
🥹
🍭KEYİFLİ OKUMALAR🍭
ZEHİRLİ ŞEKER
BÖLÜM 66- FİNAL
🪷
Tavşanlar bazen beyaz kürkünün altında bir canavar saklar.
Olur da doğru sandıklarımız yanlışa evrilir, insan yanlış yapmaya sırf alışkanlıktan devam eder ya işte böyle hissettiriyordu bazı hatalar. Gerçi artık bu hata sayılmazdı, seçimdi. Çünkü insan yanlış yaptığını bildiği halde yine de yapıyorsa bu seçim olurdu.
Birkaç kez okuduğum ifade dişlerimi birbirine bastırmamı sağladı. Önüme gelen saçlarımı geriye doğru ittim ve yeniden en baştan ifadeyi okumaya başladım. İfade, Seyfi Ilgazoğlu’na aitti ve annemin ölümüyle ilgili sorular sorulmuştu. Cevabı şöyle vermişti:
+ Korkut’un yanlış bir şey yapacağını biliyordum. Tüm olanlardan haberim vardı. Hiçbir zaman Cahit’i bu konuda desteklemedim hatta onu konaktan ben kovdum. Korkut’un gerçekleri öğrenmesine engel oldum çünkü öğrenirse neler olabileceğini kestirebiliyordum. Bir şekilde öğrendi gerçi. Sonra da karısının peşine düştü. Amacım bir yanlış yapmadan kardeşime engel olmaktı ancak evlerine gittiğimde her şey için geç kaldığımı gördüm.
-Tam olarak ne gördün?
+Evlerine gittiğimde Ferda yerde kanlar içinde yatıyordu. Henüz ölmemişti ama dokunmaya korktum. Ölürse başıma kalır diye. Birkaç dakika öylece onu izlediğimi hatırlıyorum. Gerçi süreden emin değilim. Evden çıkacakken kızı geldi. O an başka bir odaya saklandım, zaten dakikalar sonra Ferda da son nefesini kızının gözünün önünde verdi. Ben fark ettirmeden dışarı çıktım. Kardeşimi ne kadar haklı bulmasam da namusunu temizlemek istemişti o yüzden tüm kameraları ve diğer delileri ortadan kaldırdım.
-Nasıl?
+O zaman da arkam sağlamdı. Birkaç bağlantı kurmak zor olmadı. Sonrasında zaten elimi bile kıpırdatmama gerek kalmadı. Her şey silindi. Tüm deliller ortadan kalktı. Korkut’un parmak izi bırakıp bırakmadığını bilmiyordum ama bıraktıysa da artık benim yapabileceğim bir şey yoktu.
-Cenazeye neden katıldın?
+ Son görevimi yapmak istedim. Bir de kızını uyarabileceğim tek yer o cenazeydi. Başka türlü peşine düşer, yanına uğrarsam şüpheli görünürdüm.
-Kıza ne dedin?
+Antep’e gelmemesi gerektiğini. Onu kimsenin istemediğini ve eğer gelirse kapı dışarı edileceğini söyledim. Amacım onu babasından korumaktı. Sonra da geri döndüm. Geri döndüğümde Cahit aradı. Korkut’un hastaneye kaldırıldığını söyledi. Herhalde yaptıklarına dayanamadı kalp krizi geçirdi. Konu hakkında başka bir şey bildiğim yok.
Sayfa böylelikle son buluyordu. Dolan gözlerimi kırpıştırdım. İçinde birazcık merhamet olsaydı annemi gördüğü an ambulansı arardı. Yapmamıştı göz göre göre onu ölüme terk etmişti. Annem belki şu an yaşıyor olabilirdi. Tek yapması gereken ambulansı aramaktı. Birkaç saniyesini bile almazdı. Onun birkaç saniyede yapamadığı şey yüzünden ben senelerdir acı içinde kıvranıyordum. Annemi kurtaramadığımı sanıyordum. Hızlı olsaydım, eve erken varsaydım, o gün okula gitmeseydim… hep kendimi suçlamıştım.
Çaresizlik boyut değiştirdiğinde boyna sarılan bir halat olurdu ve bir yerde sonra nefes almayı keserdin. Nefesim kesilmişti. Güya namus temizlemişti, kendi namusuna ne demeliydi? Şerefsizin, namussuzun tekiydi.
Kesik bir nefes alarak dosyayı bıraktım. Dünden beri davanın dosyasıyla ilgileniyordum ve bugün ifadeleri okumaya başlamıştım. Geriye bir tek Korkut’un yani babamın ve kuzenim Mustafa’nın ifadesi kalmıştı. Eğer davaya katılacaksam söyledikleri her şeyi bilmem gerekiyordu. Derin derin birkaç nefes alıp verdim. Kafamı toparlamaya çalıştıkça dağılıyordu. İnler gibi aldığım nefesler bir yerden sonra boğazımı acıtmaya başladı.
Elim Mustafa’nın ifadesinin olduğu dosyaya gitti. Kaçırıldığımda olan bitenleri bir başkasının gözünden görmeye hazır mıydım? Kendimi zorlayarak dosyanın ilk sayfasını açtım. Mustafa’nın resminin ve hakkında bulunan bilgileri geçerek verdiği ifadeler bölümünde durdum.
İlk soru canımı yakmaya yetmişti: Kadın kaçırma, zorla alıkoyma, adam öldürme gibi suçları kabul ettiniz. Tüm bunları neden yaptınız?
Bir insanı insanlıktan çıkartmak için nedene ihtiyaç duyulur muydu? Mustafa’nın içinde olduğu durum zordu. Ancak o çaresiz değildi. Bir seçim yapmıştı ve seçimin de yanlış olduğunu aslında biliyordu. Bile bile tüm bu olanların yanında yer almıştı. Bu yüzden her ne kadar bir yerden sonra bana yardım etse de Mustafa’ya karşı da nefret besliyor ve onu olanlar için suçluyordum.
Verdiği ifadeyi okumaya başladım.
-Tüm bunları neden yaptınız?
+Başlarda babam istediği için yapıyordum. İstediğini yapmamak gibi bir seçeneğim yoktu. Kendisi örgüt yanlısı aynı zamanda örgütün has elamanlarından birisiydi. Bu işlere yirmili yaşlarda soktu abimle beni. Sorgulamadan kabul ettik. Ancak ben abim gibi uyum sağlayamadım bu yüzden birçok kez tehdit ve saldırıyla karşı karşıya geldim. Kendi canım yanmasın diye başkalarının canını yakmaya karar verdim. Sonrasını zaten biliyorsunuz.
-Nil’i alıkoyduğunuz süreç boyunca olanları anlatır mısınız?
+Her şey ayarlanmıştı. Babam bu konuda hataya yer vermedi. Nil’i kafaya koymuştu. Neden bu kadar takıntı haline getirdiğini ilk başlarda anlayamadım. Suriye’deki depoya gittiğimde Nil odaya kapatılmıştı. Babama çok kez ondan ne istediğini sordum ama belli bir yanıt alamadım…
Uzunca cevap verdiği soruyu geçtim çünkü ben zaten o zaman diliminde neler yaşadığımı çok iyi biliyordum. Tekrar hatırlamaya ihtiyacım yoktu. Sonraki soruyu okudum.
-Babanızı neden vurdunuz?
+Söylediğim gibi masanın etrafında oturduğumuz sıra Nil’e geçmişte yaptıklarını anlattı. Ben bilmiyordum, ilk kez o an babamın ağzından öğrendim her şeyi. Nil’in kardeşim olduğunu öğrendiğimde canıma tak etti. Nil’i öldürmek için uğraşıyordu, bunu görebiliyordum. Zaten abim de babam yüzünden öldü. Birini daha babamın kurbanı etmek istemedim.
-Peki neden bu şekilde düşünürken Nil’e olan işkenceye seyirci kaldınız?
+O an pek de yapabileceğim bir şey yoktu. İlk durdurmak istediğimde beni kenara itti. Gururum incindi ancak durmak bilmiyordu ve durmazsa da Nil’in öleceğini görebiliyordum. Bu yüzden korkularımı bir kenara itebildim ve kardeşim için bir şey yapmak istedim. Sonuç olarak babam kalan öfkesini benden çıkarttı. Bu da beni daha çok sinirlendirdi. İçimde büyük bir kin hissettim. Zaten çoktan konumu Barış başkomisere ulaştırdığım için ekiplerin yakında gelebileceğini tahmin edebiliyordum. O yüzden kendimi saklayabileceğim bir yere girdim ve askerlerin gelişini bekledim. Babam sona kaldı ve Nil’i kendine siper etti. İçimdeki kinle saklandığım yerden çıkarak silahı babama dayadım ve arkasından ona ateş ettim. Kurşun kalbinin yakınına isabet etti.
-Pişman mısınız?
+Hayır.
Daha fazlasını okuyamayarak dosyayı kapattım. Yaşıyor olmamdaki en büyük neden Mustafa’ydı. Üstelik ifadesinde Mahir’i vurduğumdan bahsetmemişti ve babasının ölümünü tamamen üstlenmişti.
Hakim belki cezasında indirim uygulardı ki bunun için de minik bir konuşma yapacaktım. Bana ettiği yardımın karşılığı olarak.
Kendimi iyi hissetmediğim için oturduğum sandalyeden kalkarak yatağıma doğru ilerledim ve sırt üstü kendimi yatağa bıraktım. Gözlerim tavana odaklandı. Bir anda şakaklarıma doğru kaymaya başlayan gözyaşlarıma sinirlenerek hızla sildim. Ağlamayacaktım. Daha fazla kendimi üzmeyecektim. Annemin acısı hep içimde olacaktı ancak diğerleri yüzünden canımın daha fazla yanmasına müsaade etmeyecektim.
Burnumu çekerek doğruldum. Bu odada kalmak bana iyi gelmiyordu. Her an bir krize girebilirdim ve artık bu olsun istemiyordum. O yüzden abimin yanına gitmeye karar vererek odadan çıktım.
Merdivenlerden inerken abime seslendim. “Mutfaktayım Nilüfer.” Diye o da bana seslendi. Mutfağa ilerleyerek içeri girdiğimde sandalyeye oturmuş sigara içtiğini görmüştüm. Sandalyesi camın hemen önündeydi ve cam açıktı. İçeriye giren soğuktan dolayı ürperirken yanına bir sandalye çekerek ben de oturdum. “Bana da sigara ver.”
“Pardon?”
Omuzlarımı kaldırıp indirdim. “Gerçekten o şey iyi hissettiriyor mu?” Tek kaşını kaldırarak beni inceledi. Sonra yarısına geldiği sigarasını bitirmeden pencerenin önünde duran küllüğe bastırarak söndürdü. “Hayır.” Dedi net bir şekilde.
“O zaman neden içiyorsun?”
“Sakinleştiriyor.”
“Beni de sakinleştirir mi?”
“İçmeyeceğin için bu sorunun yanıtını bilemeyeceğiz.” Başımı eğerek gözlerimi yerde gezdirdim. Okumadığım tek ifade Korkut’un ifadesiydi. Buraya birazcık gücümü yerine getirebilmek için gelmiştim bir bakıma. Hem abimle konuşmak bana iyi geliyordu. Biraz olsun kafam rahatlarsa kendimi ifadeyi okumak için ikna edebilirdim.
“Sorun ne abicim?”
Omuzlarımı kaldırıp indirdim. “Hiç.” Dedim uzatarak. Aslında sesim de bir sorun olduğu gayet net anlaşılıyordu. “Az önce iyi hissettiriyor mu diye sordun ya?” Kafamı sallayarak onu onayladım. “Ben iyi hissetmeni sağlayacak bir şey biliyorum.”
Yerde dolaşan gözlerimi kaldırarak gözlerine baktım. “Ne?” diye sordum merakla. O sıra bana kollarını açtı. “Tabi ki abinin kolları.” Dedi, yüzüme istemsizce yayılan gülümsemeyle hareketlenerek benim için açtığı kolların arasına girdim. Sıkıca bedenime sarıldığında artık daha iyi hissediyordum.
“İşe yarıyor mu?” Sorusu yüzümdeki gülümsememi büyüttü. “Evet. Bana hep sarılır mısın?”
“Sarılırım ama beleşe olmaz.”
“Çıkarcı bir pislik misin sen? Ne demek beleşe olmaz, kardeşinim ben senin!”
“Beni hiç alakadar etmez.” Dedi bir Memati edasıyla. Çekilerek yüzüne çatık kaşlarla baktım. “Ne istiyorsun?”
Sırıttı ve düşünüyormuş gibi gözlerini kıstı. “Ne istesem, ne istesem?” diye söylendi bir de utanmaz. İsteyeceği şeye karar vermiş olacak ki yeniden gözlerime odaklandı. “Davadan sonra benimle bir yere gelmeni istiyorum.”
“Nereye?”
“Söylemem. Sadece benimle gel.”
Birkaç saniye şüpheyle yüzüne baktım. Merak etmiştim ama yüzünden asla bir şey öğrenemeyeceğim belliydi. Kafamı aşağı yukarı salladım. Abimin beni kötü bir yere götürmeyeceğini biliyordum o yüzden içim rahattı. “Gelirim.”
Gülümsedi. “O zaman kollarımı istediğin kadar kullanabilirsin.” Harika bir anlaşmaydı. Başımı omzuna yasladım ve beline sarıldım. O da beni tamamen sarıl sarmaladı. Burası çok güzeldi. Güvenliydi.
Yarım saat kadar bir zaman sonra belim ağrıdığı için geri çekildim ama biliyordum ki ben çekilmediğim sürece abim çekilmeyecekti. “Şimdi daha iyi hissediyor musun?” diye sordu o an. Gözlerinin içine bakarak yanıt verdim. “Evet. İyiyim.”
“Nilüfer.” Dedi içli bir şekilde. Bu isme artık o kadar aşina olmuştum ki abim bana Nil diyecek olsa dönüp bakmazdım. Başlarda onu sürekli ismim hakkında uyarıyordum. O ise kendi bildiğini okuyordu. Bana sürekli Nilüfer demişti ve ben artık ismimi çok seviyordum. Abimin sayesinde.
“Gözbebeğim, hiçbir şeye zorunda olmadığın biliyorsun değil mi?” Neden böyle bir soru sorduğunu az çok anlasam da anlamazlığa verdim. “Biliyorum.” Dedim kafa sallayarak. O da benim gibi kafasını salladı. “Güzel. Peki hiçbir şeyi kanıtlamak zorunda olmadığını biliyor musun?”
“Onu da biliyorum abi.” Anlatmak istediğini daha fazla görmezden gelmedim. “Zorlanıyorum, evet.” Dedim açıkça itiraf ederek. “Hatta Seyfi’nin ifadesini okurken canım çok yandı. Daha çok yanmasından korktuğum için Korkut’un ifadesine el bile süremedim daha.” Boğazıma birikmiş yumruyu gidermek için yutkundum. “Ama ne olursa olsun o davaya girip savunma yapabileceğimi biliyorum çünkü sen yanımda olacaksın.”
