@zeynepsara
|
Merhabalar. Cuma günü bölümü atacağım demiştim ama son olan kadın cinayeti olayı zihnimi o kadar sarstıki, bölümü düzenlemeye adapte olamadım. Keyifli okumalar ♡
7.Bölüm: "Kız İsteme Merasimi" İnsanlar, birgün güveninizi tamamen israf ettiğinde ve geriye hiç bir şey bırakmadığında; birisi çıkıp gelir, güveninizden geriye kalan kırıntıları tasarruf ederek size yeni bir inanç bahşederdi. Bu, büyümenin ilk evresiydi. Fakat benim babam, inancımı öylesine ziyan etmişti ki; ne kadar büyürsem büyüyeyim, güvenim hep çocuk kalacaktı. Kafamın içinde ışıklar patlıyor, kulaklarım uğulduyordu. Kızımı alıp götür ve onu boyunduruğun altına al, diye Sancar'a beni istemesini söyleyen babamdı. Bu cümleyi nasıl kurabilmişti? Sancar'la göz göze ve yüz yüzeyken, acı bir kahkaha daha döküldü dudaklarımdan. Gözlerimin kahvesi cayır cayır yanıyordu; burnumun direği sızlıyor, içim titriyordu. Bunun karşılığında ise daha yüksek ve daha delirmiş bir kahkaha kopuyordu boğazımdan. "Bir tek Tanrı'ya itaat ederim," Dedim gülüşüm birden histeri bir hızla kesilirken. "Karşımdaki insan olduğu sürece, benimle eşittir Sancar. İnsan eşittir insan. Bir insanın boyunduruğu altına girmek için fazla insanım ben. Anlıyorsun değilmi?" Saçımın hizasındaki eli benden uzaklaşarak aşağıya indi. Bakışları delici ve rahatsız ediciydi. Sanki... Sanki göğüs kafesimin içini izliyordu. Ne hissettiğimi anlıyor gibi bakmasını istemiyordum. "Bunu kanıtlamak için, önce düştüğün yerden kalkman gerekmezmi?" İndirdiği eli tekrardan yavaşça havalanırken, avuç içini açarak bana uzattı. Yutkunarak uzun uzun eline baktım. Az sonra o eli tutmadan çöktüğüm yerden ayağa kalktım. Kimseye tutunma Levlâ, kimse kalıcı değildir. Bunu beklemeyen Sancar, bir kaç saniye boyunca boynunu eğip havada asılı kalan eline baktı. Eli yumruk olup yanına düştükten sonra derin bir nefes alarak oda ayaklandı ve karşımda durdu. Gözlerimin içine baktı. "Akıl sağlığın öfkeye dönüşünce, gücünü keşfediyorsun." Kinayeyle güldüm. Soğuktum, buz gibiydim, mesafeliydim. Çünkü bu evliliğin adı, güçtü. Babama karşı durmaktı. Hırsa ve intikama dönüşmemeliydi. Ama dönüşmek üzereydi. "Güç, öfke nöbeti geçirirken serseri bir kurşun gibi sağı solu dağıtmak değildir." Dedim alayla. "Kimsenin öfkelenmeden savaştığını görmedim." "Kimsenin savaşırken öfkesine yenildikten sonra kazandığını görmedim." Keskin kıvrımlı dudaklarını aralayıp, bu atışmaya devam edecekken duraksadı. O'nunla değilde kendimle kavga ettiğimi anladı çünkü. Ağır ağır çelişkilerimi ve boşlukta sallanan gözlerimi izledi. Söylediklerim, yaptıklarıma tezattı. Çünkü doğruyu söylüyordu, ben öfkeme yenik düşmeyene kadar savaş meydanına atılmıyordum. Bana doğru bir adım attı. Sanki aramızda sadece bir insan boşluğu kadar az bir mesafe yokmuş gibi. "Bu evliliği, boyun eğmen için değil; baş kaldırman için yapmıyormuyuz Levlâ?" Diye