Yeni Üyelik
9.
Bölüm

6.Yara izleri ve Canavarlar

@zeynepsara

Uzun ve her sahnesi keyifli bir bölüm oldu. Keyifli okumalar dilerim, oy ve yorumlarla destek olursanız daha sık bölüm atacağıma emin olabilirsiniz ♡

6.BÖLÜM: "YARA İZİ VE CANAVARLAR"

🍷

Derler ki; seni öldürmeyen acı, ya delirtir ya da değiştirir.

Yara izleri, canavarlar büyütebilir.

Ben her iki taraftaydım. Çünkü koşullar bazen bir deliyi, bir kez daha delirtebilirdi.

Çok uzun zamandır kör bir noktada, kendi eksenimde dolanıp duruyordum. Fakat şimdi benim dünyamın çizgisine yaklaşmış kayıp bir gezegen daha vardı ve dünyalarımız birbirine çarptıkça parçalanıyor, dağılıyorduk.

"Babanın kokusuyla uyuyabiliyormuşsun," Dedi Sancar, hâlâ onunla uyumam için bulunduğu teklife bir cevap vermemişken. Çenesiyle kendi üzerini işaret etti. "Ödünç aldığın kazağı benim üzerimde," Kaşları sahte bir sorgu ifadesiyle havalandı. "Babanın kokusunu almak için bana yakın uyuyabilirsin. İstersen sarılabilirsinde?"

Babamın odası, bulunduğum koridorda olduğu için gecenin sessizliğinde odasını bastığımdan dolayı sesim boş duvarlarda yankı yapmış olmalıydı. Bu yüzden Sancar babama attığım yalanı duymuştu.

Karnımın aşağısına tatlı bir sızı saplanırken, kan akışımda garip bir karıncalanma ve sıcaklık vuku buldu.

"N-ne münasebet!" Diye yükseldim panikleyip doğrularak. Lanet olsun, kekelemişmiydim?

O'na daha fazla yakın olma düşüncesi, midemde ölü bir kelebek sürüsünün canlanarak kanat çırpmasıyla eş değerdi.

Durgun ama eğlenen bakışlarıyla derin bir nefes alıp, ayaklandım. Hâlâ ayaklarımın dibindeki kesilmiş saç tutamlarına bakmamıştım.

Sabah, onu bu odadan kimse görmeden nasıl çıkaracaktım? İlerleyip kapıyı kilitledim.

Sırtım ona dönükken, "Odamda tek kişilik bir yatak, iki kişilik bir yer var. Sen istediğin yerde uyuyabilirsin." Dedim sessizce.

Kibar bir dille, aynı odada ama aynı yastığa kafamızı yaslamayacağımızı açık açık izah ettikten sonra tekrar ona döndüm. Oda ayaklanmıştı. Kısılan gözleri yatağımın üstündeki Duby'e düşmüştü.

Uzun sayılacak bir müddet hiç bir cevap vermeden köpeğime bakmaya devam etti.

Zavallı Duby, geceleri kıyamet kopsa bile uyanmazdı. Tembel bir bebekti.

Onun ve yatağımın kenarından geçerek dolabımdan bir yastık, birde pike çıkardım.

Önüme döndüğüm ânda ise O'nunla burun buruna gelmeyi beklemediğimden afalladım ve elimdekileri iç güdüsel olarak göğsüme bastırdım.

"Burada kalmak gibi bir niyetim yok, bırak şunları," Elimdekileri almaya çalışınca bırakmadım, kaşları çatıldı. "Uyuduğunu gördükten sonra gideceğim." Dedi, göğsüme bastırdığım örtüyü almaya çalışırken kuvvetle kendime çektiğim için yüzü yüzümün hizasına doğru eğildiği sırada.

Bu, ikimizde afallattı.

"Kal," Dedim birden. Ne dediğimi farkedince ise telaşla geriye çekildim ve O, bir kez daha üzerime doğru bir adım attı. Çünkü ikimizde aynı şeye tutunduğumuz için O'nu kendimle birlikte çekiştiriyordum bir nevi. "Yani, kıyafetlerin henüz kurumadı. Fırtına devam ediyor, bu şekilde gidemezsin."

Ben kendimi açıklamaya çalışırken, onun bambaşka bir ruh haline büründüğünü donuk gözlerinden anlamak için biraz geç kalmıştım.

Bir ânda omzumdan ittirdiğinde, geriye doğru yalpaladım ve dizlerimin arkası sayvanlı yatağın kenarına değdi. Hiç bir şeyi idrak edemeden sırt üstü yatağın üzerine devrilirken buldum kendimi.

Gürültülü bir nefes çektim içime.

Elimdeki yorganları alıp kenara attı. Baştan aşağıya üzerimi süzdükten sonra yavaşça dizinin tekini yatağa yasladığında; kolunu başımın hemen yanına koymuştu ve ben artık dosdoğru onun kokusuyla sarmalanmıştım.

"Sana dair bir denklemi çözeceğim diye ödün kopuyor," Dedi fısıltıyla. Sertçe yutkundum. "Ulaşılmazsın, karakterini ve sana dair her şeyi öylesine sakınıyorsunki insanlardan, devasa bir iddiasızlığın verdiği özgürlükten ibaretsin. Herkesten bir parçasın ama hiç kimsesin sanki."

Bunları neden düşündüğünü bilmiyordum. Neticede benimle ilgili hiç bir şeyi bilmesine gerek olmayacak kadar yabancıydık birbirimize. Aptal bir oyunun içinde, kaderin attığı iki zardan farkımız yoktu.

"Bunu yapma," Diye fısıldadım cılız bir sesle. "Beni tanımaya çalışma. Uğruna savaşabileceği hiç bir şeyi olmayan, vurdumduymaz ve yaramaz bir kadının tekiyim-"

Devam edecekken, dudakları dudaklarıma çarpacak bir süratle yüzümüzü hizalamış, fakat o bir nefeslik boşluğu hiç aşmadan durmasıyla ikimizide sessizliğe sürüklemişti.

"Uğruna savaşabileceğin bir sebep verseydim sana?"

"Yok," Dedim inatçı bir sitemle. "Senden hiç bir şey istemiyorum."

Dudağının kıyısını çekiştiren tebessüm, gözlerimi dudaklarına düşürdü.

"Korkuyorsun."

Ansızın geriye çekilip doğrulduğunda, yığıldığım yerde kanım çekilmişti.

"Neyden?"

"Biz, olmaktan."

Sus pus olurken, çıkardığım yorganları alarak koltuğa doğru yürüdü ve oraya kurulup, rahat rahat uzandı.

Dizlerimi göğsüme doğru çekerek, cenin pozisyonunu aldım ve kolunun tekini başının altına koyarak tavanı seyre dalan adamın yan profiline odaklandım.

"Sabaha kadar o küçük koltuktamı uyuyacaksın?" Dedim dalgın dalgın.

Biz diye bir şey olma ihtimali varmıydı?

"Yatağında bana yerin yok."

Sesi dargın ve gücenmiş değildi, aksine vicdan yaptığım için keyifli bir tınıda çıkmıştı. Sessiz kaldım. Uyku, gözlerime uğramadığı için bitkin ve hasta olmaya yakınlaşmış, o belirsiz kırgınlığı yaşıyordum.

Pencerenin ardında duyulan yıldırım sesiyle irkildiğimde, yatağımın ucuna düşen mavi ışıkla gözlerimi sımsıkı yumup kollarımı çektiğim dizlerime sardım.

"Yanıma gelebilirsin." Sancar'ın sesiyle tekrar gözlerimi aralayıp bana çevirdiği yüzüne baktım. Göğsüm aldığım korkulu nefesle içeriye göçmüştü.

Şöminenin turuncu ışıklarını içinde birer ateş huzmesi misali dalgalandıran kara gözleri keskin bakışlarla yüzüme saplanmıştı.

"Hayır." Dedim çakan ikinci bir şimşekle iyiden iyiye küçülüp, yerime sinerek.

Fakat evren bana bir taraflarıyla gülmek istiyormuş gibi, daha şiddetli bir yıldırım pencerenin tam önüne düştüğünde; ne ara yerimden fırlayıp Sancar'a doğru atıldığımı hatırlamıyordum bile.

Ancak soluk soluğa, koltuğun hemen yanında gönülsüz bir itirafın eşiğindeymiş gibi pembeleşmiş yanaklarla duruverdim. Ne yapıyordum ben? Sancar yüzüme bakarken cama vuran yağmur tanelerinin sessizliği damgalatan vurgusuyla yerimde çakılı kalmıştım.

Bileğime sarılan sıcak avucunu hissettiğimde, içsel çatışmanın verdiği rehavetle geriye çekilmeye çalıştım. Fakat bırakmadı.

Kolumu kendine doğru çekince, tiz bir nidayla yanındaki boşluğa devrildim. Nabız gibi atan damarlı kolu boynumun hemen altından uzanarak omzuma sarılmıştı. Kafam göğsüne yaslandı.

"Sadece uyu," Dedi sarsıntılı bir nağmeyle. Çenesi saçlarımın tepesindeydi. "Sabah kalktığında, bana dair hiç bir şey olmayacak. Bambaşka iki insan olacağız, söz veriyorum."

Burnumu boyun girintisindeki sıcaklığa dayamamak için zor duruyordum. Garipti, diğer kolu bana dokunmuyordu ve ikimizinde bedeni gergindi.

Sözünü tutmayan adamlardan nefret ediyordum ama ilk defa bir adam sözünü tutmasın istedim.

Düzensiz nefes alışverişlerim, kalbimin güçlü vuruşlarına karışırken uyumak artık daha zordu.

O gece geç saatlere kadar uyumamak için büyük bir mücadele verdim. Babamdan sonra bir başkasının kollarında uyumak zihnimi ve ruhumu derin bir boşluğa itmişti. Bunu o ân için düşünmedim. Çünkü biliyordumki, uyursam Sancar çekip gidecekti.

