Yeni Üyelik
10.
Bölüm

10. Bölüm

@zeynepozsoy

“Bu orkide mi?” dedim bilmeme rağmen. “Evet, senin için.” Murat’ın bana uzattığı saksıyı elime aldım.

Bana gücü temsil eden mor bir orkide almıştı. “Orkideleri çok sevdiğini biliyorum. Geçtiğimiz günlerde de evinde baktığın orkidenin başına gelenlerden dolayı çok üzüldün. Ben de dayanamayıp sana bir tane aldım.”

Annemin psikolojik rahatsızlıkları vardı ve bir psikiyatriye gidiyordu. Doktorun verdiği ilaçlar günden güne onu iyi etmiyordu. Hatta daha da vahşileşiyordu. Çok sevdiğim orkideye karşı bile.

“Çok teşekkür ederim Murat.” Annemin yaşattığı korkuyu hatırlayınca ister istemez gözlerim dolmuştu. Bunun da başına bir şey gelmesine izin vermeyecektim. Gerekirse kendimi siper edecektim. “Rica ederim.” Şu anda verimli bir ağacın dallarında yetişen meyvelerin çokluğu kadar mutluluğa sahiptim. Meyvelerimi de sadece bir kişiyle paylaşabilirdim. Ben cimri bir ağaçtım. Her insana vermezdim meyvelerimi. Benim için özel insanlaraydı sadece.

Hiç durmadan boşta kalan kolumu onun boynuna sardım. “Beni dünyanın en mutlu insanı yaptın.” Keşke ondan hoşlandığımı da itiraf edebilseydim. Belki o gün bugün değildi ama o gün bir gün gelecekti. “Beni utandırıyorsun.”

Bir pazar günüydü. Hava da tatlı bir sıcaklık vardı. Yakmıyordu ama küçük rahatsızlıklar veriyordu. Aslında vermiyordu da heyecandan terlemiştim. Havanın bir suçu yoktu. Ben kendime hakim olamıyordum. Murat Yalçın’ın karşısında dizlerimin bağı çözülüyordu. Kalbim var gücüyle kan pompalıyordu. Kulaklarımla işitecek kadar ses çıkarıyordu. En çok da bundan korkuyordum ya. Kalbimi duyarsa, fark ederse bir şeyleri diye ödüm patlıyordu. Ben itiraf edene kadar hiçbir şey anlamamalıydı.

“Karşılığında sana bir şey alabilir miyim?” dedim masum çocuk edasıyla. “Duygu ben bunu karşılık beklemeden aldım. Bu çiçek sadece benim sana hediyem ve hediyeler her şeyin en güzelini hak eden insanlara alınır.”

“Ama sen de her şeyin en güzelini hak etmiyor musun?”

Gözlerimin içine baktı. “Hak edip etmediğimi zaman gösterecek.”

O orkide artık durmuyordu. Bana ihanet ettiği an geçmişin derinliklerinde kaybolmuştu. Annemin hasta olduğunu ve ne kadar zorluklar çektiğimi bile bile herkesin ortasında benimle dalga geçti. Canımı yaktı.

Şimdi ise yan yana yürüyorduk. Ağlayan Köşk’e gidiyorduk beraber. Tekrar gitme gibi bir düşüncem vardı ancak onunla gitmeyi asla düşünmemiştim. Müdür bey anahtarlık da bulunan kanın Rüzgar’a ait olduğu haberini verdikten sonra bir kez daha köşke gitmemizi istemişti. Kabul etmeme lüksüne sahip olmadığımdan yine bir hafta sonunu onunla heba etmek zorunda kalmıştım.

“Çakmağı tam olarak nerede buldun?” diye sordu. “Senin beni bulduğun yerde.” Cevap vermeyi bile hak etmiyordu aslında. O hiçbir şeyi hak etmiyordu.

Köşke adım attığım an yine aynı gıcırtılar kopmuştu. Her biri ayrı telden çalıyordu. Tam bir korku hikayesiydi.