Yanaklarımı avuçlarını içine aldı. “Her zaman.” Dedi. Genişçe gülümsedim. Artık gülümsemek zor gelmiyordu. Eskisi kadar şen şakrak olmasam da gülmekten çekinmiyordum. Çevremdeki insanlar gerçek gülümsemelerin ne olduğunu bana hatırlatmıştı. Onlara ne kadar teşekkür etsem azdı.
“Öyleyse biraz yürüyüş yapalım mı? İki gündür doğru düzgün çıkmıyorsun odandan.” İhtiyacım olan tek şey şu an abimle yürüyüş yapmak olabilirdi. Hemen kafamı salladım. “Giyinip geliyorum!” Koşturarak yukarı çıktığımda arkamdan güldüğünü biliyordum. Barış’ın dedesinden iki gün önce dönmüştük ve ben döner dönmez evlilik hazırlıkları yapmak yerine dava dosyalarına gömülmüştüm. Dava çözümlenmeden kendimi başka bir şeye verebileceğimi sanmıyordum.
Üç gün sonra duruşma olacaktı ve her biri sırasıyla mahkeme salonuna alınacaktı. Uzun bir duruşmada olacaktı yani. Bu yüzden iyi hazırlanmam gerekiyordu. Kötü olan bir şey vardı ki o davadan üç gün sonra olacak olan düğündü. Düğünümün olması kötü değildi tabi ama doğru düzgün hazırlanamayacak olmak beni hüzünlendiriyordu. Üstelik bu durumdan daha da kötü bir şey varsa o da abimin düğünden iki gün sonra göreve dönmesiydi. Onunla nasıl vedalaşacaktım? Çok, çok özleyecektim ve şimdiden özlemin kalbimdeki duruşu beni çok yaralıyordu.
Abimle daha fazla vakit geçirebilmek için hızlı davrandım. Siyah pantolon ve kazak giydim. Çoraplarımı da giydikten sonra saçlarımı kulaklarımın arkasına sabitledim. Sürekli önüme geliyor olmaları canımı sıkıyordu. Belki uğraşsam arkadan bağlayabilirdim ama kısa oldukları bir kez daha yüzüme vurmasın diye saçlarımı taramak dışında hiçbir şey yapmıyordum.
Aşağı indiğimde abim kapının önünde elindeki montumla bekliyordu. Koşturarak yanına gittim. Montumu giymemde yardım etti. Eğilip Barış’ın aldığı botları da ayağıma geçirdiğimde hazırdım. Bahçeye çıktığımızda ilk gözüme nöbet bekleyen polisler çarptı. Bu soğukta onlar için üzülmeden edemedim. Hâlâ buradaydılar çünkü Rezan adındaki adam henüz bulunmamıştı. O yüzümü yakmaya çalışan psikopattı. Barış’ın dedesinin evine gitmeden önce son ifademi de vermiştim. İfademi verirken Devrim abi ve Leyal de yanımda bulunmuştu.
Öğrendiklerim kadarıyla Rezan dedikleri adam örgütün başındaki adamdı. Bu yüzden ikisi de o adamı anlatırken bizzat yer almıştı. Bir yerlerden çıkıp gelip gelmeyeceğini bilemiyordum, zaten dışarı çıkmak istemememdeki ilk unsur da buydu. Korkuyordum. Korkulmayacak gibi değildi ki.
Barış ve abim sayesinde bu korkuyu da aza indirgeyebilmiştim ancak tamamen silinmiş değildi. O adam hak ettiği sonu yaşamdan da silemeyecektim. Abimin koluna girerek tamamen ona yaklaştım. “En çok hangi mevsimi seviyorsun abi?”
Abim sorduğum soruyla duraksadı. “Neden gelip geçici bir şeyi seveyim?”
“Abi, gelip geçici olabilir ama ne de olsa süreklilik sağlayan bir olay. Hiç düşünmedin mi?”
“Kızım niye bir mevsimi sevmekle uğraşayım, iyi misin sen?”
Romantiklik desen yok.
“Of abi. Ne bileyim? Ben mesela ilkbaharı seviyorum çünkü her taraf cıvıl cıvıl oluyor.”
“Ne güzel. Aferin sana.”
Gıcığın tekiydi. Hiç muhabbet edilmiyordu bu adamla. İnce ruhtan anladığı falan yoktu yani. Asuman yengeme Allah kolaylık versin.
“Çatma kaşlarını.” Dediğinde daha çok çattım. Yüzümün şu an kırış kırış olduğuna emindim. İnat olsun diye saçlarımı karıştırdı. “Of abi!”
“Abin kurban olsun sana, abim.” Dedi içten içten göz boyamaya çalışarak. Hayır boyuyordu da yani hiçbir savunma yapamıyordum. Evimizin önündeki sokağın sonuna doğru yürürken abim sordu. “Söyle bakalım hiç ekmek arası nohut yedin mi?”
“Ekmek arası nohut mu?”
“Evet, Antep’in meşhur dürümüdür.”
“Nohuttan dürüm olur mu?”
“Niye olmasın?”
“Ne bileyim, nohut ve dürümü bağdaştıramadım.”
Adımlarını durdurdu ve yüzüme baktı. “Öyleyse bu sözleri sana yedirecek nohut dürümü yemeye gidiyoruz.”
Güldüm. Denemekten zarar gelmezdi. “Gidelim.”
🪷
Küçük bir mekana gelmiştik. Öyle ki oturmak için yalnızca üç masa vardı. O kadar tatlı bir yerdi ki gözlerim sürekli etrafta dolaşıyordu. Masaların üzerindeki örtülerden duvarlara asılmış eski çerçeveler ve içindeki siyah beyaz fotoğraflara… her ayrıntı gülümsememi sağlıyordu. Camı gören ikili masaya geçmiştik. Abim çoktan siparişi vermişti ve şu an da siparişlerimizin hazırlanmasını bekliyorduk.
Etrafı incelemeyi keserek önümde oturan abime döndüm. Telefonunu kaldırdığında merakla sordum. “Ne yapıyorsun?” Beni bir süre duymazdan gelerek kaldırdığı telefonun ekranına baktı. En sonunda konuştu. “Fotoğraf çekiyorum.”
Başımı sağ omzuma doğru yatırdım ve şımarıkça gülümsedim. “Güzel çıktım mı peki?”
“Seni değil kendimi çekiyorum.”
Yüzümdeki gülümseme soldu ve kaşlarım anında çatıldı. Elimi kaldırarak omzuna vurdum. Gıcık herif, bugün benimle uğraşıp duruyordu. Hevesim kursağımda kalmıştı resmen. “Pisliğin tekisin abi.”
“Abiye pislik denmez.” Onun söylediğini duymazdan geldim. Zaten o sırada siparişlerimiz gelmişti. Ekmek arası nohut dedikleri şeyin tadını merak ediyordum. Tabaktaki sebzeleri görmezden gelerek sıcacık fırın ekmeğini ellerimin içine yerleştirdim ve kocaman bir ısırık aldım. Bol salçalı ve baharatlı tat dilime yayıldıktan sonra nohudun varlığını da hissettim. Düşündüğümden daha güzeldi. Ekmeğin arasında kuru olur sanmıştım ama aksine yumuşacık ve lezzetliydi.
Beğendiğime dair mırıltılar çıkartırken abim telefonuyla birkaç saniye daha uğraşıp masaya bıraktı. Kendi dürümünü eline aldı ama yemeden bana merakla bakarak sordu. “Nasıl?” Ağzım dolu olduğu için konuşamadım ama kafamı salladım ve elimle de mis gibi işaretini yaptım. Abim güldü ve kendi dürümünü yemeye başladı.
Ayranımdan koca bir yudum aldım ve dürümümü bitirene kadar bir daha konuşmadım. Abim konuşuyor olsa da dinlemedim. Çünkü şu an mühim bir işim vardı: Yemek yiyordum. Doyasıya yemek yemeyi o kadar çok özlemiştim ki… midem bulanmadan hem de. Şekerden dolayı bazı şeyleri yiyemediğim ve o şikayet ettiğim günleri iple çekmiştim.
Başıma daha kötü bir şey gelmediği takdirde sahip olduğum avantajın farkına varmıyordum. Şükretmek aklıma gelmiyordu.
“Çok şükür.” Diyerek arkama yaslandım. Elim dolu olan karnıma gitti. Fena doymuştum. “Yediğim en güzel dürümlerden biriydi.”
Çapkın çapkın güldü. Ben bilirim, bakışı yüzüne yayıldığında istemsizce güldüm. Anlaşılan yine egosuyla karşı karşıyaydık. “Ne sandın kızım? Bu işler bizden sorulur.” Dedi tam da beklediğim gibi havalı bir şekilde.
Telefonumun zil sesini duyduğumda abimde olan bakışlarımı çekerek cebime sıkıştırdığım telefonu çıkarttım. Gözlerim ekranı gördüğümde parladı. Barış arıyordu. Hemen açarak kulağıma yasladım. “Barış?” diye seslendiğimde abim anında gözlerini devirdi. Seyyit dedenin köyünde yaşadıkları andan beri Barış’tan daha çok nefret etmeye başlamıştı. Sanki ona yalan söyleyerek sinirlendiren kendisi değilmiş gibi. Eve de almıyordu iki gündür Barış’ı. Deli miydi neydi? Bir de, Düğünden önce gelini görmek uğursuzluk getirir diyerek dün Barış’ı kovmuştu.
“Güzelim, neredesiniz? Eve geldim kimse yok.”
“Eve mi geldin?” dedim merakla. “Abimle nohut dürüm yemeye geldik. Sen de gelsene.”
Abim kaşlarını çattı. “Kızım niye çağırıyorsun?” diye sordu ters ters. “Zaten evlenince sürekli onun yüzünü göreceksin.” Gözlerimi büyüterek abime baktım. Ancak susmadı. “Gelme lan sakın!” diye bağırdı. “Abi!” dedim uyararak ama oralı olmayarak omuz silkti.
İnanılır gibi değildi.
“Ne zaman gelirsiniz güzelim?” diye sordu Barış abimi duymazdan gelerek. “Bilmiyorum ki.” Dedim ve bu sefer abime ben sordum. “Eve ne zaman gideriz?”
“Gitmeyiz.” Dedi huysuz bir şekilde. “Ne istiyormuş diye sor.” Derin bir nefes alıp verdim. Artık onların bu haline alışmış olmam gerekiyordu ama alışamıyordum ki. İkisi de birbirinden beterdi.
“Abim ne istediğini soruyor.”
“Düğün mekanı için sana tasarım soracaktım. Ona göre yapacak çocuklar. Hem ev için de senin beğendiklerini alırız diyordum.”
“Ev için mi?”
“Evimiz için.”
“Evimiz mi?”
“Evet, Nil.”
“Bizim evimiz mi var?”
“Yok mu?”
“Var mı Barış?”
“Var, Nil.”
“Nerede? Benim neden haberim yok?”
“Oldu işte şimdi.”
“E ama abimle kaldığım eve ne olacak?”
“Orada abin sultanlar gibi bekar hayatı yaşasın.”
Bir evimiz olduğundan gerçekten haberim yoktu. Abimle olan evimizde kalırız diye düşünüyordum. Hem ne ara ev almıştı? Şaşkınlığım birkaç dakika içinde atabildim. “Evimiz nerede?”
“Annemle abinin evinin tam ortalarında. İki tarafa da yakın yani. Evi gezmeye gidelim mi? Görürsen daha çok siner içine. Hem beğenmezsen başka evlere de bakabiliriz sen bu tür işleri bana bıraktığın için ben sana sormadan tutmuş bulundum.”
“İyi yapmışsın.” Dedim gülümseyerek. Kolay kolay beğenmeyecek bir insan değildim zaten benim için önemli olan hep evin içindeki insanlardı. Annemle yaşadığımız ev çok eski ve kötüydü ama hiç şikayet etmemiştim. Çünkü orayı annem bir peri masalına dönüştürebiliyordu. “Evin konumunu at bana o zaman. Orada buluşalım.”
“Tamamdır güzelim. Görüşürüz, dikkat edin.”
“Görüşürüz, öptüm.” Dedim ve öpücük sesi çıkartarak telefonu kapattım. Abimin ters bakışları daha da tersleşti tabi o an. “Edep kalmamış.” Dedi burun kıvırarak. Kıkırdadım. Kendisi gözümün önünde Asuman’la öpüşmüştü. Bana edepten bahsedecek son kişiydi.
“Hadi abi, evimi görmeye gidelim.” Dedim heyecanla. Heyecanımı gördüğünden olsa gerek huysuzluğunu bir kenara iterek ayaklandı. Ben de ayağa kalktım ve sandalyeye astığım montumu alarak giyindim. O sırada da abim masaya para bırakmıştı.
Bu durumdan hiç gocunmadan montumun fermuarını çektim. Sonra abimin koluna sırnaştım. Küçük dükkandan çıktık ve arabasına yerleştik. Barış konumu atmıştı. Navigasyondan evi tarif ettim ve o da arabayı tarifime göre sürdü.
Neredeyse on beş dakikanın ardından yavaşlayarak durdu. Abimle yaşadığımız evin mahallesine benziyordu burası da. Küçüktü. Etrafta çocuklar kar topu oynuyordu. Arabadan indiğimde Barış’ın arabasını da gördüm. Birkaç metre ileride müstakil bir evin önüne park etmişti. Abimle beraber arabasına ilerlerken onu görmek için etrafa bakındım. Arabasının arkasında bagajın olduğu kısımda eğilmiş söylenerek bir şeyler yapıyordu. Aklıma gelen hain planla adımlarımı sessizleştirdim ve fark ettirmeden ona yaklaştım. “Barış!” Sesim etrafta yankılandı.
“Ananı-!” Diye bağırarak bana taraf döndüğünde eliyle ağzını kapatmış ve edeceği küfrü böylelikle tamamlayamamıştı. Ağzındaki elini kalbine doğru indirdi. Haline kıs kıs güldüm. Çok komikti. “Güzelim evlenmeden beni mezara mı göndermeye niyetlisin?”
Cevap vermek yerine boynuna atladığımda abim arkamdan homurdandı. “Korktun mu?” diye sordum sanki görmemişim gibi. Çekilerek yüzüme baktı. “Korkmak mı? Daha neler?” Dedi ciddi bir şekilde. Abim araya girdi.
“Sıçıyordun az daha. Korkmamışmış.”
Barış derin bir nefes alıp verdi. İçinden sabır dilendiği belliydi. “Ne arıyorsun öyle dalgın dalgın?” diye sorduğumda yeninden aklına gelmiş gibi açık bagaja döndü. “Anahtarı.”
“Yapacağın işi sikeyim.” Diye mırıldandı abim. “Bir anahtara bile sahip çıkamıyorsan kardeşime nasıl çıkacaksın lan?!”
“Çınar, bak sabrımı sınıyorsun artık. Kes sesini bir!”
Abim kaşlarını çatarak Barış’a olumsuzca baktı. Barış saniyeler sonra eğildiği yerden doğruldu. “Buldum!”
Elindeki garip anahtara baktım. Bir evin anahtarı olamayacak kadar büyüktü. “Bu evin anahtarı mı?” Kafasını iki yana salladı. “Hayır, bu kalbimin anahtarı. Sana veriyorum.”
