
Şey beni takip edecekmişsiniz çünkü bölümü yazarken çok ağlamışım ve avunmak istiyormuşum 🥹 Zeynepizem
🍭KEYİFLİ OKUMALAR🍭
ZEHİRLİ ŞEKER
BÖLÜM 61
Ahmet Kaya – Beni Bul Anne
🪷
BARIŞ
Kalbimde bir zelzele vardı. Zaman geçmek bilmiyordu. Saniyede bir kontrol ettiğim saat işte yine yerli yerindeydi. Akrep ve yelkovan sanki hareket etmeyi bırakmıştı. Yaklaşık bir saat önce operasyonun başarılı geçtiğini öğrenmiştik. Nil’i getiriyorlardı ve burada durup beklemek öylesine canımı yakıyordu ki ne yapsam nafileydi.
Canımı görmeden canım yanmaya devam edecekti. Ayrıntılı bilgiye sahip değildim. Nil’in sağlığının iyi olduğunu söylemişlerdi. Ancak kalbime saplanıp duran acı dinmiyordu ve onu görmeden de dinmeyecekti. Kendi gözlerimle görmem gerekiyordu. Evet, Nil iyiymiş, demem gerekiyordu. Artık sevdiğim kadını bana getirmeleri gerekiyordu.
Jandarma karakolunun bahçesinde hazırda bekleyen bir ambulans vardı. Özellikle istenmişti çünkü gelir gelmez hastaneye götürülecekti. Fiziksel anlamda ne kadar iyi olursa olsun bu gerekliydi. Nöbet bekleyen askerlerin yanında sağa sola yürüyüp durmaya devam ettim. Daha ötesine geçemiyordum çünkü orası Suriye sınırıydı.
Meraktan ölecektim.
Hava bulutlu ve rüzgarlıydı. Bir de bunun yanında kar yağıyor sert rüzgâr yağan karları yüzüme yüzüme çarpıyordu ama umurumda değildi. Ne soğuğu ne de başka bir şeyi hissediyordum. Tek hissettiğim Nil’in yokluğuydu.
“Barış kardeş!” Usulca arkamı dönerek sesin sahibine baktım. Bugün tanıştığım ama adını asla anımsayamadığım askerlerden birisiydi. Kaşlarım anında çatıldı. “Ne oldu?!”diye sorarak üzerine yürüdüm. Fevri tavrım ellerini kaldırıp omuzlarımdan tutmasına neden olmuştu. “Sakin ol, kardeş. Bir şey olmadı ama bu havada biraz daha dışarda beklersen sana bir şey olacak. De hayde gel içeri geçelim. Yaklaştıklarında zaten haberini alırız.”
Derin bir nefes aldım. Bana yaklaşan her askerin ağzından çıkacak kelimeye muhtaçtım. Bu yüzden her defasında korkuyordum. Kötü bir haber alma olasılığı kalbimi deşiyordu. “Yok birader sağ ol.” Dediğimde yüzüne benim için üzüldüğünü gösteren bir ifade yerleşti.
“Birader hasta olacaksın. Hava eksi üç derece.” Kafamı iki yana salladım ve nöbet bekleyen jandarmalara baktım. “Aynı durumdayız, bir şey olmaz.”
“Onların üzerinde kamuflajları var, senin üzerinde yalnızca gömlek var be adam! İnat etme!” Derince bir nefes alıp verdim ve elimi kaldırarak adamın omzuna yerleştirdim. “Kardeşim endişeni anlıyorum ama içeride duramam. Kendi gözümle Nil’i görmeden adam akıllı nefes bile alamam. Israr etme.”
Kafasını belli belirsiz salladı ve söylediğimi kabullendi. “O kadar ceket getirdik giymedin, sıcak bir çay iç diyoruz onu da yapmıyorsun.” Dediği sıra gözlerini yere dikmişti. Yere sırasıyla bıraktığım karton bardaklara baktım. Sekiz tane olmuştu ve hepsi doluydu. Hemen onların yanında da kamuflaj bir ceket duruyordu. Taşın üzerine bırakmıştım kirlenmezdi orada. “Ne diyeyim, Allah kavuştursun.” Kafamı usulca salladım. “Amin.” Dedim sonra kalbimden tekrar ettim. Amin.
Gelen asker içeriye geri girdi. Sağ olsunlar yardım etmeye çalışıyorlardı ancak onların yardımlarıyla dize gelmezdim ki ben. Nil’in üşüyüp üşümediğini bilmeden sırtıma ceket atamazdım. Aç tok olduğunu bilmeden ağzıma tek lokma sokamazdım. İçim el vermezdi.
Ellerimi pantolonumun cebine soktum ve yüzümü gökyüzüne kaldırdım. Helikoptere dair ortalıkta hiçbir şey yoktu. Bu durum canımı sıkıyordu. Canımı sıkan başka şeyler de vardı. Kübra hanımın söylediklerini düşündüm. Tüm bu geçmişi Nil nasıl sırtlanırdı? Annesi onun kanayan yarasıydı. Hiç durmamıştı, zaman kanını durdurmamıştı. Şimdi o yaraya nasıl sıcak demirleri yaslardım?
Ancak öğrenmek zorundaydı. Bu gerçeği kendime saklayamazdım. En büyük korkum onu bir daha toparlayamamaktı. Zaman geçtikçe solmaya başlayan gülümsemelerini ya hepten kaybedersem düşüncesine dayanamıyordum.
Bu hayatta en çok gülmeyi, kahkaha atmayı severdi o. Nil’i sevdiği bir şeyden nasıl koparırdım? Çınar’a gerçekleri anlattığımda nasıl tutardım? Tutamazdım ki. Yakar yıkardı, önündeki kimmiş bakmazdı. Haklıydı.
Derin bir iç çektim. Her şey olacağına varırdı. Böyle düşünmekten başka yapacak bir şeyim yoktu. Kübra hanım ve diğerleri içeride harekat merkezindeydi. Operasyonu yakından takip ediyorlardı. Bilgi almak için arada yanlarına geçiyor ama içeride duramıyordum. Göğsüm sıkışıyordu.
Gelmelerine az bir süre kalmış olmalıydı. Gerçi ne kadar az olursa olsun benim içimden bir ömür gidiyordu. Saniyeleri saymaya başladım. 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7… 89, 194, 452, 848, 913, 1000, 1319, 1320, 1321… kulaklarıma dolan helikopter sesiyle saymayı kestim ve Suriye sınırına gözlerimi diktim. Ufukta beliren helikopterle elim kalbime gitti. Sonunda geliyorlardı.
İçeridekiler haberi telsizden öğrenmiş olmalıydı ki dışarı çıktılar. Ambulans ekibi yerlerini aldı. Gökyüzünde süzülen helikopter tam 7 dakika 13 saniye içinde piste iniş yaptı. Çıkarttığı rüzgâr umurumda değildi. Güvenli bölgeden sıyrılarak helikoptere doğru ilerledim. Birinin beni tutmaya çalıştığını anımsıyordum ama çok silikti. Helikopterin dönen pervaneleri henüz durmamıştı ve çarpan sert rüzgâr yüzümü buruşturmamı sağlıyordu.
Sürgülü kapı açıldı. İsmini şu an anımsayamadığım asker aşağıya rahatlıkla atladı. Hiçbirinin ismi umurumda değildi zaten. Her şeyi bir kenara itmiş Nil’i tek odağım yapmıştım. “Nil.” Dedim, sesim fısıldar gibi çıkmıştı. Henüz onu görememiştim. Ancak çok geçmeden gözüme çıplak ve kirlenmiş ayaklar ilişti. Gözlerimi yukarıya doğru kaldırdım. Yıpranmış, yırtılmış kıyafetleri nefes almamı zorlaştırdı. Sonra yüzünü gördüm. Acı yine kalbimi sarmaladı. Neredeyse inleyecektim.
“Nil…”
Kızarmış gözleriyle önüme doğru geldi ve oturarak ayaklarını helikopterden aşağıya sarkıttı. Artık benimle aynı boydaydı. Çınar hemen arkasındaydı ama şu an tek odağım Nil’di. Bir kez daha zorlukla yutkundum. Titreyen ellerimi kaldırdım ve önümdeki kadının yanaklarına yerleştirdim. Yara izleri… öyle çoktu ki. “Nil’im.” Sesim titredi.
Dolu dolu gözlerle gözlerime baktı. Çok, çok ağlamış olacak ki titreyerek iç çekti. Elini kaldırdı ve saçlarına götürdü. O an fark ettim. “Bak, saçlarımı kesti.” Dedi zar zor duyacağım bir tonlamayla. “Çok ağladım ama kesti.” Dolu dolu gözlerinden yanağına yaşlar aktı. Elime değen gözyaşları ateş gibi tenimi kavurdu. Yenilmemeye çalıştım. Güçlü görünmek zorundaydım. Bana ihtiyacı vardı.
Yüzümü yüzüne yaklaştırdım. Bir yandan da akan gözyaşlarını siliyordum. “Uzayacak.” Dedim yana yıkıla gözlerinin içine bakarak. “Daha güzel uzayacak.” Dudağının kenarındaki yaraya, yüzünün diğer köşelerinde bulunana morluklara içim acıya acıya baktım. “Çok acıyor mu?” diye sorduğumda kafasını iki yana salladı. Bir diğer elini gözlerime doğru kaldırdı.
