@zeynepsara
|
5.BÖLÜM: FESHEDİLEN SÖZLEŞME 🍷 İnsanların fikir çatışmalarından, öfkemi tetikleyen eylemlerinden uzak durmak için her zaman daha az yer kaplamaya çalışırdım. Kalabalıklardan kaçar dururdum. Çünkü biliyordum, öfkem tetiklenirse çok can yakardım. Durma noktam ve kontrolüm olmazdı. Ve Türkmen ailesini tebrik ederim, öfkemi kazanmayı başarmışlardı. Kahrolası yaratık! Kafamı öylesine sert çarpmıştımki, ağzımın içinde kan tadı vardı. Bütün kemiklerimin kırıldığını, acının, ayak serçe parmağımı bir yere vurmuşumda, hemen sonra parmak uçlarımdan başlayarak yukarıya doğru tırmanıp bedenimi sızım sızım sızlattığını hissediyordum. Tanrım... Bu gerçekten bütün soluğumu kesmişti. Yanıma iki farklı bedenin çöktüğünü, ismimi telaşla dile getirdiklerini heyal meyal görüyordum. Birinin soğuk avuç içleri yüzümde dolanıyordu. "Tanrı kahretsin, Levlâ...İyimisin? Levlâ!" Sancar'ın endişeli ve yeri göğü inleten sesi kafamın içinde yankıladığında gözlerim zorlukla aralandı. "Boynunu kıpırdatma," Diye çıkıştı Cesur. "İlk müdahale yapılmadan ona dokunmaman gerekirdi!" Sesi sert ve tavizsizdi. Sancar tuttuğu başımı tekrar yavaşça toprak zemine bıraktı. Kulaklarımda rüzgarın uğultusu vardı. "Nevra hanımı çağırın!" Diye bağırdığını duydum birinin ama hangisi olduğunu çıkaramadım. "Levlâ, canım," Gözlerini gözlerimle buluşturmaya çalışırken göz kapaklarım tekrar kapandı. Başım dönüyordu. "Sesini duymam gerek. İyi olduğunu duymam gerek..." Diye fısıldadı ardından, sesi bütün sesleri bastırıyordu çünkü fazla ilgiliydi. Güç bela başımı salladım. Gözüme çalınan güneş ışınları yüzünden gözlerimi açamıyordum. Bunu düşünür düşünmez yüzüme düşen gölge gözlerimi kısıkça açmama sebep oldu. Bunu yapanın Cesur olduğunu farkettim. Kolunu kaldırıp güneşe siper etmişti. O'nun bakışları tuhaftı. Acımı hissediyormuş gibi mimikleri kasılmış, bakışları paniğin getirdiği bir can havliyle hafifçe aralanmıştı. Halbuki sesi Sancar'dan soğukkanlı çıkmıştı. "Sancar Bey, çekilin lütfen." İnce kadın sesi aramıza girdiğinde bakışlarım Sancar'a kaydı. Çenesini sıkıyordu geriye çekilirken. Kadın boynuma, bel boşluğuma ve eklemlerime elleriyle nazik bir muayene yaptı. "O'nu odaya taşırmısınız?" Diye sordu hasar tespitinde bir sakınca görmemiş olacakki rahatlamış bir nefes vererek. "Yumuşak araziye düşmüş, ya da düşüşünü hafifletecek kadar sağlam bir binici. Büyük bir hasar alabilirdi." Aynı anda bana atılan iki beden gördüm. Fakat Cesur bir kabahat işlediğini farketmiş gibi âniden durdu ve Sancar'ın sert bakışlarıyla geriye çekilmek zorunda kaldı. Sancar beni dikkatlice kucağına aldığında, başım göğsüne düştü. Bütün görüntüleri saydam bir camın ardında izliyormuşum gibi her şey bulanıktı. "Neden bilinci gidiyor?" "Baygınlık geçiriyor. Bunun nedeni uykusuzluk olmalı. Bu hâlde ayık dolaşması bile mucize." "Tuzaktı..." Diye fısıldadım. Midem sıcak sıcak çalkalanıyordu. Sancar sesimi duymuş olacakki adımları kısa bir lahzada duraksadı, hızlı hızlı soluklarla inip kalkan göğsü nefes almaksızın donmuştu. "Ne?" Diye sordu dehşetle, doğru duyup duymadığından emin olmak istercesine. Kesik kesik soludum. "Bunun... Hesabını soracağım." Dedim yemin eden bir iç çekişle. Bunun hesabını bugün değil, en beklenmedik ânda soracaktım. Selvi'de böyle yapmıştı. Sırtım yumuşak bir zemine yaslandı. Bir ân yüksek bir yerden ender bir düşüşe geçtiğimi hissettim. Elim istemsizce Sancar'ın yakasına yakın bir noktada, gömleğine asıldı. Beni bırakıp doğrulmak üzereyken iki karış ötemde durdu yüzü. Acının giderek yerini sızıya bıraktığını farkettiğimde kirpiklerim kırpışarak aralandı. Gözleri yüzümün her detayındaydı, üzerime eğildiği için elinin tekini yatağa bastırmasıyla, yatak hafiften çökmüştü. Yutkundum. "Sancar," Diye mırıldandım. Baş parmağını boynuma sürterek çenemin çizgisine çıkardı, orayı ince ince okşarken aramızdaki mesafeyi bir karışa indirdi. "Bu bir tuzaksa eğer," Diye fısıldadı. Dudakları hemen dudaklarımın üzerindeydi ama birbirlerine değmiyorlardı. "Kalk ve herkesi karşına al Levlâ." Dediğinde, cümlesinin devamını sindirmek için titrek bir nefes verdim. "Ben hemen arkanda olacağım." Artık daha kontrollüydü sesi. Biraz evvelki doğal endişesi, muhtemelen sahte ilişkimizde ailesine karşı sergilediği en gerçekçi roldü "Sesini duyurmak ve kendi sahnenimi kurmak istiyorsun? Kur o zaman, bir mikrofon al eline; dünyaya meydan oku. Ben seni alkışlarım." Aklıma, şirketteyken kurduğu cümle düştü. Babana karşı kendi imparatorluğunu kurmana yardım ederim, demişti. "Neden?" Talepkâr bir tebessüm dudağının kenarını yukarıya doğru kıvırdı. "Çünkü bu evde kalmaya devam ettiğin sürece, bende sana hep borçlu kalacağım." Odaya Nevra denen kadın girince Sancar geriye çekildi. Gözlerim ağır ağır kapandı. Kulağımda ise hayali sesi çınlıyordu. Çünkü artık ne demek istediğini, bu köşkteki ikinci günümde anlamıştım. "Bu evden, ev diye bahsetmiyorsun." "Evin olan insanlar, arkandan kuyunu kazmazlar Levlâ." Çok daha fazlasıda olmalıydı. İki kardeşin arasını açan, Selvi'yi kötülüğe iten ve Peyami Safa Beyin gözlerinin buğusuna acımasızlık yerleştiren... Sahi bu evi, şeytanın inine çeviren neydi? 