvallah.” Dedi abim yanıma otururken. Devrim’le göz göze geldik o sıra. “Abini sapa sağlam geri getirdim.” Dedi. Kocaman bir adamdı ama sempatikti.
“Her zaman getirecek misin?” diye sorduğumda dudakları iki yana kıvrıldı. “Söz.” Dediğinde ben de ona ayıp olmasın diye ufak bir gülümseme sundum. Tekrar konuşacaktım ki ameliyathanenin açılan kapısıyla kendimden beklemediğim bir hızla kalkıp çıkan doktora doğru yaklaştım.
Allah’ım lütfen. Onu bana bağışla.
“Hastanın yakınları?”
“Biziz.” Etrafım kalabalıktı. Konuşanın kim olduğunu ayırt edecek durumda değildim. Büyük ihtimalle herkes doktorun önüne toplanmıştı ama odağım sadece söyleyeceği sözlerdeydi. Zorlukla yutkundum. “Ameliyat gayet başarılı geçti. Sabah normal odaya alacağız. Hemşire arkadaşlar detaylı bilgiyi verecek. Geçmiş olsun.”
Ameliyat gayet başarılı geçti.
Kafamda bu cümle birkaç kez tekrar etti. Barış iyi olacaktı. Beni bırakmamıştı. Gitmemişti. Gözyaşlarım sicim gibi inmeye başladığında hıçkırdım. Bana biri sarıldı. Çok sonradan onun abim olduğunu anladım. Üzerimden kalkan kocaman bir yük vardı. Zihnim saatlerdir çektiği işkencenin son bulduğunu anladığında tüm fonksiyonları kaybetti.
“Nilüfer!”
Hıçkırmaya devam ederken abimin boynuna sarıldım ve ağlarken konuştum. “Abi.” Dedim sesimi bulmaya çalışırken. Kucağındaydım. Beni kucağına aldığı anı hiç hatırlamıyordum ama şu an bilincimi geri kazanmaya başlamıştım. “Söyle, göz bebeğim.” Dedi abim beni daha sıkı tutarken. “Bizi evlendireceksin dimi?”
“Eşek arıları soksun benim dilimi! Evlendireceğim!” Ağlarken güldüm. İyi olacaktı. Barış iyi olacaktı! Üstelik uyandığında bu haberi ona ben verecektim. Çok sevinecekti. Burnumu çektim. “Söz verdin bak caymak yok. Barış’a vurmak da yok.”
“Tamam ulan tamam!”
Yeniden burnumu çektim ve ağlamaya devam ederken gülümsedim.
🪷
Elimdeki su şişesinden bir yudum su içtikten sonra sandviçimi ısırdım. Her ne kadar canım istemese de şeker hastası olduğum için bir şeyler yemek zorundaydım. Aşırı stresten dolayı zaten insülin değerlerim oynayıp duruyordu. Barış uyandığında beni kötü bir halde görürse kendimi paraladığım için bana kızardı. Başımda inanılmaz bir ağrı vardı. Ağlayıp durduğum için gözlerim de acıyordu. Fiziki anlamda iyi değildim ama hiç sorun değildi. Kalbim acımadığı sürece hiçbir fiziki acıyı önemsemiyordum.
Barış iyi olacaktı, dahası var mıydı?
Ellerimi yıkamıştım ve yüzüğüm artık temizdi. Üzerimde hâlâ pembe elbise vardı ve değiştirmek gibi bir şansım olmamıştı. Kan lekelerini silmeye çalışmıştım ama ben silmeye çalıştıkça daha kötü bir hal aldığı için bu işten vazgeçerek olduğu gibi bırakmıştım.
Abim, telefonla konuşarak yanıma doğru gelmeye başladı. Barış’ın iyi olacağı haberini aldığımız andan beri kaybolup duruyordu. Büyük ihtimalle saldırılar hakkında bir şeylerle uğraşıyordu. Öğrenmiştim ki bize saldırdıkları sırada abime ve Kübra’ya da saldırmışlardı. Oldukça ucuz atlatmıştık çünkü öldürmek üzere yaptıkları bir saldırı olduğunu düşünüyordum. Ayrıntıları henüz benimle paylaşmamışlardı ki zaten şu an kafamın alacağını da sanmıyordum. Barış uyandıktan sonra biraz daha kendime geldiğimde neler olup bittiğini ayrıntılı bir şekilde öğrenecektim. Abimin telefon konuşmasına kulak misafiri oldum.