Dişlerimi kırmak ister gibi birbirine bastırdım. “Bunlar daha çok acıyor.” Dedi. Yumruğun içinde kestikleri saçları vardı. Küçük yumruğunu avucumun içine aldım. “Öpsem geçer mi?” diye sorduğumda hıçkırdı. Daha fazla dayanamayarak onu kendime doğru çektim. Zaten bu anı bekliyor gibi anında boynuma sığınmıştı. Bir kolumu dikkatlice beline doladım ve oturduğu yerden onu kucağıma çektim. Bacaklarını belime sardı. Diğer elimle kalçasına destek olduğumda kollarını sıkılaştırmıştı. Boynumda hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladığında dolan gözlerimle iç çektim.
“Tamam.” Diye fısıldadım kulağına doğru. “Geçti.” Geçmemişti. Bunu en iyi ben biliyordum ama inanması lazımdı. Gözlerinde gördüğüm tükenmişlik içimi dağlıyordu. Nasıl, nasıl kıyabilmişlerdi? Ben tenine dokunmaya kıyamıyordum onlar nasıl yaralar açardı?
“Geçti, güzelim. Geçti, canımın içi.” Şakağına dudaklarımı bastırdım. Boynumda derin bir nefes aldı. Tir tir titriyordu. Tabi ya hava soğuktu, kar yağıyordu ve onun üzeri çok inceydi. Durumunu anlayabilmek için Çınar’a baktım. Sorgu dolu gözlerimi karşılayan umutsuz bir bakış oldu. Kaşlarım çatıldı. Durmayı keserek o kucağımdayken yürümeye başladım.
“Barış.” Diye fısıldadı kulağıma doğru. Sesini duyamamaktan korktuğum için anında durdum. “Canım.” Dedim içimde yaşıyormuş gibi, yanıyormuş gibi. “Çok, çok acıyor.” Allah’ım bu nasıl sınavdı? “Geçecek bir tanem.” Diyerek ambulansa yöneldim. “Geçmeyecek.” Dedi benim aksime. Derin bir iç çekti. “Geçmez artık.” Sesi gittikçe soluklaştığı için kaşlarım çatıldı. Kolları eski gücünü kaybetti. Sırtıma doğru düştüklerinde eğilerek yüzüne bakmaya çalıştım. “Nil?”
Cevap vermedi. “Nil!” Bayılmıştı. Endişem hat safhaya ulaştı. Onu nazikçe sedyeye yatırdım. Yitirdiği bilinci içime kor alevler atmıştı. Gözleri kapalıydı. Yüzü solgundu. “Nil?” diye seslendim ama yanıt vermedi. Hemen sedyenin yanı başında duran hemşireye baktım. “Niye bayıldı?! Niye?!”
“Sakin olun beyefendi.”
Olamazdım sakin falan. Olamazdım. “Bir şey yapın! Durmayın öyle!” Kolumdan çekildiğimde Nil’in elini bırakmak zorunda kaldım. “Dur, aslanım. Tamam!” Kolumu sertçe Çınar’ın elinden kurtardım ve ambulansa bindim. Bir daha yanından ayrılırsam beni diri diri mezara gömsünler!
Hemşireler damar yolu açarken bile sıkı sıkı tuttuğu saçları dikkatimi çekti. Bilinci yerinde değildi. Küçük yumruğunu ellerimin içine aldım ve eğilerek tenini öptüm. İki koca gün tenine, kokusuna, yüzüne hasrettim. Az değildi, hiç az değildi. Kendimi geçtim de o nasıl dayanmıştı? Hep narindi, ufacık darbede teni kızarırdı. Şimdi… yüzündeki yaralara baktım. Kıyafetlerinin gizlediği daha kaç yarası vardı?
Hemşirelerin işine mani olmamak için biraz geri çekildim ancak elini bırakmadım. Çok kızıyordum kendime. Onu mutfakta yalnız bıraktığım için pişmanlıktan geberiyordum. Biliyordum ki Çınar da o tatlıyı yemediği için aynı şeyi yaşıyordu. O kadar çok önlem almıştık ki ufak ayrıntılar gözümüzden kaçmıştı. Mesude, daima yanında olurdu ama o akşam rahattık. Çünkü evin içi güvenliydi. Üstelik darbe hiç beklemediğimiz bir yerden gelmişti. Lavin’e içten içe çok kızıyordum ancak suçlayamıyordum çünkü suçlu bizdik. Nil’in dört bir tarafını korumayla çevirip onları yok saymıştık.
Volkan bir gün canıyla cebelleşmişti. Gencecik çocuktu. Onun bu hale gelmesinin sebebi de bizdik. Lavin’in bunu yapmak zorunda kalmasının sebebi de bizdik. Bu kadar düşüncesiz olduğum için kendimi affetmeyecektim ama Nil beni affetsin diye canımı ortaya koyacaktım.
“Durumu ne, neden bayıldı?”
“Tansiyonu çok düşük.” Dedi onunla ilgilenen acil tıp teknisyenlerinden biri. “Hastanede genel bir muayeneye alacağız.” Kafamı usulca salladım. Bir elimi alnına yerleştirdim. Teni soğuktu. Çok üşümüş olmalıydı. “Şekeri de ortalamanın altında. Değerlerinin yerine gelmesi için bir serum takacağız.” Titrek bir nefes aldım ve gözümü kırpmadan yüzüne baktım. Bakmaya kıyamadığım saçları omuzlarının üzerinden yamuk yumuk kesilmişti. Ama uzardı değil mi? Eskisi gibi olurdu?
🪷
Hastaneye geldiğimiz an Nil’i direkt odaya almışlardı. Şimdi dışarıda doktorun çıkmasını bekliyorduk. Çınar ve diğerleri de bizden hemen sonra hastaneye akın etmişti. Helikopterden indikleri an tek odağım Nil olduğu için hiçbir şey soramamış çevremde olup bitenle ilgilenememiştim. Gözlerimi diktiğim kapıdan çekerek Çınar’a baktım. Kamuflajı üzerindeydi. Uzun zamandır onu kamuflajla görmemiştim. Sırtını duvara yaslamış kızarmış gözlerle odanın camını izliyordu. Camda perde vardı ancak içeriyi görüyormuş gibi bakıyordu. Gözlerindeki ifade beni bir anlığına geçmişe götürdü. Ferda Teyzenin onu bırakmak zorunda kalıp gittiği gün de gözlerinde böyle bir ifade vardı.
Kaybetmiş gibi…
Yanına doğru ilerledim ve elimi omzuna koydum. Dalmış olmalı ki irkilerek bana baktı. “İyi misin?” diye sorduğumda yutkundu ve kafasını usulca salladı. İyi değildi. Bu durumda zaten kimsenin iyi olmasını beklemiyordum ama en azından iyiymiş gibi davranmak zorundaydık. “Neler oldu?” diye sorduğumda çenesi kasıldı. O anları düşünüyor olmalı ki nefesi hızlandı.
“Cahit’i de getirdiler, aşağıda. Ölümle cebelleşiyor piç.” Ölmemeliydi. Yaptıklarından sonra hiçbir şey bu kadar kolay olmamalıydı. Tüm aileyi mahvetmişti. Her şeyi başlatan oydu. Orospu çocuğu yüzünden bir aile mahvolmuştu. Gerçi Seyfi yine terörle iş tutardı ama ne bileyim belki bu denli kötü olmazdı her şey.
“Mustafa peki?”
Derin bir nefes aldığında omuzları kalkıp indi. “Cahit, Nil’i rehin aldığında iki silah sesi duyuldu. Birisi benim silahımdan çıktı diğeri de Mustafa’nın.” Kaşlarım kavislendi. “Babasını mı vurdu?” Kafasıyla onayladığında kavislenen kaşlarım çatılmıştı. “Sinyali gönderen de oydu?”
“Sikimde değil. Kardeşime işkence etmişler! O piç de izlemiş!” Mustafa’ya acıdığım falan yoktu ama onun da bir kurban olduğunu biliyordum artık. Sinyali göndermeseydi Nil’i bu kadar kısa sürede bulamazdık. Türkiye’de olsaydık durumlar değişirdi ama Suriye’de her şey zorlaşıyordu. Bize yardım etmişti ancak geç kalmıştı.
Çınar eliyle yüzünü sıvazladı. O haldeyken yere çöküp oturduğunda ben de yanına çöktüm. “Ölmek istiyorum, dedi lan.” Nefesimi tuttum. Gözlerimi anlık olarak kapattım ve Nil’in bayılmadan önce söylediklerini düşündüm. Umudu kesmişti. “Ölmek isteyecek kadar ne yaptılar kardeşime?” Genzim yandığında dişlerimi birbirine bastırdım. Dağılamazdım. Ayakta durmam gerekiyordu. Toparlamam gerekiyordu. “İyileşecek.” Dedim ama bu söylediğimden emin değildim. “Neleri atlattı, bunu da atlatır. O, senden benden daha güçlü.”