🍷 Altı saat boyunca uyumuştum. Sırtım hafif hafif sızlasada, uzun bir süre sonra tok bir uyku çekmek beni kendime getirtmişti. Kalktığımda odada kimse yoktu. Hatta etraf gereğinden fazla sessizdi. Önünden geçmekte olduğum odanın hafif aralıklı olduğunu farkederek, en içten gelen bir dürtüyle kafamı çevirip o aralıktan içeriye baktım. Ve bingo! Selvi yere bağdaş kurmuş, dizdiği domino taşlarının başında dalgın dalgın oturuyordu. Destursuzca içeriye girdim. Başını kaldırıp gelene baktığında, saatlerce ağlamış gibi kızarık gözleriyle ve asık yüzüyle karşılaştım. Umursamaz bir tavırla önüne döndü. "En azından nikah tarihinizin uzaması için bir yerlerini kırıp sakat kalmanı beklerdim." Dedi tekdüze bir sesle. Sancar'la evlenmemem için pusu kurduğunu ve bunu hiç dolandırmadan söylemesini beklemiyordum ama belli etmedim. Göz bebeklerini yukarıya kaldırıp boş boş yüzüne bakan bana baktı. "Ne yazıkki yine dört patinin üstüne düşmüşsün, hayalet gelin." Yüzümü buruşturdum. "İnsan nezaketende olsa nasıl olduğumu sorar?" "Nasılsın?" "Seni ilgilendirmez." "Zaten bende nezaketen sormuştum." İkimizde aynı anda göz devirdik. Odasının içine göz gezdirerek gold aksesuarların dizildigi komidinin önüne vardım. Elimi hafifçe melek biblosuna vurup, yere düşmesine ve kırılmasına sebep oldum. "Pardon," Diye mırıldandım. "Bilerek oldu." "Biliyormusun, tavuklar başları kesildikten sonra bile koşmaya devam edebilirler." Dudağının ucuyla buz gibi gülümsedi. "Sende biraz öylesin şuan." İnfazımı çoktan verdiğini, bu saatten sonra düştüğüm yerden kalkmamın zavallı bir çaba olduğunu kastediyordu. Tatlı tatlı gülümsedim. Kin ve hırs doluydum ama çok sakindim. "Sende fazla aptalsın, gözümü korkutmak isterken kendini açık ettin." Alayla gülüp son domino taşını dizdi oturduğu yumuşak halıya. "Henüz hiç bir şey yapmadım." Bir solukta önüne vardım ve diz çöktüm. Hiç bir mimik oynatmaksızın ifadesiz duran suratına en az onun kadar ruhsuzca baktım. "Sana hiç bir karşılık vermeyeceğim," Dediğimde, ifadesini ilk defa merak sardı. "Umarım bekletilmek seni kızdırmaz." "Bekletilmek?" "Bekletilmek, savaşmaktan daha zordur. Her gün, her dakika sana ne tür bir karşılık vereceğimi düşünerek bekleyeceksin. Beklerken, korkun sana hata yaptıracak." Yüzüne yaklaştım. "Ben insanları hatalarıyla tanırım Selvi." "Kendini fazla önemsiyorsun." "Beni kendine rakip görecek kadar benimsemişsin, neden olmasın?" Bana karşı hiç bir duygusunu açık etmemeye çalışsada, dudaklarından içeriye doğru sinirle çektiği soluğu tanıyordum. "Çünkü," Dedim gözlerim domino taşlarına doğru düşerken. "Sen ilk hamleni yaptın, düşman bayrakları çektin ve hamlelerin çoğaldıkça çoğalacak. Çünkü yenilgiyi hazmedemiyorsun. Ama ben sadece bir hamle yapacağım...Tek bir hamle." Parmağımın ucunu hafif bir fiskeyle son dizdiği domino taşına vurdum. Ardı ardına dizili taşların hepsi birbirinin üstüne düşmeye ve teker teker devrilmeye başladılar. "Sen her şeyle sadece bir şey yapacaksın, ben bir şeyle her şeyi yapacağım." Diye misilleme yaptım, tek taşla, kaç taşı yıktığımı gösterirken. Bu kez dudağının kenarında sadist ve beğeni dolu bir kıvrılma meydana geldi. "Bak sen...İddialı tehditleri severim." Dedi keyifli bir mırıltıyla. İkimizde siniri bozulmuş bir şekilde güldük. Burun kıvırarak ayağa kalktım. Kapıya varmadan önce gözüme çarpan boş çerçeveye doğru yürüdüm. "Sakın!" Diye yükseldi birden telaşla. Dudaklarımı büzerek onuda yere düşürmek için hafifçe kaydırdım. "Bunu neden yapmayayımki?" "Manevi değeri var." O'na döndüğümde, gözlerindeki cansızlık renk kazanmış ve bembeyaz kesilmişti. Boş bir çerçeveydi. İçimden bir his, onun ailesine ait olduğunu söylüyordu. Ve ben geldiğimden beri Selvi'nin ailesine dair kimseyi görememiştim. Belkide bu yüzden bu kadar şımarıktı ve ona gösterilen ilgide bu sebepleydi. Adil oynayacaktım. Ben kimseyi yarasından vurmazdım, yeni bir yara açardım. Bu yüzden o çerçeveyi düşürmedim ve yoluma devam ettim. "Bir yırtıcının, avını öldürmeden önce nasıl baktığını biliyormusun?" Diye sordu ben çıkmadan önce. "Nasıl?" "Tıpkı senin gibi...Masum masum gülümseyerek." Omzumun üzerinden ona bakıp, masum masum gülümsedim. "Çok belgesel izleme. Kim bilir, beynindeki senaryolarla yaşamak seni kendi hikayende bir figürana dönüştürebilir." Önüme döndüm. Odadan çıkar çıkmaz ise koridorda karşıma çıkan Melda'ya çarpmamak için