Ve öylede oldu.

Şafak sökülmeye başladığı vakit, karanlığa yenik düştüm; bedenim havalanarak yumuşak bir zemine yaslandı. Şakağımda bir veda busesiyle ve yitirdiğim sıcaklıkla gözlerim ağır ağır kapandı.

🍷

Aynadaki aksime bakıyordum. Sancar'ın karanlıkta saçlarımı nasıl bu kadar orantılı kestiğine dair bir fikrim yoktu ama iki yıl sonra kâküllerimi tel tokalarla saklamamış, saçlarımıda açık bırakmıştım.

Yönümü sakin sakin kapıya çevirip, odamdan çıkmak üzereyken gözüme koltuk çarptı. Sabah uyandığımda, sanki bu odada en başından beri tek başıma uyumuşum gibi Sancar'dan geriye tek bir iz bile kalmamıştı.

Kapıyı çarparak çıktım odadan.

Hızla merdivenleri indim. Herkes çoktan yemek masasına oturmuştu. Babam ve Feraye, kendi aralarında hararetli bir muhabbete dalmışlardı.

Masada herkesin bir oturma düzeni vardı. Fakat masaya yaklaştığım sırada, her zaman oturduğum sandalyenin orada olmadığını ve yerinin boş olduğunu farkettim. Benim dışımda kimse o boşluğu farketmemişti üstelik.

Eda ablam hemen yandaki sandalyede oturduğu için birden bana dönüp, elini hemen önüme; masanın üzerine koydu.

Sahte bir hüzünle, "Ah, sanırım sana yer kalmamış." Diyerek dudak büzdü. Bizi hiç farketmeyen babama kısa bir bakış atarak sesini alçattı ardından. "Zaten bu aile masasına yakışmayacak kadar yabanisin, küçük sefil kardeşim."

Melda karşı taraftan kardeşini duyduğu için hafifçe gülüp, önüne döndü tekrar.

Masanın üzerine baktım, zengin bir bolluk vardı. Burnumdan sert bir nefes dökülürken, hiç düşünmedim ve elimi masaya uzattım.

Eda'nın önündeki yarısı boşalmış portakal suyunu alarak başından aşağıya döktüm.

Çığlık atarak yerinden zıpladığında, sandalyesi gümbürtüyle geriye kaykıldı.

"Senin derdin ne!" Diye haykırdı, babam telaşla bize döndüğü için mağdur rolüne bürünerek.

Gözlerimi devirdim. Ardından O'nu omzundan ittirerek kalktığı sandalyeye oturdum.

Masum masum gülümsedim herkese. "Yerim kalmamış, bende kendime yer açtım."

Babam dehşet içinde kalmıştı, keza Melda ablamda her zaman sustuğum için bir anda atak yapmamı beklemiyor olacakki elindeki çatal havada asılı kalmıştı.

"Sen ne yaptığını sanıyorsun!" Diyerek bir hışımla ayaklanan Feraye'yle, Eda ablam timsah gözyaşları dökmeye başlamıştı bile.

Ağzıma yeşil zeytin attım. "Kızına haddini bildiriyorum, babam onu altına benzettiği için mücevherlerinde düşük ayarı olduğunu unutmuş Feraye'ciğim."

"Levlâ!" Diye bağırdı babam ikaz edercesine.

Benim için doldurulmuş portakal suyundanda bir yudum aldım. "Efendim babacığım?"

"Bu ne küstahlık, Vahit!" Diye çıkıştı Feraye, babama.

Melda ablam, "O'na o kadar müsamaha gösteriyoruzki, özel köşesi onu tatmin etmiyor, bütün köşeleri kapmaya çalışıyor!" Diye destek oldu annesine, Eda ablamın yerini aldığımı kastederek.

Kepekli ekmek dilimine incir reçeli sürerken, "Benim köşe kapmaya ihtiyacım yokki Melda'cığım, bu evin her milimini çocukluğumla sobeledim zaten. Her köşesi benden ibaret." Diye ekledim bir kez daha umursamaz bir rahatlıkla.

"Vahit!" Feraye, müdahale etmesi için babama neredeyse çığırdı bir kez daha.

Hadi ama, babam burada olmasaydı bu Bermuda şeytan üçgeni şimdiye dek beni binbir parçaya bölüp kazanda yahniye çevirmişlerdi bile.

Sahi, Sezen abla neden hiç yahni yapmıyordu?

"Sabah sabah evde çıkardığın yaygaraya bak," Diye söylendi babam alnını sıvazlayarak. "Nedir bu huysuzluğunun sebebi?"

"Bu huysuzluk değil, saygısızlık!" yükseldi Feraye.

Eda ablam işe geç kalmamak için hızlıca merdivenlere yönelmişti. Nasıl olsa arkasını kollayacak bir annesi olduğunu biliyordu.

Dün akşamın ukdesi içinde kalmış gibi, ihtiyatını yitiren Feraye masanın üzerinden bana doğru eğildi. Gözleri çakmak çakmak yanıyordu.

"Muhteşem bir tablonun ortasında, bütün manzaraya gölge düşüren hatalı ve o sinir bozucu nokta gibisin!"

Durdum, durdum, durdum...En sonunda bir kahkaha patlattım.

Ve sonra kademe kademe yükselen kahkaham, birden kesildi. Damarıma basmıştı. "Sanatsal bir tablonun üzerine başka bir renk vurursanız, illaki sürekli yâd edilen eski görüntüsünden bir nokta kalır. İşte o nokta, her zaman tablonun kime ait olduğunu gösterir!"

Bu aile tablosu onlara ait değildi ve sürekli beni kenara ittirmelerini sindirecek değildim.

"Yeter!" Diye araya girdi babam.

Feraye bir hışımla yukarıya çıktı. Melda'da annesini takip etti.

Babam sabrı taşmış bir öfkeyle bana döndü. "Ne yapmaya çalışıyorsun Levlâ!"

Alayla güldüm. "Ne yapmaya çalışıyorum öyle mi? Ben bir kaç haftadır, susmaktan başka ne yapıyorum baba?"

Babam ne olduğunu anlamamış olacakki susup devam etmemi bekledi. Hep böyleydi, ona farketmeyi farkettirene kadar beni sadece kendini göstereceği ortamlarda koruduğunu farketmiyordu.

"Ben sustukça, yok olmaya çalıştıkça siz çoğalıyorsunuz!" Diye çıkıştım.

Susmayıda denemiştim. Sırf babama bunu gösterebilmek için susmayı bile denemiştim.

Selvi'nin, ablamların, Feraye'nin, Peyami Safa Beyin kışkırtmalarına karşı sustuğum bütün firtına boğazımda patlamaya hazır bir ihtilal oltası gibi pusuda bekliyordu.

"Kafanda kuruyorsun."

Tepem attı. "Sen gerçekten körsün baba!"

"Haddini aşma!"

Öyle bir bağırdıki, bunu beklemediğim için yerimden sıçradım.

O ânda, başından beri kapının pervazında bekleyen Sezen abla zemini döven sağlam adımlarla bize yaklaştı, tereddüt dahi etmeden kolumdan tutarak beni yerimden kaldırdı ve omzuna doğru çekti.

O, yıllardır bu evdeydi. Babamla aralarında saygın bir hukuku vardı; annem hasta yatağındayken bana annelik yaptığı için.

Ve bunu her zaman yapardı. Uzun bir süre sustuğumda, ne kadar dolu olduğumu anlar ve beni kendinden bile sakınırdı.

"Lütfen Vahit Bey, Derya hanım kızına bir kez olsun sesini yükseltmemişken Levlâ'nın bu kadar çok üzerine gidilmesine tahammül edemiyorum."

Babam, annemin ismini duyduğunda gözünün bağına yaşlar hücum etti. Elini sandalye başlığına atarak derin derin nefesler aldı. Sezen ablanın bana sarılan koluna pişmanlıkla bakıyordu.

"Kızım, beni celallendiriyor Sezen hanım. O'nunla savaşmaktan, bütün kötü huylarıma alışkanlık kazandım."

Gözlerimi yumup Sezen ablanın omzuna gömdüm yüzümü.

"Yanılıyorsunuz Vahit Bey, çünkü onu iki hafta boyunca kendi odasına kilitleyen asıl şey; sizinle tartışmaktan kaçınmasıydı."

Derin bir nefes alıp geriye çekildim. Babam bana doğru bir adım atacakken, o adıma karşılık üç adım geriye gittim.

"Her zaman ne hissettiğimi anlamaya çalışıyorsun ama bana aslında ne hissettiğimi hiç sormadın baba." Dedim kırgın ve buruk bir ses tonuyla.

O'nun beni koruması, babalık iç güdülerini yücelten Türkmen köşküne kadardı.

"Benim için en doğru olanını istiyorsun. Hangi işte çalışmak istediğimi sormak yerine beni en iyi bildiğin şirkete aldırıyorsun. Benim sevdiğim değil, insanların beni hangi işle seveceğini düşündüğün her şeyi yapıyorsun. Sen gerçekten... Hiç bir zaman annem gibi olamayacaksın."

Babamın yatışan öfkesi tekrar şaha kalktı.

"Çünkü sen ne istediğini bilmeyen, fevri bir kızsın! İki hafta oldu, evliliğin hakkında tek bir kelime bile etmedin! Çalıştığın işler, zırvalıktan ve serserilikten başka bir şey değil."

"Çünkü senin gibi olmamak için doğru kararlar almaya çalışıyorum! Çünkü mutluyum o işlerde, mutlu! Ama senin soyadın daha önemli değilmi, illa kızların büyük işlerde çalışacak, adını yükseltecek!"

Sinirle ayağımı yere vurdum. Sabretmekte bir yere kadardı!

Doğru düzgün kahvaltı edemeden dış kapıya doğru yürüdüm. Babam ardımdan seslendi.

"Levlâ!"

Hay, ismim yere batsın!