Daha öncesinde oyuncusuz canlandırdığım sahnenin senaryosunda ki değişiklikleri göz önünde bulundurarak ilerlemiştim. Her yerin yıkık dökük olması içimi daha çok karartıyordu. İçine göçmüş ve renginin ne olduğu bile anlaşılmayan koltuklar, perde demeye bin şahit beyaz perdeler… Bir korku filmi burada çok güzel çekilirdi.

Murat önde olmak üzere 3. Kata ulaştığımızda her şeyin bıraktığımız gibi olduğunu görmüştüm. Bir değişiklik yoktu. Gerçi Murat olmasaydı ben buranın görüntüsünü de çekerdim ama tam vaktinde gelmişti.

Rüzgar’ın yattığı yer hala tebeşirle çizili duruyordu.

Onun son fotoğrafında gülümseyen yüzü değil ölü bedeni yer almıştı. Son resmini de fırçalarla değil beyaz bir tebeşirle çizmişlerdi.

Yatış pozisyonunu değerlendirecek olursam yüzüstü uzandığını biliyordum. Fail, üzerine yürüyüp bıçak darbeleriyle maktülü etkisiz hale getirmişti. Maktül de ilk darbeyle düşmemiş, ikinci darbeyi kalbinden yemesiyle yıkılmıştı. Sadece 2 darbe hayatını elinden almıştı.

İlk darbe kolundandı. Kolunda derin bir yaraya sebep olan fail paniklemiş olmalıydı. Bir sonra ki hamlesinde canını yakmak değil maktülü ortadan kaldırmaya odaklamıştı kendisini. Maktül eğer ölmezse kendinden şikayetçi olabilirdi. Hayatı boyunca kimsenin yüzüne bakamayacak duruma gelme ihtimali olduğu için onu tamamen kaldırmanın doğru karar olduğuna inandırmıştı kendini.

Düşüncelere dalmış bir şekilde ilerlerken bastığım yuvarlak cisim yüzünden ayağım kaymış ve tam arkamda duran adamın kollarına düşeceğim aklımın ucundan geçmemişti.

Çok uğurlu olan ayağım (!) beni hüsrana uğratmamıştı.

Murat Yalçın kollarını sıkı sıkı belime sarmış ve düşmeme engel olmuştu. Ben ise o an ne yapacağımı bilememiş bir şekilde güçlü kollarına tutunmuştum. Ayağıma değen cisimler sanki yakınlaşmamız için yerinden oynuyordu.

Gözlerinde ki kararlılık dudaklarımı keşfetmek istercesine orada gezinirken yalancı bir öksürükle kollarımı ondan çektim. En ufak bir yakınlaşmanın fırsata çevrilmesine izin vermeyecektim. Onu uyarmama gerek kalmadan kollarını bedenimden çekince ben de eski pozisyonuma kavuşmuştum. “Teşekkür ederim.” dedim kibarlık olsun diye. “Önemli değil.” O sırada ayağıma değen cisme bakmıştım. Bir mumdu. Bu odada mum mu vardı?

“Failin amacı gerçekten de maktülü öldürmek miydi? Yoksa sadece ona bir ders vermek miydi?” dedim.

“Bana kalırsa fail, maktülü korkutmak istedi. Zaten kolunda açılan yara arkadandı. Arkadan darbe alan maktül ne olduğunu anlamak için failin olduğu tarafa dönüp yüzünü görünce fail onu öldürmek zorunda kaldı.” Düşünce yapımız aynıydı. Ben de olayın bu şekilde gerçekleştiğini düşünüyordum ama faili bunu yapmaya zorlayan şey neydi? Maktül ve failin arasında ne gibi bir olay yaşamıştı?

“Allah’ım ben ne yaptım? Allah’ım ben ne yaptım? Allah’ım ben ne yaptım? Allah’ım ben ne yaptım?”

Rüzgar’ın yattığı yerin hemen yanında bir pencere vardı ve o pencere de açıktı. Oraya konan papağan ise art arda aynı cümleyi sıralamıştı.

“Rüzgar kalk. Rüzgar kalk. Rüzgar kalk.”