sordu, gözlerimdeki boşluğa tutunmak istercesine. Dişlerimi sıktım. Karşısında korunmaya muhtaç, babası onu evden gönderdiği için ilgi bekleyen küçük bir kız çocuğu yoktu. "Sen beni değil," Dedim sinirden titrerken. "Aileni benden koru Sancar. Zira, öfkem gardiyan kesilmeden önce aldığım zararı daha iyi karşılayabilmek için sakin dururum ben. Beklerim her şeyin zamanını." Bir hışımla kapıya döndüm. Ancak çıkmak üzere arkamı döndüğümde, kolumu kavrayan büyük parmaklar beni bir ânda hızlıca kendine çekti ve omzum Sancar'ın omzuna çarparken, burun buruna geldik. Artık O'da öfkeliydi. Anlaşılmak ve anlayışlı davranmak istiyordu ama buna izin vermiyordum. "İleriye gitme. Bundan ilerisini göremeyeceğin kadar zifiri karanlık." Kolumu çekmeye çalıştım, buna karşılık iki kolumuda dirseklerimden kavrayarak bedenimi bedenine yasladı. Yakınlığı karnımın aşağısına bir kramp sapladı âniden. "Babama karşı durmak sandığın kadar basit ya da-" "Basit ya da değil! Babandan, Selvi'den, ya da her ne haltsa hiç birinizden korkmuyorum! Duydunmu beni? Hasar aldığım kadar hasar veririm!" "Selvi'ye bir daha dokunmayacaksın." Diye soludu ansızın hiddetle. Kollarının arasındayken çırpınmayı bıraktım. Zaman zarfı bilincimde yavaşlamaya başladı. "Selvi'ye dokunmayacağım öyle mi?" "Dokunmayacaksın Levlâ! Bugün şirketin ortasında yaptığını bir daha yapmayacaksın." Sahiplenici öfkesine değin, önce dirseklerimi kavramış ellerine düşürdüm bakışlarımı. Daha sonra ise aramızdaki sıfır mesafeye baktım. Başlangıç ânı olmayan şiddetli bir kuvvetle geriye ittim onu. Bunu beklemediği için elleri üzerimden uzaklaşırken geriye çekildi. "Yeter artık! Bıktım hepinizin bana karşı birilerini savunmasından! Bütün kabahat bendeymiş gibi kendi çemberinizdeki insanları gazabımdan sakınmasından!" Diye bağırdım, sesim duvarlarda yankılanıp onun suratına çarparak bana geri dönerken. Kesik kesik soluklarla göğsüm hızla inip kalkıyordu. Selvi bana tuzak kurup, beni attan düşürdüğünde; buna karşılık vermemi ve arkamda olacağını söylemişti. Şimdi ise tam tersini dile getiriyordu. "Yalancı!" Dedim dişlerimin arasından. "Bütün dünyaya meydan oku, ben seni alkışlarım demiştin." "O dünyanın içinde Selvi yok." İfadem duvara toslamış gibi bütün liyakatini yitirdi. Kirpiklerim titredi. Kuzenine nasıl bir bağlılığı vardı? O'na verdiği değeri, yüzündeki ifadeden okuyabiliyordum. Ondan hiç bir zaman bir beklentim olmamıştı, hatta babam gibi beni yarı yolda bırakmasınada kırılmamalıydım ama göğsüme batan hisse bir anlam veremiyordum. Anlam yüklememem gerekirdi. Bu sadece sözleşmeli bir evlilikti. Tıpkı vergi borcu için çalışmak zorunda olduğun sığıntı bir iş ahdi misali. "Ben, bana yapılana karşılık vermekten başka hiç bir şey yapmıyorum. Değil sen, önümde hiç kimse duramaz." İfadesinde depreşen yılgı ve ürpertici dalgalanma, aramızdaki yabancılığı ilk defa suratımın tam