Kapıyı açar açmaz suratıma nüfuz eden şiddetli rüzgar beni bir adım geriye ittiğinde, neye uğradığımı şaşırdım. Yağmur hızını geceden beri hiç düşürmemişti.

İnadım taptazeyken üzerime çektiğim kabanımla hiç düşünmeden dışarıya çıktım. Babam bir kez daha ardımdan şiddetle bağırdı.

"Bu havada nereye gidiyorsun! Şoförü bekle, ablanlarla birlikte gideceksin şirkete!"

Öfkeyle bahçeye çoktan konumlandırılmış aracın tekerleğine tekme attım.

"İstemiyorum arabanızıda, lüksünüzüde! Paramızla vezir olacağımıza rezil oluyoruz!"

Bir tekme daha attım. Çileden çıkmıştım.

Fakat bu seferki attığım tekme beklemediğim bir şekilde ayakkabımın burnundan içeriye bir acı dalgasıyla hücum etti. Durup tek ayağımın üstünde zıplamaya başladım.

"Filmlerde artistlik yapınca hiç acımıyordu, filminizde batsın!"

Saçlarımdan omuzlarıma doğru büyük damlalar dökülüyordu.

Babam üzerine paltosunu alarak peyderpey adımlarla evin verandasında durmuş, bana gülmemek için zor duran bir ifadeyle bakıyordu.

"Yağmur fırtınasında, iki adım bile atamazsın. Yıldırımlardan korktuğunuda biliyorum."

Hınçla nefes aldım. "Korkmuyorum şimşeklerden falan!"

Tam bu esnada, uzaklardan çakan devasa bir yıldırım, benzi soluk yeryüzünü aydınlattığında irkilerek babama doğru koştum.

"Tamam, belki birazcık korkuyor olabilirim."

Babam gülerek beni kolunun altına çekti. Fakat buna izin vermedim ve somurtarak ondan uzaklaştım. Onunda yüzü düştü.

"Küstükmü?" Diye sordu, yatıştırıcı bir ses tonuyla. Sanki küçük bir kız çocuğuyla konuşuyordu, temkinli ve uysaldı.

Omuz silktim.

"Üzdümmü seni?" Dedi bu seferde.

"Üzmedin," Diye mırıldandım. Yüzü aydınlanırken, gözlerindeki ışığı söndürecek buz gibi bir ifadeyle baktım ona. "Beni üzemezsiniz, size o hakkı hiç vermedim. Sen beni kırdın baba, hüzün ve kırgınlığın arasındaki o ince çizgiyi bilseydin beni üzmeyi dilerdin."

Defaatle nefeslenerek önüne döndü ve sessizleşti. Yağmur damlaları sicim sicim taş parkelere çarpıyor, sakinleştirici bir ahenkle bahçede yankılanıyordu.

Eda ve Melda ablam giyinmiş bir şekilde geldiklerinde, Eda ablam yüzüme ters ters bakarak doğrudan araca doğru yürüdü.

Melda hareket etmeden önce gözlerimi kısarak bugün çok fazla rüküş duran kabarık saçlarına baktım.

"Senin neden saçların, tüyleri hırpalanmış bir horoz gibi kabarık duruyor?" Dediğimde, Melda ablam oku alnının ortasına yemiş gibi irkildi ve hızla saçını elleriyle taramaya başladı.

Onlar, ilgi çekse bile bütün cemiyet mensuplarına sükse yapmak isteyecek kadar takıntılı kadınlardı.

"Hangi kısmı?" Diye sorunca, elimi kaldırıp üst tarafları onunla birlikte düzelttim.

Beraber bir hizaya getirdiğimiz saçlarından sonra aniden, dakikalardır bunu bekliyormuşta aradığı fırsatı bulmuşçasına hızla çantasından kapatıcı çıkarıp alnımın köşesine sürdü.

"Seninde alnın kızarmış, pot duruyor. Yüzün güzelleşmeye yakınlaşmışta, güncellemesi yarıda kalmış gibi görünüyor."

Üzerine kısa bir göz attım ve gözüme çarpan şeyle elini tuttum.

"Bu yüzük, sürekli işaret parmağında duruyor." Evden aceleyle çıktığı için orta parmağına taktığı yüzüğü çıkarıp ait olduğu yere taktım.

"Ah, evet." Dedi şaşkınlıkla gülerek.

O'da, rastgele giydiğim kabanımın düğmelerini ilikleyerek yakalarımı düzeltti ve omzumdaki hayali tozları silkeledi.

"Sende üşümekten nefret edersin."

Bunu bilmesine şaşırmadım.

Melda ablam çantasından şeftali tonlarında bir ruj çıkarıp, cep aynasına bakarak sürmeye başladığında ilk defa bir makyaj ürünün rengi çok hoşuma gitti ve ilgiyle yanına yaklaştım. Kolunun altından kafamı çıkarıp rengine daha yakından baktım.

"Ne yapıyorsun, sersem?" Diye sordu gülerek.

"Çok yakıştı bu sana, yüzünün tonunu açtı neredeyse." Dedim şaşkın şaşkın.

Makyaj yapmaktan hiç anlamazdım.

Melda'nın ela gözleri ışıldadı. Beni omuzlarımdan tutup kendine çevirdi. "İnanamıyorum! İlk defa kadınsal bir şeye ilgi duydun, bence bunu hemen denemeliyiz!" Dedi heyecanla.

Bakımlı tırnaklarıyla çenemi kaldırıp dikkatle ruju dudaklarıma sürdü. Bunu hangi zaman dilimine sıkıştırdığını bile anlayamadan kirpiklerimi kırpıştırdım. Sonra aynayı yüzüme tuttu. Tatlı olmuştu... Melda ablamda çekici dursada bende sevimli bir görüntü oluşturmuştu sadece. Dudaklarım kıvrıldı.

Melda ablamın birden suratı donduğunda, ne halde olduğumuzu ancak idrak ettim. Verendanın altında ıslanmasakta dışarıda kopan bir fırtına vardı ve biz makyaj yapıyorduk. Bir anlığına kendimi öyle kaptırmıştımki unutmuştum her şeyi. Ağır ağır babama döndüm.

Şaşkınlıkla, hayretle ve afallamışlıkla ikimize bakıyordu. İkimizde aynı anda boğazımızı temizleyerek birbirimizden uzaklaştık.

"Dostmusunuz yoksa düşmanmısınız belli değil." Diye söylendi.

Aynı anda, "Ne münasebet!" Diye bağırdık.

"En yakın düşmanım!"

"En düşman yakınım!"

Yine aynı anda, farklı cümlelerle aynı anlamlı noktaya vardığımızda birbirimize ölümcül bakışlar atarak arabaya doğru yürüdük.

Eda ablamla aramızda ciddi bir kopukluk vardı. O'nunla hiç bir sorunum olmasada, O'nun bana karşı gizli bir nefreti ve kindarlığı vardı.

Ancak Melda ablam öyle değildi. Her ne kadar O'nunlada birbirimizden haz etmesekte, tuhaf bir şekilde aramızda bir sağ duyu vardı.

Bazen, kardeşlik duygusunu merak ediyor ve onunla aramızdaki buzları bir süreliğine eritiyordum.

Belkide uzun zamandır gerçek bir samimiyete ihtiyacım vardı...

🍷

Melda ve Eda ablam, resmi bir ifade ve asaletli duruşlarla Türkmen holdingin içerisinde aynı yöne doğru ilerlediler.

Asansöre binip, dördüncü katta durdum.

Sancar'ın sekreteri Canan, kemik çerçeveli gözlüklerinin ardından çekik gözlerini önündeki bilgisayara odaklamış; kırmızı ojeli parmaklarını pratik bir alışkanlıkla klavyede dolaştırıyordu. Gereğinden fazla mekanik ve ciddiydi. Aslına bakılırsa bütün çalışanlar; panik, ciddiyet, nizami bir düzen ve robotik bir mizanın içerisindeydiler.

Sekretere yaklaştığımda, elleri klavyede fakat gözleri masasının önünde duran ayakkabılardan tırmanarak yüzüme kadar çıktı.

İnce biçimli kaşları havalandı. "Umarım bu tasasız rahatlığınız, istifanızı vermeye geldiğiniz içindir, Levlâ hanım?"

Şaşırdım. "İstifamı?"

Gözlerini tekrar bilgisayara düşürdü. "Yaklaşık on dakika önce burada olmanız ve-"

Ne söyleyeceğini bildiğim için sözünü kesip masasına doğru eğildimde, hareketleri duraksadı.

"Çok kaygılısınız, kendinize ait bir ilkeniz ve stratejiniz yoksa, siz burada sadece bir çalışansınız. Ancak kendi yöntemlerinizi oluşturursanız..." Biraz durup düşündüm. Kız dikkatle cümlemin devamını bekliyordu. Birden güldüm, "Ne yalan söyleyeyim kendi yöntemlerinizlede siz bir çalışansınız. En iyisi siz çalışan olmaya devam edin, beni niye dinliyorsunuz ki? Oradan bakılınca akıl verecek kadar akıllımı duruyorum?"

Sekreterin dudakları şaşkınlıkla açılırken ona arkamı dönüp gitmiştim bile.

Beni ciddiye alması onun sorunuydu.

Ardından Sancar'ın odasına doğru yürüdüm. Kapıyı çaldığımda, içeriden yükselen gel komutuyla odaya girdim.

Sancar, şehri bir panayır seyri gibi ayaklar altına seren boydan boy camların önündeki koltukta, elleri ceplerinde ayakta duruyordu. Sırtı bana dönüktü.

"On üç dakika, kırk saniye geciktiniz Levlâ hanım." Resmi, tok ve mesafeli sesiyle yerimden bir adım daha ileriye gidemedim.

Kolumdaki dijital saate baktım.

"On üç dakika, otuz dokuz saniye Sancar Bey."

Çatık kaşlarla bana döndüğünde, gergin gergin gülümsedim.

"Geciktiğiniz on üç dakikayı değilde, bir saniyenizimi hesaplıyorsunuz?"