Anlık Murat’la birbirimize şaşkınca baktıktan sonra papağını ürkütmemek için hareket etmedik.

“Sen iğrenç bir insansın. Sen iğrenç bir insansın. Sen iğrenç bir insansın. Sen iğrenç bir insansın.”

“Sus dedim sana. Sus dedim sana.”

Bu neydi böyle?

“Saat kaç? Saat kaç? Saat kaç?”

Ne anlatmak istediğini anlayamıyordum.

“Senden nefret ediyorum. Senden nefret ediyorum. Senden nefret ediyorum.”

Bunları da söyleyip ortadan kaybolurken ben de arkasından bakakalmıştım. “Bu papağan bize ipucu vermeye mi çalışıyor?” Şu an Murat’ı dinleyecek kadar kendimde değildim. Her şey çok garipti.

Burada olanları tartışırken bir papağan geldi ve düşüncelerimizi destekleyip gitti. Bazı şeylerin alakasını anlayamamıştım ama kısmen doğru yoldaydım. Buna tüm benliğimle inanıyordum.

Keşke o papağını yakalasaydım. Belki bu sayede daha çok şey öğrenirdim.

Düşüncelerimin reklam arasına girmesini sağlayan şey Murat Yalçın’ın telefonu çalmasıydı. Ceketinin cebinden çıkarıp kulağına götürmüştü telefonu. Ardından da birkaç adım uzaklaşmıştı benden. Sanki onu dinleyecektim.

“Çok mu kötüsün? Ne oldu ki?” Kiminle konuşuyordu?

“Mavi şimdi işim var. Biraz sonra gelsem?” Mavi derken? Benim bildiğim Mavi’den mi bahsediyordu? Hani şu insan olandan. Renk olanla konuşacak hali yoktu ya.

“Tamam, görüşürüz.” Aralarında bilmediğim bir bağ falan vardı herhalde. Bu ikisi ben cinayeti işleyeni ararken epeyce yakınlaşmış olmalıydı.

Murat Yalçın telefonunu kapatırken ben de hiçbir şey duymamış gibi yaparak ellerimi arkamda birleştirmiştim. Bir şeylerin kafamı meşgul ettiğini sansın istemiştim. “Duygu köşkte başka bakılacak yerler var mı?” Her seferinde bir şeylerin bizi itekleyerek buradan çıkardığını hissediyordum. “Hayır, yok. Çıkalım artık.” Onunla hareket ediyormuş izlenimi veriyordum ama onu buradan yolcu ettikten sonra geri dönecektim. İlk seferde olduğu gibi eve dönmeyecek ve geri gelecektim. Görevimi layıkıyla yerine getirecektim.

Koridordan merdivenlere yönelirken başım dönmüştü bir anlığına. Kahvaltı yapmadığım içindi sanırım. Murat önden inerken ben kararan gözlerimle etrafımda neler olduğunu anlamaya çalışıyordum. “Duygu gelmiyor musun?” dediği an güç toplamak için kolunda çantası olan heykelin bileğine tutunmuştum.

Kol aşağı hareket etmişti.

Korkuyla geri çekilirken hemen arkamda ki duvardan sesler gelmişti. Murat indiği basamaklardan geri çıkarak ses gelen tarafa hareket etmişti. “Burada bir oda var.”

Ben ise hareket eden kola bakmak için odaya girmemiştim. Dirsek kısmında kolun aşağı inmesi için kurulmuş bir mekanizma vardı. Kimse fark edemesin diye heykelin elbisenin üzerinde bir şal vardı ve tam da o dirsek kısımlarında bir sürü motif bulunuyordu. Motiflere dikkat edecek olursam bir yuvarlak ve tam da aşağı işaret eden oklar vardı. Birden fazla olduğu için anlaşılmıyordu.

Bunu köşkün sahibi yaptırmış olmalıydı.

Murat’a katılmak için hızlıca fotoğrafını çekip açılan kapıdan içeri girdim. Örümcek ağından gözükmeyen bir koltuk ve hemen yanında tek kişilik bir yatak vardı. Bir de dolap. Katil bu köşkü iyi biliyor olmalıydı.