İnanmak istediklerimi söylüyordum. Elimden zaten başka bir şey gelmiyordu. Adım sesleri duyduğumda kafamı çevirerek gelene baktım. Asuman’ındı gelen. Onun da üzerinde kamuflaj vardı. Oturduğum yerden kalktım ve ona bir kafa selamı verdim. Çınar’ı Asuman’a bıraktım. Yarayı yâr sarardı.
Diğer asker arkadaşlardan birkaçı da buradaydı. Kübra hanım sandalyelerin birine oturmuştu ve şu yanından hiç ayrılmayan eleman da başında dikiliyordu. Annemlere haber edememiştim ancak şu an hiç edesim de yoktu. Onu ilk kez bu kadar iyi anlıyordum çünkü babam öldükten sonra hep olaya kendi gözümle bakmıştım. Benim babamla aram çok iyi değildi, onu severdim ama biz hep kavga ederdik. Zaten bu yüzden buralardan uzaklaşmış ve mesleğimi İstanbul’da yapmıştım. Ailemi geride bırakmak bir yerde çok zor olmuştu fakat yapmak zorunda kalmıştım çünkü onun nesiller boyu devam ettirdiği ağalığı sürdürmek istememiştim. Bizim ilk kopuşumuz da bu şekilde gerçekleşmişti. İkimiz de öyle inatçıydık ki birimizin ölmesini beklemiştik.
Babamdan helallik alamadığım için kendimi her zaman suçlayacaktım ancak tüm bunlar o kadar da büyük acılar pişmanlıklar sayılmazdı. Biz babasız kalmıştık ancak annem yersiz yurtsuz kalmıştı. İnsanın yol arkadaşını kaybetmesi küçük bir zindana benziyordu. Işık yoktu, mevsimler yoktu hatta bazen solunacak hava bile yoktu. Öyle, karanlık soğuk bir yerdi. Bunu şu iki günde çok iyi anlamıştım. Kafamı belli belirsiz iki yana salladım. Biraz kafamı toparlayabilsem ne yapabileceğimi düşünecektim ancak olmuyordu.
Bileğimdeki saati kontrol ettim. İçeri gireli yarım saat olmuştu. Neden çıkmadıklarını sorguladığım saniyelerde ise kapı açılmıştı. Nefesimi tuttum. Herkes doktorun önüne toplandığında adam bize bir baş selamı verdi. “Geçmiş olsun.” Dedi öncelikle. “Hastamızın şu anlık durumu stabil. Değerlerini kontrol altına aldık. Ancak bedenindeki darp izlerinin geçmesi biraz zaman alacak. Genel vitaminler ve darp izleri için hemşire hanım size reçeteyi oluşturacak.” Nefeslendi. “Nil Hanım uyandığında onu bir psikologla görüştürmenizi tavsiye edeceğim.”
Her ne gerekiyorsa yapacaktık ama önce Nil’le konuşmamız gerekiyordu. “Görebilir miyiz?”
“Kalabalık girmemek şartıyla görebilirsiniz. Geçmiş olsun.” Dedi ve bir kafa selamı vererek yanımızdan ayrıldı. Derin bir nefes alamadım çünkü biliyordum; Önemli olan bedenindeki yaralar değil, zihnindeki yaralardı. Gözlerimi Çınar’a çevirdim ve önceliği ona tanıdım. Çınar ise beklemediğim bir şey yaparak arkada bekleyen Kübra Hanım’a döndü. “Önce siz girmek ister misiniz?”
Kübra hanım, Çınar’ın bu sorusuna şaşırdığını net bir şekilde belli etse de hemen kendini toparlamıştı. “İsterim.” Dedi ve bana baktı. “Müsaade var mı?” Diye sorduğunda gözlerimle onu onayladım. O Nil’i bizden daha iyi tanıyordu. Birlikte büyüdüklerini biliyordum. Nil’i görmek için ne kadar can atsam da öncelik Kübra hanımın olmalıydı.
O içeri girdiğinde Çınar’la birbirimize baktık. Elini kaldırdı ve dostça omzuma yerleştirdi. “Biraz dışarı çıkacağım.” Dediğinde kaşlarım çatılır gibi oldu. Onu az çok tanıyordum. Bu sakinliği hayra alamet değildi. “Buradayım.” Dediğimde kafasıyla onay verdi. “Eyvallah.”
🪷
NİL
Gözlerimi diktiğim yerden ayırmadan sakince nefesler alıp verdim. Uyanalı saatler geçmişti. Kübra, Barış, abim… hepsi üzerime titriyordu. Ancak hiçbiriyle konuşmamıştım. O kadar içimden gelmiyordu ki boşlukta süzülüyor gibi hissediyordum.
Bazen söylediklerini anlamıyordum. Duymuyordum. Öyle dalıyordum ki yanıma geldiklerini bile çok sonradan fark ediyordum. İki elimi de göğsüme doğru almış ve kendi içime yumulmuştum. Dizlerimi de karnıma doğru çekmiştim. İzleyip durduğum pencerede gün doğmaya başlarken içimde hiçbir tarafın aydınlanmadığı gerçeği gözlerimi kapatmamı sağladı. Göğsümü şişirecek derin bir nefes aldım. Hissettiğim acıyla yüzüm buruştu.
“Nil?” diye seslenildiğinde gözlerimi açtım. Barış’la göz göze geldik. Burada olduğunu unutmuştum. Üzerime doğru eğilerek elini yanağıma yerleştirdi. “Canım, iyi misin?” Benimle konuşmaktan hiç vazgeçmiyordu. Hiç iyi değildim ve bunu söyleyebilecek takatim bile yoktu. Dudaklarım birbirine mühürlenmiş gibiydi, açamıyordum. İstesem bile yapamıyordum.
Saatlerdir olduğu gibi yine sorusunu cevapsız bıraktım. Önüme doğru çöktü. Bir elini yavaşça yanağıma yerleştirdi ve parmakları tenimi okşadı. Gözlerimin içine bakıyordu ama o an benim gördüklerim yalnızca onun gözleri değildi. Tüm yaşadıklarım, tüm duyduklarım bir bir gözümün önünden geçiyordu ve en acısı ise bunu durduramıyor oluşumdu.
“Benimle konuşmayacak mısın?” diye sorduğunda anlık olarak onun sözcüklerine çekildim ama hemen ardından yine odağımı kaybettim. O adamın söyledikleri kulaklarımda yankılanıyordu. Her kelimesi içimi tekrar titretirken ölüme daha çok yaklaştığımı hissediyordum. Sıkıca kapattığım yumruklarımı kulaklarımın üzerine bastırdım. Sussun artık!
Bitsin artık.
Canım yanıyordu. Daha önce böylesi bir acıyla karşı karşıya kalmamıştım. Bundandır belki, kaldıramıyordum. Nefeslerim keskinleşiyor, sanki aldığım soluklar içime hançerler batırıyordu. İçten içe bölünüyordum. Binlerce parçaya.
“Güzelim benim, yapma.” Ellerimi tuttuğunu hissettim. Sonra güçlü elleriyle yumruklarımı kulaklarımdan ayırdı.
Bir elimde hâlâ saçlarım vardı ve onları bırakamıyordum. Bırakırsam abimle olan tüm anılarım uçup gidecekmiş gibi hissediyordum. Abim gidecekmiş gibi hissediyordum.
Gerçekleri öğrenirse beni eskisi kadar sevmezdi. Ben de zaten kendimi eskisi kadar sevmiyordum ki, hiç sevmiyordum. Abim de sevmezdi, öğrenirse sevmezdi!
“Şşh.” Diye fısıldadı Barış kulağıma doğru. “Güzel sevgilim.” Dişlerimi birbirine bastırdım. Yumruklarımı sıkılaştırdım. Canım yanıyordu. Nefes alamıyordum. “Bana bak.” Bakamıyordum. Onu görmüyordu ki gözlerim. Geçmişte kalmıştım, buraya gelemiyordum. Burası bana o kadar uzaktı ki Barış’ın devamında söylediği hiçbir şeyi duyamadım.
Geçmiş ve gelecek birbiriyle saklambaç oynuyordu. Ebe gelecekti ve her zaman geçmişi saklandığı yerde buluyordu; Sobe.
🪷
BARIŞ
Gözlerimin önünde eriyip giden kadın için elimden hiçbir şey gelmiyordu. Uyanalı altı saat olmuştu. Tek kelime etmemişti. Öylece boşluğa bakıyor, sanki bizi görmüyordu. Bazen tir tir titriyor bazen kollarını kendine sarıyor sanki kendini korumaya çalışıyordu. Ölecektim. Onu böyle görmek beni öldürecekti.
Kafasından neler geçiyordu, bilmiyordum. Onu düştüğü kuyuda çekip alamıyordum. Allah kahretsin ki çaresizdim. Kendisine zarar vermesinden korktuğum için bileklerini tutmuştum ancak bundan çok rahatsızdı. Benden ellerini kurtarmaya çalışıyordu. Yüksek sese tahammül edemiyordu. Elleri anında kulaklarına gidiyordu bu yüzden odaya genelde iki kişiden fazla girmemeye çalışıyorduk. Annemler onu görmek için gelmişti ama eve gitmeleri gerektiğini söylemiştim. Diğer herkese söylediğim gibi.
