Yeni Üyelik
6.
Bölüm

4.Beklenmedik Tuzak

@zeynepsara

Yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın olurmu? Beni siz yönlendiriyorsunuz, hikayenin akışını bozan sahnelerde fikrinizi belirtirseniz daha orantılı ilerleriz. Keyifli okumalar:)

4.BÖLÜM: BEKLENMEDİK TUZAK

🍷

"Kabul ediyorum."

Aramızdaki ihtiraslı sessizliği bölerek, verdiğim cevapla Sancar'ın bedenime yaslı bedeni gerildi. Her nedense ikimizinde hissettiğini düşündüğüm o içsel çatışmanın yoğunluğu saniyeler içerisinde buharlaşarak yok oldu.

Önce kolları çözüldü bedenimden. Daha sonra ise benden yavaşça uzaklaştı. Yüzünde afallamış bir ifade vardı.

Tek kaşı meydan okurcasına havalanırken, "Kabul ediyorsun?" Diye sorguladı, teyit etmek istercesine.

Gözlerinin içine onu tenkit eden kınayıcı bakışlarla baktım. Birazda alaycıydım.

"Ben ayakta kalmayı, korkularımla savaşarak öğrendim." Havuzun önünden çekilerek ondan biraz daha uzaklaştım. "Çekincelerimin üzerine gitmeden onlara sırtımı çevirirsem, kendime olan öz saygımı yitiririm."

Gözlerimin içine sessizce bakmayı sürdürdüğünde, "Yaramı alırım?" Diye sordum bu kez. "Öldürmez ya... Öldürmeyen acı, büyütür derler."

Bir çift kurşun alevini andıran kısık gözleri karanlık bir perdenin ardından yüzüme bakıyordu.

Derdi neydi? Şimdide beni korkutup, bu evden kaçırmakmı istiyordu?

"Hata yaptığını hissetmiyor musun?"

Omuz silktim. "Bu ilk hatam değil ama bir hatayı ikinci defa yapmam," Dudakları bükülürken, sırıttım.

"Genelde dört beş defa yaparım." Diye devam ettiğimde, mimiklerini saran komik dehşetle bir kahkaha atmaya mani olamadım.

"Seni anlamak için ne okumam gerekiyor, deli dili ve edebiyatımı?"

"Bir deliyi, delilik yapmakla suçlayamazsın."

Kaşlarını çattı. "Keseceğim o dilini!"

Korkmuş gibi yaparak tedirgin bir ifade takındım ve ellerimi havada saçma şekillerle ileri geri sallandırıp, titrettim.

"O kadar korktum ki, bak ellerim tir tir titriyor."

"La havle..."

Aramıza sızan rüzgar esintisi tenime nüfuz edince tamamen alışkanlık haline gelmiş bir tutumla kollarımı kendime sardım ve tepkisine istemsizce bir kez daha güldüm.

Cesur'la aralarındaki husumeti, ailesinin onda ne tür bir yara açtığını merak ediyordum. Ancak daha onun hakkında hiç bir şey bilmiyorken, ailesini sorgulamak epey kötü geliyordu kulağa.

Birden farkettiğim şeyle duraksadım. Yüzümdeki gülümseme dudaklarımda asılı kaldı ve çok geçmeden infilak eden bir yıldız misali sönüp gitti.

"Sancar," Diye mırıldandım, düşünceli düşünceli yüzüne bakarak.

O'nun gözleri zaten yüzümdeydi.

"O aklından yine neler geçiyor?"

Bir solukta dibinde durdum. Anlamsızca başını eğip, ondan aşağıda kalmış kısa boyumu süzdü.

"Biz evlenince, gerçekçi olmak için aynı odadamı kalacağız?"

Dudakları kıvrılacak gibi olsada, yüz ifadesini sabit tuttu.

"Evet?"

Dudağımın kenarını dişledim. Bu ihtimal beni germişti. Fakat koltukta üç ay yatmak, Sancar için sorun olmasa gerekti. Eh, bunu şimdi bilmesede olurdu. Bu yüzden aklıma takılan daha mühim soruları sormaya devam ettim.

"Her sabah, iki kişilik bir yatakmı toparlayacağım ben?"

"Evet?"

"Uyumadan önce, ışığıda kapatırım ben şimdi?"

"Evet?"

"Ailen bu derin ve kutsal oyunumuzu anlamasın diye, kahvaltı yapmadan önce yine seni beklemeliyim değilmi?"

Derin bir nefes alıp, sabır dilenircesine göz bebeklerini karanlık gökyüzüne doğru kaldırdı.

"Evet Levlâ, evet."

"Her sabah perdeleride ben çekeceğim yani?"

"Bunları neden soruyorsun?"

"Evlenmeden boşanalım," Dedim bir ânda. O'da nasıl oluyorsa artık. "Sözleşmeyi feshediyorum."

Şok oldu. "Ne?"

"Ben tembel bir kadınım. Bütün bunları bir kişi için daha yapmaya üşenirim." Tatlı tatlı gülümsedim. "Sizi tanımak güzeldi."

Eve doğru kaçmaya çalıştım, ancak iki adım atamadan karnımdan tutup ayaklarımı yerden kesince çırpındım.