“O adamın dışarıyla bağlantısı var. Sabah sorgusuna katılacağım.” Abim yanıma oturdu ve bana göz kırptı. Sessiz kalarak sandviçimi yemeye devam ettim. “Evet.” Dinlemeye devam etti. “Emredersiniz.” Dedikten sonra telefonunu kapattı ve bana doğru döndü. O sırada kalan sandviçimi ağzıma teptim ve hızlıca çiğneyerek yuttum. Üstüne su içtikten sonra ben de abime döndüm. “Bitti!” dediğimde gülümsedi. Yemek yemeden koltuktan kalkmamı yasaklamıştı.
“Doymadıysan hastanenin kahvaltısından getireyim.” Dedi merakla bana bakarak. Kafamı iki yana salladım. “Yok, doydum. Sen yedin mi bir şeyler?”
“Aç değilim.” Dedi ve Barış’ın kaldığı odaya baktı. Doktorlar ameliyatın oldukça zor geçtiğini söylemişti. Çünkü kurşun karaciğerini delmişti. Bu yüzden saatlerce en az hasarla kurşunu çıkartmak için uğraşmıştılar. Barış’ı sabaha karşı uyandıracaklardı. O zaman herhangi bir sorun olup olmadığını da öğrenmiş olacaktık.
“Abi, sen burada mısın?” diye sordum yerimde kıpırdanarak. Kafasını usulca salladı ve sorar gibi göz kırptı. “Kübra’nın yanına gideceğim. Geri gelene kadar Barış’ın yanında kalsan olur mu?” Kübra’yı çok merak ediyordum. En son birkaç saat önce görmüştüm. Telefonla aradığımda ise ulaşılmıyordu.
Abim eliyle koltuklardaki insanları gösterdi. Esma teyze ve çocukları yan yana oturmuştu. Geçen saatlerde Dilan Hanım ve Volkan da gelmişti. Ayrıca Barış normal odaya alındığı saat diliminde ekip arkadaşlarının hepsi durumunu örenmek için uğramıştı.
O sırada ifademi almak istemişlerdi ama abim engel olarak sabah ifade vereceğimi söylemişti. Mirza da arada olduğu için polis memurları zorluk çıkartmadan kabul etmişlerdi. İfade vermekten korkuyordum. Çünkü yalan söylemek istemiyordum ve Barış’ın söylediklerini anımsadıkça da karmakarışık oluyordum. Ne diyeceğimi bilmediğim için şu an ifade vermemem belki de en iyisiydi.
“Barış, yalnız değil abicim. Ben de seninle geleyim, sonra geri döneriz.” Dedi abim. Kafamı usulca salladım. Abimin beni yalnız başıma bir yere göndermeyeceğine emindim. Yanımdan ayrıldığı zamanlarda dahi Mirza veya Mesude’yi yanıma bırakıp gidiyordu. Ve, evet o ikisi buradaydı. Mirza bazen gözden kaybolsa da Mesude her zaman olduğu gibi yanı başımdaydı. Onunla biraz konuşmak istemiştim ama tek kelime etmediği için susmuştum.
Abimle birlikte ayağa kalktığımızda Mesude de ayağa kalktı. “Gelmene-” diye başladığım cümlemi keskin bir şekilde kesti. “Geleceğim.” Dediğinde dudaklarımı birbirine bastırdım. Normalde çok gülen veya konuşan bir insan değildi zaten ama bugün bir başkaydı sanki. Barış için üzülüyor olabilirdi ancak gözlerinde gördüklerimin yalnızca bu olduğunu sanmıyordum. Kübra’nın durumunu öğrendikten sonra onu kenara sıkıştıracak ve derdini soracaktım. Bir kez daha elimden kaçmasına izin yoktu.
Öncelikle girişe giderek Kübra’nın kaçıncı katta ve odada olduğunu öğrendik. Aşağısı yukarıdan daha hareketliydi. Her yerde polis ve jandarma vardı. Kuş uçurtmuyorlardı. Asansör altıncı katta durdu ve kapıları iki yana açıldı. Yürüyerek asansörden çıktık ve 666 numaralı odanın önüne doğru ilerledik.
Endişelenmeden edemedim. Kolunu sarar sarmaz geleceğini söylemişti ama onun için bir oda verdiklerine göre durumu düşündüğüm kadar iyi değildi. Kapısının önünde iki polis nöbet tutuyordu. Onlara doğru ilerlediğimizde ikisi de sorguyla bize baktı. Ta ki arkamdaki Mesude’yi görene kadar. Kapının önünden çekildiler. “Abi, sen burada kalsan olur mu?” diye sordum fısıldayarak. Abim tek kaşını kaldırdı. “Mesude yanında gelirse olur.” Dediğinde kafamı salladım.