Nil, iyi değildi.
Çınar, odaya girdiğinde Nil gözlerini sıkıca kapatıyor ve o gidene kadar da açmıyordu. Bunu niye yapıyordu hiç bilmiyor ve anlayamıyordum fakat Çınar bu tepkiye karşı savunmasız kalıyordu. Neler hissettiğini düşünmek istemiyordum çünkü kendi hissettiklerimle dahi başa çıkamıyordum.
Hâlâ ellerini ellerimden kurtarmaya çalıştığı için yavaşça bıraktım. Anında yumruklarını göğsünde birleştirdi ve dizlerini kendine çekerek cenin pozisyonu aldı. Bedeni yine titriyordu. Temastan kaçınıyordu. Ona dokunduğumda ya geri çekiliyor ya da ellerimi itiyordu. Çınar’a karşı ise pasifti. Yalnızca gözlerini kapatıyordu ve o anlarda o kadar yavaş nefes alıyordu ki sanki hareket etse kötü bir şey olacaktı.
Doktor, bu durumun geçici olduğunu ve hâlâ yaşadıklarının şokundan sıyrılamadığını söylemişti. Bugün psikologla da görüşecektik. Geceden sabaha kadar uyumamıştı. Şimdi gün yeni yeni doğuyordu ve kar yağışı hızlanmıştı. Pencereye, yağan karlara bakıyordu ama gözleri öylesine boştu ki gördüğünün yağan karlar olduğunu sanmıyordum.
Nil’i öylece birkaç saniye izledikten sonra derin bir nefes aldım ve tepkisinden ne kadar korksam da harekete geçtim. Uzandığı yatağa oturdum. Hareketlerimden dolayı daldığı yerden sıyrılarak bana baktı ama o kadar anlıktı ki bu bakış hemen sonra yine gözleri boşluğa düşmüştü.
“Nil.” Diye seslendim beni duyar umuduyla ama oralı olmadı. Bir kez daha derin bir nefes çektim içime ve aklımda olan şeyi yapmak için hareketlendim. Ayaklarımı ileriye doğru uzatarak tamamen yatağa yerleştim. Aramızda minik bir mesafe vardı. Yaptıklarıma tepki vermediği için cesaretlendim. Kendisine dokunmama izin vermediği için tepkisinden çekiniyordum ama artık yapacak bir şey yoktu. Yanındaydım ama öyle yapayalnız görünüyordu ki içim kıyılıyordu. Bu duruma daha fazla seyirci kalamayacaktım.
“Sana sarılacağım.” Dedim kendimi açıklayarak. Bir elimi belinin altından sokarak sırtına yasladım ve yavaşça kendime doğru çektim. Temasımdan yine kaçınmaya çalıştı ama bırakmadım. “Benim güzelim, bana yaslanabilirsin.” Söylediğimin aksine beni itti. Bırakmadım. Daha çok sarıldım. Böylelikle bedeni bedenime yaslandı ve başını da omzuma koymak zorunda kaldı. Bu yakınlıktan memnun değildi. Nefesleri hızlanmıştı, her ne düşünüyorsa o şeyden kaçmaya çalışıyordu.
“Bir varmış bir yokmuş.” Dedim bir an ne diyeceğimi bilemeyip. “Kar gibi beyaz tüylü, sivri dişli, yüz insan gücünde bir kurt yaşarmış karanlıkların içinde. Karanlık öyle keskin olurmuş ki kurdun rengi siyah sanılırmış. Gerçi, o kurdu görebilmeyi başaran birkaç insan olmuş, sonra o insanlardan bir daha kimse haber alamamış.” Beni itmeyi kesti ama bıraksam anında geri çekilecek gibi duruyordu. Bedeni kasılmıştı. Rahatsız olduğunun farkındaydım ancak onu rahatlatmak için elimden geleni yapacaktım. Aklıma gelen masalı anlatmaya devam ettim. “Karanlıkta mı kaybolmuşlar yoksa onları kurt mu yemiş kimse bilmiyormuş. Bir gün bu kurt karanlığın içinde parlayan bir şey görmüş. Beyaz bir şey… bir tavşan.”
Derin bir nefes aldı. Güçlü ama titrek bir nefesti bu. “Güzel, minik, tatlı bir tavşan. O küçük tavşan da aynı saniyelerde kurdu görmüş. Önce korkmuş, kalbi tir tir titremiş. Kurt kendine yaklaştıkça bir benzerlik fark etmiş. İkisinin de rengi beyazmış. Kurt, tavşana yanaşmış ve sormuş: ‘Neden kaçmıyorsun?’ Tavşan genişçe gülümsemiş. O an Kurt biraz daha şaşırmış çünkü daha önce hiç kendine gülümseyen bir tavşanla karşılaşmamış. ‘Çok güzelsin.” demiş tavşan. ‘Seni yakından görmek istedim, o yüzden kaçmadım.’ Bu sözleri duyan kurt yanlış duyduğunu düşünmüş önce. Sonra tavşana dişlerini göstererek konuşmuş: ‘Seni yiyeceğim!’ Tavşan gözlerini büyütmüş. ‘Ama beni yersen kirlenirsin.’ Demiş. Sonra dakikalar önce oynadığı bataklıkta gördüğü ve çok beğenerek aldığı çiçeği kurda göstermiş. Kurt kaşlarını çatmış ama tavşan hiç korkmamış. Temkinli bir şekilde kurda yanaşmış ve çiçeği kurdun kulağına sıkıştırmış. Pembe renkli çiçek beyaz kurdun yüzüne çok yakışmış.”
Bedenini kasmayı bırakmıştı. Bu yüzden daha çok cesaretlendim ve Nil’i iyice kendime bastırdım. Karşı gelmedi tam tersine o bana doğru sırnaştı. Gözlerimi kısaca kapattım. Saatlerdir onunla yakınlık kurmaya çalışıyor ve başarısız oluyordum. Sonunda bunu başarabilmiştim. Belinde duran elimle tenini yavaşça okşuyordum. Hızlı nefes almayı kesmişti, bu kendini güvende hissettiğinin bir kanıtıydı.
Bir yerlerden duyduğum ama değiştirerek anlattığım masalı sevmiş olmalı ki sustuğumda huysuzlanmıştı. Fırsatı kaçırmadan masalı değiştirerek anlatmaya devam ettim. “Tavşan sormuş, beni yemesen olmaz mı? diye. Kurt hâlâ kulağına takılmış çiçeğin etkisindeymiş ama kafasını iki yana sallamış ve çiçeğin karların içine düşmesine neden olmuş. ‘Olmaz, çok açım.’ Demiş Kurt zoraki bir şekilde. Tavşan bu cevapla birlikte daha çok korkmaya başlamış ancak bu tavşan biraz kurnazmış. “Ama beni yersen doymazsın ki,” demiş ve Kurdun arkasında bir yeri patisiyle işaret etmiş. “Bak orada kocaman bir geyik vardı. Sen tek lokmalık bir av için hesaplar yaparken günlerce karnını doyuracak avı kaçırıverdin.” Kurt ardına bakmış ama karanlıkta hiçbir şey görmemiş. Tavşan’ın o an yalan söylediğini anlamış yine de belli etmeden sormuş. “Ne zaman gördün?”
“Az önce.” Demiş tavşan hemen. “Şimdi, koşsan yetişirsin.” Diye eklemiş. Kurt, son kez tavşana ve yere düşen pembe çiçeğe bakmış. Bir şey söylemeden onlara arkasını dönmüş ve koşmaya başlamış. Karanlıkta kaybolmuş. Korkudan ayakları tutmaz olan tavşan olduğu yere yığılarak derin bir nefes almış. Yere düşen çiçeği almış ve burnuna yaklaştırarak koklamış. Her ne kadar av olmaktan kurtulsa da çiçeğin zedelenmiş olması onu üzmüş. Ve kurdun geri geleceğini bildiği için patileriyle karların içine bir not yazmış ve zedelenmiş çiçeği de yazdığı notun kenarına koymuş.”
Derin bir nefes alarak sustum. Beklemediğim bir şey oldu o an. “Ne yazmış nota?” diye bir soru duyuldu. Fazla sessiz ve cansızdı ama bu sesin göğsümdeki kadına ait olduğunu biliyordum. Buradaydı, beni dinliyordu. Şükrettim ve kollarımı sıkılaştırdım.
İnsan bir sese hasret kalabilir miydi? Kalıyordu.
Onu daha fazla konuşturmak istediğim için sordum. “Bir şey mi dedin güzelim? Duyamadım.” Duymuştum. Tek bir kelimesine muhtaç olduğumu o konuştuğunda daha iyi anlamıştım. Birkaç saniye sessiz kaldı. “Not.” Dedi yine sessizce.
“Ne olmuş nota?” diye sordum bu sefer. Başka türlü konuşmuyordu. Anlatmıyordu. Zihni burada değil, yaşadıklarındaydı. Şimdi onu yakalamışken bırakamazdım. Benimle konuşmaya devam etmeliydi. “Ne yazmış?”
Dudağımın kenarı yukarı kıvrıldı. “Tavşanın kara yazmış olduğu notu mu soruyorsun?”