Ben ne diyeceğimi şaşırmışken abim Barış’ın elindeki anahtarı kapıp aldı. Birkaç saniye anahtara bakındı. “Lan bu yoksa…” Kafasını kaldırarak Barış’a baktı. Barış yüzüne vatan gülüşünü kondurdu ve omuzlarını dikleştirdi. “Ne sandın oğlum? Bizde deriniz yani.”
İkisine de garip garip baktım. “Bana da söyleyin. Bu neyin anahtarı?”
“Hayatım, kalbimin dedim ya.”
Ellerimi göğsümde birleştirdim sitemle. Hiç de etkilenmiyordum bir kere, aksine sinirleniyordum. “Ya merak ettim.” Güldü.
“Abinle küçükken bir kutunun içine dileklerimizi yazmıştık. İlk kimin dileği kabul olursa anahtarla kutuyu açıp diğerinin dileğine bakabilecekti.” Sırıtarak abime baktıktan sonra bana geri döndü. “İlk benim dileğim gerçek olduğu için abinin dileğine bakabileceğiz.”
Gözlerimi kocaman açtım. Abimin çocukluk dileğini öğrenmek mi? Hayatımda öğrenebileceğim en güzel şeylerden birisi olabilirdi. Ellerimi heyecanla birbirine vurdum. “Ay hadi bakalım!” dedim fazlasıyla büyük bir mutlulukla.
“Niye bu kadar sevindin kızım sen?” diye soran abime baktım. “Niye mi?” diye sordum sorusuna anlam verememişim gibi. “Niye olacak, çocukluk dileğini öğreneceğim.”
“Sorsaydın söylerdik kızım.” Omuz silktim. Aynı şey değildi bir kere. O zamanki aklıyla şu anki bir değildi ki. O zaman çocuksuluğu, masumluğu üzerindeydi. Ciddi olmak zorunda değildi. Saftı. Bu yüzden daha değerliydi. Hem el yazısını da görebilecektim. Çok tatlıydı.
“Önce evimize bakalım.” Dedi Barış. Bagajdan hazine kutusuna benzeyen bir kutuyu alarak bana uzattı. Kutu eskiydi ama özenle bakıldığı çok belliydi. Değerli bir şeye benziyordu üstelik. İşlemeler vardı üzerinde. Yeşil ve kırmızı taşlarla bezenmişti.
Kutuyu sıkıca tuttum.
Barış bagajı kapattı ve eliyle yolu gösterdi. İlerledim. Küçük bahçeli, iki katlı bir evin önünde durduk. Ahşap ve beyazın karışımı ev büyüleyici görünüyordu. Balkonu ön bahçeye bakıyordu. Çatının rengi de koyu bir maviydi. Üç renk birbirini çok güzel tamamlamıştı.
“İstersen renkleri değiştiririz.” Dedi Barış bahçe kapısını açarken. Herhangi bir şey söylemedim. Evin kapısına doğru ilerledik. Barış cebinden anahtarı çıkartarak bana çıkarttı. “Bak bu gerçekten kalbimin anahtarı.” Dediğinde güldüm. Kutuyu ona verdim ve anahtarı alarak evimin kapısını açtım.
Beni ilk karşılayan geniş holdü. Kapının sağ tarafından yukarıya merdivenler uzanıyordu. Karşı karşıya iki kapı vardı. Merdivenin altında da fazladan bir kapı daha görmüştüm. Barış, soldaki kapıya ilerlediğinde ben de ilerledim. “Burası mutfak.”
Beyaz dolaplar, siyah tezgah oldukça şık duruyordu. Küçük bir mutfak değildi ama büyük de sayılmazdı. Henüz herhangi bir eşya olmadığı için boş görünse de renkleri çok sevmiştim. Tavana kadar her şeyi inceledikten sonra diğer kapıya ilerledik. “Burası da salon.” Dedi Barış içeriyi göstererek.
Hoşuma giden en büyük ayrıntı kocaman camlarının olmasıydı. Ferah ve oldukça genişti. Hatta ilk kat genellikle salona ayrılmıştı. Burada aile sofraları kurabilirdik. Belki Seyyit dedenin yemek masası kadar uzun olmazdı ama yine de uzun ve dolu masamız olurdu.
“Merdivenin altındaki kapı banyo ve tuvalet. Yukarıda da banyo tuvalet var ayrı olarak. Ebeveyn odasında da var.”
Ahşaptan yapılmış merdivenleri hızlıca çıktım. Yukarıda aşağıya oranla daha dar bir koridor vardı ve dört kapı göze çarpıyordu. Her kapıyı kontrol ettim. Ebeveyn odası haricinde iki oda daha vardı. Yerden göğe kadar o kadar güzeldi ki bayılmıştım.
Barış ve abim yukarıya çıkmadığı için hızlıca aşağıya indim. Salonda iki yabancı gibi dikiliyordular. İçeriye girdiğimde Barış genişçe gülümsedi. “Beğendin mi?” diye sordu büyük bir merakla. Beğendim, demem için an sayıyordu belli ki. Kafamı hızlıca salladım. “Evet! Bayıldım!”
Üzerine koşarak ona sıkıca sarıldım. O benim şansımdı. İyi ki vardı. O olmasaydı her şey benim için çok daha zor olacaktı. Hayatıma renk katan beni benden bile daha çok sevebilen bir insandı. “Teşekkür ederim.” Dedim içten bir şekilde. Düğün hazırlıklarıyla tamamen kendisinin ilgileneceğini söylemişti. Daha doğrusu ben birazcık ondan rica etmiştim çünkü davayla ilgilenmekten vaktim kalmayacaktı.
Hem tek başına değildi. Aysel ve Aysu da seçim yaparken ona fazlasıyla yardım ediyordu. Hatta Aysel bana zibilyon tane ev fotoğrafı atmıştı ama bu kadar kısa sürede halletmelerine inanamamıştım. Üstelik onlara verdiğim tek cevap, fark etmez olmuştu. Fark ettiğini fark ettim çünkü burayı çok beğenmiştim.
“Rica ederim, güzelim.” Dedi Barış beni sarmalarken. Boğaz temizlemesi duyduğumuz için çok da sarılamadık. Hemen abime taraf döndüm. “Abi sen de beğendin mi?” Gözlerimin içine kısaca baktıktan sonra kafasını salladı. “Beğendim.” Dedi. “Hayırlı olsun.”
Ev faslı bittiğine göre daha çok merak ettiğim şeye geçebilirdik. Salonun ortasında duran kutuya ilerledim ve yere oturup bağdaş kurduktan sonra kucağıma aldım. “Hadi bunu açalım!” Barış yanıma gelerek benim gibi bağdaş kurup yere oturdu. Hemen abime bakındım.
Kafasını belli belirsiz salladı. Kaçışı yoktu. Yalvarır gibi boynumu büktüğümde karşı gelmeden yanıma yerleşti. Fena heyecanlanmıştım. Avucumu açarak abime uzattım. Birkaç saniye sonra ısrarıma göz devirdi ve kocaman anahtarı elime bıraktı.
Alır almaz kucağımdaki sandığın kilidine yerleştirdim ve çevirerek açtım. Heyecanla ikisine baktıktan sonra sandığın kapağını açtım. Beklediğim manzara bu değildi. Yüzümdeki heyecan soldu. “E bu boş!”
“Boş mu?” diye sordu Barış kaş çatarak ve hemen abime döndü. Ben de abime baktım o sıra. Yüzündeki sırıtışı görmek canımı sıktı. Bu sırıtışın altında belli ki bir şey yatıyordu. “Abi?”
“Çınar, sen kutuyu açmışsın.” Dedi Barış hâlâ çatık kaşlarıyla abime bakarken. Abimin sırıtışı büyüdü. “Açtım.”
“Bu sözümüze ihanettir!”
“Kes lan. Benim dileğim seninkinden önce gerçekleştiği için açtım.”
Barış kabullenemez bir tavırla ellerini başına dayadı. “Kahretsin! Görme fırsatını kaybettim.” Alt dudağımı büzdüm. “Ya ama abi, ben de okumak istiyorum.” Üzerine çullanarak yakalarına sarıldım. “Ne olur okuyayım, ne olur!”
“Hadi oradan, yemezler. Sen bu şirinlikleri git Barış’a yap.” Geri çekilerek yüzüne kötü kötü baktım. Hiç halden anlamıyordu. Meraktan ölürdüm. “Bak bir daha yapmam sana şirinlik!” diye çıkıştım. Sonra sesimi alçalttım. Manipülatif olmalıydım. “Küserim bak. Küseyim mi?”
“Ya sabır…”
“Abi, hadi ne olursun! Ağlarım bak!” Ayağa kalktığında ağlamak üzereydim de. “Getiriyorum, başımın belası!” Ellerimi sevinçle çırptım. “Ay yaşasın!” Abim salondan çıktığında sevinçle Barış’a döndüm. “Bana da okutmazsan fena bozuşuruz Nil.” Dedi ciddi şekilde. “Niyeymiş?”
“Yıllardır bunun için bekliyorum. Kimin dileği gerçekleştiyse o kutuyu açacak diğerinin dileğini okuyabilecekti. Böylelikle diğerinin dileği de gerçek olabilsin diye çabalayabilecektik.”
İç çektim. “Siz birbirinize aşıksınız.” Dedim. Yan yana geldiklerinde dünyanın en huysuz ikilisi olabiliyorlardı ama ne olursa olsun kardeşlikleri önde geliyordu. “Kızım Çınar’ı da nikahıma alacağım diye boşuna söylenmiyorum ben.”
Kıkırdadım. O sırada abim geri dönmüştü. Az önceki yerine bağdaş kurarak oturdu ve elindeki iki mektup zarfını bana uzattı. “Al. Sadece sen okuyacaksın ona göre. Bu herif görürse yakarım seni.” Kafamı salladım ama içimden tam aksini iddia eden şeyler geçiriyordum. Zarfları elime aldığımda üzerinde isimler olduğunu görmüştüm.
Abimi sona bırakmak istediğim için öncelikle Barış yazan zarfı açtım. İçinden saman kağıdına benzer bir kağıt çıktı. İkiye katlanmıştı ve içine yazılmış yazılar arka taraftan da belli oluyordu. Kağıdı açtım ve genel bir göz gezdirdim. “Kaç yaşındaydınız?”
“Ben dokuz abin on yaşındaydı. Artist o zamanlar da bana büyüklük taslardı.” Barış’ın söylenmesine gülerek dileğine geri döndüm. El yazısı onuncu sınıf bir çocuk için fazla çirkindi. Gerçekten harfleri anlayabilmek için birkaç dakikaya ihtiyaç duydum hatta. Kağıdın boş kalan kısmına bir araba çizmişti. Onun araba olduğunu anlamak için kırk takla atmıştım. Yazdıklarını okumaya başladım.
Ben Barış. Gelecekten dileğimi söyleyeceğim.
Ben ağa olmayacağım. Babam gibi olmak istemiyorum. Eğer çocuğum olursa onu ne isterse yapabilsin diye destekleyeceğim. Hem de ne destek!!! Çocuğum babası ben olduğum için çok şanslı olacak. Hem karım da şanslı olacak. Ben babamın yerinde olsam anneme hep çiçek alırdım, o hiç almıyor. Ben karıma hep çiçek alacağım. Bir de onu tüm kötülüklerden koruyacağım.
Polis abiler buralara hep gelip gidiyor. Bir keresinde beni arabalarına aldılar. Ses çıkartan şeyle konuştum diğer polis abilerle. Ben de polis olacağım. Ağa olmayacağım.
Polis olunca Çınar’ın annesini ve kardeşini de bulacağız. Aslında ona çok sinir oluyorum ama seviyorum da. N’apalım, gülü seven dikenine katlanır. Annem bir yaramazlık yaptığımda böyle diyor. Çınar pek yaramazlık yapmıyor, hep ağır abi gibi takılıyor. Annemin gözüne girmeye çalıştığını düşünüyorum. Gerçi annem onu seviyor, hatta bazen benden çok sevdiğini düşünüyorum ama şikayetçi değilim. Onların evinde Çınar’ı kimse sevmiyor. Hepsi kötü insanlar. Ben de Çınar dışında kimseyi sevmiyorum onların ailesinden o yüzden annesini bulmalıyım. Kardeşini de tabi.
Bu dileklerimi gerçekleştirdiğimde kutuyu açıp Çınar’ın dileğini okuyabileceğim. O zaman yazdığı dilekleri gerçekleştirmesinde ona yardım edeceğim.
Şimdilik bu kadar. Gelecekteki benle görüşmek üzere.
Barış’ı çok seviyordum. Çok, çok seviyordum. Gözlerimi kaldırıp ona baktığımda utanarak gözlerini kaçırdı. Abim burada olmasaydı fazlasıyla yakın temas kurabilirdik. Ona sıkı sıkı sarılır, öpücüklere boğardım. Yazdıklarını okumak içimi sıcacık yapmıştı.
Kağıdı eskisi gibi katlayarak zarfın içine koydum. Onu kutunun içine bıraktıktan sonra abimin adının yazdığı zarfa baktım. Çınar Emre yazıyordu. Derin bir nefes alıp verdim. Bu manzara bile ağlamama neden olabilirdi. Sakin kalmaya çalışarak kağıdı zarftan çıkarttım. Diğeri gibi ikiye katlanmıştı. Açtığımda Barış’a oranla gayet güzel bir el yazısıyla karşılaşmıştım. Aramızda kalsın ama şu an ki benim el yazımdan daha güzeldi yazısı. Lanet olsun, her şeyi bu kadar güzel olabilir miydi bir insanın?
Kağıtta herhangi bir çizim yoktu. Barış’ın yazdıklarından daha kısaydı. Hatta çok kısaydı. Yazdıklarını okumaya başladım.
Ben Emre. Gelecekten tek bir dileğim var. O da kardeşimi bulmak. Artık annemi bulmak istemiyorum. Evdekiler annemin beni bırakıp gittiğini söylediler. Onlara inanmıyorum ama annem isteseydi benim için gelirdi ya da beni de götürürdü. Annem sadece kardeşimi götürdü. Ben kardeşimi istiyorum. Başka bir şey istemiyorum. Bir de beni sevsin istiyorum. Beni kimse sevmedi. Annem de, babam da, diğerleri de… Lütfen, kardeşim beni sevsin.
Dolu dolu olmuş gözlerimle abime doğru döndüm. “Abi.” Diye fısıldadım ve bir şey söylemesini beklemeden kollarımı sıkıca boynuna doladım. “Annem seni çok seviyordu abi.” Dedim iç çekerek. “Ben de seni çok seviyorum.”
O da bana kollarını doladı. “Biliyorum.” Dedi içten bir şekilde. “Bildiğim için kutuyu açtım.” Burukça ama sevgi dolu gülümsedim. Bir süre abime sarılmaya devam ettim. Çünkü gerçekten onu çok seviyordum. Çocukken de çok seviyordum. Tanımadığım halde.
“Bana da sarılın.” Diyen Barış yüzünden tüm hava bozuldu ve ben dolu gözlerimle gülerek geri çekildim. “Hadi lan oradan.” Dedi abim ensesine vurarak. Barış güldü. Sonra elini ceketinin iç cebine götürdü. Kağıt çıkartarak üçümüzün ortasına bıraktı.