ortasına çarptı. Aramızdaki mesafeyi, üç büyük adımla kapattı. Yüzüme eğildi. "Anlamıyorsun." Dik dik gözlerine baktım. "Seni anlamak için hiç bir sebebim yok." Sert soluğunu sus çizgime üflediğinde, ensemden aşağıya soğuk bir ter damlası süzüldü. "Bilemezsin, beni anlamaya mecbur kalmayacağını bilemezsin." Diye fısıldadı esrarengiz bir ses tonuyla. "Hiç bir şeye mecbur değilim, en çokta sana." "Selvi kanser hastası." Diye mırıldandı birden. İşte bu donup kalmama sebep oldu. "Teşhisi konulmuş ağır bir hastalık, ufak bir darbeyle cinayete dönebilir." Dediğinde, yerimde sendeleyerek sıkıca koluna tutundum. Baş parmağı boynumdan sürtünerek çeneme çıktı, büyük parmakları yanağıma doğru uzandı. "Sana engel olmaya çalışmıyorum, başa çıkamayacağın yükleri sırtlanıyorum." Nefes alamadım. Biraz önce onu suçlamışmıydım hiç yoktan? Başıma keskin bir sızı saplandı. Annemi alan kanser, Duby'i hayattan koparan kanser... Selvi'nin solgun yüzü düştü zihnimin kuytularına. Köşkte gördüğü özel imtiyazın, son günlerine birer armağan olduğunu kim tahmin edebilirdiki? Selvi'den nefret ediyordum, fakat benim yüzümden hastalığını ilerletecek herhangi bir hamle; ömür boyu vicdanımın kan kaybetmesine sebep olurdu. "Tout est pour tòi," Diye mırıldandı belli belirsiz Sancar. Sesi dingin bir denizin durgunluğunu taşıyordu. "Mâ beauté." Elektrik akımına kapılmış bir hasta misali mimiklerim sarsıldığında, içine sızdığım derin buhrandan sertçe bulunduğum âna çarptım. Fransızca telaffuz etmişti son cümlelerini. Duymamı istemediği her şeyi fransızca dile getiriyordu. Mâ Femme... Karıcığım, gibi. "Her şey senin için, güzelim." Demişti biraz evvel. Buda neydi şimdi? Bocalayarak geriye çekildim. Fakat ona, bunu anladığımı belli etmedim. "Gitmem gerek." Dedim fısıltıyla ve bu kez hızlı adımlarla bir solukta kapıya vardım. İtiraz etmeye fırsatı bile olmamıştı. Kapıyı açtığım ân koşturarak kendimi dışarıya atmıştımki, bu sırada asansörden telaşla inipte bana doğru gelen babamı gördüm. Adımlarım çivi misali yerine çakıldı, gözlerimi terk eden yakıcı öfke tekrar yerini esir aldı. Babam ne diyeceğimi biliyormuş gibi iki elini yatıştırıcı bir hareketle sallayıp, yanıma yaklaştı. "Evde konuşalım. Lütfen, kızım." Burnumdan sinirli bir nefes alarak yanından geçip gittim. Aynı ânda, "Levla!" diye seslenen babam ve Sancar'a dönmeden, parmağımı kırarcasına asansör tuşuna bastım. Arkamdan adım sesleri duysamda yüzümü onlara dönmedim. "Orada dur, damat." Açılan asansöre binecekken, babamın kıskanç ve vurgulu sesiyle duraksayıp omzumun üzerinden geriye baktım. Sancar bana doğru kalkan adımını tekrar geriye atarak, sabır dileyen bir ifadeyle babama baktığında, babam burun kıvırarak yanıma yaklaştı ve beni kolunun altına çekti. Boş boş omzuma sarılan koluna çevirdim bakışlarımı. "Saat tam sekizde, evimde olmazsan kızımı sana vermeyeceğim." Sancar'ın kaşları