"Vaktinde gelmemiş olmam, vaktinde olduğum bir saniyeyi bile hiçe saymanıza bir sebep değil."

Burun kemerini sıkarak masasına doğru yürüdü. Tek bir mimiği dahi oynamıyor, sert çehresinde en ufak bir gevşeme olmuyordu.

"Şirket sınırlarında, laubali hareketlerden uzak durmanızı öneririm." Dedi erkeksi sesinin gerisinden yükselen sert bir vurguyla.

Ne kadar etkilendim, anlatamam...

Bende yürüyüp masasına yaklaştım.

"Şuan şirketin değilde, sizin sınırlarınızdaysam peki?"

Sancar hayret eder gibi nefesini verdi. O, benimle başa çıkmak için bambaşka bir kişiliğe bürünebilirdi ama ben aynı kişiydim. Dün gece uyuduğu kişiyle, aynı kişiydim.

"Aynı alandayız," Diye mırıldandı siyah bir ajandayı çekmeceden çıkarıp önüme doğru ittirirken. "Ancak sınırlarımın içinde değilsiniz." Netti.

Bu kez tavizsiz ve insanın tüylerini ürperten o tehlikeli ses tonu, kademe kademe yükselip suratıma çarptı. Bu kadar keskin bir çizginin dışına atılacağımı tahmin bile edemezdim.

Adam yüzüme bile bakmıyordu!

Boğazımı temizleyip ajandayı elime aldığım sırada tekrar konuştu.

"Günlük planlarınızı, Canan hanım sizin için derledi. Daha önce satış departmanında hiç iş tecrübeniz yoktu değilmi?"

Ciddiyetinden ödün verse, aramızda bir duygu patlaması yaşanacakmış gibi davranıyordu.

"Elbette var," Dedim gözlerimi kısarak. "Daha önce uluslararası bir firmada, lojistik bir kurumla birlikte doğrudan satış deplasmanında bulundum."

Şaşırdığını, havalanan kaşlarından anlayabildim. Yine dönüp bakmadı yüzüme.

"Şimdi ilgi çekici konuşmaya başladınız. Uluslararası bir lojistik demek... Hangi pozisyonda çalıştınız?"

Gülmemek için yanağımın içini ısırdım.

"Kurye."

Suratındaki ifadesiz ifadenin bile donduğuna şahit oldum. Kahkaha atmamak için farklı şeyler düşünmeye çalıştım.

Sert bir nefes çekti içine. "Hangi uluslararası şirket bu?"

"Burger King."

Dişlerini sıktı. Sakin kalmak için elini masaya yaslayıp bir kaç saniye bekledi.

Aynı ciddiyetle, "Tertipli giyinmeniz gerektiğini biliyorsunuzdur," Diye devam etti direktiflerine. "Odama saç tellerinin dökülmesine tahammül edemiyorum. Saçlarınızı bağlamanız gerektiğinide zaten biliyorsunuzdur ve-"

Umulmadık bir zaman diliminde, bakışları ilk ândan beri ilk defa yüzüme çevrildi. Cümlesi yarıda kalırken, gözleri ilk defa açık bıraktığım saçlarımda dolandı ağır ağır. Kara hareleri kesip düzelttiği kâküllerime değdiğinde ise çehresindeki bütün gerginlik saniyeler içinde yumuşadı sanki.

Buna şaşırmaya fırsat bulamadan, kendine gelip tekrar önüne döndü ve boğazını temizledi.

"Bağlamayın," Dedi âniden. "Saçlarınız zaten kısaymış, dökülmezler." Göz ucuyla tekrar saçlarıma baktı. "Evet, onları bağlamanıza gerek yok."

Elim istemsizce dağınık durmayan saçlarıma uzandı. Saçlarımla şahsi bir problemi olduğundan şüphe etmek üzereydim...

Sancar ketum tavrını sürdürmekte kararlı olmalıydıki, bu ân hiç yaşanmamış gibi çehresini yine soğukluk kapladı. Beyaz gömleğinin kollarını dirseklerine kadar katladığı için damarlı kolunun ve kemikli, büyük ellerinin kağıtların üzerindeki duruşu dikkat dağıtıcıydı doğrusu.

"Bir saatiniz var. Geciktiğiniz için size ekstradan zaman vermeyeceğim. Aksi takdirde mesaiye bile kalabilirsiniz." Dedi ikaz edercesine. "Ajandanıza bakın ve işlerinizi hemen halledin."

Çatık kaşlarla ajandanın ilk sayfasını açtım. Çünkü verdiği sadece bir saat ve itinayla belirttiği işlerinizi kelimesinin altındaki baskın tını gözümü korkutmuştu.

Gördüğüm günlük planla gözlerim açıldı. Bir hışımla defteri kapattım ve pek saygıdeğer patronuma döndüm.

"Bir saatte, kuru temizlemeye, yemeğinize ve toplantı için sunum hazırlamaya yetişemem!"

"Gecikmeniz, benim sorunum değil."

"Sadece on üç dakika geciktim!"

"On üç dakika, otuz dokuz saniye Levlâ hanım." Dedi misilleme yaparak.

Çığlık atacaktım! Yüzümdeki dehşete kapılmış ifadeye bakıp ciddiyetini bozmamaya yemin etmiş gibi hiç bir tepki vermedi. Fakat gözlerinin karanlık buğusuna çalınan keyifli parıltıyı saklayamıyordu.

"O halde neden kendinize bir robot almıyorsunuz!" Diye sitem ettim.

"Burası yerli bir şirket misyonu, dış cepheden üretim sağlamıyoruz. Sizler zamanla, şirket sınırları içerisinde birer robota dönüşüyorsunuz."

Bütün sitemlerime, programlanmış sistematik bir mekanizma gibi laf kalabalığı yapmasındanda nefret ediyordum!

Ağlamaklı bir ifadeyle kapıya doğru yürüdüm. Evlilik sözleşmesini feshettiğim için bu kadar gaddar olması haksızlıktı!

"Kanuni Sultan Süleyman, cariyelerine bu kadar iş yaptırmamıştır!" Diye isyan ettim bu seferde.

Çıkmak üzereyken arkamdan seslendi.

"Hemen giriş departmanında, soldan beşinci kapı."

"Anlamadım, Sancar Bey?"

"Muhasebe birimimiz, Levlâ hanım. Çalışma koşulları size uymuyorsa çıkış işlemlerinizi yapabilirsiniz."

Hah! Ukala ve küstah adamın tekiydi.

Hiç bir şey söylemeden hızla kapıyı açıp dışarıya çıktım ve ardımdan kapıyı sakince kapattım. Ancak çıkar çıkmaz elimi yumruk yapıp havaya hayali bir darbe savurdum ve sinirle yerimde tepindim.

Kapı bir anda açıldığında ise donup kaldım.

"Bir sorunmu vardı?" Diye sordu Sancar.

Saçlarımı geriye atarak, tatlı tatlı gülümsedim. "Elbette yok."

O'da sevimsizce gülümsedi. "Bende öyle düşünmüştüm, asistan."

Tekrar kapıyı kapatıp içeriye girdi.

"Bozuntu herif!" Diye tısladım arkasından.

"Sizi duyuyorum!" Diye bir ses yükseldi içeriden.

İrkilerek kapıdan uzaklaştım.

Omzumun gerisinden, bastırılmaya çalışmış tuhaf bir gülüş patladığında sesin kaynağına döndüm; sekreter Canan'dı. Bıkkın bir nefes aldım.

Benim gibi yatağını bile toplamaya üşenen bir insan için, şuradan şuraya gitmek bile eziyetken bir saatte bu kadar işi yapmamın imkanı yoktu.

"Patronunuz hep böylemiydi?" Diye sordum kıza yaklaşırken.

Oturduğu yerde hafifçe güldü. "Nasıl?"

"Ketum, işkolik, gülmek nedir bilmeyen, acımasız ve despot?"

Canan, zavallı çökük omuzlarıma bakarak bir kez daha güldü ve tekrar bilgisayarına döndü. İstifi hiç bozulmamıştı.

"Aslına bakarsanız Sancar Bey, pek odasından çıkmaz. Odasınada kimseyi almaz. Çalışanlarla muhattabı sadece eğitim süreci için olur... Ve kimsenin şirkette gülmek için bir sebebi olmaz. Sizi istinaden kayırıyorum tabi." Camları ışıl ışıl parlayan gözlüklerinin altından manidar manidar yüzüme baktı.

"Pek tabii, hiç bir asistanını odasında çalıştırmaz ve elinide tutmaz doğrusu." Diye devam etti imayla.

Bu şirkete ilk geldiğimde, toplantı odasını bastığım için Sancar'la odadan el ele çıkmıştık. Ve Sancar bu şirkette bana bir ofis ayırmak yerine odasında yer ayırtmıştı. Canan hanım bunu gözden kaçırmamıştı.

Gözlerimi kısarak yüzüne yaklaştım. "Şirkette, dedikodu dönermi?"

Başını iki yana salladı. "Kesinlikle yasak, zaten bir kaç güne anlarsınız. Kimse birbiriyle sözel temasa geçmez. Sadece iş, çokça iş ve birazda iş."

Şaşkındım.

Şaşırdığım bu düzen değildi.

Sancar'ı tanıdığım ilk günden beri, O'nu hiçte gülmekten noksan bir adam olarak görmemiştim. Aksine insana güvence veren bir yanı vardı.

Ancak bugün karşımda bambaşka biri vardı sanki.

Sanırım O'nunla gerçek anlamda tanışmaya başlıyordum.

"Pekâlâ," Derin bir nefes aldım. "Bana bütün bu işlerin konumunu ve talimatlarını hızlıca takdim edermisiniz Canan hanım?"

"Bir saniye lütfen," Klavyeye hızlı hızlı basarak işini halletti ve tekrar bana döndü.

Ajandamı elimden alarak günlük planıma baktı.