"Sen gece yatmadan önce ışığı kapatmayamı üşeniyorsun?" Güler gibi çıkan sesiyle asabi asabi yanaklarımı şişirdim.

"İnsan olmaktan bile üşeniyorum ben, bay Türkmen. İndirin beni."

Sancar, ben henüz kollarının arasındayken gülmeye başlayınca sırtımın yaslandığı sert göğsünün titreşmesiyle içim huylandı. Omurgama bir ürperti dalgası yayıldı.

"Bugün şirketten kaçtığınıda unutmadım. Bu gidişle sözleşmeyi ben feshedeceğim ve seni kovacağım."

Somurttum. "İşe alındığımı bile yeni öğrenirken, beni hemen komisyona aldın. İş prosedürünü biliyorum, ilk iş günüm bugün değildi. Hiç bir güç, maaşıma etki etmeyecek bir kaç saat için beni o şirkette tutamaz."

Son cümlenin ironikliği ikimizdende bir kahkaha çaldı. Maaş derdim yoktu ama kaçmak için başka bahanemde yoktu.

Bu ânı bozan ise başlangıcı belirsiz bir zaman diliminde, kafamın derisini karıncalandıran bakışların ağırlığını farketmem olmuştu.

Köşkün kapısında, kollarını göğsünde birleştirmiş, bize bakan yargılayıcı ve donuk gözlerinden bile belli olan suçlayıcı bakışları görünce kaşlarım çatıldı. Bu, eve yeni geldiğimde sofraya bile oturmayan ve ifadesiz bir ifadeyle sürekli gözleri üzerimde olan o kızdı.

"O, kim?" Diye sordum.

Sancar'da o kızı görmüş olmalıki beni bıraktı.

"Kuzenim."

Sesindeki yumuşak tınıyla kaşlarım havalanırken yüzüne baktım. Kara gözleri, kuzeninin yüzünde dolaşıyordu. Az sonra varlığımı unutmuş gibi tek odağı o kızın üzerinde, kuzenine doğru yürüdü. Bende ardından paytak adımlarla ilerledim.

Kızın, Sancar'ın üzerine çekilen ilgisiyle geceden beri ilk defa tebessüm ettiğini farkettim. Tuhaf bir halsizliği vardı.

"Sancar abi..." Diye fısıldadı göz kapakları ağır ağır kırpışırken. "Beni odama götürürmüsün?"

"Gel." Dedi sadece Sancar.

O'na hiç sormadan, bir çırpıda kucağına aldı. Sanki ikiside bu duruma alışmış, bu onlar için bir ritüel haline gelmiş gibi... İçimi huzursuz eden bir dürtüyle öylece onlara baktım. Sancar bir kez daha bana dönmedi.

İsmini bile öğrenemediğim kuzeni kucağında, başı göğsündeyken içeriye girdi.

Beni neden bu kadar rahatsız ettiğini anlamasamda, kuzeninde beni rakibi gibi gören itici bir etkenin olduğuna emindim.

🍷

 

Uyuyamıyordum.

İnsan hastalanmadan önce sebepsizce kırgın olurdu, ne olduğunu anlayamadan burnunun ucunda garip bir sızı hissederdi; bağrı ince ince ağrırdıda, yürek sancısı zannederdi.

Duby yanımda olmadığında, kalp atışlarını dinlemediğimde tıpkı böyle hissederdim. Midem nedensizce sıcak sıcak kaynıyor, başım dönüyordu. Ne yapacaktım?

Köşk o kadar büyüktüki, Müzeyyen hanım her birimize birer oda hazırlatmıştı. Duvarlar üstüme üstüme geliyordu. Daha fazla dayanamadan üzerime verdikleri beyaz geceliğin sabahlığını giyerek hiç düşünmeden çıktım odadan.

Yemek yediğimiz holün, bir kat üstündeydim. Herkes uyumuş olmalıydı çünkü karanlık koridorlarda ufacık bir ses yoktu.

Sessiz adımlarla nereye gideceğimi bilemeden ağır adımlarla sakin sakin ilerledim. Fakat az sonra adımlarımı çivi misali yerine sabitleyen bir fısıltı sesi duyunca gözlerim büyüdü.

"Günlerce şirkete gelmeni bekledim, beni bir kere dinle. Lütfen dinle Cesur."

Bana doğru yaklaşan adım sesleriyle hiç düşünmeden kendimi ilk bulduğum odaya attım.

"Siktir." Diye fısıldadım. Konuşan kişi Melda ablammıydı? Cesur'la ne işi vardı?

Karanlık odaya hiç bakmadan hızlıca kapıyı kapattım.

Sırtımı kapıya yaslarken, adım seslerinin kapıya yakın bir noktada durduğunu farkettim. Nefesimi tutarak sesleri dinledim.

"Beklemeseydin," Diye kestirip attı Cesur. Benimle konuştuğunun aksine kibar değil, oldukça kabaydı. Üstelik sesi hafiften dalgalıydı, sarhoşmuydu?

"Senin derdin ne? Neden bana karşı bu kadar öfkelisin?"

"Şu sesinin ayarını kıs, Melda. Beni evdekilerle yüz göz etme."

"Neden? Benimle anılmaktan korkuyormusun?"