durdum. Gözleri üzerimde gezindi. "Uyanmışsın," Dedi ve etrafımda dönerek tabiri caizse her yerime bakındı. "Ne yapıyorsun?" "Dön bakayım," Elimi tutup beni kendi etrafımda döndürerek, tepeden tepeden bakışlarla bedenimi birde kuş bakışıyla süzdükten sonra uzağa çekilip farklı bir açıdan daha baktı. Gözleri kısılırken, "Maşallah, domuz gibisin. Kırık çıkığında yok malese- aman çok şükür." Bezgin bir nefes aldım. "Derdin ne?" "Ne olacak, iyiliğini düşünüyorum. Bir ân yataklara düşüp, bir haftalık köşk tatilimizi mahvedeceksin diye çok korktum kardeşim." "Of," Omzuna çarparak yanından geçip gittim. Eda ablam kadar çatlak olmasada, Melda ablamda epey kafadan kontak bir kadındı. Basamakları aşıp köşkün büyük avlusuna girdiğimde, herkesin burada olduğunu farkettim. Babam bir sağa, bir sola doğru yürüyerek volta atıyordu. Yüzünde muazzam bir can sıkıntısı vardı. Melda ablam bana yetişerek alayla kulağıma fısıldadı. "Uykusuz olduğun için babam uyu diye kimseyi koridordan bile geçirmedi. Attan düştüğünü söylediklerinde onu çok zor dizginledik." Gözlerim kısıldı. "Sadece attan düştüğümümü biliyorlar?" "Hayır, senden nefret etsemde burada olmanı isterdim. Görmen gerekiyordu, bir saat öncesine kadar ev yangın yeriydi." Tam bunun nedenini soracakken babamın gözleri, gözlerimle kesişti. Adımları durdu, elini bağrına koyup hızlı hızlı yanıma geldi. Kimsenin beklemediği bir şekilde gözleri dolmuş, beni sıkıca kollarının arasına almıştı. "Aklım çıktı," Dedi defaatle nefeslenirken. "Senide kaybedeceğim diye aklım çıktı, kızım." Kollarımı isteksiz isteksiz ona sardım. "İyiyim." Bu köşk, nefretime nefret eklemişti. İçimde bir soğukluk ve kırgınlık vardı. Hemen geriye çekildi. Çizgileri belirmiş yüzü büyük bir şefkatle kasılmıştı. "Kendini kötü hissediyorsan, seni hemen buradan götürebilirim." Kaybetme korkusu... Babamın ikinci bir kayıp yaşama korkusu onu çok daha farklı bir adam yapardı her zaman. "Baba-" Demiştimki bu noktada Peyami Bey müdahale etti. "Gitmeye ne hacet, Vahit? Biz Selvi'ye gereken cezayı verdik. Kızında iyi, aramıza nifak tohumları ekmek olmaz." Demek Selvi'nin yaptığını biliyorlardı, bu yüzden Selvi'nin gözleri kızarmış olmalıydı. Peyami Safa Bey, altın topuzlu bastonunu sıkıca tutarak bize doğru bir adım attı. Bütün ev ahalisini sindiren bir otoritesi vardı. Babam beni kolunun altına çekerek, "Tek bir damla, kızımdan tek bir damla kan akarsa; oğlunla birlikte bu eve cehennemi yaşatacağımı biliyorsun değilmi Peyami?" Diye rest çektiğinde, Feraye şaşkınlıkla yerinde sendeledi. Hemen yanında duran Eda ablam gizli bir nefretle yüzüme bakıyordu. Peyami Safa Beyin ise yaşının getirdiği ciddi ve sert çehresinde takdir eden bir keyif oluştu. Ne tür bir manyaktı bu adam? "İnsanın göz bebeği acıyınca, bakışları değişirmiş yüce dostum." Dedi kinayeli fakat sahiden bundan hoşnut duyan bir ses tonuyla. Bahsettiği göz bebeği ben oluyordum. Babamın beni bu kadar katı bir koruma kalkanının içine alması, en başından beri hem onun hemde Müzeyyen hanımın ilgisini cezbediyordu sanki. Bakışları beni buldu. "Kızına zarar gelmesini kimse istemez ama Selvi'yi tanırım." Kaşlarım çatılırken devam etti. "Selvi birini tehdit olarak algılıyorsa, ailesine karşı bir yanlış görmüştür." Hayret ettim. Selvi onun yeğeniydi, buna rağmen oda babamdan farksız davranmıyor ve onu kızı gibi savunuyordu. Babamın sinirden boynu kızardı. "Sakın," Dedi rencide eden bir ses tonuyla, öfkeyle. "Kızımı itham etme sakın!" Peyami Bey şaşkınca gülüp, ortamı sakinleştirmek için elini yatıştırıcı bir hareketle havaya kaldırdı. "Öfkeni anlayabiliyorum fakat yaşının adamı ol, Vahit. Bu fevrilik sana yakışmıyor." Babam aşırıya kaçtığını düşünmüş olacakki duruldu. İhtiyatlı bir nefes aldı. "Biz ihtiyarların arasında bir husumet olamaz Peyami, ancak kızımı bu eve emanet etmem için gençlerinde aralarında bir savaş olmadığına emin olmam gerek. Değilmi?" Müzeyyen hanıma takıldı bakışlarım. Büyük bir mahcubiyetle eşinin bir adım arkasında duruyordu. Bu esnada ormana doğru açılan büyük sürgülü camların açılıp, iki adamın içeriye girmesiyle herkesin dikkati dağıldı. İçeriye soğuk hava akın etti. Cesur ve Sancar, bizi farketmemişlerdi çünkü birbirlerine dik dik bakmakla meşgullerdi. "Mersin'deki evine haciz göndereceğim." Dedi Sancar asabi asabi. "İyi, bende dağlıktaki yazlık evini ortadan kaldırmayı düşünüyordum. Yerinede ışıl ışıl bir pavyon kuracağım, senin adına." Sancar dişlerini sıkıp ondan uzaklaştı biraz. "Benimle aynı yolda yürüme lan!" "Bende meraklı değilim seninle aynı havayı solumayı!" "Bu şiddet ve gerilim sahnesine bir reklam girmiyormu, beyler?" Peyami Safa Bey, araya girince ikiside eve girdiğini yeni farketmiş gibi bize döndü. Tanrı aşkına... İki küçük oğlan çocuğundan farkları yoktu. İkisininde bakışları oyalanmadan beni buldu. Aynı anda. Hemde hiç kimseye değmeden, doğrudan. Ve yine aynı anda bana doğru yürüdüler. "Uyandınmı?" Diye sordular aynı anda. Sonra dönüp birbirlerine ters ters baktılar. Tam karşımda durduklarında, yine ve yeniden aynı anda aynı soruyu sordular. "İyimisin?" Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Fakat farkettiğim detayla anında ifadem dondu kaldı. Sancar'ın kaşında, Cesur'un ise dudağının kenarında kızarıklık ve kurumuş kan lekeleri vardı. "Siz dayakmı yediniz?" Diye sordum şaşkınlıkla. Sancar dönüp abisine haylazca gülümsedi ve umulmadık bir ânda karnına dirseğini geçirdi. "Sürekli yoluma çıktığı için kolum çarpıp duruyor bu herife." Cesur bundan etkilenmeden sinirle Sancar'ın ensesine bir tane patlattı. "Kaderin cilvesi, benimde elim ayağım çarpıp duruyor." Peyami Bey sahte bir öksürükle tekrar araya girince durdular. Yoksa tekrar birbirine dalacak gibi duruyorlardı. Neden kavga etmişlerdiki? Bugün ayrı bir huysuzdular. Sancar yan tarafımda duran babamın ifadesinde her ne gördüyse toparlandı. Gözleri bu esnada tepeden tırnağa üzerimde dolanıyordu. "Gitmek istiyorum." Dedim kimsenin beklemediği bir anda. Sancar'ın gözlerinin içine baktım, en içine. "Gidelim, baba." Herkesten bir itiraz uğultusu koparken, Sancar beni anlamak isteyen dikkatli bakışlarla uzun uzun yüzüme bakıyordu. "Gidelim." Dedi babam beni hiç ikiletmeden. Peyami Bey, "Vahit-" Diyecektiki babam elini kaldırıp herkesi susturdu. "Size daima konuk olabilirim ancak çocuklarımın gönlünü her zaman alamam. Bazı şeyleri zaman telafi etmez kadim dostum." İşte bu içimi deşti. Peyami Bey, peki öyle olsun dercesine boynunu nezaketle eğip uzak mesafeli bir tokalaşma sunup anlayışla gülümsedi babama. Müzeyyen hanım dakikalar sonra suçluluk duygusunu soluduğum bir ifadeyle, "Çocukların nikah tarihini bile alamadık." Dedi hüzünle. Ben ve Sancar'a baktı. "İstişare etmeyi yarına erteledik, onların geleceği için hiç bir mevzuatı tartışamadık. Bu yaşanan tatsız olay, telafi edilebilir." Feraye kibarca boğazını temizleyerek Müzeyyen hanımın kolunu sıvazladı. "Evlilik, derin bir sorumluluk ister. Bırakalım da çocuklar aile kurmanın ciddiyetine vardıktan sonra isteme törenini gerçekleştirelim-" "Gidiyoruz!" Diye böldü babam sertçe. Feraye bu hamleyle daha fazla konuşmadan zoraki gülümseyerek önüne döndü. Kolumu kaybetmekten korkar gibi sıkı sıkıya tutarak köşkün büyük avlusunu geride bırakan babamı takip ettiğimde, ablalarım ve Feraye'yle yan yana kapının önüne varmıştık. Babam geride kalanlara hafif bir jest yaparak, elini göğsüne yasladı. "Ziyaretin kısası makbuldür." Hepsi birbiriyle vedalaşırken, Müzeyyen hanım karşımda durup birden bana sarılınca neye uğradığımı şaşırdım. "Çok üzgünüm, Levlâ. Böylesine talihsiz bir kaza yaşamanı istemezdim kızım." Derin bir çekip sırtımı sıvazladı. "Bilki bu evdeki yerini aldın." Sesi samimiydi. Belkide bir anne olarak empati kurmuş ve bana acımıştı. Ya da bir haftalık tatilimizin erkenden bitmesi, onlar için utanılacak bir sebepti. "Teşekkür ederim." Diye mırıldandım sadece. Bir ân önce geriye çekilmesini istiyordum çünkü bana anne hissiyatı vermesini istemiyordum. Aşağıda olan ellerim birer yumruk olmuştu. O çekilince tekrar babamın yanındaki yerimi aldım. Başından beri kapının pervazında duran Sancar'a bakmamak için özel bir çaba sarfetmem gerekmişti. Fakat bir ânda küçük insan güruhunu aşarak önümde durması, istemsizce başımı kaldırıp ona bakmama sebep oldu. "Bir saniye lütfen." Dedi herkese yönelik. Bunun hemen ardından herkesin içinde önümde eğilmesini beklemiyordum. Yerimde donup kaldım. Hiç gocunmadan, ablalarımın giydiği topuklu ayakkabıların aksine gelişi güzel giydiğim spor ayakkabıların sağa sola saçılmış ipliklerini bağlamaya başladı. Kimsenin yüzüne bakamıyordum. Etrafta gerici bir sessizlik oluşmuştu. Bağcıklarımı sıra sıra özenle bağlayıp, birer ilmik attı. İşini bitirince başını kaldırıp zarif bir tebessüm etti. "Tekrar düşmeni istemeyiz." Nefesimi tuttuğumu, O ayağa kalkınca farkettim. Afallamıştım. Önümden çekilmeden boynunu hafifçe sağ omzuna eğdi, kolunun altına sıkıştırdığı siyah atkıyıda aynı itinayla boynuma doladı. Onun kokusunu taşıyan bir atkı... Dışarıda hafifçe yağmur çiseliyordu. Eylül ayındaydık ve havalar soğumaya yüz tutmuştu. "Üşütme," Diye fısıldadı hafifçe boynunu bana doğru eğerek. Kulağıma yaklaştı. "Hastalanıp, nikahımızı geciktirme. En yakın zamanda, olabilecek en yakın zamanda gelip seni alacağım. Çünkü yanımdaki yerini sevdim." Babamın bize müsamaha göstereceğini hiç düşünmemiştim ama bizimkileri alarak araçlara doğru ilerlemişti. Hakeza, Sancar'ın aileside konuşmamız için uzaklaşmışlardı. Bugün farklı bir hassasiyetleri vardı. Bilincimde