"Kuru temizleme hemen caddenin karşısında, sadece Sancar Beyin ismini vermeniz yeterli. Bugünlük sunumu ben sizin için hazırlarım." Dedi ve küçük bir not almaya başladı.

Gülümsedim. "Bu gerçekten etkileyici bir jest, teşekkür ederim." Diye neşeyle şakıdım.

Şaşkınca güldü.

Fakat ben böyleydim işte. Ruhumda ve kafamın içinde bir mahşer konvoyu vardı ancak oldukça sakin ve her daim gülen bir yapıya sahiptim.

Ardından, "Evet, ne diyordum... Yemek menüsünü, zemin katta bulunan restaurant bölümünden alacaksınız. Bu arada aşçı şefimiz yeni, muhakkak et öğününün terbiye edilmiş olmasını, beyaz un tüketmediğini ve yağlı hiç bir besini tercih etmediğini bir kez daha hatırlatın."

Aman ne iyi...

"Bunları neden ben yapıyorum?"

"Sancar Bey'e ayak uydurmanız için. Siz hem bir stajyer hemde şahsi asistanısınız, bu yüzden onu kendinize rol model olarak seçmeli ve metaforlarını öğrenmelisiniz."

Bezgin bezgin başımı salladım ve topuğumun üzerinde dönerek rotamı değiştirdim.

Oflayarak asansöre doğru ilerledim.

Asansörün yanındaki sarmal merdiven basamaklarının önünde bir temizlik şeridi vardı ve orta yaşlı bir kadın, paspasla yerleri siliyordu.

Tam açılan asansörden içeriye girecektimki aşağıdan, merdiven boşluğundan yukarıya doğru bir alçalıp bir yükselen tanıdık bir ses duydum.

Bir ses...Zihnimde, frekansı bozuk bir radyo gibi cızırdayan o donuk ses tonu...

"Derhal bu yanlış anlaşılmayı düzeltin!" Karşısındaki kişiyi azarlayan bu ses tonu bir kadına aitti. "Tek birinizin hatası, hepinizin işini sekteye uğratır. Duydunmu beni!"

Acımasız, avaz avaz bir gümbürtüyle şirketin duvarlarında yankılanan kadının sesi, onu hiç görmeyen birinin gözünde zalim ve kibirli bir görüntü oluşturacak kadar yargılayıcıydı.

Bir iki adımla trabzanların önüne vardım ve avuçlarımı demirlere yaslayarak kafamı aşağıya doğru eğdim.

Selvi, merdivenlerin tam ortasında; ondan çok aşağıda kaldığı için göremediğim birini rencide ediyordu. İnce, uzun işaret parmağı havaya kalkmış ve tehditkârca karşısına doğrultulmuştu.

"Efendim, biz zaten sorunu çözümlemek için-"

"Bana başkaldırıp hadisizlik etme!"

Burnumdan alaylı ve sinirli bir nefes verdim. Bu kadın gerçekten sinir bozucuydu...

Gözlerim, içi kirli suyla dolu temizlik kovasına kaydı.

Ardından Selvi'nin, kovanın ve temizlikçi kadının arasında bir müddet mekik dokudu.

Sevimli sevimli gülümsedim. Kadın paspası suya daldıracakken, kovayı ayağımla demirlere doğru ittirdiğim için afallayarak yüzüme baktı.

"Temizlediğiniz şey bu zeminmi yoksa ayak izlerimi?"

"A-anlamadım." Diye kekeledi.

"Kirli ayak izleri... Lüzumsuz insanlar ve onların bıraktığı izler." Diye mırıldandım.

Tek hamle.

Ayağım, yağan yağmurdan dolayı ayakkabıların tabanından zemine bastırılmış çamurlu ayak izlerinin kirini taşıyan su kovasına çarptı. Saniyeler içerisinde kova yere çarptı ve içindeki çamurlu su, trabzan boşluğundan dökülerek merdivenlere doğru saçıldı.

Eş zamanlı olarak aşağıdan korku dolu bir çığlık sesi duyuldu.

Dudaklarımı sıkarak boşluktan aşağıya baktım. Selvi, şok olmuş bir biçimde baştan aşağıya çamurlu suya bulanan vaziyetine bakıyordu.

"Aman Tanrım, Selvi hanım sizi daha önce hiç bu kadar yalın görmemiştim!" Diye seslendim aşağıya doğru.

Kafasını ağır ağır bana doğru kaldırdı. Sağ gözü sinirden seğiriyor, çenesi öfkeyle titriyordu. Yüzüne yapışmış ıslak saçlarından çıplak boynuna doğru kahve su damlacıkları yuvarlanıyordu.

"Baksanıza, içinizin kiri dışınıza vurmuş!" Diye bülbül gibi şakıdım.

Şirketin içerisinde ölüm sessizliği vardı. Birde Selvi'nin sık ve göğsünü içeriye göçerten güçlü nefes alış verişleri.

"Sen..." Dedi sıkılı dişlerinin arasından. Fakat devam edemedi.

Çünkü gafil avlanmıştı.

Kendi şirketinde böylesine bir aşağılanma biçimini zibilliyon sene atlatamazdı.

Masum masum gülümsedim. "Burnu dik insanların boynunu yağmur eğdirirmiş." Dedim gülerek. Sonra sahte bir şaşkınlık sardı mimiklerimi. "Aaaa, sizinki biraz çamurlu oldu ama olsun. Nasibinizi almanız bizim için şereftir!"

Arkamı döndüğümde, temizlikçi kadının, bu kattaki tek tük çalışanların ve sekreter Canan'ın sesi soluğu kesilmiş bir şekilde dumura uğramış yüz ifadeleriyle karşılaştım.

Güldüm. "Ben aslında gayet nezih ve tatlı bir insanımdır," Parmaklarımı iç içe geçirerek herkese şirin şirin baktım. "Ama görüyorsunuz ya, her insan gibi bende öfkelenebiliyorum."

Donuk ve ifadesi değişmeyen yüzlere sırtımı çevirerek boşta kalmış asansöre bindim.

Kabinin kapısı kapanır kapanmaz bir kahkaha taştı dudaklarımdan. "Yüz ifadesi görülmeye değerdi!" Daha fazla gülerek aynaya yaslandım.

Az sonra ise yüzümdeki gülümseme dudaklarımda asılı kaldı. Tek bir izi bile kalmadı.

"Bu bir başlangıçtı... Sizi temin ederimki uyuyan güzel canavarı uyandırdınız Türkmen ailesi."

🍷

Annem hep derdiki; karakterine dikkat et, kaderine dönüşür. Düşüncelerimiz duygularımıza ve duygularımız, davranışlarımıza dönüşürdü. Bu yüzden insan hep kendinden ibaretti; kaderide kendisiydi. Duygularına sebep olan bir başkalarını, insanlığının başlangıç noktası zannederdi.

Bir elimde pahalı takım elbiseyi saran şifonyer askılık ve bir elimde titizlikte paketlenmiş yemek menüsü varken, oradan oraya koşturduğum için şirketin önüne varmak üzereyken dizlerim titredi.

Sığ nefeslerimin içerisinde geriye doğru yığılıcak gibi oldum. Yerimde sendelerken beklemediğim kurtarıcı bir kol sırtımın kavisine sarıldı.

"Levlâ?" Derinden gelen buğulu ve tok ses, beynimin içinde bir kaç saniye dönüp durdu.

Göz kırpıştırıp kafamı sağ omzuma doğru çevirdim.

"Cesur Bey?"

Dudağının kenarına sıkıştırdığı beyaz filtreli sigarasının külü ıslak zemine doğru süzülürken, O'na baktım; omzundaki pahalı kaşe kabanının su geçirmeyen kumaşına serilmiş çiğ damlasına benzeyen yağmur tanelerine, kurşuni bakışlarındaki orman yeşiline ve tutamları simsiyah saç tellerine... Bir salon beyefendisinden farksızdı.

O'nuda son iki haftadan beri ilk defa görüyordum.

Kolunu sırtımdan çektiğinde, oluşan boşluk hissiyle elimdeki şifonyer askılığı alıp bir adım geriye çekildi ve karizmatik aynı anda sempatik bir tavırla her zamankinden düzgün duran saçlarıma ve imajıma baktı.

"Etrafımda şık giyinen kadınlar görmeye alışkınım ancak gözlerim ilk defa kamaştı."

Dudağımın çizgisi titredi, tembel tembel gülümsedim.

Cesur Türkmen gözleriyle gülümserdi. Dudakları kıvrılmazdı fakat gözlerinin çemberini saran tebessüm, insana kendisini kıymetli hissettirirdi.

"Sizi burada görmeyi beklemiyordum."

"Hiç bir zaman bir çatışmada ya da askeriyede karşılaşmayacağız, unut bunu." Dediğinde içten bir şekilde güldüm.

Fakat bu uzun sürmedi.

Bir kez daha sendelediğimde kolumdan yakaladı. Tutuşu gevşekti, kolumu tuttuğu halde temas etmemeye çalışan bir hâli vardı.

"Çok hazin bir durumdayım, Cesur Bey!" Diye sızlandım.

İkimizide şirketin yağmur görmeyen stadına doğru çekti.

"Soluk soluğa kalmışsın Levlâ, ne bu acele?"

İç çektim. Tanrı aşkına, sahiden dizlerim tutmuyordu. Sırtımı yasladığım cilalı yüzeyden aşağıya doğru süzüldüm. Cesur, şaşkınlıkla yanıma çöktü.

"İyimisin?"

"Sancar Bey'e edepli tavuk almak için kilometrelerce yol yürüdüm! Kuru temizlemeye bıraktığı gömleği kırıştırmamak için yedi düvel atlattım."

Cesur'un çehresini saran gülüşün kırıntıları, gözlerinin çizgilerine kadar ulaşırken, gülmemek için çenesini kasmıştı.

"Edepli tavukmu?"

Kaşlarım gevşeyerek havalandı. "Ahlaklı tavukmuyduki? Canan hanım özellikle uyarmıştı..."