havalandı alayla. "Neyseki dakik bir adamım, Vahit Bey." Babam yapmacık bir gülümsemeyle kolunu benden çekerek ellerini birbirine vurdu. "Hayırlısıyla trafiğe sıkışmanı diliyorum, damat." "İhtimalleri çürütmek için erkenden yola çıkacağıma emin olabilirsiniz." "O halde her ihtimale karşı 7:59'da kapımda olmanı tembihlerim." "Bir dakikamı suistimal eden nedir?" "Vakit nakittir, damat. Eşime, kapıyı zamanında açmaması için rüşvet teklif edeceğim." Sırf geç kalması için sunduğu bütün engeller takdire şayandı. Bu caydırma politikasıda nereden çıkmıştı? Tanrı aşkına derdi neydi bu adamın? Sancar'a, beni gelip istemesini kendisi söylememişmiydi? "Korkarım ki sizi hayal kırıklığına uğratacağım, çünkü kızınızı sizden alacağım Vahit Bey. Kâh sekizde, kâh kaçırarak." Gözlerim açıldı. O az önce babama beni kaçıracağınımı söylemişti? Babam, korumacı bir tavırla hızla beni kolunun altına aldı. "Kızımı kaçırırsan seni kevgire çevirene kadar delik deşik ederim, çocuk!" Diye tısladı. Sancar gülecek gibi oldu fakat kendini tuttu. Elini teslim olurcasına havaya kaldırdı. "Sadece şakaydı." Babam huysuz huysuz, "İyi, sen yinede dikkat et. Yolda çevirmeye falan takılma." Dedi açıkça, sırf beni isteyemesin diye polis çevirmesine haber vereceğini bildirerek. Sancar siniri bozulmuş gibi güldü. "Beni bu kadar düşünmeniz, gözlerimi yaşarttı doğrusu." Babam memnuniyetsiz bir ifadeyle benide alarak hiç bir şey söylemeden asansöre bindi. Kabinin kapısı kapanmadan önce Sancar'ın katran karası gözlerine kısa bir an bakıp önüme döndüm. Babamla hiç konuşmadım. Ta ki, asansörden inipte Türkmen holdingin otobanına inene kadar. Saniyeler dakikaları, dakikalar yarım saati buldu. Sessizliğimin gürültüsü babamı iyiden iyiye germiş, yol boyunca bana kaçamak bakışlar atmasına neden olmuştu. Siyah araç, evimizin önünde durunca hiç beklemeden indim. Zemini döven adımlarla, zıvanadan çıktığımı belli edercesine bir solukta vardığım kapıya rastgele büyük yumruklar savuşturdum. Sezen abla korkmuş bir şaşkınlıkla kapıyı açıp, elini göğüs kafesine yaslayarak geriye çekildi. "Kızım, niye Osmanlı kapısına dayanan viyanalar gibi çalıyorsun yine kapıyı?" Sinirle inleyerek evin içine girdim. Üstümdeki ceketi yere fırlattım, ardından koltuğa bir tekme attım. Melda ve Eda ablamda buradaydı. Sanki neler olacağını önceden tahmin etmişlerde, merdivenlerin başında hepsi tetikte beklercesine ayaktaydılar. "Sanki birazcık sinirli gibi?" Dedi fısıldadığını zanneden Melda. "Dikkatli bakılınca, birazcıktan biraz daha sinirli gibi." Diye ekledi Eda. "Alt tarafı biraz cinnet geçirmiş gibi görünüyor." Bunu söyleyen ise Feraye'ydi. "Kesin sesinizi!" Diye çığırdım. Babam soluk soluğa bulunduğum avluya giriş yaptı. Ardımdan koşturmuş olmalıydı yaşlı herif "Yaygara koparmadan önce dinle beni-" Sesimin oktavı, evin dört bir yanında yankılanacak kadar kızgınlıkla bağırdım. "Sırf