dönüp dolaşan düşünceyi dile getirmek için kendime biraz zaman tanıdım ve, "İstemiyorum," Dedim gözlerinin içine bakarak. "Seninle evlenmeyeceğim." Neden? Dercesine kaşlarını kaldırdı. "Vazgeçtim." İki adım geriye çekilerek, ondan uzaklaştım. Bütün ifadesi darma duman olmuştu. "Eviniz," Köşkün değerli taşlarla dekore edilmiş yapısına kısa bir göz attım. "Eviniz kötü bir espri gibi. Ve ben aynı espriye her gün gülebileceğimi sanmıyorum." Hiç bir şey söylemedi. Ne beklediğimi bilmiyordum ama tepkisiz kalması içimden bir şeyleri kırdı sanki. Neden kırılıyordumki? Asıl kıran bendim. Sadece bakıyordu yüzüme; en çokta rüzgarda uçuşan yamuk kâküllerime ve dağınık kirpiklerime. Başından beri beklediği buymuş ama en ihtimal vermediği zamanda bunu dile getirmişim gibi katran karası gözlerinde zafersiz bir savaşın soğukluğu vardı. Aramıza bir duvar örmüştüm ve artık onun duygularını göremiyordum. "Sadece patronum olarak kalın, Sancar Bey." Ardından arkamı dönüp aracımıza doğru ilerledim. Bir köşeden bizi izleyen Cesur'a hafif bir baş selamı versemde, öylesine dalgındıki bunu farketmedi bile. Köşkün ikinci katından bizi kibirle izleyen Selvi'ye son defa nefretle baktım. Kararımı vermiştim. Ablalarımdan daha beter bir kıza, babamdan daha ahmak bir adama tahammül etmeyecektim. Bu aptallıktı. Bile bile ateşe dokunmak cesaret değil, aptallıktı. Ve ben, kendimi yakmak için hiç bir neden bulamamıştım bu evde. 🍷 Dışarıda Moskova'nın soğuğunu andıran bir fırtına vardı. Gecenin bir yarısı yağmur bastırmış, gökyüzünü kaplayan sisten göz gözü göremez olmuştu. Uyuyamıyordum. Fakat bu kez yanımda Duby'de vardı. Şömineden yayılan çıtırtılar ve turuncu ışık huzmeleri, Duby'nin kucağımdaki acı badem tüylerini altın tellere çalmıştı. İki hafta; ne şirkete uğramıştım, ne de Sancar'ın yüzünü görebilmiştim. Türkmen köşkü bana annemi daha çok aratır olmuştu. O insanların insafiyetsiz yargıları ve davranışları, orada hiç belli etmesemde bana bir kez daha neden insanlardan uzak durmak isteyecek kadar yalnızlaştığımı hatırlatmıştı. Gök kubbeyi ikiye bölecekmiş gibi çakan yıldırımlar, pencereden süzülüp ayaklarımın ucuna mavi bir ışık demeçiyle düştüğünde irkilerek perdeleri örtmek için ayaklandım. Elim perdedeyken sokak lambasının altında duran silüet çekti dikkatimi. Çok dikkatli bakıldığında, şiddetle yağan yağmurun altında oturan bir adam olduğunu farketmek zor değildi. Her kimse kafayı yemiş olmalıydı. Geri çekilemedim. Bir delilik yaparak pencereyi açtım ve kafamı dışarıya çıkardım. "Neden gidip, dışarıda olduğunuz için vicdan yapmayacak birinin evinin önünde oturmuyorsunuz?" Diye bağırdım. Daha sonra gecenin bir yarısı olduğunu ve evdekilerin uyuduğunu farkedince gözlerim kocaman oldu. İçeriye gireceğim sırada, bu fırtınada beni duyduğuna ihtimal vermeyeceğim adam başını kaldırıp pencereme baktı. Karanlıkta yüzünü seçmek imkansızdı. "Başka bir kadının kapısına gidersem, karım beni keser." Diye bağırdı oda. Pencerenin önünde donup kaldım. Bu ses Sancar'a aitti. Elimi şokla ağzıma kapattım. Sesim babamlara daha fazla gitmesin diye hızla kapattım pencereyi. O ân hiç düşünmedim. Bunu neye dayanarak yada ne için yaptığım hakkında bir fikir sahibi olmadan üzerime bir hırka kaptığım gibi sessiz ama aceleyle evden çıktım. Sancar, pencereme fazla uzak olmayan bir noktada, kaldırımın ucunda oturmuştu. Dışarıya çıkar çıkmaz sırılsıklam oldum. Titreyerek kollarımı kendime sarıp, bir solukta benden daha beter olan adamın ayaklarının ucunda durdum. "Ne işin var senin burada?" Diye sordum şaşkınlığın emarelerini en uç noktasına kadar hissettiren bir sesle. Cevap vermedi. Bardaktan boşalırcasına dökülen yağmurun altında, elinde bir kitapla dimdik oturuyordu. Kitap o kadar ıslanmıştıki, mürekkebi dağılmıştı. "Sancar," Diye mırıldandım tir tir titrerken. Yine cevap vermedi. Bu kez ilgisini çekmek için, "Şiir kitabımı o?" Dedim kitabın ince oluşundan yola çıkarak. "Evet." Sesi hiç bir duygusunu ele vermiyordu. "Neden bu kadar dikkatli okuyorsun?" "Senden bahsediyor." Geldiğimden beri başını ilk defa kaldırıp, tıpkı benim gibi uykusuzluktan kan çanağına dönmüş gözlerini gözlerime dikti. İki hafta sonra onu bu şekilde görmek, midemde tuhaf bir sıkışma meydana getirdi. "Nasıl?" Diye fısıldadım dişlerimi birbirine vurmamak için çenemi sıkarak. Tanrı aşkına, ne yaşıyorduk biz? Benim ne işim vardı burada? Yine cevap vermedi. İkimizinde yüzünden büyük damlalar yuvarlanıp gidiyordu. O'na elimi uzatmadan önce, "Kaybolmuş insanlarmı yazar şiiri, yoksa insan insanı kaybedincemi yazar şiiri?" Diye mırıldandım tamamen zihnimden geçeni dile getirirken. Belli belirsiz bir iç çekti. "İnsan insanı kaybedince." Dedi gözlerimin en içine bakarak. Buda neydi şimdi? Donuk ve hissizdi. Savaş veriyor