Sinirli bir nefes alış veriş duydum. Cesur'a ait olmalıydı. Bak sen, Melda ablama... Gönlünü evin serseri adamına kaptırmış olmalıydı.

"Odana git," Dediğini duydum Cesur'un, bıkmış bir ses tonuyla.

"Kafası ayık olmayan bir adamla konuşacak kadar ona güveniyorum. İradesizliğine rağmen buradayım... Neden bakmıyorsun, neden görmüyorsun bir türlü beni?"

Ansızın tuhaf bir arbede vuku buldu; sırtımı yasladığım duvarın, üstüne çarpan başka bir bedenle sarsıldığını hissedince irkildim. Göremesemde ne olduğunu, Melda'nın dudaklarından taşan şaşkın nidayla anlamıştım.

Cesur, onu duvara yaslamıştı.

"Bunumu istiyorsun? Tek kişilik bir arzu, sarhoş bir adamın sabahında neler olduğunu bile hatırlamayacağı aptal bir yakınlaşma?"

"Senin yüzünden," Diye fısıldadı Melda zorlukla. "Senin yüzünden bulduğum fırsata, herkesin gıpta ettiği kadının düştüğü duruma bak!"

Sona doğru yükselen sesi bir anda kısıldı. Onu engelleyen şeyin dudaklarına kapanan bir avuç olduğunu düşünmek zor değildi.

"Seni kırmak istemiyorum," Diye hoyratça vurguladı Cesur. "Hadi git yatağına, bir skandal çıkmadan uyu."

Boğuk bir hıçkırık duyuldu koridorda.

Kaşlarım çatıldı. Gidip onu sarsmak, seni sevmeyen bir adam için kendinden ödün verdiğine utanmalısın aptal! demek istiyordum.

Bu esnada bulunduğum odada, zemine sürtünen adım sesi duyunca yerimde donup kaldım. Soluklarım hızlandı. Gözlerim hızlıca karanlık odanın içini taradı.

Perdeleri kenara çekilmiş, boydan boy camların önünde ayakta dikilmiş bir silüet vardı.

Şansımın evvelini evvelini satayım.

Kimin odasına girmiştim?

"Ağlama Melda," Dedi Cesur dişlerinin arasından. "İkimiz içinde zorlaştırıyorsun geceyi..."

Gerisini dinleyemedim.

Onu farkettiğimi farkeden silüet, ağır adımlarla bana yaklaşmaya başlayınca refleksle elimi ileri geri kapıya sürterek kapı kulpunu bulmaya çalıştım.

Arkamı döndüm. Rezil olacağımı bile bile kapıyı açmaya yeltendim ama arkamdaki beden bir ânda kollarımı kavrayarak beni sıkıca sardı ve büyük avucuyla dudaklarımla birlikte neredeyse yüzümün yarısını kapattı.

"Düğünden önce odama gelmezsin diye düşünüyordum." Diye fısıldadı Sancar, sol omzumun üzerinden kulağıma yaklaştırdığı yüzü yüzünden boynuma çarpan nefesiyle titredim.

Bula bula Sancar'ın odasınımı bulmuştum?

Kollarından kurtulmaya çalıştığımda, ona, bedeninin her zerresini hissedeceğim kadar yaslanırken buldum kendimi. Baştan aşağıya yakıcı bir duyguyla sarmalandım.

Sancar tekrar kulağıma fısıldadı.

"Şuan bir gece yarısı, benim odamdan çıkarsan nikahımızdan önce çirkin bir skandala sebep olabilirsin Mâ Femme."

Mâ Femme... Karıcığım...

Mantığımı yerine getiren cümleyle çırpınmayı bıraktım. Kalbim gümbür gümbür çarpıyordu.

Sakinleştiğimi farkederek ellerini çekti üzerimden. Hızla ona döndüm ama dönmez olaydım.

Kahretsin! Karanlığa alışan gözlerimin ilk fark ettiği şey, dolunayın sol omzuna vurduğu cılız ışık huzmesiyle parlayan çıplak üstüydü.

Gözlerimi kaçırdım.

"Buraya bilerek girmedim." Dedim açıklama ihtiyacı hissederek. Sesim genizden gelen boğuk bir tınıydı.

Sancar sessizce güldü. "Pek emin değilim, can güvenliğimin yerinde olduğundan şüpheliyim artık."

Oda beni görüyor olmalıki büyüyen gözlerimle gülüşü sesli bir ton yakaladı.

Ona doğru atılıp bu kez ben elimi dudaklarına yasladım.

"Sus," Diye tısladım, hâlâ arkadan gelen Melda ve Cesur'un sesinden dolayı panikle. "Duyacaklar, sessiz ol."

Sancar birden kolunun tekini kapıya yaslayarak, geriye kaçmama sebep oldu. Sırtım kapıya çarpacakken diğer kolu çevik bir hamleyle bel boşluğuma yerleşti ve çıkacak olan sesi engelledi.

Aramızdaki gereksiz yakınlaşmayla dudaklarım çıplak omzuna değdiğinde, elimin altında kalmış kolu kasıldı. İçine sert bir nefes çekti.

Başını boyun girintime doğru eğerek, "Benim kollarımdayken, korkman gereken kişi bu kapının ardındakiler olmamalı." Dediğinde, kısık sesinin ardındaki tılsımlı ahenk tüylerimi ürpertti.