"Terbiye edilmiş etten söz ediyorsun, sanırım?"

Utançla kızardım. "Kesinlikle."

Tanrı, şuanda dünyayı yok etseydi keşke!

Yada beni bir kaktüse çevirseydi!

Göğsü inip kalktı. Gülmemek için verdiği çaba, yarıda kalan sigarasını söndürtmesine sebep olmuştu.

"Bahsettiğin restaurant şirketin içerisinde ve kuru temizlemede hemen karşıda değilmi?"

Hızla kaşlarımı çattım. "Yüz otuz dokuz adım attım ben, tamı tamına yüz otuz dokuz! Üstelik bekletildim ve bunun için sadece bir saatim varmış."

Tamam, abartıyordum ama bunu çaktırmaya gerek varmıydı? Kesinlikle yoktu.

Cesur başını iki yana salladığında, gülse daha az keyifli görünürdü.

"Hayret bir şey, halbuki patronun pamuk gibidir. Senin gibi bir hanımefendiye büyük hakaret doğrusu." Dalga geçiyordu.

Hemen onayladım. "Çok büyük hakaret."

En sonunda güldü.

"Bu kadar üşengeç bir gelinin, iki haftadır isteme törenini ertelemesine şaşmamalıymış."

Yüzümdeki gülümseme tuzla buz olduğunda, dalgın dalgın boşluğa baktım.

Henüz kimseye evlenmekten vazgeçtiğimizi söylememiştik. Babam üzerime gelmesede, iki hafta içinde Sancar'ında ailesine hiç bir açıklamada bulunmadığı aşikardı.

Neden bunu bir açıklığa kavuşturmuyorduk?

Emin değildim...İlk başta bir sözleşme hesabı olan bu evlilik, benim için kişisel bir çizginin içerisindeydi şimdi. Sancar'ı merak ediyordum. Türkmen köşküne gelin gitmek ve bile bile ateşe dokunmak istemiyordum. Fakat o kapıyı henüz tam anlamıyla kendime kapatmamıştımda.

Çünkü onlarla ödeşecektim; hesap soracaktım ve o yangına bir kibrit çöpüde ben atacaktım.

Peki ya Sancar, O neden kapılarını tam anlamıyla kapatmamıştı?

"Yanlış bir şeymi söyledim?"

Cesur'un sesiyle dalgınlığımdan sıyrılıp ona baktım. Dikkatle yüzümü izliyordu.

Tepki vermeden ayaklandım ve elindekileri aldım.

"Ah, hayır," Dedim kısık bir ses tonuyla. "Staja başlamadan önce okulumla bir aksilik yaşadım. Bu yüzden hayatımı erteledim. İşimi ve evliliğimi... Düşünüyordum sadece."

Zinhar yalandı. İki hafta boyunca odamdan dışarıya tek bir adım bile atmamıştım.

Cesur sessiz kalınca başımı kaldırıp üç adım uzağımdaki suretine baktım.

Yüzünü silik bir karmaşa esir almıştı.

Siyah rugan ayakkabılarının teki geriye çekilmiş, uzaklaşmak isteyen bir mücadeleyle temkinle durmuştu. Bir farkındalık yaşıyor gibiydi; kim olduğuma dair bir sorgu bulutu büsbütün gözlerindeki tebessümün önüne set çekmişti.

Kaşe kabanının sırtı gerilip gevşediğinde, çehresini muazzam bir soğukluk kapladı. Hiç uzaklaşmasada, aramıza devasa bir mesafenin girdiğini anlamak zor değildi. Bu beni afallatmıştı.

Elini nazifçe ileriye uzattı, ardından önünde kavuşturdu. "Buyur, Levlâ. Kaçak gelin." Diyerek yol verdi.

Konuşmamız burada bitmişti.

Kötü hissetmedim ancak gururumun incindiğini hissettim. Biri size olabilecek en samimi yaklaşımda bulunduğunda, etrafınıza ördüğü sıcak duvarı âniden başınıza yıkması adil değildi.

Hiç bir şey söylemeden şirketin manüel dönerli kapısına doğru yürüdüm.

Ama durdum. Durdum ve saygılı bir tebessümle tekrar ona döndüm.

"Bu arada, bugün nasılsınız Cesur Bey?"

Kaşları kavislendi. "Nasıl olduğumumu merak ediyorsun?"

Sesi hafif bir şaşkınlık taşıyordu.

O'nun aksine, benim onda gördüğüm tek şey güçlü bir asker ve bir abiydi. Bu yüzden bana gösterdiği iyi niyetini tek hamlesiyle suistimal etmeyecektim.

"Belki bugün kimse size nasıl olduğunuzu sormamıştır."

Kimse bana nasıl olduğumu sormazdı. Cesur'unda böyle bir kader mahkumu olduğunu hissediyordum.

Dudağının kıyısını çekiştiren sarsıntılı gülümseme buruktu. "İyiyim," Diye mırıldandı. Başını bir kaç saniye eğip, hayret eder gibi güldü. "Basit bir nasılsın sorusu insana bu kadar iyi hissettiremezdi."

Son söylediği cümleyi o kadar sessiz telaffuz etmiştiki duyamadım.

Bu kez gözlerime baktığı zaman, yemyeşil gözlerinin içinde garip bir aydınlık vardı.

"Sana bir nasılsın sorusu borçluyum." Dediğinde güldüm. O'da güldü, gülüşü sanki gönlünden kopup gelmişti. "En ihtiyaç duyduğun zamanda sana iyimisin, diye sormayacağım. Nasılsın diye soracağım."

Arkasını dönüp açık caddeye doğru yürüdü. Geniş sırtını saran kabanı ve iri, uzun boyu göz alıcıydı.

Tıpkı bir savaşçı gibi.

Bir kaç adım atmışken, kalabalığa karışmadan hemen önce caddenin işlek bir noktasına gür kahkahası yayıldı. Şaşkın şaşkın güldüm. Yanından geçen bir adamın omzuna dostane bir şekilde vurup, erkeksi gülüşünü durdurmak için elini çehresine uzattı.

Mutluktan delirmiş gibi bir hâli vardı.

İçeriye girdiğimde, onu test ettiğim için suçluluk duydum. Onda acıyan bir şeyler vardı; tıpkı Sancar gibi. Ancak hangi yönden yara aldıklarını kestiremiyordum. Kan kaybediyorlardı ama kimse farketmiyordu.

Sancar'ın elini sardığımda, hayalkırıklığını kuşanan dalgın bir tebessümü vardı. Cesur'un bir nasılsın sorusuyla öznesine yerleşen hayalkırıklığıyla aynıydı.

Derin bir nefes alırken asansörün önünde durmuştum.

Çalışanlardan biri, elim dolu olduğu için asansörü çalıştırdı.

Dördüncü katta durunca, bana dönen bakışları umursamadan Sancar'ın kapısının önünde durdum. Derin bir nefes alarak ayağımla hafif bir ritimle kapıyı çaldım. İçeriden hiç bir komut alamayınca paldır küldür odaya daldım.

Hiç kimse yoktu.

Elimdeki sıcak öğünü masaya bıraktıktan sonra gömleğide ayaklı askılığa astım. Masada dağınık bir kağıt destesi ve etrafa saçılmış kalemler vardı. Sanki Sancar aceleyle odadan çıkmıştı. Yokluğunu fırsat bilerek odadan kaçtım.

Bu sırada büyük toplantı odasına doğru elindeki altı kişilik kahve tepsisiyle giden sekreteri görünce aklımda bir ampul yandı.

"Canan hanım?" Diye seslenerek durduğum kadının önüne vardım bir solukta. Gözlerimle tepsiyi işaret ettim.

Anlamsızca tepsiye baktı. "Peyami Safa Beyin pazarlama ve satış toplantısı var. Sancar Beyi soracaksan, görmedim. Kahvelerde-"

"Çok yorgun görünüyorsun," Dedim dramatik bir ifadeyle. Şaşırdığında, devam ettim. "Seni görene kadar derbeder olanın ben olduğumu sanırdım."

"Benmi?" Diye mırıldandı kendini gözden geçirirken.

"Evet, senin için o kahveleri ben götürebilirim. Lütfen dinlen."

Kadın afal afal göz kırpıştırırken elindeki tepsiyi izin almadan kaptım ve toplantı odasına doğru yürüdüm.

"Ama Levlâ hanım-"

"Sakin olun lütfen, derin bir nefes alın ve oturun. Size yardımcı olacağım, siz sadece oturmaya bakın."

Gülmemek için yanağımın içini dişledim. Neye uğradığını şaşırmıştı.

Bana engel olmaması için kapıyı çalıp, herhangi bir komut beklemeden odaya girdim. Aynı anda altı çift göz üzerime çevrildi.

En baş köşede, görkemli bir tahta oturmuş gibi masadakilere üstten bakan Peyami Beye dudağımın ucuyla sırıttım. Kaşları çatıldı.

"Kahveleriniz, efendim."

Herkesin önüne tane tane adımlarla kahve fincanlarını ve özel ikramiyelerle süslenmiş su kadehlerini servis ettim.

"Canan hanımın görevini neden siz yapıyorsunuz?"

Duyduğum sesle, benden hiç beklenmeyecek kibar bir reverans yaparak başımı kaldırdım ve Türkmen ailesinin ihtiyar vezirine baktım.

"Deneyim kazanmak için."

"Deneyim?"

"Lüks bir deneyime sahip olmak için, şirketin her alanına ilişmek ve bir arada olan bütün bu büyük işletmecilerin, önder fikirlerine ve pahalı bilgeliklerine aşinalık kazanmaya çabalıyorum, Safa Bey. Bu yüzden sekreterinizden görevini devraldım."

Simsiyah gözlerinin kenarları kırışırken, şüpheyi sezmiş bakışları kısıldı.

Sessiz kaldı. Çünkü tavrımı analiz edecek ve ne yapmaya çalıştığımı, anlamaya çalışacaktı.