“Hı-hım.”
Dudağımdaki kıvrım büyüdü. Ölünürdü, ölünür! Dudaklarımı başına bastırdım ve merak ettiği sorunun cevabını verdim. “Güzel olan her şeyi böyle zedeler misin? Diye yazmış.” Sanırım Nil bu notu beğenmemişti. “Tavşan da güzeldi ama Kurt onu yiyecekti.” Dedi masala sitem eder gibi. Yüzüne doğru eğildim. “Belki de yemezdi.” Dedim açık uçlu bir cevap vererek. İnkar etti. “Yiyecekti. Kurt bir avcı, tavşan ise av.”
“Kim demiş? Bence asıl av Kurttu.” Yüzü göğsüme yaslı olduğu için göremiyordum ama kaşlarını çattığına emindim. “Evren?” dedi sorgulayarak. Güler gibi sert bir nefes verdim. Konuşmaya devam etti. “Hem Kurt nasıl av olabilir ki?”
“Ne demek nasıl olur, tavşan onu tek bir çiçekle büyüledi. Tavşanın yalan söylediğini de biliyordu ama o bunu bile bile arkasını döndü ve gitti.” Söylediklerim benim aksime Nil’i asla memnun etmedi. Kendi masalında tek bir son olduğuna kendini o kadar inandırmıştı ki başka bir sonu kabullenemiyordu.
“Sonra ne oldu?” diye sorduğunda tavşan gibi kurnazlık ettim. “Bilmiyorum.” dedim ama biliyordum. “Bana bu masalı abin anlatmıştı, devamını merak ediyorsan ona sormalısın.” Bedeni kasıldı. Neden Çınar’a karşı böyleydi, anlamam gerekiyordu. Hem kendine hem de Çınar’a zor anlar yaşatıyordu. Bilerek yapmıyordu, canının yandığını anlayabiliyordum. Belki de biraz korkuyordu, ama neyden?
“Sen sorsan?” diye sordu titrek bir ses tonuyla. Yutkunmamak için kendimi zor tuttum. Eğer bir şeylerin değişmesini istiyorsam ısrarcı davranmalıydım ve Nil’i de bu şekilde yönlendirmeliydim. Belki benden anlık olarak nefret edecekti ama kendisinden nefret etmesinden daha iyi bir seçenekti bu.
“Soramam.” Dedim, ona nedenler sunmak istesem de elimde herhangi bir neden olmadığı için bir soru sormaya karar verdim. “Sen neden sormak istemiyorsun?” Derin bir nefes aldı, artık bedeni titriyordu. Onu daha sıkı sarıp sarmaladım. Saçlarına birçok öpücük kondurdum. “Canımın içi, yanındayım. Hadi, neyden korkuyorsan anlat bana, anlat ki derdine derman olayım. Böyle çaresiz bırakma beni.”
Boynumda hissettiğim ıslaklık kaşlarımı çatmamı sağladı. Ağlıyordu. Dişlerimi birbirine kenetlendi. Onu göğsümün içine sokmak ister gibi kendime bastırdım. Ben bu haline dayanamıyordum, o içinde nelere dayanmak zorunda kalıyordu?
“Ya abim bir daha saçlarımı örmezse?” diye sorduğunda bir şeylerin gerçekten yolunda gitmediğini fark ettim. Çınar’a olan tepkisinin nedeni neydi? Ona bir şeyler anlatmış olabilirler miydi? “Niye örmesin, güzelim? Sen ne zaman istersen abin örer saçlarını. Seve seve örer.”
“O bilmiyor ki.” Dedi hıçkırarak.
“Neyi?”
“Bilmiyor!”
“Neyi bilmiyor Nil?”
“Hiçbir şeyi! Hiçbir şeyi bilmiyor!”
Merak etsem de daha fazla sormadım. Üzerine gidersem kriz geçirmesinden korkuyordum. Doktor bu konuda uyarmıştı. O yüzden sakinleştirmeye çalışarak sırtını sıvazladım. “Şhh, tamam.” Ağlaması hızlanmıştı, nefesleri de öyle. “Tamam, canımın içi. Tamam.”
Hıçkırdı. Birçok kez. Belki de yarım saat boyunca kesintisiz ağladı. En sonunda ise ağlamaktan yorgun düşmüş, kendini uykuya teslim etmişti. Çınar, odanın dışında bekliyordu. Nil’in onu görmek istemediğini düşündüğü için içeriye giremiyordu. Girse bile çok kalmıyor, içi yana yana geri çıkıyordu.
Merak ettiğini biliyordum ama şu an Nil’i yalnız bırakıp çıkamazdım. Yanında biraz daha kalacaktım. En azından tamamen uykuya dalmalıydı. İlk uyandığı andan beri gözünü bile kırpmadığı için buna şu an fazlasıyla ihtiyacı vardı. Üstelik Çınar’a ve Nil’e söylemem gereken bir gerçek vardı omuzlarımda. Nil kendini toparlamadan söylemeyi doğru bulmuyordum ancak şu an Çınar da pek iyi sayılmazdı.
Ne yapacağımı bilmiyordum. Kübra Hanım, ilk kez Nil’in yanına girdikten dakikalar sonra çıkmış ve hastaneden hızlıca çıkmıştı. Nil’in, ona bir şeyler söylediğini düşünüyordum. Gün içinde gelmezse arayıp soracaktım.
Nil’in yanından ayrılamayacağım için telefonumu kaplumbağa hızında cebimden çıkarttım. Neyse ki hareketlerim onu uyandırmadı. Çınar’a kısa bir mesaj çektikten sonra telefonu sehpaya bıraktım. Zaten saniyeler sonra kapı yavaşça açıldı ve Çınar içeri girdi. Gözleri anında Nil’i buldu. Hiçbirimizin gözüne uyku girmemişti ve bu üç gündür böyle sürüyordu. Çınar, hâlâ kamuflajıylaydı. Dikkat kesilsem bile duyamayacağım kadar sessiz adımlar atarak yatağın kenarına geldi. Nil’in olduğu kısımdaydı.
Öylece birkaç saniye Nil’i izledikten sonra gözleri beni buldu. Şu an Nil, göğsümün üzerinde uyuyordu. Ancak Çınar bu görüntüyü görmezden gelerek sessizce sordu. “Nasıl?” Kafamı belli belirsiz salladıktan sonra aynı sessizlikle yanıt verdim. “Konuştu.”
Gözleri ışıldadı. En küçük şey de dahi umutlanıyor veya heyecanlanıyorduk. “Ne dedi?” diye sordu bu sefer merakla Çınar. “Şu malum masalı anlattım. Kendi tarzımda, en heyecanlı yerinde bıraktığımda devamını sordu.”
Derin bir nefes alıp verdi. Sonra kardeşinin yüzüne içli içli baktı. Canının yanmasına dayanamıyordu. Benim gibi. “Sen iyi misin?” Diye sorduğumda soruma cevap vermemeyi seçti. Gözlerini odakladığı yere baktım. Nil’in avucunda sıkıca tuttuğu saçları… nefesleri hızlandı. Bir an kendini toparlayamayıp yere düşecek sandım ama çok anlıktı. Her zamanki gibi güçsüzlüğünü göstermekten çekiniyordu.
Konuyu değiştirerek acısını içine gömdü. “Birazdan karakola geçeceğim. Mustafa’nın sorgusu için. Sen buradasın değil mi?” Kafamı olumlu anlamda salladım sonra söylediklerine odaklandım. “Diğerinden bir haber var mı?” Sormamla çenesi kasıldı. Cahit’i kastetmiştim ve adını Nil’in yanında anmak istememiştim. “Yoğun bakımda.” Dedi, bir çıksa da içimde biriktirdiklerimi üzerinde denesem, der gibi. Gerçi ben de aynı şeyi istiyordum.
Ölmesi yaptığı her şeyin yanına kâr kalması demekti. “Volkan peki, onlarla konuşabildin mi?” Kafasını iki yana salladı. “Birkaç saat önce doktoruyla konuştum, durumu iyiye gidiyor.”
“Onun da ifadesini almamız lazım.” Dedim. Çınar, o çocuğu perişan bir halde bulmuştu. İlk hastaneye geldiklerinde doktor her şeye hazırlıklı olan demişti hatta. Neyse ki büyük bir badire atlatmıştı. Volkan’ın fiziksel anlamda birkaç aya toparlanacağını düşünüyordum ancak psikolojik anlamda aynı şeyi söyleyemeyecektim. Lavin’le de Baran yakından ilgileniyordu o yüzden onların arasına pek girmiyordum. Şu süreç boyunca her birimizin psikolojisi bozulmuştu. Topluca psikoloğa gitmemiz gerekebilirdi.
Elimi kaldırdım ve Çınar’ın koluna dostça vurdum. “Halledeceğiz, kardeşim.” Dediğimde iç çekti. Nil’e odaklıydı yine. Gözlerinde tek bir şey görüyordum. Kardeşim iyi olsun da ben kendimi umursamıyorum, bakışı vardı orada.