“Yeniden dilek dileyelim mi?” Heyecanla abime baktım. Kabul ederse seve seve kabul ederdim. Kabul etsin istiyordum. “Anahtar Nilüfer’de kalacak o zaman.” Dedi abim hemen. Sonra ekledi. “Kutu da bende.”
“E ben?” diye sordu Barış hüsranla. “Oğlum sana kardeşimi vermişim daha ne istiyorsun lan?! Yüzsüz!”
“Bana ne dediğini duyuyor musun Nil?” Kafamı sallayarak Barış’ı onayladım. “Döv onu! Döv.” Dediğinde kahkaha attım. Çok fenaydı. Beni taklit ediyordu resmen. “Hadi, hadi! Dileklerimizi yazalım. Ben çok yazmak istiyorum.”
“Ben kağıtları getirdim de kalem getirmeyi unuttum.”
“Yapacağın işi sikim.”
“Gelme lan üstüme, düğün stresi içerilerindeyim ben. Allah Allah!”
Abim arabanın anahtarını çıkartarak Barış’a attı. “Arabada var, git getir.” Barış anahtarı havada tuttu ve hiç ikilemeden ayağa kalktı. Giderken konuşmayı ihmal etmedi ama. “Arabana market mi açtın anasını satayım? Her bok var.”
Birkaç dakika içinde Barış geldi. Hepimiz sırasıyla dileklerimizi yazdık ve katlayarak sandığın içine koyduk. Gerçek olur muydu bilmiyordum ama gerçek olması için hep dua edecektim. Abim ve Barış’ın dileklerini bilmiyor olsam da onlarınkiler de gerçek olsun diye dua edecektim.
Anlaştığımız gibi kutuyu abim aldı. Anahtarı da ben.
🪷
Ellerimi birbirine kenetledim. Sanki ilk kez duruşmaya çıkıyormuş gibi gergindim. Hızlı hızlı nefesler alıp veriyor yerimde sağa sola yürüyüp duruyordum. Duruşma yarım saat sonra başlayacaktı. Sabah erkenden adliyeye gelmiştim. Kübra’yla gerekli olan ayrıntıları konuşmuştuk. Konuşmanın geri kalanda ise beni cesaretlendirmesiyle doluydu.
Saçlarımı ensemden sıkıca toplamıştım. Kısa oldukları için bunu yapmak zor olmuştu ama inadım inattı. Saç için yapılmış bütün ürünleri denemiştim ve sonuçtan memnundum. Sıkıca bağladığım için yüzüm hafiften gerilmişti ve bu da gözlerimin ortaya çıkmasını sağlamıştı. Pek makyaj yaptığım söylenemezdi ama yüzüm renksiz durmasın diye allık ve ruj yardımıma yetişmişti.
Giyeceğim kıyafeti önceden düşünmemiştim ve düşünme gereği de duymamıştım çünkü abim almıştı. Bol paça siyah kumaş bir pantolon ve siyah bir gömlek. Gömleğin eteklerini pantolonumun içine sokmuş ve siyah tonlarında göz alıcı bir tokası olan kemer takmıştım. Küpelerim kemerin tokasıyla aynı renkteydi. Yüksek saban deri topuklu botlarım ve son olarak da siyah evrak çantamla kombinimi tamamlamıştım.
Savunmam hazırdı. Ceza indirimi karşısında alabileceğim önlemler hazırdı. Lakin zihinsel olarak hazır mıydım, bilmiyordum. Bunu mahkeme salonuna girdiğimde anlayacaktım. Abim buradaydı, Barış buradaydı ve Kübra da duruşmada hakimin yanında yer alacaktı. Güçlü olan bendim. Ailemin geri kalanıyla yüz yüze gelebilecektim ve asla yüzümde duyguya yer vermeyecektim.
Kübra dikildiğim odaya girdiğinde ona taraf döndüm. Kolunda avukatlık cübbesi asılıydı. “Artık salona geçmen gerekiyor.” Dediğinde kafamı salladım ve omuzlarımı dikleştirdim. Kübra bana gülümsedi. Cübbeyi giyebilmem için kaldırdığında kollarımı geçirdim.
Ruhumu yeniden kazanmış gibi hissetmem normal miydi? Şimdiye dek mesleğimi bu kadar sevdiğimden habersizdim. Üzerimi düzelttim be birkaç adım gerileyerek Kübra’ya baktım. “Nasıl görünüyorum?”
“Karşındaki kim olursa olsun iliğine kadar alabilecekmiş gibi güçlü görünüyorsun.” Gülümsedim. “Abin ve Barış salonun önündeler.” Biliyordum, beni bekliyorlardı. “Peki, suçlular?”
“Birazdan salona alınacaklar. Ben Hakimin yanına geçiyorum. Duruşmada buluşuruz.” Kafamı sallayarak onay verdim. “Nil, beni gururlandır tamam mı?” Güldüm. Benim avukat olabilmemi sağlayan Kübra’ydı. Her şeyi ondan öğrenmiştim. “Merak etme. Bugün bu işi bitireceğim.”
Bana güven verici bir gülümseme sundu ve yanağımdan öperek odadan çıktı. Elimi öptüğü yanağıma götürdüm. Şaşırmıştım çünkü Kübra temastan nefret eden bir insandı. Genelde onu öpen hep ben olurdum. Şaşkınlık içinde güldüm. En güzel desteklerden birisi olmuştu. Evrak çantamı aldım ve dik omuzlarımla odadan çıktım.
Duruşmanın olacağı salona inmek için asansörü kullanmıştım. Kapılar iki yana açıldı ve asansörden çıktım. Koridorun sonundaki kalabalık böylelikle dikkatimi çekti. Bedenimi tamamen o tarafa çevirdiğimde ilk göz göze geldiğim kişi abim oldu. Beni baştan sona süzdü ve gülümsedi. Hemen yanında duran Barış’a baktım. Hayran bakışları minik bir şekilde gülümsememe neden oldu. Bana doğru birkaç adım attığında ortada buluşmuştuk. “Bu…” dedi ve bedenimi yeniden baştan sona süzdü. “Düşündüğümden daha iyi.” Yutkundu. İlk kez onların karşısına cübbeyle çıktığım için ben de heyecanlanmıştım.
“Nilüfer.” Abime doğru döndüm. Bana gururla bakıyordu. “Abi?”
Ellerini yanaklarıma yerleştirerek gözlerimin içine baktı. “Duruşmadan sonra seninle bir yere gideceğiz. Çantanı bile hazırladım o yüzden bu duruşmadan sağlam çıkmalısın.” Kafamı usulca salladım. “İçeri girecek misiniz?”
“Bu bizim meselemiz, seni yalnız bırakacak değilim.” Gülümsedim. İyiydim. Onlarla vedalaşarak duruşma salonuna girdiğimde henüz sanıklar ve tanıklar getirilmemişti. Katip hemen kürsünün önündeki yerindeydi, mübaşir de son düzeni sağlamak için elindeki dosyalara bakıyordu.
Karşımda yer alan diğer avukata göz gezdirdim. Onu da davaya girmeden önce uzun uzun araştırmıştım ve bana göre oldukça tecrübeli bir avukat olduğu gerçeğini yalanlayamazdım. Cezai indirim sağlaması fazlasıyla olağandı. Bu yüzden davayı bir de karşıt değil müvekkil kafasıyla çözüme kavuşturmuştum. Eğer onların avukatı olsaydım çıkartmak için neler yapabilirim diye düşünmüştüm ve düşündüğüm her şeyin de karşısına engel yerleştirmiştim.
Hakim onayından sonra mübaşir mahkeme salonunun kapısını aralayarak daveti başlattı. “Sanık Seyfi Ilgazoğlu, mahkeme huzuruna geliniz!”
Seyfi tutuklu olduğu için jandarma nezaretinde içeriye girmişti. Tıraş olmuş üzerine jilet gibi bir takım elbise giymişti. İyi hal umuyorlardı, daha çok umarlardı. Elleri kelepçeliydi. Hakimin karşısındaki yerini aldığı sırada avukatına olan bakışını gördüm. Umut ediyordu ancak umudun kırıntısını bile bulamayacağından bihaberdi. Verdiği ifade baştan sona zihnimde can bulduğunda dişlerimi birbirine bastırdım.
O sırada beni gördü. Gözlerinin içine çekinmeden dikkatle baktım. Burada olmamı beklemiyor olmalıydı ama buradaydım ve yaptığı her şeyin bedelini ona çok ağır ödetecektim.
“Mahkeme geliyor, herkes ayağa kalksın!” Mübaşirin duyurusuyla salondaki herkes ayağa kalktı. Hakim ve heyet başkanı yerlerine geçti. Kübra da hakimin yanında yerini almıştı. Göz göze geldiğimizde birbirimizden başka kimsenin anlamayacağı bir bakış sunduk ve işimize odaklandık. Oturma komutuyla yerime yerleştim. Hakim duruşmayı başlattı. Gözlüğünün altından önündeki dosyayı inceledi. Dosya numarasıyla birlikte sanığın kimlik bilgilerini geçtikten sonra sözü Kübra’ya bıraktı. Kübra iddianameyi okudu. Gür ve net sesi daha dik durmama neden oldu. Ondan aldığım güç başkaydı. İddianame sonlandığında hakim konuştu. “Sanığın müdafii, savunmanızı alalım.”
Karşı tarafın avukatı saygıyla ayağa kalktı. Kırklı yaşlarındaki adam bana kısaca baktıktan sonra hakime döndü. “Sayın hâkim,” dedi, sesi salonun her köşesini dolaşıp benim kulaklarımda yankılar bıraktı. “Müvekkilim her ne kadar ciddi suçlarla itham edilse de, son dönemde iş birliği yaparak önünüzdeki dosyada bulunan kritik bilgileri güvenlik güçleriyle paylaşmıştır. Ayrıca, örgütün iç yapısı hakkında verdiği ifadelerle birçok kişinin hayatının kurtarılmasına vesile olmuştur.” Gözlerini gözlerime çevirerek baka baktı. “Ve buna Seyfi Ilgazoğlu’un yeğeni Avukat Nil Tanyel de dahildir.”
Dişlerimi birbirine bastırdım. Kendimi tutmak zor oldu.
Müvekkiline baktı. Seyfi, yaptıklarından pişmanlık duyuyormuş gibi kafasını eğdi o sırada. “İnsan, yanlış yola sapabilen bir varlıktır. Ama önemli olan o yoldan ne zaman ve nasıl dönüldüğüdür. Müvekkilimin geçmişi karanlık olabilir ancak geleceğini karartmak zorunda değiliz. Takdirinizle, cezasında indirim talep ediyoruz.”
Karşımdaki adama dişlerimi geçirmek için an kolluyordum ve şu an sıra bendeydi. İzin isteyerek ayağa kalktıktan sonra cübbemin yakalarını düzelttim. Solandaki bütün gözler üstümdeydi. Bütün kelimeler de zihnimdeydi. Yanlış yapmaya hakkım yoktu.
“Sayın mahkeme,” Dedim sesimi bularak. “Öncelikle avukat beyin bahsini geçirdiği hayatımı kurtarma detayına açıklık getirmek istiyorum. Cahit Ilgazoğlu, üç gün boyunca şahsımı alıkoymuş ve üzerimde işkencede bulunmuştur. Darp raporu ve psikolojik olarak yaşadığım süreç beyanınıza takdir edilmiştir. Kurtulmamı sağlayan sebep düşünülenin aksine Seyfi Ilgazoğlu’nun itirafları değil, Cahit Ilgazoğlu’nun öz oğlu Mustafa Ilgazoğlu’dur. Kullandığı telefondan edinilen bilgiler yine size takdim edilen dosyanın içerisindedir. Mustafa’nın pişmanlıkla beni kurtarmak için bulunduğumuz konumu kendi öz iradesiyle polislere ilettiğini gönderdiğini rahatlıkla görebilirsiniz.” Nefeslendim. Mahkemede ki sessizlik beni geriyordu. Ben konuştukça hakim önündeki kağıtları inceliyordu.
“Bu ülkenin gençleri, kadınları, masum insanları Seyfi Ilgazoğlu gibi kişilerin karanlık eylemlerinin bedelini ödemiştir. Kurşunlar sanığın elinden çıkmamış olsa dahi silahlar onun yol göstericiliğiyle masumlara doğrultulmuştur. Ferda Ilgazoğlu’nun ölümünde bizzat kendisinin de payı büyüktür. Ölüme sebebiyet verme, gerçek suçluyu kurtarmak için kamera kayıtlarını silmek gibi yasadışı suçlar işlemiş aynı zamanda silah kaçakçılığı ve üstüne insan kaçakçılığı gibi insanlık dışı suçtan yargılanan birine hafifletici sebepler aramak, mağdurların anısına ihanettir.”
Sustum. Sadece nefeslenmek içindi. Sessizliği baltalayan tek şey aldığım nefesler ve kalemlerin kağıda dokunuşuydu.
“Sanık Seyfi Ilgazoğlu iş birliği yapmış olabilir ancak bu geçmişin yükünü hafifletmez. Sanığın en üst sıradan cezalandırılmasını talep ediyoruz.”
“Sayın hakim!” Kaşlarımı çatarak karşımdaki avukata baktım. “Müvekkilim, örgütün lojistik ağları, silah rotaları ve insan kaçırma zincirlerine dair somut bilgiler sunmuştur. Ayrıca Seyfi Ilgazoğlu, bu bilgileri baskı altında değil, kendi iradesiyle vermiştir. Cezaevinde geçirdiği süre boyunca pişmanlığını göstermiştir. Adaletin amacı sadece intikam almak değildir. Onu doğru yola döndürmek için fırsat tanımanızı talep ediyorum.”
Yumruklarımı sıktım. Bu adamı dışarda bir yerde denk getirirsem benden kaçmalıydı çünkü sinirimi acayip derecede bozmuştu. Dişlerimi sıkarak bir şey daha söylemesine müsaade etmeden araya girdim. “Sayın hakim, sanığın verdiği bilgiler işe yaramış olabilir ama bu onun yıllarca süren sistemli suçlarının üstünü örtemez. Seyfi Ilgazoğlu, para karşılığında insan ticareti yapmış silah sevkiyatında görev almıştır. Bunlar sadece satır başları… her dosyanın arkasında yıkılan hayatlar, ölen çocuklar, parçalanan hayatlar var!” Sesim yükselmişti ancak hakim herhangi bir müdahalede bulunmadı. Sözümü kesen karşımdaki avukattı.
“Sizin bahsettiğiniz kişi geçmişteki Seyfı Ilgazoğlu’dur. Bugün burada bulunan adam farklı. Siz ona canavar gibi bakıyorsunuz ama ben baktığımda bir değişimin izlerini görüyorum. Herkes hata yapar. Bazıları bu hatayı fark edip geri döner. Biz hukukun şefkati ve soğukkanlı terazisine güvenmek zorundayız.”
Küçümseyerek karşımdaki avukata baktım. Yaptığı işten utanmıyor muydu? Bir gün sıranın böyle caniler yüzünden kendisine geleceğinden habersizdi. Rahatça gülümseyerek avukatın gözlerinin içine baktım. “Eğer hukuk bu kadar şefkatliyse öldürülen masumlar içinde ikinci bir şansı versin! Ama veremez değil mi?! Çünkü müvekkiliniz onları ölüme terk etmiş ve sattığı silahlarla ölümlerine sebep olmuştur!”