gibiydi; Gitmek ve kalmak, kavga etmek ve pes etmek arasında. Kalbimi hızlandıran bir yabancılık vardı üzerinde. Ardından bakışlarını ona uzattığım havadaki elime düşürdü. Bir kaç saniye sadece baktı. Ağır bir hareketle kendi elini kaldırıp, avucunu açtığında ise yüzüme tokat atılmışçasına sarsıldım. Avucunun içinde derin bir yara vardı ve parmaklarının arasından katre katre süzülerek dökülen kan, yağmurdan dolayı hızlıca kayboluyordu. "Kan var elimde, yinede tutacakmısın?" Nefes almayı bıraktım. Şimşekleri bile unuttum ve fırtınayıda. Sanki cümlesi çok daha farklı anlamlar taşıyordu. Öyle bakıyordu çünkü gözlerime. Eli zaten hep kanlıymış ama bana ilk defa gösteriyormuş gibi... Yutkunamayarak uyuşmuş elimi geri çekmek yerine elinin tersiyle birleştirdim. Dudaklarını sımsıkı birbirine bastırdı. Şaşkındı, bende öyle. Neyine güveniyordum yada neyime güveniyordum, bilmiyorum. "Kaç saattir buradasın sen?" Diye sordum aramızdaki tuhaf atmosferi dağıtmak için. "Beni farketmeni bekleyecek kadar uzun bir süre." Derin bir nefes aldım. Derdi neydi anlamıyordum. Elini çekiştirdiğimde bana ağırlığını vermeyerek ayaklandı ve bir dağ misali önümde durdu. Şiir kitabı, çamurlu su birikintisinin içine düştü. İkimizde dönüp bakmadık. Sahte bir şaşkınlıkla, "Beni evemi atacaksın?" Dediğinde, muzip sesi, anlayamadığım bir şekilde içime sıkıntı düşüren haliyle bir olunca çileden çıkacağımı hissettim. Dişlerimi sıkarak yüzüne yaklaştım. "Beni etkilemeye çalışıyorsan, kalbimi bile hızlandırmadın." Alaylı bir ışıltı vurdu gözlerinin karanlığına. Başını boynuma doğru eğince refleksle tuttuğum elini sıktım. "Bundan eminmiyiz?" "Evet!" Diye patladım. Niye patladığımı bende bilmiyordum. İki hafta sonra buraya geldiği içinmiydi? Bekliyor muydumki onu? Dudaklarımı ısırarak nefesimi içime çektim. Daha fazla dışarıda duramıyordum çünkü çok üşüyordum ve üzerimdeki kumaş parçaları ağırlaştığı için üzerime yığılmış ikinci bir bedenden farksızlardı. Elini tekrar çekiştirdiğimde gelmedi. Çatık kaşlarla yüzüne baktım. "Tanımadığın bir adamı evinemi alacaksın, Levlâ?" "Tanımadığım bir adamla, sırf evden kaçmak için evlenecek kadar deliyim ben. Unuttunmu?" "Ailen?" "Sessiz olmayıp babamı uyandırırsan ikimizide avcı tüfeğiyle vurur." Bu kez tembel tembel gülmeye engel olamadı. Evin önüne vardığımızda, anahtarla kapıyı açıp sessizce içeriye çektim onu. Ne halt yediğimden bende emin değildim ama içimden böylesi geliyordu. İkimizinde çamurlu ayakkabılarını portmantonun altına sıkıştırdım. Sancar'ın heybetli cüssesiyle, kimse uyanmadan olabilecek en panik ve temkinli bir hızla ikinci kata çıktık. Ardımızda ıslak ayak izleri bırakmamız aleyhimize olsada onlarla daha sonra ilgilenecektim. Kapısı açık kalmış ve ışığı kapalı, karanlık odama vardığımızda kapıyı kapatıp hızla sırtımı yasladım ve rahatlamış bir nefes aldım. Şöminenin cılız ışığı odayı kısmen aydınlatıyordu. Duby bizi görsede hiç oralı olmadı. Aylak aylak yatağımın üstüne atlamış, oraya kıvrılmıştı. "Odanın düzenli olması şaşırtıcı." Göz devirdim. Çok fazla gerilmiştim ve adamı odama kadar getirdikten sonra yerimde kal gelmiş gibi durmam işten bile değildi. "Dağınık olan tek şey, kafamın içi." Gözlerimi onun dışında her yerde dolaştırıyordum. "Ben sandığın kadar üşengeç değilim. "Öylemi?" Dedi eğlenen bir ses tonuyla. Buna inanmadığı aşikardı. "Evet. Çünkü sandığından daha üşengecim. Babamın baskısıyla odamı topluyorum." Kendimi savunacaktım ama son anda vazgeçmiştim. Yalan söylemeye gerek yoktu bence. Ve ortamı biraz yumuşatmasam, kalbime inme inecek gibi hissediyordum. Mevla aşkına, benim gibi asosyal bir insanın odasında dev gibi bir adam vardı! Çaktırmadan nefes almaya çalışıyordum. Sancar kahkaha atıp atmamak arasında kalmış, yüzündeki mimikler bocalamıştı. Göğsü hafifçe titriyordu gülmemek için verdiği çaba yüzünden. Üstüne kısa bir göz attım. "Pembe pijama takımım sana olurmu?" Diye sordum ciddi ciddi. Şaşkınca ondan kat kat küçük bedenime baktı. Ardından kendi üzerine. Yüzünü buruşturdu. "Bu kötü bir fikir olabilir." Diye fısıldadı. Dudaklarımı dişledim. "O halde üstünü değiştirmen için, babamın odasına girmem gerek." Çıkacakken kolumu yakaladı. "Saçmalama," Bu işi başka türlü halledemeyeceğimizi bildiği için başını eğip tekrar kendi üstlerine baktı. Üzerinde bütün yapılı vücudunu ortaya seren beyaz bir gömlek ve siyah kumaş pantolonu vardı. Zaten onu başka bir kombinle görmek zordu. "Gideceğim." Dedi kapı kulpuna koyduğum elimin üstüne elini bırakarak. Boştaki elimi göğsüne yaslayarak onu geriye ittirdim hafifçe. Benim aksime onun boştaki elinden oluk oluk kan akıyordu odamın zeminine. Bunu birden, sanki dakikalar önce görmemişim gibi idrak ederek odamın içinde elime ilk geçen havluyu alıp eline sardım. "Beni