kahrolası mevkin için, ilk defa kendi isteğimle yaptığım bir işte bile kendi sözünü geçirecek kadar bencil olman şartmı baba!?" "Kızım, bir dinle-" "Nasıl gidip evleneceğim adama, beni dizginlemesini söyleyebilirsin? Benim evcilleşmem ya da ehlileşmemmi gerekiyor?" Masanın üzerindeki gümüş şamdanı kaptığım gibi duvara fırlattım. "Aramızdaki saygıyı mahvettin! Lanet olası itibarın için Sancar'la aramdaki iletişime zeval getirdin!" Yanaklarım öfkeden kızarmıştı. Elim ayağım boşalmış, parmak uçlarımdaki bütün kan çekilerek buz kesmişti. "Göründüğü gibi değil." Diye açıklama yapmaya çalıştı babam. Elimi sertçe saçıma geçirdim. Öfkelenince doğrudan saçlarımı çekiştiriyordum. Çünkü ruhani bir acıyı, en fazla fiziksel bir acıyla bastırmaya çalışabilirdiniz. "Bir kadın ne zaman ölür biliyormusun Vahit Özden? Bir adamın boyunduruğu altına girdiğinde, bir evde sığıntı gibi yaşadığında gömülmeden ölür!" "Levlâ-" Sesini duymaya tahammül edemeyerek ellerimi kulaklarıma bastırdım. "Her şeyi mahvediyorsun," Dedim sayıklayarak, kafamı iki yana sallarken. "Bana sözünü geçiremediğin için, evleneceğim adama beni boyunduruğu altına almasını isteyecek kadar kötü bir adamsın sen. Annem öldüyse, senin kahrından ölmüştür." Son cümlem, evdeki bütün sesi soluğu bir bıçak timsali ikiye böldü. Holün içine kuru bir ayaz soğuğunun doluştuğunu hissettim. Babamın gözlerindeki duvarlar birer birer çatlayıp, ifadesi darmaduman olduğunda; üzerimize sinen sessizlik kulaklarımı çınlattı. Fakat bunu umursamak gelmedi içimden. Çünkü onun yüzünden, onlar yüzünden; olduğum şeyle, olmadığım şey arasında sıkışıp kalmıştım. Olmak istediğim karakterle, insanların beni olmaya zorladığı karakter arasında korkunç bir dönüşüm yaşıyordum. Boğazımda yüklemi olmayan binlerce cümle birikmişti. Aramızdaki aşılamaz boşluğa kederli nefesi döküldü babamın. "Yanında durmaya çabalarken, seni her seferinde karşımda buluyorum." Diye mırıldandı ihtiyatını yitirmiş bir ses tonuyla. Vicdanıma sesini geçirmemesi için onu dinlemedim. Etrafıma bakınarak ellerimi başımdan indirdim ve derin bir nefes aldım. Ürkünç ve ölgün bir tebessüm filizlendi kurak dudaklarımda. "Ah, belkide kavgamızı bu akşam isteme törenine katılacak olan pek saygıdeğer misafirlerimizin evi bu halde görmemesi için erteleyebiliriz babacığım." Babam anlamsızca etrafına baktı. Duvara attığım gümüş mum şamdanlığı, dağınıklık çıkarmadan bir köşeye devrilmişti. Şimdiden etraflıca temizlik yapıldığı için derli toplu ortamda göze batan hiç bir şey yoktu. Şimdilik. "Ne varmış evin halinde?" Diye sordu çatık kaşlarla. Gülüşüm büyüdü. Aheste aheste yürüyerek, yemek masasının önündeki sandalyeyi çekip aldım. Ayaklarını, rahatsız edici sesler çıkarması için parke zemine sürterek holün içindeki boydan boya büyük sürgülü camlarının önüne çekiştirdim. Kimse ne olduğunu anlayamadan havaya kaldırdığım ahşap