Salon dondu. Sesim haddinden fazla yükselmişti ama pişman değildim. Karşımdaki avukat asla yılmadan yeniden konuşmak üzereyken hakim tokmağını masaya vurdu. “Yeter, taraflar sussun!” Zorlukla yutkundum. Hakim önündeki dosyaları tek tek karıştırdı. O sırada Kübra’nın eğilerek Hakimin kulağına bir şeyler fısıldadığını gördüm. Ancak ne söylediğini duymak imkansızdı.
Seyfi’nin üzerimdeki düşmanca bakışlarını hissettiğimde ona döndüm ve çekinmeden bakışlarına karşılık verdim. Burada kendimi ve ailemi savunmamı beklemiyordu hatta bunu yapabilecek biri olduğumu bile düşünmüyordu. Yaş tahtaya bastığın çok geç fark etmişti.
İzleyicilerin olduğu tarafa çevirdim gözlerimi. Abimle göz göze geldiğimizde bana gururla baktığını gördüm. Duruşma sırasında hiç onlara taraf dönememiştim ama avukat konuştukça abimin kalkıp adama saldırmak istediğini anlamak zor olmamıştı. Onu sakinleştiren yanında oturan Barış’tı. Bana gülümsediğinde ben de minik bir gülümseme sundum.
Orada bir tanıdık daha vardı ancak bana değil pürdikkat Kübra’ya bakıyordu. Eymen anlaşılan hâlâ Kübra’nın korumasıydı. Lakin bir korumaya göre oldukça ilgili ve hayrandı bakışları. Tekrar kendi önüme döndüm. Salonda ağır bir sessizlik vardı. Dakikalar sonra hakim gözlüğünü burnunun üzerinden düzeltti.
“Sanık Seyfi Ilgazoğlu…” Nefesimi tuttum. Sözcükleri salonun duvarlarına çarpıp bıçak misali kulaklarıma saplanıyordu sanki. “Silah kaçakçılığı, insan ticareti, örgüt üyeliği… bunlar sıradan suçlar değildir. Bu suçların her biri, bir toplumun güvenliğini, insan hayatını, temel haklarını hedef alır.” Hakimin düz ses tonu kararını ne yönde açıklayacağına dair bir sonuç elde etmemi engelliyordu.
“Sanığın süreçte güvenlik güçleriyle iş birliği yaptığı, önemli bilgiler verdiği sabittir.”
Hayır, hayır…
“Bu bilgilerle başka canların kurtarıldığı da açıktır.” Dişlerimi birbirine bastırdım. Tek yapabildiğim beklemekti. Artık savunmayı bitirmiştik araya giremezdim. Kübra’ya baktım. Şu an araya girebilecek tek kişi oydu. Bakışlarıma karşılık bana güven verici bir tebessüm de bulundu ancak bu tebessüm gözlerinden öteye geçmiyordu.
“Ancak…” dedi hakim. Bu tek kelime benim için bir umuttu.
“…bu iş birliği sanığın işlediği suçların ağırlığını tümüyle ortadan kaldırmaz. Seyfi Ilgazoğlu’nun geçmişteki eylemleri, bireysel pişmanlığının ötesinde topluma zarar vermiştir. Bu nedenle mahkememiz, sanığın en üst sınırdan ceza almasının, adaletin ve toplumsal vicdanın gereği olduğuna kanaat getirmiştir.”
Derin bir nefes aldım. Kalbimde yanıp duran kor duyduklarımla sanki sönüvermişti. Karşımdaki avukat karara karşı gelmek için hazırlanırken hakimin sesi onu durdurdu. “Karar!”
Salondaki herkes ayaklandı. Heyecandan ellerim titriyordu. Bu ilk ve en büyük zaferimdi. Kendimi şu saniyelerde kontrol etmek çok zordu. Abime sarılmak ve kollarının arasında ağlamak istiyordum.
“Sanık Seyfi Ilgazoğlu’nun, Türk Ceza Kanunu’nun 188. Ve 220. Maddelerini uyarınca ‘suç örgütüne üye olmak’, 90. Madde uyarınca ‘insan ticareti’, 6136 sayılı kanuna muhalefet kapsamında ‘ruhsatsız silah ticareti’ suçlarından, birden fazla cezai sorumluluğu bulunduğu kanaatine varılmıştır. Bu suçlar doğrultusunda Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına, ayrıca her bir suç için ayrı ayrı olmak üzere toplam 124 yıl hapis cezasına hükmolunmuştur. Sanığın iş birliği yaptığı dikkate alınarak, bu cezalardan sadece insan ticareti suçuna ilişkin 10 yıl indirim uygulanmasına, ancak diğer suçlarda herhangi bir indirim yapılmamasına karar verilmiştir.” Dudaklarımı birbirine bastırdım ve genişçe gülümsedim.
Bu girdiği delikten bir daha çıkamayacak, gün yüzü göremeyecek demek anlamına geliyordu. Ömrünün geri kalanını cezaevinde geçirecekti. Tokmak indi, o tok ses sadece masaya değil Seyfi’nin hayatına da vurulmuştu. Onun aksine benim duyduğum ise düğünde çalınan davullar kadar eğlenceli bir sesti.
Hakim cübbesini düzeltti ve ayağa kalktı. “Duruşma sona ermiştir.” Elimi kalbimin üzerine yasladım. Salonda gerçekleşen kargaşa umurumda değildi. Jandarma Seyfi’yi götürüyordu. Onun avukatı önümden geçerken yüzüme bakmayı ihmal etmedi. Gülümsedim. Onları yenilgileriyle baş başa bırakarak abimin olduğu tarafa doğru döndüm ve üzerine hızlı adımlarla ilerledim. Benden önce davranıp beni kollarının arasına aldığında onu sıkıca sarılmıştım.
“İşte benim kardeşim.” Dedi kulağıma doğru. “Seninle gurur duyuyorum.” Ağlamamak için kendimi o kadar zor tutuyordum ki bu durum sesime yansıyordu. “Bir daha gün yüzü göremeyecek abi. Sana yaptıklarının bedelini ödeyecek.”
“Ödeyecek abicim. Ödeyecek kardeşim.”
Kokusunu derince içime çektim. Bugün çok uzun bir gün olacaktı. Henüz sadece bir kişinin duruşmasını kazanmıştık ama geride dört kişi daha vardı. Onlarında en ağır cezayla buradan çıkması için elimden geleni yapacaktım. Yapmak zorundaydım.
Abim geri çekilerek yüzümü avuçlarının içine aldı. Yüzünü yüzüme doğru eğdi ve gözlerime bakarak konuştu. “Başardın.” Dedi. Başarmıştım ama daha asıl duruşmaya çıkmamıştık. Mahkemeye göre büyük duruşma elbette Seyfi’ninkiydi ama benim için Korkut’unki olacaktı.
Onunla yüz yüze geldiğimde nasıl kendimi tutacaktım bilmiyordum.
🪷
Seyfi’nin eşi olan Nuran cadısı mahkeme kararıyla yedi yıllık bir ceza almıştı. Eş durumundan faydalanarak cezasına indirim yapılmıştı. Normalde bu durumun farkında olarak hazırlanmıştım ve en az on yıl içeride kalacağı şekilde davamı sunmuştum ancak pişman olduğunu ve kocasının zoruyla bu işlere karıştığını söyleyerek cezasında indirim elde etmişti. Kızları Şirin ise bir yıl dört ayla paçayı kurtarmıştı.
Mustafa için ise indirimi sağlatan ben olmuştum. On beş yıllık cezası dokuz yıla indirilmişti. Aslında daha fazla onun için dil dökebilirim ama fazlasını hak ettiğini de düşünmüyordum. Bu üç dava sorunsuz bir şekilde hızlıca son bulmuştu.
Şimdi sıra Korkut Ilgazoğlu’nun duruşmasındaydı. Mahkeme salonunda mübaşir Korkut’u çağırdı ve Korkut jandarma eşliğinde içeriye girdi. Tekerlekli sandalye kullandığı için bir jandarma sandalyesini sürüyordu.
Son gördüğüm andan bu yana daha çok çökmüştü. Gözlerinin altı morarmış, kemikleri sayılacak hale gelmişti. Çaresiz görünüyordu. Dişlerimi birbirine bastırdım. Bu adam benim babamdı ve babam annemi öldürmüştü.
Cesaretimi toplayıp verdiği ifadeyi okumak için dosyayı açtığımda kocaman bir boşlukla karşılaşmıştım çünkü susma hakkını kullanmıştı. Sorulan soruları yanıtsız bırakmıştı. Diğerlerinden onun annemi öldürdüğünü duymuştum ama kendi ağzından duymamıştım.
Yumruklarımı sıkarak derin bir nefes alıp verdim. Karşımdaki adama bakmaya bile dayanamıyordum. O kadar vasıfsızdı ki iyi tek bir tarafı yoktu. O kötüydü. Belki çoğu şeyde pasif davranmış, kolunu bile kıpırdatmamıştı ama asıl kötülük zaten buydu. Gözleri önünde abim dayak yerken tek kelime etmemiş öylece izlemişti. Üstelik abim yediği dayaktan komaya girmişti. O ise susup kalmıştı. Hep susmuştu. Yine susacaktı, biliyordum. Ancak bu sefer karşısında ben vardım ve ben istediğimi almadan susacak bir insan değildim.
Abime baktığımda kendimi görür gibi oldum. İkimiz de aynı babanın evladıydık ve aldığımız yara aynıydı. Bir an kaçıp gitmek istedim ama bu çok kısa bir andı. Kendimi hemen toparladım. Hissettiğim acıyı ve nefreti belli etmemeye çalıştım. Yapabiliyor muydum bilmiyordum ama elimden ancak bu kadarı geliyordu.
Korkut yere eğdiği başını kaldırdığında onunla göz göze geldik. Tüm bedenim baştan sona ürperdi. Elim istemsizce midemin üzerine gitti. Midem bulanıyordu. Bu adama bakmak benim midemi çok bulandırıyordu.
Bana bakmasın istiyordum. Bana bakmamalıydı!
Aramızda sadece iki-üç metrelik bir mesafe vardı. O an bir şey fark ettim. Ben, bu adamdan korkuyordum. Hem de çok korkuyordum. Çünkü Korkut benim melek gibi olan annemin kalbine bıçak saplayabilecek kadar korkunç bir insandı.
Mahkeme salona girdiğinde mübaşirin duyurusunu insanların ayaklanmaya başlamasıyla fark ettim. Elimi masaya koyarak destek aldım ve ayağa kalkmayı başarabildim ancak başım dönüyordu. Masayı daha sıkı tuttum. Nefeslerim hızlanıyordu. Bu iyi değildi, bu hiç iyi değildi.
“Avukat Hanım, bir sorun mu var?” diyen Hakim beyin sesini işittiğimde gözlerimi daldığım yerden ayırmayı başardım. Oturma komutu gelmişti ama duymamıştım ki. Kafamı iki yana salladım. “Hayır, sayın hakim.” Diyerek zar zor yerime oturdum.
Önümdeki dosyalara göz gezdirdim ama okuduğum kelimelerden hiçbir şey anlamıyordum. Hem de hiçbir şey. Bu muydu yani? İki haftadır psikolojik olarak kendimi bu ana hazırlamaya çalışmıştım. Güçlü olacağımı, dik duracağımı söylemiştim. Bu muydu?
Ben bu kadar güçsüz müydüm?
Titreyen elimi yumruk yaparak titreyişine son verdim ve tırnaklarımı acımasızca tenime batırdım. Acımasızca… bu kadar bastırıyor olmama rağmen neden bir şey hissetmiyordum? Hakimin konuştuğunun farkındaydım ama söylediği hiçbir şeyi duymuyordum.
Duymuyordum.
Hissetmiyordum
Ben… nefes de almıyordum.
Bunu fark ettiğim an yumruk yaptığım elimi göğsüme yasladım ve kendimi nefes almak için zorladım. Burada kriz geçiremezdim. Hayır. Karşımdaki vasıfsız güçsüzlüğümü görmemeliydi. Yenilmediğimi kanıtlamak zorundaydım.
Bu benim anneme olan borcumdu. Yapamazsam kendimi affedemezdim.
Gözlerimi kırpıştırarak sakinliğimi korumaya çalıştım. Paniklersem daha kötü olurdum. Abimin öğrettiği gibi nefes kontrolümü sağlamaya çalıştım. Alacağım, tutacağım, vereceğim… Bir elim hâlâ yumruk şeklindeydi, hafiften hissetmeye başladığım acı kendime gelmemi sağladı.
Acıyı hissettiğim için sevineceğim aklıma gelmezdi. Önümdeki dosyanın kapağını açarak aldığım notları okumak istedim. Öyle bir hale girmiştim ki ne diyeceğimi unutmuştum. Hatırlamam gerekiyordu. Gözlerim notların üzerinde gezinirken daha önce orada olmadığına emin olduğum yapışkanlı not kağıdı dikkatimi çekti. Notun üzerindeki yazılarda göz gezdirdim.
Yalnız değilsin, Nilüfer. Ben de buradayım. Senin için hep burada olacağım.
Abin,
Dudaklarımı birbirine bastırarak notu elimin içine aldım ve başımı kaldırarak abime baktım. Göz göze geldiğimizde yapabileceğime dair inancını orada gördüm. Benden daha çok güveniyordu bana. Ve ben onun güvenini boşa çıkartacak bir kardeş değildim.
Önüme dönerek hakime odaklandım. İddianame çoktan okunmuş olmalıydı. Hakim bey karşısındaki sanığa bakıyordu ancak kimse konuşmuyordu. Çünkü konuşma sırası Korkut’taydı. Söylemiştim, yine sessiz kalacaktı.
“Eğer konuşmazsan suçlamaları kabul etmiş olursun.” Dedi Hakim sert sesiyle Korkut’a bakarak. Onun derdinin ne olduğunu biliyordum. Susuyordu çünkü söylemeye utanıyordu. Yaparken utanmamıştı çünkü yalnızdı. Şimdi burada bir sürü insan vardı. Nasıl söyleyebilirdi?
“Tekrar soruyorum, Ferda Ilgazolu’nu öldüren sen misin?”
Yine derin bir sessizlik salonda can bulduğunda daha fazla kendimi tutamadan ayağa kalktım. Hareketliliğimden dolayı bakışlar üzerime döndü ancak benim baktığım tek kişi Korkut’tu.
“Pişman mısın?” diye sordum öncelikle ama bu alaylı bir soruştu. Kafamı iki yana salladım. “Hiç sanmıyorum.” Çökmüş gözlerinde gördüğüm acının tarifi yoktu ancak o acınılacak insan değildi ki. Acımanın bile onuru olurdu. Onursuz bir insana acımak kitabımda yazmıyordu.
“Utanıyorsun değil mi? O bıçağı annemin göğsüne saplarken utanmadın ama şimdi utanıyorsun! Kendine bile itiraf edemiyorsun! Kafanı eğip duruyorsun! Kendinden utanıyorsun!” Başını eğdi. Başını eğmekten, göz kaçırmaktan, susmaktan başka zaten yaptığı bir şey yoktu ki. Ne diye yaşıyordu?