“Yatağın altında kan var.”

Orada kanın ne işi vardı?

“Katil, Rüzgar'ı öldürdükten sonra eşyalarını bence buraya bıraktı ve sonrasında da gelip aldı." dedi.

“Acaba biz katili okulda arayarak hata mı yapıyoruz?” dedim. “Neden ki?”

“Katil bu bölgeyi iyi biliyor olmalı. Köşkü de avucunun içi kadar hakimdir. Burada ki kan izleri bana böyle olduğunu söylüyor.”

“Seni bu düşünceye iten ne oldu?”

“Rüzgar’ın arkadaşları buraya hiç gelmemişler. Aynı şekilde de iddiaya girdikleri gruptan da gelen yok. Okulda ki herkes İlker’in köşkü anlattığı gibi biliyor. Kimse kapısından içeri girmemiş.” dedim bakışlarımı duvara sabitleyerek. Bu pis köşke o zengin bebeleri gelmezdi. Bir iddia yüzünden birçok kişi köşke sürüklenmişti ama kimse girmemişti içeri. İlkerlerle köşede bekleyenler de yerlerinden ayrılmamıştı. Ayrılan olsaydı duyardık sonuçta. Kendilerini kurtarmak için anında arkadaşlarını satarlardı.

“Yalan söylüyorlar da olabilirler.”

“Evet, olabilirler ama olmayabilirler de. Bana kalırsa etrafa iyice bakınmalıyız. Katil hala buralarda bir yerlerde.”

Murat ve ben ayrılıp ormanda saatlerce gezmiştik. Ben hayvan sesleri haricinde ne bir şey duymuş, ne de görmüştüm. O da benim gibi bir şey bulamadığını söylemişti. Sonra da çok durmayarak ayrılmak zorunda kalmıştık.

Ben de şu anda bir restorandaydım. Yemeğimi yemiş ve hesabı istemiştim.

Hemen çıkmam gerekiyordu. Güneşli havadan eser kalmamıştı ve hava durumunun dediğine göre de birazdan yağacaktı. Yağmur atıştırmadan otobüs durağına varmalıydım.

Hesapta yazan miktarı koyduktan sonra kendimi dışarı atmış ve bir tane damlanın yanağıma düşmesine şahitlik etmiştim. Acele etmeliydim!

Saçımın ıslanmaması için kafamı elimle örterken yanımdan geçen araba yavaşlayıp durmuştu. Pek de tanıdık gelmişti.

“Duygu ne yapıyorsun bu havada?” Çok güzel bir soru İlker. “Araban yok mu? Seni eve bırakayım istersen.” Aslında hayır demeyi çok isterdim ama reddetme lüksüne sahip değildim. Dışarıda bu şekilde durmaya devam edersem sucuk gibi olacaktım.

“Çok iyi olur.” diyerek arabasına bindim. “Teşekkür ederim.”

Ona evime olmasa da oraya yakın olan villalardan birinin adresini tarif ederken içimde bir sıkıntı vardı. Beni de kendileri gibi zengin zannediyorlardı. Aslında kim olduğumu öğrenmeleri mümkün değildi ama elimde de değildi. Bir açık vereceğim diye korkuyordum. “Yağmur yağınca yaşlı cadılara benzemişsin.”

“Ne?”

“Makyajın hep akmış. Siz kızları hiç anlamıyorum. Yeterince güzelsiniz işte. Daha neyi zorluyorsunuz?”

Makyajım mı? Yağmur yağınca akmıştı ve ben bunu unutmuştum. Bugün okul yok diye öylesine bir şeyler sürüp çıkmıştım ama şimdi temizlersem...

Berbat bir gündü gerçekten!

“Durabilirsin. Geldik.” Aceleyle çantamı alıp inerken, “Beni evine davet etmeyecek misin?” dedi. “Babam biraz katı bir insandır. Seni eve davet edemem. Üzgünüm.”