bekle burada." Diye fısıldadım. Bir kez daha kolumu tuttu. "Bu halinlemi?" Tabi ya, baştan aşağıya ıslaktım. Hızlı hızlı dolabıma varıp, bir pijama takımı aldım ve banyoda aynı hızla üzerimi değiştirip geri çıktım. Saçlarımada duş almış gibi havlu sardım. Bir şey söylemesine fırsat vermeden odadan çıktım. Kapıyıda kapattım. Bulunduğum koridorun sağ köşesinden döndüm ve paralel olarak sola doğru kıvrılan diğer koridora sapıp, babamların kapısının önünde durdum. Dudağımın kenarını dişledim, bu saatte uyuduklarını farzederek kapı kulpunu tutup kapıyı yavaş yavaş araladım. İlk başta kimseyi göremedim. Tam kapıyı açıp içeriye girecekken, babam ve Feraye'nin pencerenin önündeki koltukta karşılıklı oturmuş birbirinin yüzüne yaklaştığını farkedince çığlığı bastım. Bir saniye, çığlıkmı attım? Kafama sıksalardı keşke. Buradan dönemeyeceğimi bildiğim için, edebimle ya da arsızlığımla rezil olmaya karar verdim. Hızla ellerimi yüzüme siper ettim. "Hiç bir şey görmedim, ah çok üzgünüm hiç bir şey görmedim!" Diye çığlık çığlığa bağırarak kendi etrafımda saçma sapan şekillerle kıvranarak döndüm. Babam kıpkırmızı olmuştu. "Biraz daha bağırırsan, konu komşuyuda bir şey görmediğine ikna edeceksin." Diye homurdandı. Durup, parmaklarımın arasından onlara baktım. Feraye öfkeyle saçını çekiştirirken, babam yere bakıyordu. Canım benim, utanmışmıydı? Annem zebellak gibi rüyana çöker inşallah baba! "Bu saatte ne işin var kızım senin bizim odamızda?" Geri dönemezdim. Bu geceden ömür boyu utanacağımı bile bile, gözlerimi doldurdum ve çenemi titrettim. Babam şaşkınlıkla yanıma geldi. Neyseki giyiniklerdi. "Ne oldu, canım Levlâ? Neden gözlerin doldu?" Burnumu çektim. "Duby'nin kalp atışları bile bu gece uyutmadı beni. Bende ş-şey... Senin kokunla uyuyabiliyorum. Kazaklarından birini ödünç alacaktım." Babamın yüzündeki gergin ifade yatıştı. Feraye ise odanın köşesinde ayaklarını ritimle yere vuruyor, bölünen anısı için burnundan soluyordu. "Daha erkende gelebilirdin, kızım. Yanında dururdum sen uyuyana kadar." Kolunu omzuma sardı. "Hadi gel, odana gidelim." Bunu beklemediğim için nefesim tıkandı. "Yok!" Diye bağırdım refleksle. Babam ne olduğunu anlayamadan kendini geriye çekti. Feraye'yi bahane ederek, babamın benimle geleceğini duyunca pancara dönmüş suratına baktım. "Y-yok, sen gelme. Çok özür dilerim babacığım, sadece bir kazağını alsam hemen uyurum." Babamda cici eşine dönüp baktığında, gördüğü ifadeyle arada kalmış gibi elini ensesine atıp sertçe sıvazladı. "Peki." Dedi mecburen. Afacan afacan gülmemek için kendimi çok zor tuttum. Bir koşu onun dolabından bir kazak ve çaktırmadan bir eşofman altı alıp hızlıca odadan çıktım. Gitmeden hemen önce Feraye'ye tatlı tatlı gülümsedim ve, "İyi geceler." Dedim. Ucuz atlatmıştım. Tekrar odama dönene kadar nefes nefese kalmıştım. Kapıyı kapattığım sırada Sancar'ı kollarını göğsünde kavuşturmuş bir vaziyette, aynı yerde bulmayı beklemiyordum. Bu kadar dağılmış, aynı zamanda sakin ve rahat görünebilmesine akıl sır erdirilemezdi. "Neden şöminenin önüne geçmedin?" Çenesiyle üzerini gösterdi. "Bu haldeykenmi?" Paçalarından sızan damlalar parkede küçük bir birikinti oluşturmuştu. Elimdekileri ona uzattım. "Üzerini değiştirebilirmisin?" Diye sordum yaralı elini kastederek. Bir kaç saniye cevap vermedi, gözlerini yüzümde dolaştırıp mahzun bir ifade takındı. "Gömleğimi çıkarmam için yardıma ihtiyacım olabilir." Hiç inandırıcı değildi. Fakat bu iş inada binmeden, yanına yaklaşıp elimdekileri bir kolumun altına sıkıştırdım ve yavaş yavaş gömleğinin düğmelerini açmaya başladım. Odanın ılık atmosferini sıcak bir basınç esir almaya başladı. Parmak uçlarımın kısacık bir zaman diliminde çıplak göğsüne sürtünmesi, ondan sert bir nefes çaldı. Benim ise dizlerimin bağı kırılacaktı sanki. Heyecandan midem çalkalanıyordu sanırım. Ensemdeki tüyler diken diken olmuştu. Son düğmeyi açtıktan sonra yakalarından tutarak gömleği omuzlarından sıyırdım. Eline dikkat ederek gömleğini tamamen çıkarınca gözlerimin değmemesi için çaba sarfettiğim sıkı ve yapılı bedeni yüzünden kulaklarıma kadar yanıyordum. "Geri kalanını halledebilirsin bence?" Dedim, rahat görünmeye çalışırken tek kaşımı havalandırarak. O âna kadar dudağının kenarında bastırılmış muzip bir gülüş olduğunu yeni farkediyordum. Elimdekileri alarak başını salladı. Ardından banyoya girdi. Yatağımın yanındaki çekmeceyi açarak sürekli orada bulundurduğum sargı bezini, oksijen suyunu ve yapışkan bandajı çıkarıp şöminenin önündeki minderlerin üstüne bıraktım. Sancar bu sırada, üzerini değiştirmiş bir şekilde geri döndü. Elindeki ıslak kıyafetleri alarak peteğe serdim. "Eline pansuman yapalım." Dedim kısık bir sesle. İtiraz etmedi. Elini yıkamış olmalıydıki başka bir havlu vardı. Neden bu kadar