“Hiçbir şeyin arkasında durmadın. Ne annemin ne de çocuklarının bari yaptığının arkasında dur! Ömründe ilk kez bir işe yara!” Dişlerimi birbirine bastırdım. “Ben hiç pişman değilim biliyor musun, sana baba demediğim için hiç pişman değişim. Ancak çok utanıyorum. Senden çok utanıyorum ben! Hakkımı da helal etmiyorum!”
Yapayalnız ölecekti. Dört duvar arasında sürünerek can verecekti ve ben bir kez bile onu düşünmeyecektim. Şimdi gözlerimin önünde hıçkırarak ağlıyordu. Yüzü yine yere eğikti. Eğer o sandalyeye mahkum kalmasaydı bu denli çaresiz hissetmezdi. Namusumu temizledim derdi. Annem tecavüze uğramıştı. Onun suçu yoktu ama bu şerefsizin ilk hesap sormaya gittiği annemdi, kardeşi olacak Cahit değildi.
“Bitti mi avukat hanım?” diye sordu hakim. Ona döndüğümde gözlerinde merhametli bir bakış gördüm. Babamın daha önce bana hiç bakmadığı şekilde bakıyordu. Bazen yabancılar bile bir babadan daha çok sevgi verebiliyordu. “Bitti sayın hakim.” Dedim ve yerime oturdum.
Korkut’un avukatı sabahki avukat değildi. Bir kadındı ve devlet tarafından atanmıştı. Böyle bir adamı savunmaktan duyduğu tiksintiyi gözlerinde görebiliyordum.
“Söyleyeceğin bir şey var mı Korkut Ilgazoğlu?” diye sordu Hakim karara geçmek için. Korkut ağlamaya devam ederken o zavallı görüntüsünü görmemek için kafamı çevirdim ve katiplerin olduğu tarafa baktım.
“Yaptım.” Deyişini duyduğumda gözlerimi sıkıca kapattım. “Karımı öldürdüm.”
Annem öldürülmüştü. Annem babam tarafından öldürülmüştü.
“Neden?”
Bu sefer cevap vermedi. Sorulan diğer sorulara da sessiz kaldı. Bazı soruların cevabı olmazdı. Ancak Korkut hayatı boyunca kendisine hep aynı soruyu soracaktı. “Neden?” Kendine sorduğu sorunu cevabını vermeyecekti.
Karar için herkes ayaklandığında ben de ayaklandım. Kulaklarım uğulduyordu ama hakimin konuşmasını duyabiliyordum.
“Taraflar dinlendi. Sanık avukatının sunduğu belgeler, tanık ifadeleri ve resmi kayıtlar detaylı şekilde incelendi. Sanık Korkut Ilgazoğlu, bu mahkemede sizin suçunuzu kabul edişinizi dinledik. Lakin bir gerçeği göz ardı edemeyiz: Bu suç, sekiz yıl boyunca gizlenmiştir. Cinayet sonrasında delillerin değiştirilmesi ve yetkililerin yanıltılması, bu eylemin sadece bir öfke olmadığını, bilinçli bir örtbas çabasıyla devam ettiğini açıkça göstermektedir.”
Hakim gözlüğünü düzelterek karşısındaki adama dikkatle baktı. “Sekiz yıl boyunca ne devletin ne de kızınızın gerçeğe ulaşmasına yardım ettiniz. Bu adaletin geciktirilmesi anlamına gelir ve mahkeme bunu hafifletici bir unsur olarak görmemektedir. Bu nedenle mahkememiz, suçun sabit görüldüğü ve pişmanlık indirimi uygulanmayacağına kanaat getirmiştir.”
Hakimin sesi yükseldi. “Sanık Korkut Ilgazoğlu, kasten insan öldürmekten ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına, sağlık durumu nedeniyle cezaevi içinde özel bakım altında infazına, gerekirse engellilere uygun yüksek güvenlikli birimde tutulmasına karar verilmiştir.”
Tüm bunları duymak beni rahatlatır sanmıştım ama öyle olmadı.
“Avukat Hanım,” dalgın gözlerimi kaldırarak hakime baktım. Gözlüğünün altından bana bakan gözleri merhametli bakıyordu. “Bir evladın, kendi adaletini kişisel intikamla değil, hukukla araması bu mesleğin onurudur.” Dediğinde teşekkür anlamında usulca kafamı salladım. Korkut, görevli jandarma tarafından salondan çıkartılırken bana baktığını hissetmiş ancak dönüp bakmamıştım. Yirmi dört yıl boyunca babamla olan anılarımı toplasam bu salonda geçen dakikalar kadar etmezdi.
Mahkeme salondan ayrılırken kendimi bırakarak sandalyeme oturdum. Yirmi dört yıl gözümün önünden geçiyormuş gibi hissediyordum. Zorlukla büyüdüğüm anlar, annem, onu salonumuzda kanlar içindeki hali, cenaze, yurtta geçirdiğim günler, Kübra, Barış, abim… her şey. Şimdi ise buradaydım işte.
Dudaklarım iki yana kıvrıldı. Anneme verdiğim sözü tutmuştum. Canını yakan herkes cezasını çekecekti ve bunu başaran onun çocuklarıydı.
“Nilüfer?”
Gözlerimi kırpıştırarak bana seslenen abime baktım. Yanıma gelmişti. Mahkeme salonu neredeyse boşalmıştı. Abim, ben ve Barış vardı. “Abicim, hadi evimize gidelim.” Bana uzattığı eline baktım. Sonra düşünmeden elini tuttum ve oturduğum yerden kalktım.
“Bitti mi abi?”
Derin bir nefes alarak alnıma dudaklarını bastırdı. “Bitti güzel kardeşim. Biz kazandık.”
🪷
Başımı omzuna yasladığım adam üşüdüğümü anlamış gibi beni daha çok kendine çekti. Mahkemeden çıktıktan sonra Kübra’yla vedalaşmıştım. Çünkü Ankara’ya gidiyordu. Şu saatlerde Ankara’ya vardığına emindim. Artık görevine Ankara’dan devam edecekti. İstanbul’dan neden Ankara’ya geçtiğini sorsam da belli bir cevap alamamıştım. Ancak Eymen’in ve koruma kararının bu nedene ortak olduğuna emindim.
Onu yolcu ettikten sonra abimle kaldığımız eve gelmiştik. Abim bir saat önce dışarı çıkmıştı ve şimdi Barış’la bahçeye çıkarttığımız sandalyelere yan yana oturuyorduk. İkimizi sarmalayan bir battaniyenin içinde olsak da hava çok soğuktu ve üşüyordum. Ancak içeri girmiyordum çünkü hava almak istiyordum.
Bir de abimi bekliyordum.
“Nil?”
Bana seslenen Barış’a mırıldanarak yanıt verdim. “Hm?”
“Kaç çocuk düşünüyorsun?” Hiç beklemediğim sorusu beni şaşırttı. “Kaç mı çocuk düşünüyorum?”
“Evet.”
“Bilmem. Sen?”
Dudağının kenarı yukarıya kıvrıldı. Bu konunun ehliymiş gibi bir havaya girerek gözlerime baktı. “Aslında on iyi.”
“Sen doğuracaksan neden olmasın?”
Cevabım onu güldürmüştü. “Biyolojik olarak böyle bir şeyin mümkün olmadığını biliyorsun.”
“Biyolojik olarak benim de on çocuk doğurmam imkansız Barış!”
“Neden? Amcamın on tane çocuğu var.”
Gözlerim kocaman açıldı. Benimle dalga geçiyor olmalıydı. Gerçi geçmiyor da olabilirdi çünkü hep unuttuğum bir şey varsa onların aşiret olmasıydı. “Amcanın mı var? Yengen bu duruma ne diyor?”
“Biz maşallah diyoruz ama o ne diyor bilmiyorum.” Gözlerimi devirdim. “Çok beklersin.” Diyerek konuyu kapattım. Halime güldüğünde kafamı olumsuzca iki yana salladım. Benimle uğraştığı belliydi. “Amcamın on çocuğu yok bu arada, yedi çocuğu var.”
“Ay aman ne büyük fark, yediymiş!”
“Niye sinirlendin şimdi?”
“Kadına yazık değil mi? Yedi çocuğu nasıl doğurmuş, nasıl bakıyor?”
“En büyük çocuk en küçük çocuğa bakıyor böylelikle sorun kalmıyor.”
Bu nasıl bir mantıktı? İnanamıyordum. En büyük çocuğun günahı neydi? Dünyaya çocuk bakmak için mi gelmişti? Barış’a amcasıyla görüşmesini yasaklamalıydım. Özenirdi falan, ne gereği vardı?
“Çocuk istemiyor musun?” diye sordu bu sefer. Gerçekten merak ediyor olmalı ki ses tonu ciddiydi. “İstiyorum ama bir tane.” Dediğimde gülümsedi. Ona, sen istiyor musun diye sormama gerek yoktu çünkü on çocuğu hayal ettiğine göre başka türlüsü olmazdı.
“İnşallah, hayırlısıyla.” Dediğinde derin bir nefes aldım. Şaka maka iki gün sonra biz evlenecektik. Hayatımızdaki en büyük sorunları atlatmayı başarmıştık ve kendi yolumuz için çabalıyorduk.
“Hâlâ abinin seni bana verdiğine inanamıyorum, biliyor musun? O imzayı atana kadar da inanamayacağım.”
Kıkırdadım. Yağan karı izlerken nedensizce içerlenmiştim. Öyle melankolik ve sakin yağıyordu ki ruhsal olarak ben de sakinleşiyordum. “Barış,” diye fısıldadım.
“Söyle güzelim.”
“Dileğine ne yazdın?” Merak etmiştim. Yazıp hazine sandığına koyduğumuz dileklerimizi okumak istemiştim ama kutu artık abimdeydi ve dileklerimiz gerçekleşene kadar açmama sözü vermiştik birbirimize.
“Gerçekleşmeden söylemem.”
Yüzüm asıldı. “Ben de sana söylemeyeceğim! Görürsün! Hem dileğimde seninle ilgili bir şey vardı.”
“Beni yola getirmeye çalışıyorsun sanki?” Of, hemen de anlıyordu. “Karı koca arasında sır olmaz bir kere.” Dedim tekrar şansımı kullanarak.
“Karı koca olduğumuzda söylerim güzelim.”
“Söz mü?”
Kafasını salladı. “Söz.”
Tamam iki gün bekleyebilirdim. Başımı yeniden omzuna yasladım ve kar yağışını izlemeye başladım. “Nil, neden huzursuzsun?”
O bu soruyu sorana kadar huzursuz olduğumun farkında değildim. Duruşmalar beni yormuştu. Fiziksel olarak da psikolojik olarak da. İstediğim gibi hepsi gereken cezayı almıştı. Ancak eksik bir şey kalmış gibi geliyordu. Böyle tamamlanmamışım gibi.
“Bilmiyorum.” diye mırıldandım. Daha fazla konuşamadım çünkü dikkatimi çeken farlar doğrulmamı sağlamıştı. Abimin arabası bahçenin önüne durduğunda oturduğum yerden kalktım. “Abim geldi!” dedim az önceki halimden eser kalmamış bir şekilde.
Arabasından indiğinde bahçenin kapısına doğru ilerliyordum bende. Kapıyı açarak içeri girdi ve beni baştan sona süzdü. “E hani hazırlanmamışsın?”
Duraksayarak yüzünü inceledim. “Ne için hazırlanacaktım ki?”
“Bir yere gideceğiz demiştim ya.”
“Şimdi mi gidiyoruz?” Kafasıyla beni onayladı. “Koş hazırlan.”
“Nereye gideceğiz?”
“Gidince görürsün hadi.”
Abimi onayladım ve evin kapısına doğru döndüm. Barış da ayaklanmıştı ve battaniyeyi toplamış koluna asmıştı. Eve girdim ve odama çıkarak üzerimi değiştirdim. Beyaz bir kazak ve siyah pantolon giydim. Saçlarımı kısaca taradıktan sonra açık bıraktım. Makyaj yapma gereği duymadan aşağıya geri indim. Botlarımı giydikten sonra montumu da elimi alarak kapıdan çıktım.
Abim ve Barış arabanın önündeydi. “Kapıyı kilitliyorum?” diye seslendiğimde sohbetlerini bırakıp bana döndüler. “Kilitle abicim, Barış da bizimle gelecek.”
Yaşasın.
Kapıyı çektim ve iki kez kilitledikten sonra anahtarı pantolonumun cebine koydum. “Kimliğini aldın mı?”
“Hayır, alayım mı?”
“Al.” Bu da demek oluyordu ki yakınlarda bir yere gitmiyorduk. Anahtarla tekrar kapıyı açarak odama gittim ve boyundan geçirmeli çantamı kombinime ekleyerek yeniden aşağıya indim. Yanlarına varabildiğimde merakla yüzlerine baktım ama ikisi de bir şey söylemedi.
“Atla bakalım.” Diyen abim çoktan kendi koltuğuna yerleşmişti bile. Barış da arka koltuğa yerleşti. Ben de o yüzden abimin yanına oturdum. Arkamı dönerek Barış’a baktığımda halinden memnun görünüyordu. Kollarını iki tarafa açmış ve tam ortaya oturmuştu. Bana göz kırptığında ona gülümseyerek önüme döndüm.
Abim arabayı çalıştırdı ve yola koyulduk. Bir saate yakın süren yolculuktan sonra araba durmuştu. Kaşlarım istemsizce çatıldı çünkü havalimanına gelmiştik. “Niye buraya geldik?” Abim beni duymazdan gelerek arabadan indiğinde arakama döndüm ama Barış da inmişti. Ben de aceleyle inerek onların olduğu tarafa koşturdum. Abim arabasının anahtarını Barış’a veriyordu. “Bana bak, tek çizik görürsem senin üstünü çizerim.” Abimin tehdidi ile Barış kafa salladı.
“Nil ve senin baş harflerinin olduğu yere kendi baş harfimi de ekleyeceğim.”
“Barış! Bak sakın!”
“Nedenmiş? Biz artık kocaman bir aileyiz!”
“Oğlum beni pişman etme. Sakın dokunma Nilüfer’imin yaptığına! Gerçekten gebertirim!”
İkisinin tartışmasına çatık kaşlarla bakıyordum. Neyi tartışıyorlardı ve abim neden arabasını Barış’a veriyordu?
“Ne oluyor yahu?” diye sordum sinirli bir şekilde. Abim bana doğru döndü ve gözlerimin içine baktı. “Vedalaş Barış’la.”
“Neden?” Korkuyla sorduğum sorunun cevabını büyük bir merakla bekledim. “Çünkü İstanbul’a gidiyoruz.”
“İstanbul’a mı gidiyoruz?”
“Evet.”
“Neden?”
“Annemizi görmeye.” Duraksadım. Dudaklarım açılıp kapandı. Saniyeler içinde gözlerim doldu. Abime doğru bir adım attım ve tam dibinde durarak yüzüne baktım. “Anneme mi gidiyoruz?” diye sordum ağlamaklı sesimle. “Evet, yani benimle gelirsin değil mi?”