Toplantı masasındaki küçük insan güruhu, ensemden aşağıya bir ürperti devinimine sebep olacak şekilde yüzümü seyrediyorlardı.

İçlerinden biri, "Şirketteki konumun nedir, genç bayan?" Diye sordu ilgisiz bir ses tonuyla.

Vereceğim yanıtla beni her ân yaka paça dışarıya attıracak kadar sert duruyordu. Çünkü önemli bir toplantının arasına girmiştim.

Işıl Işıl gülümsedim. "Toy bir stajyer asistanım, efendim. Gözlem yapmak ve çırağı olduğum işin ustası olmak istiyorum."

Sırasıyla göğsü kabaran adamlara baktım.

Dikkatlerini celbettiğim bir başkası, "Bu doğrultuda kat ettiğin bir yol varmı? İcraatsiz, laf kalabalığı sadece akışta kaybolup gitmene sebeptir." Diye, oldukça kaba bir nasihat verdi.

Hepsinin rencide edici, küçümseyici ve cesaretin zırhını kurşuni bakışlarıyla delik deşik eden tavırlarına değin, çenemi kaldırdım.

"Bu doğrultuda rol modelim, Peyami Safa Bey. Stajım için bir kılavuz niteliğinde ve kendisinden öğrendiğim çok şey var."

Peyami Safa Bey, sinek kaydı tıraşına vurdurduğu köşeli çenesini sıvazlayarak yüzüme etkilenmediğini belli eden caydırıcı ve ezici bir ifadeyle bakıyordu. Üstünlük taslamasını sağlayan şey, muhtemelen benim onun gözlerine girmeye çabaladığımı düşünmesiydi.

Serçe parmağını vurdurup, uyku tatilinde erken kalkasıca mundar suratlı herif.

Duyduğum sahte kahkaha sesiyle göz bağımızı kopardım ve bu şirkete ilk geldiğim gün yine toplantı odasını bastığım için Sancar'a laf yetiştiren Bahadır Beyi görür görmez tanıdım.

"Yaptığın tek şey, toplantıyı sabote etmek asistan hanım. Bu bir lise illüzyon gösterisi değil ve sende kendini göstereceğin kadar tecrübeli değilsin. Çık şuradan." Dedi, kinaye, hırs ve kindar bir üslupla beni kovarak.

Beni? Kovarak?

Dudaklarımdan öfke ve hayret dolu gürültülü bir nefes döküldü. Oluşan sessizlik kafamın içinde patladı.

Mağdur bir biçimde, hayalkırıklığıyla gülümsedim.

"Örnek alınacak bir kalıba sahipsiniz, ancak lisanınız bir yöneticiye ait değil. Demekki insanın, insanlığı taşımak için bir sıfattan fazlasına ihtiyacı var."

Adamın masanın üzerindeki eli bir yumruk halini aldı. Üyelerden birinin gülüşünü bastırmak için kafasını eğip boğazını temizlediğini farkettim.

Peyami Beyin ise bana haddimi bildirmesini ve öfkelenmesini bekledim fakat kılını dahi kıpırdatmadan, elini çenesine yaslamış bir vaziyette beni izlemeye devam ediyordu.

"Derhal çık!" Diye tısladı Bahadır Bey.

Yüzüne dik dik bakmamak için ve sakin durmak için tepeden tırnağa sıkıyordum her zerremi. Çünkü ben bunun rövanşını alırdım.

Bir kadın susarak gidiyorsa, fırtınasıyla dönecek demektir.

Ve ben dönmüştüm.

"Elbette," Dedim hüzünle, hevesi kırılmış bir kız çocuğu kadar kırgınca boynumu eğerek. "Fakat bu camiada, yükselmek için sizin gibi adamların bizleri her zaman geride tutacağını bilmek beni daha çok çabalamaya itecektir. Teşekkür ederim."

Kapıya doğru yürümeden önce, kimseye arkamı dönmeden bir hanımefendiye yakışacak şekilde ufak bir jestle omuzlarımı büküp kaldırdım.

Az sonra bir başka üyenin, ardımdan seslenen sesi dağıldı odanın içine. Arkam onlara dönükken sırıttım.

"Dur bakalım," Dedi anaç bir sesle. "Takdire şayan bir cesaret abidesine yüz çevirmek, benim gibi bir yaşlının ayıbı olur." Diyerek beni durdurdu.

Heyecanla onlara döndüm.

Bu kadardı işte; bir tutam övgü, böbürlenerek egosunu şişiren bu insan yığınının tek zaafiyetiydi.

"Gelde göster gözlemlerini. Peyami bu cemiyetin omurgasıdır, ondan kapacağın hiç bir şey yüzeysel değildir." Diye, tekrar beni teşvik etti.

Bahadır Bey saf dışı kalmanın sinir harbiyle adama ters bir bakış fırlattı.

Muhattap olduğum adamın ise sinsi niyeti açıktı. Beni kullanmaya çalışıyordu. Aklınca Peyami Beyi rol model aldığımı söylediğim için, şirketten kaptığım bilgilerin hırsızlığını yapacaktı.

Bende ona uydum ve aptal gibi davranıp kıpır kıpır bir tavırla masaya vardım.

Tanrı beni kahrı perişan etmesin, benden iyi dolandırıcı yoktu.

Bir kaç kişinin sıkılmış bir nefes verdiğini işittim. Ancak Peyami Bey ses etmediği için onlarda araya girmiyorlardı.

"Satışa sunulan bir üretimin, ne tür teknik komplekslerle satıldığını yakından takip ediyorum efendim." Dedim. İşte bu bütün üyelerin duruşunda bir kıpırtı oluşturmuş ve tepkisizliklerini bozmuştu.

Çünkü bu, onlar için şirketin beyninden geçen en ufak bir düşünceyi dahi duymak ve fırsata çevirmek demekti.

Başından beri hiç konuşmayan bir üye, "Ne kadarına hakimsin?" Diye sordu, gizli bir kurnazlıkla. Beni kafaya aldıklarını sanıyorlardı.

Peyami Bey ise hâlâ dümdüz bir pozisyonda oturuyordu. Daha şirketteki ilk günümdü ve hiç bir olgumun, iş prosedürüne hakim olmadığımın bilincinde olduğu için sadece kendini akıllı sanan adamlara karanlık bir perdenin ardından alayla bakıyor ve benimde kendimi, kendi kendime rezil etmemi bekliyordu.

Ve bende ilk oyunumu oynamaya başladım.

"Örneğin, Yes-Set taktiği Peyami Beyin bir numaralı kuralıdır. Bir projenin öncesinde size maliyeti yüksek bir satış pazarlar, bu önermeyi reddedeceğinizi bilir ve aslında başından beri pazarlamak istediği projeyi size daha uygun bütçeye, bir kampanya suretiyle sunar. Bu hipnotik bir taktiktir." Diye başladım, pot kırdığımın farkında değilmiş gibi.

Peyami Safa Beyin suratına yediği afallamışlık sillesiyle bütün ifadesizliği sarsıldığında, karşısında sersem bir stajyerden fazlası olduğunu farkettiğini anladım.

Üyelerin sert ve kuşkulu bakışları saniyesinde ona doğrultulmuştu.

Her şeyden habersiz, saf bir maskeyle devam ettim maskeleri düşürmeye.

"İkinci bir taktiği, dolaylı telkindir. Size bir önerme sunar ve satacağı ürünü, satıcının değilde sizin kaybınızmış gibi piyasadaki değerini öne sürerek, size kaybetme korkusu aşılar. Yüzü bambaşka ama astarı sökük bir pazarlama stili adeta...!"

Bugün şirkette ikinci defa ölüm sessizliği vardı.

Odadaki atmosfer basık ve kasvetli bir hâl alıyorken, bakışlar birbirine kilitlenmişti.

Bütün bu sahnenin öznesi ben değilmişim gibi, hiç bir şeyin farkında olmayan bir coşkuyla projelere parlak gözlerle bakıyor ve Peyami Safa Beyin sahtekâr yüzünü masaya döküyordum.

"En uzlaşmacı taktiği ise, ikna kabiliyetidir. Zira, siz kendinizi daima ön planda sanarsınız. Sunduğu projenin pahalı olduğunu değil, premium sağladığını düşündürtür. Çünkü sunduğu şeyi keşfetmenizi ister, denemenizi değil. Bu sayede yine kendisinin size ihtiyacı olduğunu düşündürtür ve gururunuzu ince ince sabote eder."

"Sen ne saçmalıyorsun?" Diye gürledi en sonunda patlayarak.

Bahadır Bey, "Dinlemekte fayda var." Dedi, aksi bir ifadeyle.

Bundan cesaret alarak son kozumu döktüm ortaya.

"Ah, en önemliside hiç bir proje tek bir işletmeciye özel değildir. Herkese sunulur ve en uygun aday seçilir-"

"Yeter!"

Daha fazla ileriye gitmedim ve geriye çekildim.

Sancar'a miras bıraktığı kömür karası gözlerinde, dipsiz birer çukurun boşluğu vardı sanki. Beni diri diri gömebilirdi gözlerinin ardındaki karanlığa.

Kendini daha fazla kontrol edememişti.

Dişlerini sıkarken bastonuna pençe gibi sarılan yumruğuna baktım. Damarları belirginleşmiş çizgili elleri, ürkütücü duruyordu. Baştan aşağıya kasılmıştı çünkü beklediği kesinlikle bu değildi.

Bilmediği bir şey varsa, oda ben aptal cesaretiyle kafa tutmazdım. Dersime çalışır ve öyle çıkardım karşısına.

"Biz bu projeyi değerlendirelim." Diye söze giren Bahadır Beyle, herkes bunu bekliyormuş gibi üyeler teker teker ayaklanmaya başladı.

Şimdiye dek satılmış olması gereken projeyi, erteliyorlardı.