“Tamam, sorun değil.” Arabanın kapısını örtüp villaya giriyormuş gibi yapmıştım. Arkama bakıp onu kontrol ediyordum ama hala gitmemişti. Gitsene diyemezdim de. Güvenliğe sesleniyormuş gibi yapmıştım. Ardından da İlker’e dönüp el sallamıştım. O da bana karşılık vermiş ve arabayı çalıştırarak uzaklaşmıştı.

Tamam, tehlike geçti.

“Birine mi bakmıştınız?” Kapıda ki güvenlik beni görünce koşarak oradan uzaklaşmıştım. Bir şeyler saçmalayacak kadar akıllı bir düşünce yapısına sahip değildim.

Yağmurun ve rüzgarın hızı birleşip beni alt etmek istercesine güçlerini sergilerken ben de onlara meydan okumak istercesine tüm gücümle ilerliyordum. Soğuk savaş benim eve varmamla sona erecekti. Zafer benim olacaktı.

Villaların olduğu bölgeden uzaklaşırken caddeye varmıştım. Karşıdan karşıya geçtikten sonra evimin sokağına girecektim.

Yağmur yüzünden ellerim buruş buruş olmuştu. Saçlarım ve bedenim artık sırılsıklamdı. Mecazen değildi. Gerçekten sırılsıklam olmuştum. Bugün ekstra duş almama gerek kalmamıştı. Bedavadan yıkanmıştım.

Yayalar için yeşil ışık yanmış ve ben de benimle birlikte bekleyenlerle karşıya geçmiştim. Ondan sonra herkes kendi yoluna dağılmıştı. Evimin sokağına girdiğimde sadece birkaç metre yürümem gerektiğini biliyordum.

İçimden kendime birazdan evimde olup sıcak kahvem eşliğinde telefonumla oynayacağımdan bahsederken ayaklarım benden bağımsız hareket etmişti. Daha fazla hızlı yürüyerek beni binanın önüne getirmişti. Merdivenleri çıkarken de aynı şekilde çok hızlı davranmıştı.

Eve girince hızla üzerimi değiştirince, tavşanlı panduflarımı da giyip kahvemi pişirmeye koyulmuştum. Sonbaharı geri de bırakmak üzereydik ve hava artık ekstra soğuyordu. Kar soğuğu da yakında buraya hakim olurdu. Gerçi son yıllarda İstanbul’da kar yağmadığını duymuştum. Belki bu yılda yağmazdı.

Ben gideli İstanbul çok değişmişti.

Kahvemi da alıp salona geçtiğimde kenara attığım telefonumu da alarak koltuğa sinmiştim. Şimdi biraz sosyal medyada gezinme vaktiydi. Tabii bundan önce bugünün ve yarının hava durumunu kontrol edecektim. Yanımda getirdiğim 3-5 parça kıyafet bana yetmeyecekti anlaşılan. Merve’den kalan kıyafetlerimi de göndermesini istemeliydim. Şimdi ararsam bir ton laf edecekti. Hani 1 ayda çözüp gelecektin diye. Şu an onu hiç çekemezdim. O yüzden sosyal medya turumuzu başlatıyordum.

İlk olarak Merve’den söz ettiğim için onun hikayesine bakmıştım. Yeni arkadaşlarımla da takipleşiyorduk bu arada.

Merve de yediği çilekli pastanın fotoğrafını atmıştı. Neyse o kadar da önemli değilmiş.

Sonrasında Sena Nur’un hikayesine bakmıştım. Bir kitap okuyordu. Kitabın içinde ki bir sözü ve kitabın kapağını paylaşmıştı.

Sırasıyla tüm hikayelere bakarken geriye Mavi’nin hikayesi kalmıştı. Bir gece kulübünden fotoğraflar paylaşmıştı. Üzgün değil miydi bu kız? Ne işi vardı ki orada? Bir sonra ki fotoğrafa geçtiğimde yine kendisi vardı ve bir de Murat Yalçın’ın sırtı.

 

 

 

 

 

______

Ay bu Murat da sinir etti beni

Deli mi ne

Kendinize iyi bakın💕

Loading...
0%