Gözyaşlarım yanaklarıma aktı bile. Tutamadım. “Gelirim abi.” Ama bu yaptığı haksızlıktı. Beni duygusal tarafımdan vurup ağlatıyordu. Çok fena bir insandı. “Kızım niye ağlıyorsun durup dururken?”
“Anneme gideceğiz dedin.” Dedim iç çekerek ağlamaya devam ederken. “Anneme gidecek miyiz gerçekten?”
Ellerini yanaklarıma koyarak yüzümü sıkıştırdı. “Nilüfer, gideceğiz! Ağlayıp durma!” Burnumu peş peşe çektim lakin gözyaşlarım durmadı. “Ağlamaya devam edersen gitmeyiz Nilüfer.” Deyince anında sustum ve hızlıca yanaklarımı sildim. “Ağlamıyom!” Dedim, dilim kaydığı için abim güldü. Hiç de komik değildi bir kere.
“Vedalaş şununla, geç kalacağız.”
“Şu mu? Ben senin kayınçonum yalnız!” diye sitemle yükselen Barış’a doğru döndüm. “Sen annemi görmeye gelmeyecek misin?” Sessizce sorduğum sorudan sonra nefesi kesilmiş gibi yüzüme baktı. “Çok isterdim güzelim ama izin alamadım.” Kollarını bana açtığında düşünmeden göğsüne doğru sırnaştım. Düğün için de izin almıştı ve son zamanlar benim yüzümden zaten fazlasıyla izin yapmıştı. Bana sıkıca sarıldı ve kulağıma doğru fısıldadı. “Her şeyin en güzeli için uğraşacağım. Tamam mı? Gözün arkada kalmasın.”
Kalmazdı ki. Sanki ruhumdan tanıyordu beni. Sevebileceğim her şeyi anlıyor ve benim için yapıyordu. Gelinliğimi bile seçmemiştim ben. O seçecekti ve açık konuşmak gerekirse hiç beğenmeyeceğimi düşünmüyordum. Çünkü biliyordum ki o benim için en güzelini seçerdi. “Annene benden selam söyle. Onu bir gün beraber görmeye de gideriz.”
Geri çekilerek yüzüne baktım. “Söz mü?”
“Söz tabi, birtanem. Gelmeyi gerçekten çok istiyordum. Annenle konuşacaklarım vardı ama bir dahaki sefere artık.” Kafamı usulca salladım. Söz verdiyse yapardı, biliyordum. “Kendine dikkat et ve bana geri dön.”
“Söz.” Bu sefer sözü ben verdim.
“Yeter hadi!” dedi abim arkamdan sabırsızca. Parmaklarımın ucunda yükselerek Barış’ın yanağına bir öpücük bıraktım. Abim homurdanınca hemen geri çekildim ama Barış belimden yakalayıp o da benim yanağımdan öptü. Kıkır kıkır gülerek abimin yanına gittim. Barış’a el salladığımda o da gülümseyerek bana el salladı. Daha çok bakışırdık ama abim kolumdan tutarak beni içeri sokmuştu.
Barış’la konuşurken bagajdan sırt çantası almış olmalı ki şu an bir koluna çanta asılıydı. Abim uzaktan check in yaptığı için biletlerle hiç uğraşmadan anonsla birlikte bekleme salonuna geçtik. Tüm bunları ne ara düşünüp ayarlamıştı hiç bilmiyordum ama biliyordum ki o her şeyi düşünürdü.
Uçağın kalkmasına yarım saat vardı. Yan yana sandalyelerde oturuyorduk. Kolumu abimin koluna geçirmiştim ve sanki kaçacakmış gibi sıkıca tutunmuştum. Etraftaki insanlar abimi alıcı gözle süzdüğü için görümcelik görevimi yerine getirerek abime sahip çıkmam gerekiyordu.
“Asumanlar operasyondan döndüler mi abi?” diye sordum hazır aklıma gelmişken. Onlardan gittiklerinden beri hiç haber almamıştım. “Döndüler, Ankara’dalar.”
“Heyecanlı mısın?”
“Ne için?”
“Hani artık sevdiğin kadının yanında mesleğini yapacaksın ya, bir de ben oradaki abileri çok sevdim. Eğlenceli insanlar.”
“Alışkın değilim Nilüfer.” Dedi abim içli bir nefes alarak. “Neye?”
“Birileriyle hareket etmeye. Emir almaya falan. Tek başıma benim için her şey daha kolaydı. Uzun zaman sonra ayak uydurmakta zorlanacağım. Üstelik o geri zekalı kadın gidip en tehlikeli alanda uzmanlaşmış.”
Geri zekalı dediği kişi büyük ihtimalle Asuman’dı ve çok ayıp ediyordu. Barış’ın arkamdan geri zekalı dediğini duysam fena darılırdım ama onların ilişkisi bizimkisi gibi normal olmadığı için Asuman nasıl tepki verirdi emin olamıyordum. Yine de böyle söylemesi yanlıştı.
“Yengeme geri zekalı deme. Hem hangi alanda uzmanlaşmış?” Abim sorumla birlikte çevremizi kontrol etti. Bizi yakın oturan kimse yoktu ama yine de arkamıza bakma gereği duymuştu demek ki. “Bomba imha.” Diyen abimle nefesim boğazımda kaldı.
Aman Allah’ım! Dünyanın en havalı yengesine sahiptim. Böyle bir şey nasıl olabilirdi? Ay korkunçtu yani benim için. Ben bir bombaya hayatta yaklaşamazdım. Yanlış kablo kesecek olursam ve batlarsam ne olacaktı?
O kadar zor bir iş yapıyorlardı ki ne kadar düşünürsem düşüneyim eksik kalırdı. Allah hepsinin yardımcısı olsun.
“Abi, hani biz ilk karşılaştığımızda da sen bana alışkın değildin ya, kavga ede ede alıştık ve şimdi birbirimizi çok seviyoruz.” Söylediklerim onu gülümsetti. Keyifle sordu. “Ee?”
“Belki timdeki arkadaşlarına da ilk başta alışamazsın ama sonra kavga ede ede bir de bakmışsın ki onlar için her şeyi yapıyorsun. Hem şimdiden hepsini tanıyorsun, bence birkaçı dışında diğerleriyle çok iyi anlaşırsın. Seni sevdiler.”
“Öyle mi diyorsun?” Hızlıca kafa salladım. “Evet. Sen sevilmeyecek bir adam değilsin ki.” Söylediğim onu düşündürdü. “Aslında biraz öyleyim.” Dediğinde hemen karşı çıktım. Ben böyle bir insandım işte. Bir insanı çok seviyorsam diğerleri de çok sever gibi geliyordu. Mesela Kübra’yı çok seviyordum ve onun hakkında söylenenleri görünce garipsiyordum. Gerçi Kübra’yı tanıyordum, insanlara karşı nasıl duvar ördüğünü de biliyordum ama ben seviyordum ya işte diğer insanlar da sevmek zorundaymış gibi geliyordu.
“Sen dünyanın en ama en iyi abisisin. Bence dünyanı en iyi eşi de olacaksın ve bence dünyanın en iyi babası da olacaksın. Ve tabi dünyanın en iyi askeri de.”
“İnşallah,” dedi içten bir şekilde. “Allah şaşırtmasın.”
“Amin.” Dediğim sıra beni kendine doğru çekmişti ve saçlarımın üzerini öpmüştü.
Vakit geldiğinde uçağa binmek için hareketlendik. Abim cam kenarı onun olmasına rağmen oturmama izin vermişti o da hemen yanımda oturuyordu. Üçüncü koltuk boştu. Henüz gelen giden olmamıştı. İstanbul’a iki saatten daha kısa sürede varacaktık. Buraya arabayla günlerce gelemediğim için şimdi iki saat büyük bir velinimetti.
“Uyu gidene kadar, bugün çok yoruldun.” Dedi abim, hiç karşı çıkmadan başımı omzuna yasladım. O andan itibaren esnedim de. Gerçekten çok uykum vardı. “Ne zaman geri döneceğiz?”
“Yarın akşam.”
Sonraki günde düğündü zaten. Onaylar tarzda mırıldandıktan sonra gözlerimi kapattım. Abim kemerimi takmadığım için bir ara onu takmakla uğraşmıştı. Ben ise kendimi uykuya vermemin yollarını arıyordum.
Tekrar gözlerimi açmamı sağlayan şey hissettiğim sarsıntıydı. Neler olduğunu anlamak için abime baktım. “Uyandın mı?” diye sordu o sırada. Kafamı salladım. “Ne oluyor?”
“İniyoruz, onun sarsıntısı.” Vakit ne ara geçmişti bilmiyordum ama güzel bir uyku çekmiştim. Hem de çok güzel. Esnedim ve ayılabilmek için doğrulup gözlerimi ovuşturdum. Artık İstanbul’daydık. Bu şehri özlemiş sayılmazdım, tek özlediğim annemdi.
Uçuk hızını yavaşlatıp durduğunda on beş dakika içinde çıkmıştık. Valizimiz olmadığı için vakit kaybetmemiştik. Abimin sırt çantası dışında yanımızda bir şey yoktu. Saat gece yarısını çoktan geçmişti. En büyük sorunlarımızdan birisi ise şimdi taksi bulmaktı.
“Şimdi nereye gideceğiz?” diye sordum merakla abimle yürürken. “Otelde kalırız diye düşündüm.”
“Bizim evde kalsak. Hem sana odamı da gösteririm.” Omzunun üzerinden bana baktı. “Emin misin? Kübra hanım sorun çıkartmasın?”
Kaşlarım duyduklarımla anında çatıldı. “Kübra ne diye sorun çıkartacakmış?!”
“Ne bileyim kızım? Nefes alsak niye aldınız deyip bizi içeri tıkacak birisi o!”
“Abartma! Kübra çok iyi huylu ve sevecen bir insan bir kere.”
“Tabi efendim.”
“Duvarları var tamam mı? Hiç kolay şeyler yaşamadı o. Kendi yaşadıklarına rağmen gelip beni bulacak ve düştüğüm kuyudan tutup çıkaracak kadar iyi yürekli. Onu hepiniz çok yanlış yorumluyorsunuz.”
“Ne yaşadığını bilmiyorum abicim ama senin yanında olduğu için ona minnettarım. Bana da yardımı oldu, bunun için Kübra’ya borçluyum hatta ama senin dışındaki herkese fazlasıyla ters olduğunu biliyorsun. Habersiz evine gidersem sorun çıkabilir diye dedim.”
Biraz haklıydı. Çok biraz. Kübra, soğuk bir insandı ama böyle olmasının sebepleri vardı. Tüm o soğuk tavırlarına rağmen inanılmaz yufka bir yüreğe sahipti. Göstermiyor olması bu gerçeği değiştirmezdi.
“Orası benim de evim abi. Seni evime götürmem Kübra için sorun olmaz. Hem zaten evde değil ki. Ankara’da artık. Tekrar ne zaman İstanbul’a döner bilmiyorum.”
“Öyle diyorsan.”
Genişçe gülümsedim. Öyle diyordum. Evime gidiyorduk!
🪷
Anahtarı apartmanın kapıcısından almıştım ve alırken aşırı utanmıştım çünkü saat gecenin ikisi falandı. Adam gecelikleriyle kapıyı açmış boş boş yüzüme bakmıştı. Beni gördüğünde homurdanmadan etmedi tabi. “Döndünüz demek?” diye sordu hiç mutlu olmadığını gösteren bir tavırla. Mutlu değildi çünkü bu apartmandaki herkese kök söktürmüştüm özellikle de kapıcıya.
Hak etmişti, gerçekten.
Abimi eve atacağım bir erkek sanmış olacak ki bir de bana kötü kötü bakmıştı. Abim az kalsın adamı dövecekti. Neyse ki herhangi bir kaza yaşamadan oturduğumuz kata gelmiştik. Apartman sekiz katlıydı ve bir dördüncü katında oturuyorduk.
Anahtarla kilidi açtım ve kapıyı içeriye doğru ittim. Bir kapıyı değil geçmişi itmişim gibi bir koku doldu ciğerlerime. Evimiz, biraz çiçeksi biraz da çikolatamsı bir kokuya sahipti. Hatta çikolata daha baskındı. Her şey bıraktığım gibi durduğu için duygulanmadan edemedim. İçeri girerek kapıyı sonuna kadar açtım ve abimi içeri davet ettim.
Ayakkabılarını çıkarttıktan sonra girdi. Merakla etrafa bakınmaya başladı. Ben de ayakkabılarımı çıkarttım ve rafa bıraktıktan sonra dışarıda kalan abimin ayakkabılarını da içeri aldım. Doğrularak onun bakışlarındaki düşüncelere sızmaya çalıştım.
Kübra’yla kaldığımız ev büyük değildi. İki odalıydı ve bize yetiyordu. Bir oda benim diğer oda Kübra’nındı. Ortak kullandığımız bir salonumuz ve mutfağımız da vardı. Bir de en sevdiğimiz yer olan küçük balkonumuz. Oraya minnacık bir masa sandalye takımı almıştık ve geceleri birlikte kahveler içip sohbetler etmiştik.
Kapının arkasındaki askılıkta en son bıraktığım montum hâlâ aynı yerinde asılı duruyordu. Kübra genelde benim eşyalarıma dokunmazdı. Nerede bıraktıysam hep orada bulurdum. Minik koridorun sonunda salonumuz vardı, odalar yan yanaydı ve mutfak sağ tarafta kalıyordu.
“Burası salonumuz,” dedim elimle göstererek. “Mutfak, banyo, burası da benim odam.” Sırt çantasını çıkartarak kapının kenarına bıraktı ve ceketini de askılığa astı. “Odana bakabilir miyim?” Hızlıca kafamı salladım.
“Bekle bir saniye.” Diyerek önden koştum ve odamın kapısını sadece kendim göreceğim şekilde araladım. Neyse ki düzenliydi. Bazen işe yatağımı toplamadan gittiğim oluyordu o yüzden rezil olmak istememiştim. Kapıyı açarak abimi davet ettim. Hiç beklemeden girdi ve etrafa bakındı.
Tek kişilik bir baza, minik bir kitaplık ve çalışma masasından oluşan bir odaydı. Kitaplığımın yanında ütülü cübbem asılıydı. En son hatırladığım kadarıyla cübbemi makineye atmıştım. Kübra çıkartıp ütüleyerek yerine asmış olmalıydı.
Çalışma masasının önündeki duvarda post itler yapıştırmıştım. Masa kağıtlarla doluydu. Çalışırken dağınık çalıştığım doğruydu. Abim hafifçe eğilerek post itlere yazmış olduğum notlara bakındı. Davalarla ve duruşmalarla ilgili aldığım notlardı onlar. İlgisi hemen değişti ve kitaplığıma doğru ilerledi. Kitaplıkta üç fotoğraf çerçevesi vardı.
Bir fotoğrafta annemle benim fotoğrafımdı. Liseye yeni başlamıştım o zaman ve bana kocaman bir resim defteri almıştı. Çok mutlu olmuştum çünkü genellikle defterlerim hep eski olanlardı ve paramız olmadığı için her sene silip yeninden kullanmak zorunda kalmıştım. O resim defteri ise yeniydi, yepyeni.