Sahte bir şaşkınlıkla, "Biraz önce projeyi almakta kararlı görünüyordunuz beyefendi, şimdi ise kararsızsınız." Dedim ama kafalarını karıştırdığımı biliyordum. "Fakat bilirsiniz, en kötü karar bile kararsızlıktan iyidir."

"Sonra konuşalım." Diye kestirip attı bir başkası. Yine atıldım.

"O halde neden sonra gelmediniz?"

Dönüp bana ciddi bir bakış atınca sus pus oldum.

Peyami Bey, bu tezatlığa karşı çıkmadı. Yerinden bile kalkmaya tenezzül etmeden, ona sırtını dönen yoldaşlarına tek bir teselli sözcüğü yada düzeltme çabasında bulunmadı.

Bu onu haksız düştüğü durumun dibine çekiyordu fakat onun tek odağı şuan bendim.

İnsanı cayır cayır üşüten soğuk bakışları benim üzerimdeydi.

Herkes ardı ardına toplantı odasını boşalttı saniyeler içerisinde. Odada ikimiz dışında kimse kalmadı.

Yüzüme yavaş yavaş zafer kazanmış bir tebessümün yerleşmesi uzun sürmedi. Şimdi mağdur değil, mağrur ve dik bir duruşum vardı.

"Aklınca, zedelenmiş onurunumu tamir etmeye çalışıyorsun?" Diye sordu sakin ama tehlikeli bir ses tonuyla.

En başından beri benden hiç haz etmiyordu. Bakışlarında bir tiksinti vardı.

"Ben yalnızca sustum ve bana sırtınızı dönmenizi sağladım." Tatlı tatlı gülümsedim. "Sonrada sizi sırtınızdan vurdum, çünkü buda aşağılama biçiminin bir başka çeşididir."

Beni aşağıladığını zannettiği bütün ânları, misliyle ona iade edecektim.

Beklenmedik anlarda beklenmedik hamleler yapmanın tadını seviyordum.

O köşkte gördüğüm muameleyi, onlara zehir edecektim. Çünkü ben kindar bir kadındım.

Az sonra alaylı ve öfkeli kahkahası odada kulak tırmalayıcı bir dalga halinde yayılıp, suratıma çarptı. Deli dolu ve şeytani bir gülüştü bu.

"Küçük bir kız çocuğunun hırsı, işimi baltalayamaz. Ben izin verdiğim kadar karşımdasın," Nefretvâri bir vurguyla devam etti. "Sen bu azınlığınlamı duracaksın karşımda? Kimse varmı yanında?"

"Var," Dedim kendimden emin bir yüz ifadesiyle. "Yanımda Tanrı var. Fazlasıyla kalabalığım."

Bir kez daha alayla, boğazdan yükselen tuhaf bir tınıyla güldü. "Siz küçük insanların, başı sıkışınca Tanrıyı hatırlaması ne gülünç!"

"Tanrı'yı hiç anmayan bir insan, zor ânında onu neden hatırlasınki? Siz yeterince anlayamamışsınız bu denklemi."

Yüzündeki tebessüm tuzla buz oldu.

Hissiz, buz gibi ve ruhsuz bakışlarla enaniyetli oturuşuna bakıyordum. Belli etmemeye çalışsada öfkeyle dolup taşıyordu.

Toplantı odasının kapısı destursuz bir ritimle açılıp, ahşap kapının menteşelerini sallandıran bir hızla duvara çarpılmasıyla dikkatim dağıldı ve boşluğuma denk geldiği için irkilerek kapıyı açan kişiye çevirdim yüzümü.

Sancar'dı.

Peyami Bey hiddetle altın topuzlu bastonunu zemine vurdu.

"Al şu kızı, gözümün önünden Sancar!"

Sancar'ın, bir mavzer kurşunu gibi vurduğunu süratle yere çarpan öfkeli bakışları doğrudan yüzüme saplanmıştı. Geniş göğsü kesif soluklarıyla havalanıp, derin bir nefesle iniverdi ansızın. Yüzüme baktıkça çehresi yatıştı ve adımları bana doğru ilerledi.

"Levlâ," Dedi sakin bir ses tonuyla. İlk başta bana seslendiğini sandım ama hayır, ismimi babasına takdim ediyordu. "Adı Levlâ. O'nun bir adı var. Adının anlamı, olması gereken her şey ve bu yüzden kimse O'na hiç varolmamış gibi hitap edemez."

Peyami Bey çatık kaşlarla oğluna döndü.

"Evime gelin diye getirdiğin kıza bak, tek işi her şeyi berbat etmek!" Diye söylendi.

Yutkunarak önümde duruşunu izledim. Babasının yüzüne bile bakmıyordu. Kara gözleri üzerimde gezinirken, büyük avucu belime sarıldı. Nefesim kursağımda takılı kaldığında, beni göğsüne doğru çekmişti.

"Gözünümü korkuttu?" Diye sordu Sancar babasına, dudağının kenarıyla gülümseyerek. "Sana itaat etmeyen küçük bir kadın, büyük imparatorluğunu şimdiden sarsmış bile. Gardını kuşansan iyi edersin."

Bir saat öncesine kadar aramıza koyduğu masefeyi biranda yerle yeksan ettiği için donup kalırken, soğuk dudaklarını saçımın tepesinde hissettim. Ve yemin ederimki baştan aşağıya titredim.

Parmaklarım sıkıca koluna sarıldı.

"İkinizde çıkın odamdan." Diye çıkıştı Peyami Safa asabi asabi.

"Gidelim," Diye fısıldadı kulağıma. Dudakları saçlarımdan sürtünerek şakağımda durdu. "Odamıza."

Büyük avucu bel boşluğuma yaslı, bedenimi neredeyse odadan çekiştirerek çıkaran adama itiraz etmeden uyum sağlıyordum. Saniyeler sonra kattakilere gözüm bile değmeden kendimi onun odasında buldum. Sorgulamaya dahi firsat bulamadığım bir ânın içindeydim.

Nabzımın birden dudaklarımda attığını ve gerginlikle şah damarıma vurduğunu hissettim.

Daha hiç bir şey idrak edemeden, sırtım sertçe kapının ahşap yüzeyine yaslandığında; gerçeklik algımı yitirerek soluğu soluğuma karışan adama baktım.

Aramızda sadece bir nefeslik boşluk vardı. Tıpkı dün gece gibi.

Ve her zaman olacağı gibi.

"Ne yaptığını sanıyorsun?" Diye fısıldadım bocalamış bir ifadeyle.

Burnu burnuma çarpana kadar yüzüme yaklaştı.

"Bunu benim sana sormam gerekiyor, Levlâ. Sen ne yapıyorsun, ne yapmaya çalışıyorsun?"

O'ndan uzaklaşmak için beni kıstırdığı yerden kaçmaya çalıştım ama kollarıyla beni kafesleyerek daha çok kapıyla arasına sıkıştırdı.

Nefes nereden alınıyordu sahi?

Sert bir nefes verdim. "Ben hiç bir şey yapmıyorum! Çekil önümden."

"Baban biraz önce buradaydı," Dediğinde çırpınışlarım durdu.

Peyami Beyin odasına endişeyle girişini ve beni apar topar çıkarmasını şimdi anlıyordum.

Kaskatı kesildim. Oldukça yakınımda olan gözlerinin içine tedirginlikle baktım.

"Neden?"

"İcazet almamızı istedi." Başını omzuna doğru düşürdü. "Kızımı alıp götür ve onu boyunduruğun altına al, dedi. Seni bu akşam babandan isteyeceğim, Levlâ."

Ayak parmak uçlarıma kadar gerçek bir hayalkırıklığıyla buz kestim. Gözlerim tek bir noktada sabitti. O gözümden akmayan yaşların, sinemi ne kadar sıkıştırdığını ve tam bağrımın ortasına bir taş gibi oturduğunu hissediyordum.

Babam beni evimden göndermek istiyordu.

O ân anladım, hayat mücadelemin tam ortasında ağır bir darbe yediğimi.

Çeneme dokunan parmaklar, yanağıma kadar uzanarak beni kendisine çevirdi. Sonu olmayan bir boşluk içinde Sancar'a baktım. Hiç bir şey hissetmiyordum.

"Buradamısın?"

"Kayboldum."

"Beni takip et o zaman."

"Ya sende yanlış yoldaysan?"

Gözlerinde karanlık bir dehliz vardı. Sanki gözleri önceden bir çift elmastıda, ışığı sönmüş ve yanarak bir çift kara kömüre dönmüştü.

Sırtım kapıdan kayarak en yüksekten en dibe doğru düşüşe geçti. Yere çöktüm. Sabah kavga ettiğimiz içinmi beni evden göndermek istiyordu Vahit Özden? Neden kıymetli eşinin ve ablalarımın yaptıklarını ve onlara karşılık verdiğimi göremiyordu?

Yoksa artık o ailede yerim yokmuydu? Daha önce varmıydıki?

"Levlâ," Önüme benimle birlikte çöken Sancar, kaküllerimi alnımdan geriye çektiğinde dudaklarımdan içeriye bir iç çekiş soludum.

"Tamam," Dedim fısıltıyla. Gözlerim beyaz bir noktaya bakarcasına kör olmuştu sanki. Hiç bir şey göremiyordum. "Seninle evleneceğim."

Ansızın dizgini kopmuş bir kahkaha koptu boğazımdan. Sancar'ın eli yüzümün sınırında donup kalırken, ikimizin arasına bir sır timsali dökülen son sözlerim içimdeki canavara aitti.

"Kaybedecek hiç bir şeyim kalmadı, öyleyse herkesi kendimle eşitleyene kadar durmayacağım."

...

Bölüm daha uzun olacaktı ama ikiye böldümki, sonradan okuyanlar bölümler birikince uzunluktan sıkılmasın diye. Bu arada hiç etkileşim yok... Bu yüzden yazma motivasyonum yükselmiyor. Lütfen fikirlerinizi belirtmekten çekinmeyin🫶

Bu arada hazır olun kız istemeye gidiyoruz sgsgcvdc

 

Loading...
0%