sandalyeyi bir çırpıda cama fırlattığımda; kızlardan yayılan çığlıkla birlikte kırılıp parçalanan camlar, tuzla buz olarak evin içine dağıldı. Çok şey var etrafta, baba. Bütün bu parçalar, kırdığın her şeyin somut hâli. "Levlâ!" Diye gürledi babam, yeri göğü inleten bir ses tonuyla. Nefes nefese, tabanı düz ayakkabılarımı kırık camların üstüne bastırarak oturma gurubuna yaklaştım. Durmadım. Elime geçen kırlentleri, bibloları, Gold aksesuarları ve yeni ailesinin tablolarını etrafa saçtım. Har vurup harman savurdum. Bana huzuru zehir eden bir evde, onlar rahat bulamazdı. "Yeter artık!" Diye çığlık atan Feraye'yle durdum. Göğsüm hızla inip kalkarken, onu görmezden gelerek babama döndüm. Dumura uğramış bir ahvali vardı. "Gördün mü baba? Bir şeyleri yıkmak ve yok etmek ne kadar kolay, ama ne yazıkki tamir etmesi saatleri bulacak değil mi?" Sözlerimin altındaki mânayı sezdiğinde, gözlerini yumdu kısa bir süre. Tekrar açıldıklarında, orada pes etmiş bir adam vardı. "Bittimi?" Diye sordu sessizce. Feraye, "Bu nasıl bir terbiyesizlik-" Diye araya girecektiki, yükselmeye başlayan sesini babam tek elini havaya kaldırarak keskince bölmüştü. "Kızımla muhatap oluyorum, Feraye." Sert ve kendinden ödün vermeyen katı sesiyle, cici Feraye yutkunarak geriye çekildi. Yüzüme düşen saçlarımı geriye atarak tatlı tatlı gülümsedim. "Bitti. Elbette bitti ama şimdilik." Babam yanıt verecekken, bir ânda içinde bulunduğumuz alana bambaşka bir ses yayıldı. Yakından duymaya alışkın olmadığım, içimi özlemle kavuran ince bir kadın sesi. "Bitmese ne olur?" Gözlerim kocaman açıldı. Ağır ağır, sırtımın dönük olduğu holün girişine doğru döndüm. Oradaydı. Dizlerinin altına kadar uzanan kahve deri topuklu çizmeleri, çılgın püsküllü kovboy ceketi, taşlı boncuklarla dizilmiş ipleri başının iki yanından sarkan hasır şapkası ve garip çantasıyla, bu dünyadaki en acayip tarzı olan Jülide teyzem. Bir milim dahi kıpırdayamadım yerimden. Afallamış suratıma bakarak, parlak dişlerini ortaya seren şuh bir kahkaha attı. "Gelip sarılacakmısın yoksa Kanada'ya gerimi döneyim tatlı kız?" Bütün öfkem bir toz bulutu gibi uçup gitti. Sevinçli bir çığlık atarak zıplaya zıplaya yanına koştum ve hızla boynuna atladım. Bedeni aldığı ağırlıkla geriye yalpaladı. Kolları refleksle bedenime sarılırken şen bir kahkaha daha attı. "İnanamıyorum, teyze! Buradasın!" "Buradayım ama evleneceğini eniştemden öğrendiğim için kafanı duvara sürte sürte kıvılcım çıkarttıktan sonra ateşinle sigaramı yakacağım." İki yıl sonra sahici bir kahkaha peydahlandı boğazımdan. Annemin kardeşine sarılmak, anneme sarılmak gibiydi. Kollarım daha sıkı dolandı boynuna. Boğuluyormuş gibi bir ses çıkardı. "Mürvetini görmeden ölürsem, seni yanıma almak için öteki tarafta şeytanla kontrat yaparım bücür." Gülerek geriye çekildim. Gözlerim mutlulukla dolu dolu olmuştu. Ellerini tutarak bileklerine birer