Kübra ve abim pek iyi anlaşamadıkları için odaya girmesini istememiştim. Ayrıca özel bir şeylere ihtiyacı olabilirdi. Kapıyı sessizce açarak içeriye süzüldüğümde gördüğüm manzara adımlarımı duraksatmıştı. Kübra, yatakta uyuyordu ve Eymen yatağın kenarındaki koltuğa oturmuş gözünü bile kırpmadan Kübra’yı izliyordu. Kollarını birbirine dolamıştı ve yüzünde oldukça ciddi bir ifade vardı. Onu bu yüz ifadesiyle tanımış olsaydım sanırım biraz korkardım.
Boğazımı temizlediğimde Eymen’in bakışları anında bize saplandı. Çatık kaşlarının altındaki sert bakışları çözüldü ve normal bir insan gibi bakmaya başladı. Rahat bir nefes alarak içeriye adım attım. Mesude’nin de arkamdan gelip kapıyı kapattığını duymuştum.
Kübra’nın yatağına yaklaştığımda istemsizce nefesimi tuttum. Tam olarak ne yaşanmıştı bilmiyordum ama iyiyim dediği kolunu büsbütün sarmışlardı. Üzerinde hasta kıyafeti vardı. Bu da ne demek oluyordu şimdi?
“Durumu nasıl?” diye sordum sessizce Eymen’e. Aldığı derin nefesi duyduğumda ona baktım. “Ameliyattan az önce çıktı. Doktorlar iki ay kolunu kullanamayacağını söyledi ama iyi olacak.” Gözlerimi duyduklarımdan sonra idrak edemediğim için bir süre kırpıştırdım. “Ameliyat mı?” diye sordum dehşetle. “Yalnızca sıyrık olduğunu söylemişti!” Sesim fısıltılı olsa bile duygularım net bir şekilde belli oluyordu. “Fısıldayarak konuşmana gerek yok. Anestezinin etkisinde, birkaç saatten önce uyanmaz.” Dedi Eymen ve soruma yanıt verdi. “Sıyrık değildi. Kurşun neredeyse kemiğini paramparça ediyordu.” Kaşları çatıldı ve ters ters Kübra’ya baktı. “Ama hanımefendinin umurumda mı, hayır! Emir verip durmaktan başka bir şey yaptığı yok.”
Ben de kaşlarımı çattım. “Hey, arkadaşımla düzgün konuş. Şu an kendini savunacak durumda olmayabilir ama bu onun hakkında atıp tutabileceğin anlamına gelmez.” Dediğimde güler gibi sert bir nefes verdi. “Siz ikiniz ikiz falan olmalıydınız.”
“İkiz değiliz ama beni büyüten Kübra. O yüzden ne söyleyeceksen iki kez düşünüp söyle.” Dedim. Onu enişte olarak seçmiş olabilirdim ama asla Kübra’mı harcatmazdım. “Ne oldu? Sen vurulurken orada mıydın?” diye sordum Eymen’e kendini savunmasına izin vermeden. Bir avukat olarak savunma hakkını elinden alıyor olmak doğru değildi belki ama Kübra için gerekirse adam öldürürdüm.
O, bende böyle bir mevzuydu.
“Yolda sıkıştırmışlar, gittiğimde zaten vurulmuştu.” Dedi Eymen, hesap vermekten hoşnut olmadığı belliydi. Yine de sorularıma devam ettim. “Kim saldırmış peki?”
“Henüz saldırıyı kimse üstlenmedi. Hayatta kalan adamlar sorguda. Sabaha kadar çözülürler. Çözülmezlerse…” diyerek Kübra’ya baktı. “Allah yardımcıları olsun.” Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Kübra’nın sorgularına birkaç kez tanık olmuştum ve ben de Eymen’e katılıyordum. Allah yardımcıları olsundu.
“Kolunda veya elinde bir sorun kalacak mı?” diye sorduğumda Eymen kafasını iki yana salladı. “Belki fizik tedaviye ihtiyaç duyar. Önümüzdeki günlerde daha net belli olur ama kalıcı bir şey olmayacak.” Göğsümü derin bir nefesle doldurdum. Kübra’ya yanaşarak sargılı olmayan elini tuttum. Belki varlığımı hissederdi. Yalnız olmadığını hissederse daha güzel bir uyku çekebilirdi.