Cesur ve Melda'nın uzaklaştığını farkeder farketmez onu hızla ittim.

Elimin değdiği ışığı açarak çatık kaşlarla çemkireceğim vakit, çıplak göğsüyle karşılaşınca korkuyla iç çekip ışığı tekrar kapattım.

Bu onu bir kez daha güldürdü.

"Gülme!"

Bu kez gerçekten gitmeye yeltendiğimde ciddileşerek bileğimi yakaladı.

"Bekle,"

"Bırak."

Bileğimi bırakmadan açtığım kapıyı tekrar kapattı.

"Hemen çıkma, bekle biraz."

Derin bir nefes aldım. Karanlığın içinde kendimi biraz daha rahat hissediyordum ama diken üstündeydim.

"Gitmek istiyorum." Diye sızlandım.

O odadan çıktığım dakikaya lanet olsundu!

"Saat, gece yarısına vuruyor." Karanlığın içinden yüzünü seçerek, gölgelerin vurduğu gözlerine bakmaya çalıştım. "Herkesin maskesini düşürdüğü, entrika çıkarmak için fırsat kolladığı bir vakitte odama girmemen gerekirdi."

"Bu evden, ev diye bahsetmiyorsun."

"Evin olan insanlar, arkandan kuyunu kazmazlar Levlâ."

Sustum. Neyin içine bulaştığım hakkında en ufak bir fikrim dahi yoktu. Babamdan ve kendi evimden kaçmaya çalışırken, daha kötüsüne rastlamış olma ihtimali bahtsızlığımın eseri olmalıydı.

Bunu bile bile kabul etmiş olmakta, benim ahmaklığımdı.

Sancar kolunu yanımdan uzattığında, ufak bir klik sesi duydum. Kapıyı kilitlemişti. Biz odada baş başayken kapıyı kilitlemişti.

Kaşlarım çatıldı. "Ne yapıyorsun?"

"Sadece önlem."

"Odan, yol geçen hanımı? Öyle isteyen herkes çat kapı girebiliyormu?"

"Tıpkı senin gibimi?"

Sorusuyla kıpkırmızı oldum. Ondan uzaklaşarak karanlığın içinde sığınacak bir şey arar gibi kolumun tekini dirseğime sardım.

"Ben yanlışlıkla girdim."

"Kim bilir, senin gibi yolunu şaşıran başka biride böyle âniden odama girebilir."

Muzip çıkan sesiyle gözlerimi yumdum. Odasına bilerek girmediğime inanmıyordu.

Meydan okuyarak, "Her odana gireni böyle saklıyormusun bari?" Diye sordum ters ters.

Bu kez dişlerinin arasından, "Odama kolay kolay beyaz geceliğiyle sabrımı sınayan kadınlar girmiyor genelde." Dediğinde, onunda pek rahat olmadığını anladım.

O ân farkındalığın darbesini en ağır şekilde yedim. Üstümde gecelik vardı... Ve onunda üstü çıplaktı.

Tenimde binlerce iğnenin ucunu sızım sızım sızlattığı bir uyuşukluk hissettim. Midem heyecandan yada gerginlikten sıkışarak boğazıma kadar tırmanan yakıcı bir sıvıyla çalkalandı.

"Üstünü giyermisin." Diye fısıldadım sesim boğazıma kaçmış gibi.

Genzinden, hatta en içinden erkeksi bir kıkırtı koptu. Hiç bir şey söylemeden, karanlıkta karaltısını gördüğüm büyük yatağa yaklaşarak eğildi ve ben silik görüntülerle geniş omuzlarından aşağıya bir üst çektiğini izledim. Seçtiğim kadarıyla siyah saçları dağınıktı ve yoğun bir şampuan kokusu soluyordum.

Tanrım, en azından sözleşmeyle evlendiğim adamın şansıma hakaret eder gibi karizmatik olması şartmıydı?

"Kapının orada, evlendiği için gecesinde utançtan kızaran bozaran yeni gelinler gibimi duracaksın?"

Yaptığı benzetmeyle dudaklarım aralandı ve nefesim tökezledi. İşaret parmağımı havada sallayıp tehditkâr bir kaç kelime savurmaya çalıştım. "Bana bak, beni kışkırtmaya çalıştığını sanıyorsan..."

Ne diyeceğimi bilememenin verdiği bocalamayla dik dik ona baktım fakat en sonunda paşa paşa yürüyerek yatağına yaklaştım. "Çok haklısın, beni kışkırttın." Diye devam ettim geri adım atarak.

Artık bulunduğumuz nokta, tül perdeleri kenara çekilmiş pencereden dolayı daha aydınlıktı. Bu nedenle yüz hatlarını ve üzerine giydiği şeyin koyu renkli bir tişört olduğunu anlayabiliyordum. Ayın gümüşservi ışıltısı, yüzünün yarısından boynuna doğru dalga dalga düşmüştü.

Yine ve yeniden, gülecek gibi oldu fakat kendini tuttu.

"Sadece biraz burada kalman gerektiğine kanaat getiriyorum," Elini ensesine atarak etrafına baktı. "Oturmak ister misin?"