öpücük kondurdum. "Burada olduğuna inanıyorum." Dedim tekrar ve tekrar. Dudağının kıyısıyla ukala ukala sırıttı. Hadi ama, neredeyse yirmi dokuz yaşındaydı fakat benimle aynı orantıda genç görünüyordu. "Bir rüya kadar duru ve inanılmaz derecede çekici olduğumu biliyorum. Ama ne varki buradayım." Kıkırdayarak omzuna vurdum. Az sonra ise farkettiğim detayla gülüşüm yavaşça söndüğünde, yüz kaslarım gerilip gevşedi. "Bir dakika," Dedim şaşkınlıkla hâlâ olduğu yerde duran babama dönerek. "Babammı çağırdı seni?" Buna ihtimal veremiyordum. Jülide teyzem ve babam birbiriyle asla anlaşamazdı. Teyzemi en son iki yıl önce annemin cenazesinde görmüştüm. Bundan öncesinde her hafta evimize gelir, babama; kız kardeşini elinden aldığı için ve gece kaçamaklarında yalnız kaldığı için sitem ederdi. İki cümlelerinden biri mutlaka birbirlerine laf yetiştirmek olurdu. Babam, tıpkı benim gibi etraf darmadağın değilmişçesine kırık eşyaların üstüne basarak yanımıza vardı. Teyzeme elini uzattı. "Bir kaç günlüğüne ateşkes imzaladık." Teyzem cilveli bir edayla şapkasını kafasının sağ tarafına doğru eğdi. Ardından kendisine uzatılan eli sıktı. "Fakat bu, seni zorbalamayacağım anlamına gelmiyor artık başkasıyla evli olduğun için eniştem olmayan, enişte." Babam sahte bir tebessümle teyzemin sıktığı zarif elini aşağıya yukarıya doğru salladı. "Benimle iş birliği yaparsan, Bağ evinin tapusu senindir baldız." "Anlaştık." Ellerimi belimin iki yanına yerleştirerek, çatık kaşlarla ve kısık gözlerle, bakışlarıyla anlaşan ikiliye baktım. "Neymiş bu iş birliği?" "Damadı, korkutup kaçırtmak." Dediler aynı anda. "Pes!" Diye bağırdım. Fakat beni hiç umursamadılar. Teyzem ateşe değmişçesine elini geriye çekti. Ardından kolundaki enterasan antik saate baktı, kıvrak ve uzun kirpikleri tatlı elmacık kemiklerine gölge düşürmüştü. Aceleyle kolumu yakaladı. "Ben yeğenimi bir şahesere dönüştürene kadar, bu evi eski haline getirin!" Evin halini yadırgamamıştı bile. Çünkü babam Feraye'yle evlendiğinden beri evde ne tür bir çatışma yaşandığını iyi biliyordu. Biraz sonra ezbere bildiği evi arşınlayarak, benide arkasından çekiştire çekiştire sarmal merdivenlere yönlendirdi. Orada emir bekleyen ameleler gibi dikilmiş üçlüye mimiklerini buruşturmakla yetinmişti. Feraye'nin yanından geçerken durup, baştan aşağıya tadı kaçmışçasına üzerini süzdü. "Rica ediyorum akşama usturuplu bir şeyler giy, toplu helaka neden olmayalım." Gülmeye başladım. Feraye sinirle solusada bir şey demedi çünkü teyzemin ne kadar cazgır olduğunu biliyordu. Teyzem bu kezde baş belası iki üvey ablalarıma baktı göz ucuyla. "Bu gecenin gözdesi Levlâ. Akşama beyaz giyinecek olursanız ikinizide eniştemin av tüfeğiyle topuğunuzdan vurum." Ablalarımın gözleri fal taşı gibi aralandığında, Jülide teyzem şirin şirin gülümsedi. "Küçük bir operasyonla yaralarınızı halledebilirim tabi, ama siz yinede