Güzel yüzünü inceledim. Alnının sol tarafı bandajlıydı. “Buraya ne olmuş?” diye sordum bu sefer. Eymen’in yanıtı uzun sürmedi. “Direksiyona kafa atmış.”
O kadar marjinal bir insandı ki konuştukça hayretler içinde kalıyordum. Kübra’nın tam tersiydi resmen. Elimi geri çekerek bir süre Kübra’nın yüzünü izledim.
Abime ve Kübra’ya ne diye saldırmış olabilirlerdi? Abimi bazı tahminlerle aklıma yatırıyordum ama Kübra büyük bir soru işaretiydi. Eğer bu saldırıları yapan Mahir gibi ailemizden birileriyse Kübra’ya saldırmalarına anlam veremiyordum. Buraya daha dün gelmişti ve hiç yapmadığı şeyi yapıp yıllık iznini kullanmıştı. Yanımda gördükleri için saldırmış olabilirler miydi? Mantıklı değildi benim yanımda bir sürü insan olmuştu. Abim ve Barış dışında birine de Kübra’yla olan yakınlığımızdan bahsetmemiştim.
“Eymen,” dedim düşüncelerimi bir kenara itmeye çalışarak. “Sen burada ne yapıyorsun?” Eymen, birkaç saniye yüzüme baktıktan sonra Kübra’ya döndü. “Birilerinin ona dur demesi gerekiyor.” Gözlerim kısıldı. “Ve bu sen mi oluyorsun?” kafasını belli belirsiz salladığında kaşlarım çatıldı. “Kübra’yı ne zamandır tanıyorsun?”
“Birkaç aydır.” Dedi hiç bozuntuya vermeden. “Nereden? Kübra hiç de seni tanıyor gibi görünmüyordu.”
“Gördüm bir yerde, aşık oldum, sonra takip edip durdum. Manyağım da ben biraz. Böyle kompleksli durumlarım var. Bağlanma sorunlarım da var.” Sahte ve geniş bir gülümseme sundu. “Öyle.”
“Iyy.” Diye bir tepki çıktı dudaklarımın arasından. “Gördüğüm en kötü yalancı falansın.” Güldü. Oldukça sessiz ve duygusuz bir gülüştü bu. Kandırmak için ve genelde sahte olandan.
Eymen’i baştan sona süzdüm. Değişik bir adamdı ve düğünde gördüğüm o beyefendi tipiyle şu an alakası yoktu. Kot pantolon ve deri bir ceket giyiyordu. Genelde şu motorcuların giydiği ceketten. Bir beyefendiden çok serseriye benziyordu. Bu adam bir de askerdi gerçi. Ona asker diyebileceğim tek konu boyu ve kalıbıydı. “Kübra’nın yanında mı kalacaksın?” diye sorduğumda kafasını salladı. Onu tanımadığım için Kübra’nın yanında kalması ne kadar doğruydu bilmiyordum. Yine de nerden geldiğini bilmediğim bir güven duyuyordum Eymen’e. Bunun ilk nedeni de Türk askeri olmasıydı.
“Öyleyse numaranı bana verir misin? Kübra uyandığında yanında olmak istiyorum.” Dediğimde telefonunu çıkarttı ve hiç düşünmeden bana doğru attı. “Şifre yok, numaranı yazabilirsin.” Dedi ama ben telefonunu tutamadığım için bir süre yere düşen telefonuyla bakıştım. Bakışlarımı Eymen’e kaldırdığımda hâlâ aynı ifadeyle bana baktığını gördüm. “İnsanların numarasını onlara telefon savurarak mı alıyorsun?” diye sorduğumda omuz silkti. “Kalkmaya erindim.” Dedi. Nasıl bir tepki vereceğimi bilemedim. Sonra yere eğilerek telefonunu aldım ve Eymen’e baktım. “Açıyorum bak.”
“Açmadan numaranı yazamazsın.”
“Eğer kırıldıysa yenisini almam.” Dedikten sonra açma tuşunu bastım neyse ki açıldı. Son model telefon tutmak da bir garip hissettiriyordu. Oyalanmadan telefon uygulamasına girdim ve numaramı kaydettikten sonra kendimi aradım.
“Eğer bir şey olursa haber ver lütfen.” Dedim ve telefonu ona attım. Şey, fırlattım. Kendini korumak için yanındaki yastığı kaldırdı ve yüzüne tuttu. Yastığa sertçe çarpan telefon yine yere düştü. Yastığı kenara doğru çekerek yüzüme baktı. “Eğer kırıldıysa-” diye başladığı cümleyi dinlemeden odadan çıktım. Mesude de arkamdan geldi.