Gergin gergin yatağına baktım. Çok geçmeden gözüme koltuk çarpınca oraya doğru yürüdüm. Pencerenin tam yanındaydı. Bacaklarımı kendime çekerek oturduğumda, oda yatağına oturmuştu.

"Neden uyanıksın bu saatte?" Diye sordu.

"Uyuyamadım."

"Yerinimi yadırgadın?"

"Çok uzun zamandır dünyadaki yerimi yadırgıyorum." Dedim bir an. Üzerine düşünülmemiş ve zemini olmayan bir cümleydi.

Sancar'ın artık görebildiğim gözleri doğrudan yüzüme dikilirken dilimi ısırmak istedim.

"Duby'nin kalp atışlarını dinlemeden uyuyamıyorum. Sanırım kötü bir alışkanlık." Diyerek konuyu kurtarmaya çalıştım. Fakat bu onun yüzündeki meraklı ifadeyi değiştirmemişti.

Derin bir nefes aldı. "O'nuda getirseydin. Zannımca... köpeğin olan Duby'i."

Üzerime gelmemiş, ilk söylediğim cümleyi sorgulamamıştı. Bu beni rahatlatırken iyiden iyiye yabancı hissettiğim koltukta küçülmüştüm. Durduğum tarafın tamamen karanlıkta kalması ise işime geliyordu.

Ben Sancar'ı görebiliyorken, o beni belli belirsiz seçiyor olmalıydı.

"Duby... Kalp hastası bir köpek. Seyahat etmesi ve doktor gözetiminden çıkması, yasak."

Başını sağ omzuna doğru eğip, dikkatle yüzüme bakmaya başladı. Dizlerimin arasına sıkıştırdığım ellerimi yumruk yaptım. Soğuk soğuk terlediğimi hissediyordum.

Kan akışımı neden bu kadar coşkuya getirdiğini anlamak istemiyordum bu yüzden hızla kalktım yerimden.

"Artık gidebilirim."

Yatağın yanından geçip kapıya doğru yürüdüm. Ancak onun yanından geçmek üzereyken aniden bileğimi tutup beni önüne çekmesiyle yalpalayarak omzuna tutundum. Saçlarım önüme doğru dalgalanarak salınmıştı. Sancar başını kaldırdı, bedenimi aralık bacaklarının arasına çekmeden hemen önce.

"Uyumana yardım edebilirim-"

"Hayır."

O kadar hızlı reddetmiştim ki, Sancar tuttuğu bileğimden hızla kendine çekince burun buruna geldik.

"Neden?" Diye fısıldadı dudaklarıma nazır. Sertçe yutkundum.

"Üçüncü bir bağlılık, beni kendimden tamamen koparır Sancar."

İlki annemdi, ikincisi ise Duby'di. Ve biliyordum, Duby'ide kaybedecektim. Sancar beni kendine alıştırırsa, bu kez köşeyi dönemezdim. Sıkışıp kalırdım içimde bir yerlerde. Çünkü Sancar'da bir kaç ay sonra hayatımda olmayacaktı.

Bileğimi nazik bir tutuşla geri bıraktı. Beklemeden geriye çekildim ancak oda ayaklanmıştı. Beraber kapıya doğru yürüdüğümüzde, sorgulamadım. Kilidi açtı, ilk çıkan ben oldum. Koridor sessizdi.

Tıpkı bizim gibi.

Derin bir nefes aldım. "İyi geceler."

"İyi geceler, Levlâ."

🍷

Uykusuzluktan kan çanağına dönmüş gözler, her bir tutamı bir yerden fırlayan; yamuk kâküllü dağınık saçlar ve bir hanımefendiyi bu camiada ayıplayan geniş bir pantolonla, bluz.

Bu umursamaz rahatlıkla benden iyisi yoktu.

Seslice esneyerek elimi ağzıma kapattığım sırada, köşkün büyük oturma odasında gördüğüm manzarayla nutkum tutulmuş bir şekilde duraksadım.

Babam, zorla oturtulduğuna emin olduğum Sancar'ı tıraş ediyordu.

Bir saniye, başa sarıyorum.

Babam, gümüşi yüzeyi olan usturayı tehditkâr bir biçimde Sancar'ın şah damarının hemen üstünde bilerek gezdiriyor ve tıraş edildiğine şüphe duyan Sancar'a sorular soruyordu.

"Demek kızımı seviyorsun damat."

"Çok seviyorum, efendim."

Babam dişlerini sıkarak, "Seviyorsundur elbet." Diye mırıldandı.

Yüzünde öyle bir gülümseme vardı ki, Sancar'ın içinden son nefesi için şehadet getirdiğine emindim.

"Fakat," Diye vurguladı bu kez babam. "Hiç bir adam, bir kızı babasından çok sevemez. Biliyorsun değilmi damat?"

"Muhakkak, efendim."

Kahkaha atmamak için elimi ağzıma kapattım.

Babam tek kaşını kaldırdı bu cevaba karşı. Ustura artık Sancar'ın tam çenesinin altında, nefes boşluğunda duruyordu.

"Kızımı benden daha çok sevemiyormusun, damat?"

Takılı kalmış bozuk bir plak gibi, iğneleyici bir tonda damat damat demesi kulak tırmalayıcıydı doğrusu.