“Sana emanet, çok gecikmem.” Söylediklerini kafamla onayladım. “Gözün arkada kalmasın.” Dediğimde o da beni onayladı ve kardeşine son kez baktıktan sonra odadan sessizce çıktı. Çıktığı kapıya birkaç saniye baktıktan sonra Nil’e döndüm. Dudaklarımı saçlarının üzerine bastırdım. Çok, çok güzel uzayacaktı saçları. Hatta bu sefer her zerresiyle yakından ilgilenecektim. Yeter ki mutlu olsun. Tek tutamına canımı verirdim.
🪷
ÇINAR
Telefondan saati kontrol ettim. Öğlene geliyordu. Hastaneden sabah ayrılmıştım ve bu kadar geciktiğim için gergindim. Nilüfer’in yanında Barış olsa da kardeşime uzak kalmak istemiyordum. Gözümü üzerinden çektiğim an başına bir şey geliyordu. Buraya geldiği günden beri yaşamadığı kalmamıştı. Şimdi ise mahvolmuştu.
Gerçi ondan farksız değildim.
Canına canımı verirdim ama işe yaramıyordu. Onu ilk bulduğum an söyledikleri hâlâ aklımdaydı ve çıkmak bilmiyordu. Gözümü ne zaman kapatsam ölmek istediği anı görüyordum. Çaresiz kalışımı görüyordum, ne hale geldiğimizi görüyordum. Onu koruyamadığımı görüyordum. Ölüyordum.
Şimdi ise beni yanında istemiyordu. Yanına ne zaman gitsem gözlerini sıkıca kapatıyordu. Sanki beni gördüğünde acı çekiyordu. Bedeni kasılıyor, dizlerini kendine çekiyor, yumuldukça yumuluyordu. Onu koruyamadığım için benden nefret ediyordu. Dişlerimi birbirine bastırdım. İşe yaramazın tekiydim. Ne annemi, ne Nilüfer’i, ne Volkan’ı ne de Lavin’i koruyamamıştım. Beceriksizdim. Beceriksiz!
Cama tıklandığında irkilerek kafamı kaldırdım. Sıktığım yumruklarım kendiliğinden bolardı. Cama döndüğümde Asuman’ı merakla bana bakarken gördüm. Benden önce hareket ederek arabanın kapısının açtı ve üzerime doğru eğildi. “Ne yapıyorsun burada?”
Derin bir nefes alıp verdikten sonra omuz silktim. “Hiç. Geliyordum şimdi.” Yüzünü biraz daha yüzüme eğdiğinde gözlerinin içine bakmak zorunda kaldım. “Hiç gibi bakmıyorsun.” Dedi, gözlerimi kapatıp kısa süre sonra tekrar açtım. “Nasıl bakıyorum?”
“Acıyormuş gibi.”
Acıyordu çünkü.
Omuzlarım çok acıyordu.
Asuman, kapıyı biraz daha açtı ve beklemediğim bir şey yaparak kucağıma tırmandı. Evet tırmandı çünkü arabam yüksek bir arabaydı. Kucağıma tamamen yerleştirdikten sonra kapıyı kapattı. Ona sorgu dolu gözlerle baktım. Ellerini yanaklarıma yerleştirdi ve sordu. “Biraz konuşmak ister misin?”
İstemezdim. Şu an hiçbir şey yapmak istemiyordum. Tek istediğim Cahit’i yumruklamaktı. Cevap vermediğim için başını omzuna doğru yatırdı. “İçine atıyorsun, atma.” Dediğinde dudağımın kenarı yukarı kıvrıldı. Belli belirsiz bir kıvrımdı ancak oradaydı. Yanağımda duran parmakları tenimi okşadı. “Seni dinliyorum.”
“Ben seni dinlesem?”
Kafasını iki yana salladı. “Olmaz, ben yeterince anlattım. Sıra sende.” Kaçış yoktu ama bir kez daha denemek istedim. “Böyle mi?” diye sorduğumda önce anlamadı. Sonra boşta duran ellerimi beline sardım ve onu kendime yasladım. Nefesini tuttu ama beklediğimden çabuk toparladı. Kaşlarını çatarak yüzüme baktı. “Hiçbir şey şu anki konumuzu saptıramaz.”
“Asuman, başka zaman-” Dudaklarını dudaklarıma bastırarak beni susturdu. “Çınar, susarsan daha çok acır. Benimle konuşmak istemiyorsan anlarım ama Barış’la konuşacağına söz ver o zaman.” Belindeki bir elimi ensesine doğru çıkarttım ve nazikçe kavrayıp onu tamamen bedenime çektim. Böylelikle yüzünü boynuma yaslamak zorunda kaldı. İstediğim şeyi fark etmiş gibi kollarını boynuma sardı ve sıkıca sarıldı.
Evet.
Uzun zaman sonra acısız bir nefes alabildim ama bunun geçici olduğunu biliyordum. Yine de iyi hissettiriyordu. Yüzümü saçlarının arasına gömdüm. Söyleyip söylememek arasında kalsam da en sonunda dile getirmeyi başardım. “Yüzüme niye bakmıyor?” diye sordum. Bu sorunun cevabına çok ihtiyacım vardı. Çok vardı. Nilüfer’e daha çok vardı ama istemiyordu beni.
“Ne yaşadığını bilmiyoruz.” Derken bir eliyle ensemdeki saçlarımla oynamaya başlamıştı. “Şu an Nilüfer’den normal davranışlar sergilemesini bekleyemeyiz.” Bunun bilincindeydim ancak kabullenemiyordum. “Ya bir daha yüzüme bakmazsa?”
“Çınar, o seni çok seviyor. Bunu biliyorsun.” Biliyor muydum? Artık nefret ediyor olabilirdi. Buna hakkı vardı. Ben onu koruyamamıştım ki. Koruyabilseydim böyle olmazdı, canı yanmazdı. Canı çok yanmıştı. Gözlerimi sıkıca kapattım. Birkaç dakika öyle konuşmadan bekledik. Sonra geri çekildi ve yüzüme baktı. “Hadi, yanına gidelim.”
Kafamı usulca salladım. Kapıyı açtığında zorlanmadan kucağımdan kaldırdım ve onu yere bıraktım. Arabadan indikten sonra bagaja doğru ilerledim ve açarak içinden peluş tavşanı çıkarttım. Annemin benim için yaptığı ve kardeşimin yıllarca sakladığı tavşanı. Arabayı kilitledikten sonra anahtarı cebime attım. Beni bekleyen kadına döndüğümde bana minik bir gülümseme sundu. Onu karşılıksız bırakmadım ve bedenini kolumun altına çekerek saçlarının üzerine dudaklarımı bastırdım. Elini belime doladı. Yürümeye başladık.
Hastaneye girdiğimizde gözlerim etrafı taradı. Artık gördüğüm her insandan şüphelendiğim için her zamankinden daha dikkatli davranıyordum. Asansöre girdik ve Nilüfer’in olduğu katın tuşuna bastım. Kapılar kapanırken Asuman konuşmuştu. “Ellerine ne yaptın?”
Bir şey yapmamıştım. “Ne yapmışım?” diye sorduğumda kafasını kaldırarak yüzüme baktı. “Eklemlerin yara bere içinde Çınar. Gerçi dün de böyleydi ama bu kadar kötü değildi en azından.” Bir elimi kaldırarak tersine baktım. Eklem kısımları soyulmuştu. Açık deriden sızan kan da üzerinde kurumuştu ancak ellerimi yıkamıştım. Yıkadığımda yeniden kanıyorlardı o yüzden siktir etmiştim.
“Mustafa’yı dövdüm.” Dedim sorusuna cevap vererek. Güya kardeşimi bulmamızda yardımı dokunmuştu ama umurumda değildi. Kardeşimin bu halde olmasının bir sebebi de o orospu çocuğuydu. Kimsenin gözünün yaşına bakacak sabır kalmamıştı bende. Öyle bir hayat yaşatmıştılar ki bana tüm bu olanlar olmasaydı da hepsini öldürmek için an kollardım. Yine de tepkileri bana olduğu sürece bu kadar saldırgan olmuyor, kendime hakim olabiliyordum ancak kardeşime bulaşmayacaklardı. Kardeşime ellerini uzatarak büyük bir yanlış yapmışlardı. Hiçbirine rahat nefes aldırmayacaktım.
“Beni endişelendiriyorsun, Çınar.”
“Hangi konuda?”
“Günlerdir uyumuyorsun. Kendine zarar veriyorsun ve bunu büyük bir sakinlikle yapıyorsun.”
“Profesyoneliz sonuçta, götü başı dağıtayım mı istersin yavrum?”
“Dalga geçme. Mermi kolunu sıyırdı ve sen doktora gözükmedin bile.”
“Kolum iyi durumda.”
“Yalancı.”
“Asuman-”
“Konuşma benimle.”
Derin bir nefes alıp verdim. Tribi bile bir başkaydı. Asansörün kapıları açıldığında yürümeye başladık. Yalnız o susmaktan yana değildi. “Nilüfer’i gördükten sonra sen de bir doktora görün, lütfen.”