Dışarı çıktığımızda abimi telefonla mesajlaşırken bulmuştum. Sırtını karşı duvara yaslamış bir şekilde dururken hareketlilikten dolayı bizi fark ederek kafasını kaldırdı. “Durumu nasılmış?” diye sorduğunda alt dudağımı sarktım. “İki ay kolunu kullanamayacakmış.” Tek kaşını kaldırdı. “Uyanıksa onunla konuşmam gereken şeyler var.” Dedi abim. Kafamı iki yana salladım. “Yok, kolundan ameliyata almışlar, anestezinin etkisinde şu an.”
“Sadece sıyrık olduğunu söylemişti?” dedi sorgulayarak. Omuz silktim. Kübra, başına gelen olayları küçültmeye bayılırdı. Kolu kopsa iğne battı derdi tıpkı saatler önce yaptığı gibi. Sıkıntıyla ofladım. Her taraftan kuşatılmışız gibi hissediyordum. Ne oluyordu böyle?
İçim sıkıntıyla doluştu. Kafamdaki ağrıda kendini iyiden iyiye belli etti.
Abim duvara yaslanmayı kesti ve önüme doğru geldi. “Nilüfer, bana olanları anlatman gerekiyor.” Dedi. Ellerimi birleştirdim ve gözlerine bakmadan sordum. “Şimdi mi?”
“Kendini nasıl hissediyorsun?” diye sordu cevap vermeden önce. “İyiyim.” Dedim. Barış iyiyse ben de iyiydim. “İfadeni alsınlar mı polisler?” diye sorduğunda yutkundum. “Önce yalnız konuşsak olmaz mı?” diye sorduğumda kafasını usulca salladı ve beni kolunun altına doğru çekti. “Olur, abicim.” Yüzünü saçlarıma yaklaştırdı. Öpecek sandım ama yapmadı ve geri çekildi. “O zaman önce bir Barış’ın yanına uğrayalım. Sonra da konuşacağız.” Dedi abim, kafamla abimi onayladığımda yürümeye başladık. O sırada abim Mesude’ye hadi der gibi bir kafa işareti yapmıştı.
Birlikte Barış’ın odasının olduğu kata geldiğimizde adımlarımı hızlandırdım ve camın önünde durarak ona baktım. Bedenine bir sürü kablo bağlanmıştı. Yatağının kenarındaki monitör düzenli kalp atışlarını gösteriyordu. Saatler önce olduğu gibi şimdide aynıydı. Hareketsiz bir şekilde uzanıyordu. Yüzünde huzursuz bir ifade vardı. Bu odaya ilk alındığında bir saat hiç oturmadan bu camdan ona bakmıştım ve abim en sonunda beni kucağına alıp sandalyeye oturtmuştu.
Elimi kaldırdım ve Barış’ı gördüğüm yerde parmaklarımı gezdirdim. Uyanacaktı ve onunla evlenecektik. Ayrıca artık ertelemek de istemiyordum. Uyanır uyanmaz evlenelim dese tamam derdim. Saat sabahın üçünü geçiyordu. Doktorlar sekiz gibi uyandıracaklarını söylemişti. Daha çok vardı. Çakır gözlerini görmek istiyorum. Hem, yanına girmeme de izin vermiyorlardı.
“Öldüreceğim onu!” Duyduğum sesle irkilerek başımı koridora çevirdim. Amcam, Cahit yanında Mustafa ve birkaç tanımadığım adamla üzerimize doğru delirmiş gibi yürüyordu. Korku tüm bedenimi sarmaya başladı. Cahit’ten veya yanındakilerden korkmuyordum, onun delirme sebebinden korkuyordum. Abim ve etraftaki polisler Cahit’in önüne doğru ilerleyerek buraya yaklaşmasına izin vermedi ama Cahit kimseyi umursamıyor gibiydi. “Öldüreceğim onu! Öldüreceğim!”
Zorlukla yutkundum ve oldukları tarafa doğu dönerek sırtımı duvara yasladım. Bizden birkaç metre uzakta dahi olsalar Cahit’in gözlerindeki dönmüşlüğü görebiliyordum. Bu normal bir bakış değildi. Sözlerindeki gibi ölüme susamamıştı bakışları. “Kendine gel amca! Ne oluyor?!” diye bağırdı abim gür bir sesle. “Kendime mi geleyim?!” dedi Cahit sorgular gibi. Sonra abimin yakalarını tuttu ama abimin bunu yapmasına izin verdiği için yapabildiğine emindim. “Oğlum öldü benim! Oğlum!”