telaşlı ve hassas davrandığımı bilmeden, ikimizide şöminenin önüne oturttum. Ellerim titriyordu. Ellerim neden titriyordu? İçimi saran garip bir titreşim dalgası ve korkuyla elini açıp, yaraya baktım. Şöminenin ışığında parlayan yanık iziyle yüzüm gerildi. Sanki ince bir demir parçası bastırılmış gibi uzun ve düz bir yanıktı. "Bu nasıl oldu?" Tik tak. Her yara izinin varmıdır bir hikayesi? Yine suskunluğa bürünmüştü. Sadece yüzüme bakıyordu uzun uzun. Rengimin attığına emindim. Yanık yarasına oksijen suyu dökmek, deriyi daha çok dağlardı. Kalkıp yanık kremi getirecekken kolumu tuttu. "Gerek yok Levlâ. Sadece sar." Yutkundum. Epey yorgun ve boş vermiş duruyordu. Bir kez daha o evde neler döndüğünü merak ettim. Dediğini yapıp elini sarmaya başladım. Göğsüm sıkışıyordu. "Bütün gün yalnızmısın bu odada?" "Yok," Diye fısıldadım. "Beş kişilik bir arkadaş gurubum var. Hep benimleler." Kaşları çatılacak gibi olsada yüz ifadesini sabit tutmayı son ânda başardı. "Kim bu beş kişi?" "Ben ve dört duvar." Yüzündeki komik dehşet görülmeye değerdi. Dudaklarımı sıktım. O'nun bu savruk ve serseri havasını dağıtmak istiyordum. Çünkü onu tanıyalı bir hafta bile olmamıştı ama karşımda sürekli yıkılmaz bir duruşu varken, hayattan kopmuş ruhunu göstermesine alışkın değildim. Ya da tıpkı benim gibi sürekli gülüyor oluşunun, sıkıntılarını örttüğüne inanmaya hazır değildim. Elini sarmayı bitirdiğimde, kanlı havluyu ve tıbbi malzemeleri toparlayarak banyodaki çöp kutusuna atmak üzere kalkacakken bileğime sarılan avucuyla durdum. Sardığım eliyle saçımdaki havluyu çekerek almasını beklemiyordum. Islak saçlarım dağılarak ikimizin arasındaki boşluğa doğru dalgalandı. "Saçlarını düzeltelimmi?" Tok sesindeki yumuşak tınıya değin, bakışları elimdeki makasta ve yamuk kâküllerimde dolaşıyordu. "Neden?" Diye fısıldadım. "Çokmu kötü duruyorlar?" "Hayır fakat saçların bana sürekli ne kadar kırgın bir kadın olduğunu hatırlatıyor Levlâ." Ağır ağır yerime oturdum. Kalbimin göğüs kafesimin altında tir tir titrediğini hissediyordum. Şöminenin loş ışığı, gözlerindeki karanlık tünelin ucuna bir aydınlık vurmuş gibiydi. İkimizide kurtaracak bir aydınlık. Annemden sonra ilk defa saçlarımı birine emanet ettim ve makası Sancar'a uzattım. O'na güveniyormuydum? Hayır, ama bende bir iz bırakmasını istiyordum. Pansuman malzemelerini elimden alarak kendisi banyoya girdi ve çöpe attı. Döndüğünde elinde tarağım ve küçük bir makas vardı. Dizleri, dizlerime değecek şekilde önüme oturdu. Gözlerimi kapattım ve alnıma değen soğuk metalin, saçlarımı kesmesine izin verdim. Arada nazikçe tarıyor ve parmaklarıyla tutamları eşitliyordu. Aradan dakikalar geçti, Sancar'ın yüzüme vuran nefesiyle araladım kirpiklerimi. "Güzel," Diye mırıldandı harelerini kâküllerimde ve yüzümde dolaştırarak. "Güzel görünüyorsun," Duraksadı. "Görünüyorlar...saçların." Saçlarımı ne kadar kestiğine bakmaya cesaretim yoktu. "Neden döndün, Sancar?" Dedim kısık bir sesle. Derin bir nefes aldı. "Değersiz hissettirdiler değilmi sana?" Diye sorduğunda, fısıltısı sus çizgime çarptı. Sorumu geçiştirmiş, konuyu ailesine bağlamıştı. Ardından devam etti: "Bu yüzden vazgeçtin. Savaşabilirdin ama öz saygını bitirenin korkularının üzerine yürümek değilde o evde kalmak olduğunu anladın." Ailesinin bir insana ne kadar değersiz hissettirdiğini bilmesi ve anlatması, onunda bu hissi ziyadesiyle yaşadığını anlatıyordu bana. Bu bana hiç olmaması gerektiği kadar kötü hissettirdi. "Sancar," Dedim yüzüme biraz daha yaklaştığı için ıslak saç telleri alnından dökülüp benim alnıma sürtünürken. "Bu geceden nasıl sağ çıkacağım ben?" Saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdı. "Uyu benimle," Dedi bir ânda. Şaşkın bir nefes alıp verdim. "Ne?" "Seni uyutacağım." Bu kadarı onuda benide aşıyordu. Ama Sancar, bunu teklif ettiği için gergin gergin yüzüme bakarken, gözleri uykusuzluktan ağırlaşan göz kapaklarıma değdiğinde ifadesi gevşemiş ve yerini kararlı bir ifadeye bırakmıştı. "İstemiyorum." Bal gibide istiyordum. Bunu bana yaptıracağını haykıran bir öz güvenle geriye çekildi. "Bu geceden sonra ne sen benim için evleneceğim kadın olacaksın, ne de ben aynı adam olacağım. Patron ve asistan olacağız Levlâ. Seninle henüz tanışmadık." Sersem sersem kaşlarımı çattım. Bu kadar yaklaştıktan sonra beni âniden en uzağa itmesini beklemiyordum. En kötüsüde yarın beni şirkette neyin beklediğini bilmiyordum. "Uyu benimle, ilk ve son kez." ... Nasıldı? Bu bölümde çoğunlukla Sancar ve Levlâ'ya yer vermek istedim ve sakin bir bölüm olsun istedim. Gelecek bölümlerde, bu bölümleri mumla arayabilirsiniz sjsjshxb şaka şaka (Şüpheli) Sadece kaoslara hazır olun derim. Benimle bölüm kritiği yapıp, fikirlerinizi belirtirseniz daha hızlı bölüm atabilirim:')
|
0% |