Babam neyi duymak istiyordu bilmiyordum ama, Sancar yardım isteyen bakışlarını ilerisine dikince o tarafa baktım. Peyami Safa Bey, baş köşede buradan bile kokusunu aldığım türk kahvesini keyifle içiyor ve oğlunun bu haline bıyık altından gülüyordu.

Sancar tekrar babama döndü. Bir süre cevap veremedi.

"Kızınıza duyduğum sevgiye bir ölçü değeri koyarsam, o zaman onu belli bir kalıba sığdırmış olurum Vahit Bey." Sırıtacak gibi oldu. "Altının değeri bellidir." Diye misilleme yaptı.

Peyami Bey gür bir kahkaha attı.

Babam bozulmuş gibi asabi asabi Sancar'ın çenesindeki köpüklü yüzeye ağır ağır usturayı vurmaya devam etti.

"Günaydın." Diye manidar bir ses duyunca omzumdan geriye baktım.

Cesur giydiği jilet gibi takım elbisesinin içerisinde, bütün ihtişamıyla karşımdaydı. Yüzündeki sempatik ifadeyle istemsizce tamamen ona döndüm.

"Günaydın, Cesur Bey."

"Bey?"

Sahte bir kızgınlıkla kaşlarını çatarak bir iki adımda önümde durdu. Ancak o ân farkettiğim kıravatı bana doğru uzattı bu sırada.

"Bu eve gelinmi yoksa asistanmı aldık belli değil." Diye şakaya vurdu.

"Her ikiside mevcut."

İkimizde güldüğümüzde anlamsızca hâlâ aramızda, havada duran kıravata uzandım.

"Selvi'yi bulamadım. Yirmi sekiz yıllık hayatımda öğrenemediğim tek şey şu lanet olası kravatı bağlamak. Yardım edermisin yengeciğim?"

Alaylı bir sitemle dolgun dudaklarından fırlayan sözcüklere karşın gözlerim kısıldı.

"Oysa askerlerin kendilerini her alanda geliştirdiklerini duymuştum." Dedim asker olduğunu itiraf etmesi için imalı imalı.

Sadece güldü. Sahiden... Cesur'un ailesine gösterdiği buz gibi tavrının aksine insanı onunla konuşmaya iten haylaz bir cazibesi vardı.

Hem, O sadece evleneceğim adamın abisiydi benim için.

O'nu reddetmenin ayıplanacak bir meziyet olduğunu düşünerek, aramızda seviyeli bir mesafe bıraktım ve parmak uçlarımda yükselip, gri kravatını bağlamaya başladım.

Yüzüne bakamasamda, gözlerinin yüzümün her karesindeki ağırlığını hissetmek beni germişti.

Bu esnada bir şey oldu. Babamdan şaşkın bir sövgü döküldü. İkimizinde dikkati dağıldığında, ellerim Cesur'un yakasında sağ tarafıma çevirdim başımı.

Gözlerim açıldı.

"Hay aksi," Diye homurdandı babam.

Sancar, elinin altındaki koltuk başını sıkarken korkunç bakışlarını doğrudan bize çevirmişti. Başını çok hızlı bizden yana döndürmüş olmalıydıki, usturanın hedefi kaymış ve yanağı çizilmişti. Çenesine doğru ince bir şerit halinde kan akıyordu.

Cesur'u unutarak onlara doğru yürüdüm.

"Baba ne yaptın?" Diye sordum şaşkınca. Sancar burnundan soluyarak hâlâ Cesur'a bakıyordu.

"Kazara oldu."

Koltuğun üzerindeki havluyu alarak yanağına bastırdım. "İyimisin?" Diye fısıldadım. Bizleri tamamen unutmuş gibi bakışları Cesur'a kilitlenmişti.

Peyami Safa Bey, keyfi kaçmış gibi memnuniyetsiz bir ifadeyle ayaklanıverdi.

"Genç adam O, bir şey olmaz. Toparlan, kahvaltıya gel Sancar."

Sancar ayaklandığında, havluyu yanağına bastırdıgım elimi tutup yavaşça çekti kendinden. Ardından yüzüme bile bakmadan odadan çıkıp gitti, çıktığı kapıya değen gözlerim Cesur'uda bir kez daha görememişti.

Babamları takip ederek büyük kahvaltı masasının kurulduğu bahçeye çıktım bende. Henüz Feraye'nin ve Müzeyyen hanımın oturduğu masanın en uzak köşesine oturdum.

Moralim bozulmuştu.

Eda ve Melda ablam usturuplu ve gıpta edilecek bir hareketle, çarprazıma oturdular. Şık ve zarif bir elbise giyinmişlerdi. Ev ahalisinin ve sofraya gelen Peyami Beyin gözünden kaçmamıştı bu. Peyami Bey göz ucuyla bana bakıp tekrar önüne döndü.

Hemen karşıma, Müzeyyen hanımın yanına oturan kızla gözlerim ona takıldı. Yine ruhsuz ve solgun bir hâli vardı. Bir hastalığı olabilirmiydi? Evde özel bir ilgiye sahipti, zira gelir gelmez Müzeyyen hanım beni şaşırtan bir sevecenlikle kızın tabağına kahvaltılık doldurmaya başladı.