Gözümden bir damla yanağıma doğru aktı. Mahir, ölmüş müydü?
“Ödeyecek! Ödeyecek bedelini!” diye bağırmaya devam etti ama artık onlara bakmıyordum. Gözüm yerdeydi. Fayansların üzerinde kendimi gördüm. Silahı kaldırmıştım ve Mahir’e ateş etmiştim. Mahir’in sırtından akan kanlar sanki yerde yayılıyormuş gibi iyiden iyiye gerilemeye çalıştım fakat arkamdaki duvar bana bir alan vermedi.
Cahit’in bağırmalarını ve haykırışını duymak istemediğim için ellerimi kulaklarıma bastırdım ve duvarda yaslı bir şekilde aşağıya doğru çöktüm. Birini öldürmüştüm. Ve o biri kendi kanımdan biriydi. Aynı masada yemek yediğim insandı.
Katil.
Dişlerimi birbirine bastırdım. Bilerek yapmamıştım. Öleceğini düşünmemiştim ki. Sadece… sadece Barış’a zarar vermesini önlemeye çalışmıştım. Öleceğini düşünmemiştim. O Barış’ı öldürmeye çalışmıştı ama benim tek amacım onu durdurmaktı. Öldürmek değildi.
Katil.
Kulaklarıma ellerimi daha sert bastırdım. Kendimi duymak istemiyordum. Hiçbir şey duymak istemiyordum. Kahretsin! Hiçbir şeyi düzgün yapamıyordum. Her şeyi mahvediyordum. Ben birini öldürmüştüm.
“Nilüfer?” dediğini duydum abimin. Önüme çökmüştü. Ona bakmadan önce koridorun sonuna baktım. Cahit ve yanındakileri polis bu kattan uzaklaştırmaya çalışıyordu. Onları görmüyordum ama Cahit’in sesini hâlâ duyabiliyordum. Öldüreceğim, diyordu.
Abim, ellerini yanaklarıma yerleştirerek ona bakmamı sağladı. Gözyaşlarım arttı. “Abi.” Diye fısıldadığımda bakışlarına endişe karıştı. “Abim, ağlanacak bir şey yok.” Dedi beni sakinleştirmeye çalışarak. “Önce Mahir saldırmış. Barış’a bu yüzden bir şey olmaz. Korkma.” Kafamı iki yana salladım. Hıçkırdığım sırada dudaklarımdan gerçekler kaymaya başladı. “Mahir’i Barış öldürmedi.” Abim anlamsızca kaşları kavislendi. “Ben öldürdüm.” Dediğimde kavisli kaşları anında çatıldı ve elinin içini dudaklarımın üzerine bastırdı.
“Nilüfer.” Dedi genelde ondan duymadığım sert bir tonlama kullanarak. Hâlâ dudaklarıma elini bastırırken beni göğsüne doğru çekti. “Sakın.” Dedi aynı sert ses tonuyla. “Sakın bir daha bunu dile getireyim deme!” Hıçkırırken gözlerimi sıkıca kapattım. Ben böyle bir şeyin sorumluluğunu Barış’a yükleyemezdim.
Katil olan bendim. Barış veya bir başkası değildi. Bendim.
🪷
Bölüm sonu!!
Nasıldı?
Beğendiniz mi bölümü?
Baran ve Lavin'in herkesten gizli şekilde sevgili olmasına ne diyorsunuz?🤭
Eymen, bir işler karıştırıyor gibi😈 sizce?
Mahir'in ölmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Nil?🥹
Barış? ❤️🩹
🍭
Sonraki bölümü hıphızlı yazıp göndermeye çalışacağım. 3-4 gün aralıklarla bölüm atmaya çalışacağım. Hazır ara tatile girmişken bunu iyi değerlendirelim🥳
Şimdiden hepinize iyi tatilerler dilerimm💖💃🏻
VOTE
VE
YORUMU
UNUTMAYINNN
BENİ
TEKİP
EYMEYİ
DE
UNUTMAYIN
Zeynepizem
♥️
İnstagram; Zeynepizem
WhatsApp kanal adı; Şekerlerimm
Seviliyorsunuzzz😍
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
91.09k Okunma |
10.44k Oy |
0 Takip |
54 Bölümlü Kitap |