“Yavrum, kolumda abartılacak bir şey yok.” Dediğimde yürümeyi kesti ve karşıma geçerek benim de durmamı sağladı. Kaşlarını çatarak yüzüme baktığında yutkunmadan edemedim. “Üsse dönene kadar çok kan kaybettin Çınar, yemek yemiyorsun, uyumuyorsun bir de bunun üstüne kendine zarar vermeye devam ediyorsun! Yaran iltihap kapabilir. Acını, endişeni anlıyorum ama kendini yokuş aşağı bırakırsan Nil’e nasıl yardımın dokunabilir?”
Haklıydı ama kendimi cezalandırmak istiyordum. En az kardeşim kadar canım yanmalıydı. Nilüfer’i koruyamamıştım ve bunun bir bedeli olmalıydı. “Tamam.” Dedim derin bir nefes vererek. “Kardeşimi gördükten sonra bir doktora görünürüm.” Söylediklerim rahatlamasını sağladı.
Nilüfer’in kaldığı odanın önüne geldiğimizde durduk. Telefonumu çıkarttım ve Barış’a mesaj attım. Öylece odaya girmeye çekiniyordum. Beni gördüğünde kötü oluyordu. Birkaç saniye sonra Barış’tan içeriye girmem için mesaj geldiğinde rahatladım. Ben giderken uyuyordu, belki hâlâ uyuyordur.
“Ben burada bekliyorum. Çıkınca doktora görüneceğiz.” Dedi Asuman. Bir inadı vardı… yüzüne doğru eğildim ve alnından öperek geri çekildim. “Tamam.” Dedim ve ona göz kırparak odanın kapısına ilerledim. Kulpu büküp içeri girdiğimde görmeyi beklemediğim bir manzarayla karşılaştım.
Nilüfer, duvarın köşesine çökmüş oturuyordu, hemen onun karşısında da Barış vardı. Kaşlarım çatıldı. Kalbim küt küt atmaya başladı ama endişemi yansıtmamaya çalışarak yavaşça adımladım. Korkmasını istemiyordum.
“Ne oluyor?” diye sordum sessizce. Nilüfer, kollarını göğsüne çektiği dizlerine sarmış ve kafasını da dizlerine yaslamıştı. Yüzünü göremiyordum. Barış omzunun üzerinden bana baktıktan sonra zorlukla yutkundu. Gözleriyle ileriyi gösterdiğinde gösterdiği yere baktım.
Masanın üstünde bir tabletle yemek vardı ve yemeklerin çoğu tabletin içine dökülmüştü. “Yemekleri görünce kötüleşti, kriz gibi değildi ama korktu. Anlamadım. Böyle oturuyoruz iki saattir.” Dişlerimi birbirine bastırdım. Uyandığından beri yemek yemiyordu. Serumlarla vitaminleri ve takviyeleri veriyorlardı ama bu daha ne kadar sürecekti?
Şeker hastasıydı. Şimdiden kolları delik deşik olmuştu ve böyle devam ederse daha da kötüleşecekti. Zaten vücudunun her yeri yara bere içindeydi, bir de iğnelerin bıraktığı izlerle mücadele edecekti. Olmazdı böyle.
Barış’ın omzuna elimi koydum. “Sen çık.” Bana sorgu dolu gözlerle baktı, ikilemde kalsa da karşı gelmeden ayağa kalktı. Son kez Nilüfer’e baktıktan sonra odadan çıkmıştı. Şimdi kardeşimle yalnızdık. Ona doğru ilerledim ve hemen önüne çökerek bağdaş kurup oturdum. Birkaç saniye onu izledim. İzledikçe çaresizliği gözümde büyüdü. Ben küçüldüm.
“Nilüfer.” Dedim ama sesim o kadar az çıktı ki kendime inanamadım. Ben, kendimi güçlü sanırdım. İnsan sevdikleri için güçlü olamadıktan sonra ne işe yarardı ki güç? Hiçbir şeye. “Abim.” Bu sefer sesim daha gür çıktı ama Nilüfer kıpırdamıyordu. Beni ya durmuyordu ya da duymazdan geliyordu. “Senin için bir şey getirdim.” Dedim ve elimde sıkıca tuttuğum tavşanı Nilüfer’e doğru uzattım. Bakmadı. Ben de yanına bıraktım tavşanı.
Bu görüntü aklıma geçmişten bir anıyı getirdi. Dudağımın kenarı burukça yukarıya kıvrıldı. “Bir şey hatırladım.” Dedim o anı anımsayan zihnimle bağdaşan bir ses tonuyla. “Bizim evin orada bir tane çınar ağacı var. Annem evdekilerden ve o bataklıktan kurtulmak istediğinde oraya gider çınar ağacının altına otururmuş. Hayaller kurarmış. Bir gün beni de götürmüştü. Sen de vardın o zaman, annemin karnındaydın. Birlikte bir hayal kurmuştuk.” Dedim, o hayali öylesine benimsemiştim ki bazen hâlâ kendimi bu hayal için dua ederken buluyordum. “Annemle ilgili pek anım yok, ama olanlarla yetiniyorum işte.” Dişlerimi birbirine bastırdım. Hayatım boyunca yetinmeyi öğrenmiştim, başka bir şeyden haberim yoktu benim. Ne sevgiyi bilirdim ne sevmeyi. Tüm bunlar azınlıktı. Bir de nefretim vardı. Gani gani vardı içimde ondan.
“Hayalimizin ne olduğunu merak ediyor musun?” diye sordum ondan bir tepki bekleyerek ama vermedi. Yine de sormuş gibi anlatmaya devam ettim. “Birlikte çok uzaklara gidecektik. Sadece üçümüz olacaktık. Bizi kimse bulamayacaktı. Mutlu olacaktık, Nilüfer.”
Gözlerimi yukarıya kaldırdım ve sızlayan gözlerime zaman tanıdım. “O gün annem bana bir masal anlatmıştı. Doğduğunda ben de sana anlatayım diye pür dikkat dinlemiş ve ezberlemiştim.” Yumruklarımı sıktım. “Tavşan öldü mü?” diye sorduğunda gözlerimi ona sabitledim. Hiç kıpırdamamıştı ama demek ki beni dinliyordu.
Görmüyor olsa da kafamı iki yana salladım. “Benim masalımda tavşan kayboluyordu.” Kafasını usulca dizlerinden kaldırdı ve kızarmış gözlerle gözlerimin içine baktı. “Niye?”
Merakla bir soru sordum ona. “Kurdun tavşanı yeniden nasıl bulduğunu biliyor musun?”
“Evet, kokusunu takip etti sonra da tavşanı yedi.” Başımı omzuma doğru düşürdüm ve gözlerine daha dikkatli baktım. “Hayır. Kurt, tavşanın bıraktığı nilüfer çiçeğini iyileştirip ona götürürken ayıyla karşılaştı. Ayıyla kavga ettiler ve kurt ağır yaralandı. Çok ağır yaralandı.”
“Sonra?”
“O halde yine de tavşanın peşinden gitti.”
“Buldu mu?”
Omuzlarımı kaldırıp indirdim. “Bilmiyorum.” Dedim zorlukla. “Annem masalın sonunu anlatamamıştı. Masalın sonunu anlatacak zamanı olmadı Nilüfer.”
Dolu dolu bakan gözlerinden yaşlar döküldü. İçim kıyıldı. “Abi.” Dediğinde nefesimi tuttum. “Abi, bize bunu niye yaptılar?” Dişlerimi birbirine bastırdım. Kendimi tutma çabalarım o kadar yersizdi ki için için ağlıyordum. “Bilmiyorum.” diye fısıldadım. Hiç bilmiyordum. Kollarını dizlerinden çözdüğünde istemsizce ona yanaştım. İtmesinden korktum ama kendime de engel olamadım.
Kardeşimi göğsüme doğru çektiğimde beni itmedi aksine kollarını sıkıca boynuma doladı. Küçücük bedenini kucağıma hapsettim. Hıçkıra hıçkıra ağlarken gözümden akan gözyaşına engel olamadım. Neye ağladığımı bilmiyordum. Ağlayamadığım o kadar çok şey vardı ki hangisine ağladığımı bilemedim.
Hıçkırıkları gittikçe arttı. Kardeşimi yatıştırmaya çalıştım ama başarılı değildim. Çok ağlıyordu. Bana sıkıca tutunuyor ve gözyaşlarına boğuluyordu. “Nilüfer.” Dedim acıyla yüzümü buruşturarak. “Göz bebeğim, ne yaptılar sana?”
Sorduğum soru onu tetiklemiş gibi daha çok ağlamaya başladı. Derin bir nefes aldım. Kollarımı sıkılaştırdım ve göğsüme sokmak ister gibi sarıldım. Geç kalmışlığın verdiği vicdan azabı içimi kemiriyordu. Anneme geç kalmıştım. Kardeşime geç kalmıştım.
“Ölürüm sana, ağlama.”
“Ölme.” Dedi hıçkırıklarının arasından. “Ölme abi, ölme.” Birkaç gözyaşıma daha söz dinletemedim. Nilüfer’in omuzlarına aktılar, durduramadım. “Abim, tamam. Tamam güzelim benim.” Saçlarını öptüm. Birçok kez. “Buradayım. Hep yanındayım. Ölmeyeceğim.”
“Ama nefret edeceksin benden.”