"Günaydın kızlar," Dedi herkese yönelik. Tabağını doldurduğu kıza doğru eğildi ardından. "Günaydın hayatım, nasıl hissediyorsun bugün?"

Sancar'ın kuzeni, kimsenin yüzüne bakmadan başı eğik olduğu yerde, "İyi." Dedi sadece. Sesi bir mekanizmaya bağlı gibi mekanikti.

Müzeyyen hanım iç çekerek önüne döndü.

Sonrası klasik aile sofrasıydı. Eski tanışıklığın verdiği dostane ve manidar bir sohbete bürünmüşlerdi yine.

Fakat bir ânda o kızın gözleri beni bulunca sohbet havasının değişeceğini çok net anlamıştım. Ağır ağır çiğnediğim ekmek parçasıyla bende dümdüz yüzüne baktım.

"Birbiriniz hakkında hiç bir şey biliyor musunuz?" Diye sordu duygusuz bir ses tonuyla. Masadaki çatal bıçak sesleri bu soruyla kesintiye uğradı. "Sancar abim, alerjin olan yemeği bile bilmiyor. Bu evde bir hayaletten farkın yok, mantık evliliğimi yapacaksınız?"

Sorduğu soruların aksine cevabını merak eden bir tavrı yoktu.

Babam rahatsızca yerinde kıpırdandı ancak müdahale etmedi. Herkese tezat onun bunu deli gibi merak ettiğini biliyordum.

Ben cevap veremeden Melda ablam, "Kardeşim, her ilişkisinde mahremiyete çok önem verir. Kapalı kutu gibidir, Sancar Beyi çekende onun zor bir karaktere sahip olduğu olamazmı?" Diye beni savundu.

Bu siper olma çabası, sadece sofradakilerin gözüne girebilmek içindi. Çünkü hiç samimi değildi.

"Şimdiye kadar Levlâ'nın sesini hiç duymamam, siz kardeşlerin sesini çok sık duyuyor olmamdan kaynaklanıyor sanırım Melda'cığım." Diyen Müzeyyen hanımın kimselere pabuç bırakmayan azar dolu sesiyle, Feraye ve kızları afalladı.

Müzeyyen hanım mütevazı dekolteli elbisesinin yakasına göz dağı vermek ister gibi dokundu.

"Levlâ'ya baskı kurmamak için sorular sormuyorum. Zira oğlumun kuralsızca elini tutup önümüze çıkardığı ve ciddiye aldığı bir ilişkinin başyapıtını evimden kaçırmak istemiyorum hanımlar ve beyler. Gelinimi rahat bırakın."

İşte bu en beklenmedik olandı. Aylak aylak göz kırpıştırdım. Üstelik elimdeki çatal aptal gibi ağır çekimde masaya düşünce iyiden iyiye herkesin bakışlarının odağına çekilmiştim.

Utangaç bir insan değildim ama sofrada öylesine afallatıcı bir atmosfer vardıki, magma tabakasına kadar erimek istiyordum.

Feraye, "Haklısın Müzeyyen. Kızlarım kardeşine çok düşkündür, Levlâ'da öyle. Bu yüzden savunma çabaları göze batmış olabilir." Diye ortamı yumuşatmaya çalıştı.

Müzeyyen hanımda ne değişmişti emin değilim ama gözlerinde yakıcı bir alayla Feraye'ye döndü.

"Öylemi? Size pek uyum sağladığını göremedim. Keza, sana anne dediğinide hiç duymadım."

Kafamın içine kırılıp parçalanan sesler yayıldı. Bütün kelimelerin birbirinden koptuğunu, tesbih taneleri gibi teker teker beynimin sinir zeminine düştüğünü duyumsadım.

Bütün sessizliğim tuzla buz oldu. Sert bir sesle, "Kimseye anne demeyeceğim!" Diye çıkıştım.

Yan tarafımda oturan babam elini elimin üstüne koydu ama ittirerek ayağa kalktım. Kimsenin sahte provasına tahammül etmek zorunda değildim.

Olmadığım biri gibi görünmek zorunda değildim. Benim annemde cemiyete ayak uyduran sosyopat bir kadın değildi.

"Müsaadenizle," Dedim hızlı soluklarla. "Sofra adabında tabak bitirilmeden kalkınmaması gerektiğini biliyorum ama ortada iştah kabartan bir masada yok zaten."

Gitmek üzereyken bana doğru seslenen kişiyle duraksadım.

"Bir saniye bekler misin?" Sancar'ın kuzeni dudaklarını peçeteyle kibarca silip ayağa kalktı.

"Ortamı germek istememiştim." Dedi sofradakilere yönelik. Tekrar bana döndü. "En azından at binmeyi sevdiğini biliyorum. Çiftliğe gidecektim kahvaltıdan sonra, bana eşlik etmek istermisin?"

Bu teklif karşısında kaşlarım çatıldı. Kızın gözlerinde karanlık bir ışıltı vardı. Peyami Safa Bey'in baskıcı bakışlarıyla, bu eve geldiğim için ilk defa pişman oldum.

Kızı reddetsem kafama sıkacak gibi duruyordu.