Kucağımda sıkıca resim defterimi tutarken bir yandan da annemin koluna girmiştim. İkimizde kameraya gülümseyerek bakmıştık. Üzerinde çiçekli elbisesi ve tülbenti vardı. Benim ise okul üniformam. Abim fotoğrafı eline aldı ve uzun uzun inceledi.
“Bu annemle çekildiğimiz son fotoğraf.” Dedim buruk bir şekilde. Keşke yanımızda olabilseydi. Keşke beraber büyüyebilseydik. “Çok güzelsiniz.” Diye fısıldadı abim ve daha fazla fotoğrafa bakmadan yerine koydu.
Diğer çerçevede Kübra ve benim fotoğrafım vardı ve üçüncü çerçeve de ise tek başımaydım. Üniversiteden mezun olduğum gün çekilmiştim. Elimde bir çiçek vardı ama o çiçek bir arkadaşımındı aslında. Fotoğraf çektirmek için ödünç almıştım. Kübra mezuniyetime gelememişti çünkü çok önemli bir duruşması vardı. O yetişmek için koştur koştur yanıma geldiğinde çoktan kepi atmıştık. Yine de son ana yetişmişti bu da yalnız olmadığım anlamına gelirdi değil mi?
O gün çok, çok kötü hissetmiştim. Herkes aileleriyle sarılıyordu falan, ben yalnızdım. Telefonumdan arayabileceğim birilerine bakınıp durmuştum ama kimse yoktu. Sonra annemi aramıştım ve, bu numara kullanılmamaktadır, sesini duymuştum.
Derin bir iç çektim. Artık yalnız değildim. Abim vardı. Çok yakında bir kocam da olacaktı. Abim mezuniyet fotoğrafıma bakmaya devam ederken konuştu. “Yanında olmayı çok isterdim.”
Biliyordum. En az benim kadar istediğine emindim. Ona yanaşıp başımı omzuna yaslayarak fotoğrafıma baktım. “Şimdi yanımdasın.”
“Yanındayım.” Dedi, bu gerçeği kendine söylüyor gibi. Kendine söylüyordu çünkü artık o da yalnız değildi.
“İstersen sen burada uyuyabilirsin abi.” Dedim yatağımı göstererek. “Sen nerede uyuyacaksın?”
“Kübra’nın odasında kalırım ben.” Beni başıyla onayladı. Konuşmaya devam ettim. “Ancak sana olacak kıyafet yok maalesef.”
“Getirdim ben bir şeyler.” Dediğinde sırt çantasını anımsadım. “Biraz uyuyalım o zaman, yarın seni en sevdiğim kahvaltıcıya götürürüm. Kahvaltı yaptıktan sonra…” Planı ben kuruyordum ama abim ne düşünüştü hiç bilmiyordum. Başıyla beni onayladı ve lafımın devamını getirdi. “Anneme gideriz.”
Genişçe gülümsedim. Yanağına kocaman bir öpücük bıraktıktan sonra iyi geceler dileyerek odadan çıktım. Üzerimi değiştirmek, uyumak ve sabah erkenden uyanıp kendi odama girerek abimin üstüne atlamak aşırı keyifliydi. Hep bunu hayal etmiştim çocukken. Yaptığıma huysuzlansa da halinden memnundu.
Çok geçmeden üzerimizi giyinerek dışarı çıkmıştık, onu en sevdiğim börekçiye götürmüştüm. Börekleri yerken ne kadar özlediğimi fark etmiştim. Abim de çok beğendiğini söylemişti. Şimdi ise bir taksideydik ve anneme gidiyorduk.
Araba yavaşlayarak durdu. Abim ücreti ödedikten sonra indik. Yanına gider gitmez elini tuttum. Omzunun üzerinden bana baktı. Gergin olduğunu görebiliyordum. Onun için kolay değildi. O yüzden yanında olduğumu bilmeliydi. Tuttuğum eli elimi sıkıca kavradığında gülümsedim.
“Annemle buluşmaya hazır mısın?” Kafasını kaldırarak mezarlığın girişine baktı. Yutkunduğunu gördüğümde içim acıdı. Annemi çok özlemişti. Keşke son kez sarılabilseydiler. En azından bunu yapabilseydiler. “Sanırım.” Diye fısıldadı.
Yürümeye başladık. Abim annemin mezarının hangi tarafta olduğunu bilmediği için beni takip ediyordu. Annemin mezarına ulaşabilmek için biraz yürümek zorunda kaldık. Adımlarımızı durdurduğumuzda ise annemin tam karşısındaydık.
“Anne, bak sana kimi getirdim.” Dedim çocuk heyecanıyla. Heyecanlıydım, mutluydum ve çok duygusaldım çünkü annem yıllardır bu anı beklemişti. Abime döndüğümde annemin mezarına baktığını gördüm. Yüzü kireç gibi olmuştu, normalde hiç göstermezdi ama şimdi gözleri dolu doluydu.
“Tanır mı ki beni?” diye sessizce sorguladı abim. Tanırdı. Kokusundan, bakışından, duruşundan, kalbindeki acıdan tanırdı. “Tanır, abi.” Dedim onu cesaretlendirerek. Buraya gelmeden önce annem için çiçek de almıştık. Abim elindeki çiçeğe baktıktan sonra mezara doğru bir adım attı. Sonra bir adım daha.
“Anne.” Dedi abim. Sesini zar zor duydum. Ayakta duramıyormuş gibi dizleri kıvrıldı ve mezarın yanında çömeldi. “Affet.”
Dolan gözlerimi kırpıştırdım. Belki özel konuşmak istiyordur diye gerilemeyi düşündüm ama daha ilk adımımda hissederek bana döndü. “Gel, gitme.” Elini bana doğru uzattığında tuttum ve yanına çöktüm. Üzerimin kirlenmesi hiç umurumda değildi. Annemin mezarında karlar birikmişti. Buraya hep yalnız gelirdim. Şimdi abim de buradaydı.
İkimiz de kendi çapında bir ilk yaşıyorduk.
O konuşmaya cesaret edemediği için ben konuştum. “Anne, biliyor musun biz senin intikamını aldık.” Dedim ağlamamaya çalışarak. “Canını yakan kim varsa hepsinin canını yaktık. Hepsi şimdi hak ettiği yerde.” Burnumu çektim. “Abimle beraber yaptık. Bir de biz birbirimizi çok sevdik biliyor musun? Tıpkı bana anlattığın gibi, abim dünyanın en iyi abisi.” Güldüm. “Çok kavga ediyoruz, çok sinir bozucu bir oğlun var, ben bir prensesim mesela o ise ayı, o kadar benzemiyoruz yani. Yine de günün sonunda barışıyoruz, gönlümü falan alıyor, fena adam değil.”
Abime baktım. “Evet, sen benim hakkımda ne düşünüyorsun, anlat anneme.” Burukça gülümsedi. Birkaç saniye öylece annemin isminin olduğu yere baktı. Sonra annemle konuşmaya başladı. “Kızın çok mızmız Ferda hanım, her şeye ağlıyor. Dün sana geleceğiz dediğimde bile salya sümük ağladı. Bana ağlayarak her şeyi yaptırıyor, tam bir yere bakan yürek yakan.”
Kaşlarım çatıldı. Aman Allah’ım neler duyuyordum?
“Hiç de öyle şeyler yapmıyorum bir kere!” diye sitemle söylendim. Abim beni umursamadı bile. “Ama onu çok güzel yetiştirmişsin, dün onu mahkeme salonunda görseydin hayran hayran bakardın. Ben öyle baktım. Gurur duydum kardeşimle.”
Gülümsedim. Ben de hemen iyi söze kanıyordum ama ne yapayım kanılmayacak gibi de değildi. Birazcık mezara yaklaştım ve sadece annemin duyacağı ses tonuyla konuştum. “Anne, yüreğine inecek biliyorum ama oğlun asker olmuş! Hem de bir üsteğmen olmuş! Nereye gitsek kızlar hep ona bakıyor ama merak etme ben kardeşlik görevimi yaparak abimi koruyorum.”
Geri çekilerek abime baktım. Elini mermere yasladı. Kafasından ne geçiyordu bilmiyordum ama yılların özlemini gidermeye çalıştığı belliydi. “Anne,” dedi abim fısıltıyla. “Annem… çok geç kaldım size, beni nasıl affedersin hiç bilmiyorum.” Çenesi kasıldı. Kendini hep suçlayacaktı, anneme son kez sarılamamanın avcısı göğsünü dağlayıp duracaktı.
“Ama sana söz, emanetine gözüm gibi bakacağım.”
“Senin bir hatan yok abi.” Dedim hemen. “Annemin de yok. Benim de yok. Bizim hatamız yok.” Buna inanıyordum. Farklı yollara sapmıştık, bazı şeylere zorunda kalmıştık ama hatamız yoktu işte. Ne kadar geç kalsak da, birbirimizin canını yaksak da, kavgalar etsek de…
Başımı abimin omzuna yasladım. Beni kolunun altına aldı. “Anne.” Dedim bu sefer heyecanla. “Ben evleniyorum biliyor musun? Hem de dünyanın en iyi adamıyla. Aslında onu tanıyormuşsun, çocukluk arkadaşın Esma teyze var ya, onun oğlu. Görmen lazım resmen bir afet.”
“Nilüfer.” Dedi abim homurdanarak. Güldüm. Asla değişmeyecektik. Ne o ikisi arasındaki çekişme ne de benim onlara duyduğum sevgi değişmeyecekti. Azalmayacaktı da. Dünden bu yana hissettiğim o eksiklik bugün burada son bulmuştu. Çünkü tamamlanmıştık.
Bizim üç kişilik küçük ailemiz tamamlanmıştı.
Annemle saatlerce muhabbet ettik. Birlikte geçirdiğimiz anıları anlattık ona. Abimle olan anılarımızı. Bizim anılarımız vardı, ya. Anılarımız.
“Nilüfer.” Dedi abim kararsız bir ses tonuyla. Hemen onu anlayabilmek için yüzüne baktım. Taktığı sırt çantasını önüne doğru aldı ve içini açtı. Ne yaptığını merakla izledim ve o çantanın içinden annemin yaptığı tavşanı çıkarttı. Şimdiye dek tutmayı başardığım göz yaşlarım bir bir yanağıma aktı.
“Bunun için…” demişti ki kelimelerini tamamlayamadan sustu. Onu susturan duygularıydı. Ne kadar canının yandığını görebiliyordum. “Bunun için teşekkür etmek istemiştim.” Dedi en sonunda. Teşekkürü annemeydi.
Bu tavşanı annemle beraber yapmıştık. Abime vermek için gözüm gibi bakmıştım ve vermiştim de. Annemin emaneti yerini bulmuştu. Bazen kucağımda, bazen uykularımda tavşanla yatıp kalkmıştım. Bazen de masallarda. “Anne, ben o masalın sonunu şimdi biliyorum. Bana hiç anlatmadın ama biliyorum.” Dedi abim. Burukça gülümsedim. Masalın sonunu ben de biliyordum.
Her birimizin içinde iyi ve kötü vardı. Bir de tavşan ve kurt. Kılıklar değişebilir, tavşan kötü rollere bürünebilir, kurt bazen aç karnına rağmen iyiliğiyle ağlatabilirdi. Gün gelir her ikisi de kötülüğün karanlığına bulanabilir, gün gelir aydınlığa adım atarlardı.
Her ne olursa olsun bu masalda anlamıştım ki tavşan annemdi. Kurt ise babamdı. Kurt tavşanı yedi, onların masalı mutsuz bitti ama biz bu masalı değiştirebilmeyi başardık.
Abimin elini sıkıca tuttum. Hayatımızda hep kurtlar ve tavşanlar olmaya devam edecekti. Kimin tavşan olup kimin kurt olacağını bizim seçimlerimiz belirleyecekti. Ve ne olursa olsun biz birlikte savaşacaktık. Yan yana olacaktık, annemin hayalini gerçekleştirecektik. Biz iki çocuk canımız her ne kadar yanmış olsa da teselliyi birbirimizde bulacaktık. Abim elindeki tavşanı annemin mezarının başına yerleştirdi. Bizim artık bir tavşana ihtiyacımız yoktu, çünkü yalnız değildik. Annemi, anneme geri verme vaktimiz gelmişti.
“Nilüfer.” Dedi.
“Abi.” Dedim.
“Yaşayalım, kardeşim.”
“Yaşayalım, abi.”
🪷
Bir kurt bir tavşanı kovalıyor.
Bir kurt bir tavşanı yakalıyor.
Bir kurt bir tavşanı öldürüyor.
Sonra masal birdenbire üç çocuk tarafından değiştiriliyor.
Karanlık diniyor. Suçlular boynunu büküyor. Sandığın içine gizlenmiş dilekler gerçekleşiyor. Biri omuzlarında armasını gururla taşıyor, biri sokakların içindeki tüm kötülüğü temizliyor, bir diğeri ise haklıyı sonuna dek savunup cübbesiyle haksızın canına okuyor.
Masallar bitiyor ama onlar yaşamaya devam ediyor.
🪷
SON
:,)
Hüzünlüyüm.
Bir gün buraya final yazmayı hayal etmiştim ve hayalim gerçek oldu.
Sizin de hayal ettikleriniz veya dilekleriniz varsa büyülü sandığın içine atar mısınız?
✨️📮
Tüm bu süreç boyunca, 66 bölümde benimle birlikte olduğunuz için teşekkür ederim. Benim için çok güzel bir serüvendi. Umarım onları unutmazsınız. Size dokunabilmişlerdir.
Buraya, genel düşüncelerinizi bırakabilir misiniz? Neler hissettiğinizi merak ediyorum🥹
Final ve genel yorumlarınızı İnstagram hesabımda paylaşacağım. Bize anı kalsın.♥️
🪷
🪷
Büyük ihtimalle, evlenmelerini, çocukları olmasını istiyordunuz finalde ama ben en başından beri finali bu şekilde hayal ettim. Böylelikle tamamlanabileceklerdi.
Nilüfer, hayalini gerçekleştirdi. Davayı kazandı.
Çınar, annesine kavuştu.
Barış ise Nil'ine.
Acısıyla tatlısıyla Zehirli Şeker bitti.
Biliyorum, Kübra ve Devrim'i soran olacak. Ancak onların hikayesi bu kitaba ait değil. Kendi kitapları gelecek. O zaman bu soru işaretlerinizi de gidereceğimi umuyorum.
Ve unutmadan,
Söz verdiğim özel bölümler vardı. Final hayalimdeki gibi kalacak, ancak birlikte özel bölümler de okuyacağız.
Özel bölümlerde görmek istediğiniz sahneleri buraya yazabilirsiniz♥️
Bir kez daha sizlere teşekkür ederim. Birlikte yeni kurgularda buluşalım. Hesabımı takip edip yeni serüvenlerde bana yoldaş olabilirsiniz. Güzel yorumlarınız ve samimiyetiniz için size minnettarım.✨️
Allah'a emanet olun♥️
🍭
İnstagram; Zeynepizem
WhatsApp kanal ismi; Zeynepizem
Zeynepizem
🪷
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 269.44k Okunma |
24.01k Oy |
0 Takip |
66 Bölümlü Kitap |