“Niye nefret edeyim senden? Bu mümkün mü?” Kafasını hızla iki yana salladı. “Bilmiyorsun ki. Hiç bilmiyorsun.”
“Neyi, gözbebeğim?”
Duraksadı. Suskunlaştı. Nefes almayı kestiğini hissettim. Kaşlarım çatıldı. Omuzlarından tutarak onu göğsümden uzaklaştırdım ve gözlerinin içine baktım. Ellerim anında yanaklarını kavradı. “Abicim, canım. Anlat bana, neyden korktuğunu anlat.”
Titredi. Dudaklarını açıp kapattı sonra gözlerini gözlerimden kaçırdı. “Söz ver ama.” Dediğinde yüzüne yaklaştırdım. “Söz.” Dedim net bir şekilde. İç çekti. “Ne için söz vereceğini söylemedim?”
“Umurumda değil, istediğin her şeyi yaparım Nilüfer. İyi ol yeter ki.” Gözlerinin içi titredi. “Ben…” Daha dikkatli baktım. Ne kadar olunabilirse o kadar dikkatli baktım. Titreyen bedenine, dudaklarına, gözlerine anlam vermeye çalıştım.
“Cahit bana her şeyi anlattı.” Dediğinde kaşlarım çatılır gibi oldu. “Neyi anlattı sana?”
Gözyaşları yeniden akmaya başladı. Tenime değen yaşlarında boğuluyor gibi hissettiğimden nefesimi tuttum. “Abim, anlat.” Dediğimde hıçkırdı ve hıçkırıklarının içinden konuştu. “Ben…” Zorlukla yutkundum. “Ben onun çocuğuymuşum, abi.”
Yanlış duyduğumu düşündüğüm için dudaklarımdan kendiliğinden bir soru döküldü. “Ne?” O an ellerimin arasından kurtuldu ve geriye doğru sürünerek duvarın dibine gitti. Ellerini kulaklarına yasladı ve şiddetli bir şekilde ağlayarak konuşmaya devam etti. “Anneme tecavüz etmiş o! Anneme! Anneme! İnanabiliyor musun?!” Hıçkırdı. Kafasını hızlıca iki yana salladı. “Abimi öldürmüşüm ben!” Çığlıkları şiddetlendi. “Dayanamıyorum! Dayanamıyorum! Bu kanı taşımaya dayanamıyorum! Ölmek istiyorum!!”
Kriz geçiriyordu. Kardeşime doğru uzandım ve durmadan kafasına vurduğu yumruklarını tuttum. “Dur.” Diyebildim, durmazsa tutamayacak kadar kendimde değildim. Kapının gürültüyle açıldığını duydum. “Nil?!” Barış yanımıza geldi ve zar zor tuttuğum küçük yumrukları kavradı. Böylelikle geriye doğru sendeledim.
“Ben onun çocuğuymuşum, abi.”
“Anneme tecavüz etmiş o! Anneme! Anneme! İnanabiliyor musun?!”
“Bu kanı taşımaya dayanamıyorum! Ölmek istiyorum!!”
“Çınar! Kendine gel lan! Ne oluyor?!” Gözlerimi kırpıştırdım ve karşımdaki manzaraya baktım. İçeriye hemşireler ve bir doktor girmişti. Ne zaman girdiklerini bilmiyordum. Zaman kafamın içinde o kadar garip akıyordu ki tutunamıyordum.
Kardeşime sakinleştirici yapmaya çalışıyorlardı ama o durmuyordu. Kendine zarar vermeye çalışıyordu. Küçücük elleriyle… küçücük.
Bir canavar yaratmışlardı.
Bir değil, iki.
Evet.
İki.
Yerden yavaşça kalktım ve aynı yavaşlıkla kapıya doğru döndüm. Adımlarım yavaştı. Ama zaman çevremden o kadar hızlı geçiyordu ki anlam veremiyordum. Odadan dışarı attım kendimi. “Çınar?” Asuman’ın sesiydi ama onu görmüyordum. Yürümeye devam ettim.
“Çınar nereye?”
“Ben onun çocuğuymuşum, abi.”
“Anneme tecavüz etmiş o!”
“Ölmek istiyorum!!”
Merdivenleri inmeye başladım. Asuman arkamdan geliyordu. Biliyordum. Varlığını hissediyor onu duyuyor ama odaklandığım gerçeklerden sıyrılamıyordum. “Devrim Komutanım! Yardım edin!” Yanıma biri daha geldi. Sesini de duydum. “Ne oluyor aslanım?”
Bu komutanımdı. İçine girdiğim yeni timin komutanı.
Yürümeye devam ettim. Merdivenleri indikten sonra koridora yöneldim. Devrim, bir ara önüme geçti ama onu aştım. Nasıl yaptığımı bilmiyordum yalnızca geçtiğimi biliyordum. En sonunda gelmek istediğim kapıya ulaştım. “Buraya giremezsiniz.” Dedi bir ama onu da aşmıştım.
İçeri girdim. Adımlarım hiç durmadı. Kablolarla hayata bağlanmış ve ölü gibi uzanan şerefsizin üzerine atıldım. Tüm hıncımı tüm nefretimi yumruklarıma yükledim. Yumruk attıkça içimdeki dağlanan acı büyüdü. İçim hiç susmadı. Kanların etrafa saçıldığını biliyordum. Birilerinin beni çekiştirdiğini biliyordum ama durmuyordum. Durmayacaktım. Ölse de durmayacaktım. Her zerresini dağıtacaktım. Her zerresini!
Kanları bile bir bütün olarak kalmayacaktı. Paramparça olacaktı. Kemiklerine, hücrelerine kadar!
“Nasıl yaptın?! Nasıl yaptın lan şerefsiz!? Nasıl!!”
Ölüyken bile rahat vermeyecektim ona. Bir mezarı dahi olmayacaktı. Leşini o çok sevdiği dağlardaki hayvanlara yem edecektim. Bir yeri olmayacaktı bu dünyada. Yumruklarım asla durmuyor, kanlar etrafa saçılıyordu. Monitörden tiz bir ses duyuluyordu. Ölüyordu!
Ölsün!
Kalbini sökecektim yerinden! Çıplak ellerimle yapacaktım hem de. Kalkan yumruklarım yavaşladı. Yavaşlatan ben değildim. Çevremde onlarca insan vardı. Her biri bana engel olmaya çalışıyordu. Olamazdı. Bu şerefsizi paramparça etmeden durmayacaktım. Kandan yüzü gözükmüyordu. Yetmezdi. “BIRAKIN LAN BENİ!”
Tutulan kollarımı kurtardım ve yeniden o şerefsize atıldım. Bu sefer ellerim boğazını buldu. Ölecekse bile benim elimden ölecekti. Tüm gücümle boynunu sıkarken kendi boynumda bir yanma hissettim. Saniyeler içinde tüm bedenim boşluğa düşmüş gibi sarsıldı. Adımlarım geriledi.
“Ne yaptın oğlum sen?” diyordu biri. “Yaktın kendini! Yaktın!”
Soluk soluğaydım. Ayaklarım bedenimi daha fazla taşımadı. Geriye doğru düştüm ama kontrollü bir düşüştü bu. Arkamda biri vardı. Devrim.
“Sikeceğim oğlum belanı! Dünya kaç bucakmış göstereceğim! Aylarca sana yaptıracağım lan gece nöbetlerini!” Arkamdaydı. Kolu boynumu sarmıştı ve beni geriye doğru çekiyordu. O an hâlâ kalkıp o adama doğru gitmek için direndiğimi anladım. Aldığım hızlı nefesler boğazımı yakıyordu. Acıyordu. Çok acıyordu.
Yemin ederim çok acıyordu.
“Annem…”
Nefesim devamını getirmeye yetmedi. Ne az dile getirmiştim şu kelimeyi. Ne az solumuştum kokusunu. Ne çok hasrettim ona.
Annem. Annem.
Nasıl kıydılar sana annem…
“Tamam aslanım, geçti!”
Geçti.
Giden gitti.
Nice canlar düşmüştü yere. Ellerim kan içinde. Anne, kayboluyorum. Gittiğinden beri kayıbım. Bul beni, bul beni anne.
Çok, çok özledim, anne.
🪷
Bölüm sonu!
Nasıl? Beğendiniz mi bölümü?
Ben bu bölümde Çınar için ağla ağla öldüm😭
Hepsi içinde bir şeylerle savaşıyor, toparlanır mıyız dersiniz?
Eski hallerimize döner miyiz?
🥹
Bu arada finali birkaç bölüm uzatacağım. Hem ısrarlarınıza dayanamadım hem de onları acı içinde bırakmak istemedim. Kafamdaki final belli ama bir anda oldu bittiye getirmek istemiyorum.
🩷
Çınar?
Nilüfer?
Barış?
Devrim?
Asuman?
🍭
VOTE
VE
YORUMU
LÜTFEN
UNUTMAYIN
🩷
İNSTAGRAM VE WHATSAPP KANALLARIMA GELMEYİ DE UNUTMAYINN
İnstagram; Zeynepizem
Sonraki bölümde görüşelim😘
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 269.64k Okunma |
24.02k Oy |
0 Takip |
66 Bölümlü Kitap |