Ciğerlerime bıkkın bir nefes çektim sessizce. "Elbette." Diye mırıldandım. Derdinin ne olduğunu öğrenmek istiyordum.

Daha şimdiden çiçekler ekilmiş, aldatıcı bir arazide mayına bastığımı hissediyordum.

Adımlarıma yetiştiğinde, beraber bahçenin arka tarafına doğru yürüdük. O âna kadar aramızda herhangi bir konuşma geçmedi.

Köşkün, ormana açılan patikasından geçerek seyrek bir alana doğru yönlendirdi bizi.

Az sonra derme çatmadan uzak bir barakayı aştığımızda, iki seyisin ot ve saman hazırladığı büyük ahıra giriş yaptık. Beklediğimden fazla at vardı.

Hepsinin arasından, benim atıma en çok benzeyen beyaz ve bakımı titizlikle yapılmış atın önünde durdum. Yabani huyunun törpülendiğini, başını sakince tahtaların arasından bana uzatınca anladım. Yelelerine dokundum.

"Safir, en evcil attır. Ancak Peyami amca, hassas olduğu için ona kimsenin binmesine izin vermez."

Gülümsedim. Herkesin incitmekten korkacağı masum bakışları vardı. Buna hiç itiraz bile etmedim.

Attan usulca uzaklaştım. "Peki."

"Yabancılara huysuzlanmayan iki atımız daha var. Senin için Kömür'ü ayarlayalım." Dedi bir kez daha.

Arkamı dönünce göz göze geldik. Yabancı kelimesini kasti ve kibirli bir tonda dile getirmişti.

Seyisler aldığı komutla iki atı ahırından çıkarıp, eyerini ve nallarını kontrol ederlerken yan yana onları süreceğimiz çiftlik alanına doğru ilerledik.

"Adın, kutsal ve vatani bir sır değildir umarım?"

"Anlamadım?"

"Diyorumki, adını gökten suraylamı söyleyecekler?"

Soğuk bir gülüş koptu, ince dudaklarından. "Adım, Selvi. Pek işine yarayacağını sanmıyorum."

Aynı anda önümüze döndük.

Demek Cesur'un sabah kıravatını bağlamadan önce bahsettiği Selvi, kuzeniydi. Sahi onlar neredeydi? İkisininde bahsi sofrada hiç geçmemiş, yoklukları yadırganmamıştı.

Yaşlı adamların getirdiği siyah ata yöneldim. Kömür, adının hakkını verecek kadar koyu tüylere sahipti.

Selvi kahve atına yönelirken kimseden yardım almadan tek hamlede Kömür'ün sırtına atlayıp eyerlere tutundum. Rüzgar ince ince saçlarımızın arasına sızıyordu.

"Hadi bakalım, hayalet gelin. Göster maharetini."

O'na alaylı bir bakış atıp, atı yönlendirdim. Hiç zorluk çıkarmadan kontrolümde ilerlemeye başladı. Selvi bir adım önümde sürüyordu atını.

Bir süre tatlı bir huzura kucak açtım. Evimdeyken sürekli atımı yürüyüşe çıkarırdım. Köpeğimle ilgilenir, iki küçük balıklarımla sohbet ederdim.

Hayvanları seviyordum. Hemde çok.

Gözlerimi kapatarak bu ânın tadını çıkarmak istedim.

Ancak çiftlikten uzaklaştığımız ânda, Selvi'nin ansızın atıyla önümüzü kesmesiyle kafasını sallayan atı dizginlemeye çalışmam bütün huzuru süpürüp götürmüştü.

Kömür, önünün kesilmesiyle kırmızı görmüş boğa gibi kişneyip burnundan soludu.

Sert bakışlarım buz gibi ifadesi olan Selvi'ye dikildi.

"Ne yaptığını sanıyorsun?"

"Biliyormusun, sen sadece kahrolası içi boş bir istiridye kabuğuna benziyorsun. Sancar'ında, Cesur'unda sende bulduğu tek şey diğerlerinden farklı olduğunu düşünmeleri."

Kahve atını öfkeyle yönlendirdiğine şahit oldum. Atın öndeki iki ayağını toprak zemine vurmasıyla, etrafımızda küçük bir toz bulutu oluştu. Kömür bir kez daha kızgınlıkla başını sağa sola savurdu.

Çığlık attım. "Hayır!"

Ürkünce zıvanadan çıkan hayvan, beklenmedik bir lahzada şaha kalkınca buna engel olamadım. Uzun süreçli iyi bir biniciydim fakat savunma almak için hazırlıksız yakalanmıştım.

Son hatırladığım şey, Selvi'nin marazi bir parıltıyla gülen yüzüydü.

Hızlı bir yükselişle eyerden havalanıp, gümbürtüyle sırt üstü yere çakıldım. Nefesimi kesen acının bilincimi karanlığa çektiğini anlamam bile saniyelerimi aldı.

Bu tehdit ve tuzağın gerisinde, ismimi dile getiren iki farklı haykırış duymuştum uzaklardan.

Biri Sancar'a, birisi ise Cesur'a aitti.

...

Sıkılırsınız diye bölümleri kısa tutuyorum. Nasıldı?

Türkmen kardeşlerin husumeti ve narsist kuzeniyle başımız belada gibi fjfhd

 

 

Loading...
0%