beni dinleyin." İkiside çekimser bir tavırla geriye doğru bir adım attılar. Teyzem memnuniyetle gülümseyerek yoluna devam etti. "Sen bir doktorsun?" Diye mırıldandım. "Ameliyat yapıp yapmadığımı merak ediyorsan, yalnızca doktor değilim, cerrahi uzmanım." Göz devirdim. "Hipokrat yemininden bahsediyorum teyze. Kimseyi-" "Kimseyi öldüremem, evet. İşim yarayı sarmaksa, ablalarına hayati tehlikesi olmayan birer kurşun sıktıktan sonra yaralarını sarmak gayet makul." "Kulağa pekte etik gelmiyor." "Güçlü ahlak kurallarını önemsemek için fazlaca idealist bir ailen yokmu sencede hayatım?" "Haklı olmandan hoşlanmıyorum." Farazi kahkahası, adım attığımız koridorun her bir yanına kuşanarak kulaklarımda yankılandı. Odamın önüne varmıştık. O'nunla bu koridoru beraber aştığımıza hâlâ çok şaşkındım. En umutsuz zamanımda çıkıp gelmesi, tünelin ucundaki ışık gibiydi. Ancak az sonra bir şey oldu. Odama girdiğimizde, bir ânda bütün şen şakrak havası yok oldu. Kapıyı kapatır kapatmaz hızla bana döndü. "Hemen detayları anlatıyorsun! Bu evliliğin asıl amaçlarını açıklıyorsun küçük serseri!" Gözlerim şokla açıldı. "Ne?" Üzerime doğru yürüdü. "Ne işler çeviriyorsun sen? Bana, ortaokuldaki soytarı çocukluk aşkını bile anlatmışken, şıp diye evlenmene inanacağımımı sanıyorsun? Hemen dökül." Ağlamaklı bir ifadeyle yatağımın üstüne yığıldım. "En başından anlatmaya başlamakmı? Bunu yapmak için fazla üşengecim." 🍷 İnsan bazen içinde bulunduğu düzeni değiştirmek yerine, daha çok dağıtmaya yönelirdi. Çünkü bir saatten sonra sadece kendi gayretiyle düzelen hiç bir şeyi görmeye tahammülü kalmazdı. Tek taraflı çabalardan nefret ediyordum. Bu yüzden babam beni anlamayı bıraktığında, bende onu dinlemeyi bırakmıştım. Çünkü sadece vakit yitirdiğim savaşlara girmeyi bırakmıştım. "Adamdan elektrik alıyormusun?" "Trafomuyum ben? Niye elektrik alayım?" "Hayır sersem! Nasıl desem, ona baktığında içini ısıtıyormu?" "Adam kalorifer peteğimi, teyze? Niye ısıtsın beni?" Teyzem en sonunda dayanamamış olacakki kafamın arkasına gelişine bir tane patlattı. Yüce Tanrı, beni insanları delirtmek için göndermişti. "Gerizekalı!" Diye homurdandı adeta. "Aşk insanı aptallaştırır derlerde inanmazdım." Sızlanarak kafamı tuttum. "Vurma kafama kafama!" Bıkkınlıkla yaptığı işe ara verdi. "Fazla hevessizsin." Bana bir farkındalığı hatırlatmak ister gibi kaşlarını havalandırdı. "Üstünde olması gereken içten bir heyecan yok, aksine çiftleşme dönemi yaklaşmış tavuklar gibi gergin duruyorsun." Aynadaki aksime boş boş bakarken devam etti. "Herkesi gerçek bir evliliğe inandırmak istiyorsanız, önce kendi yalanınıza kendiniz inanmalısınız." Evden kaçtığım ve Sancar'ı suçsuz olduğu halde nezarethaneye attığım günden bu yana her şeyi anlatmıştım ona. Bu evliliğin sözleşmeden ibaret olduğunu ve yaşayacağım köşkte ne tür sadist insanlar olduğunu bile. Şaşırmamıştı, bu kadar çaresiz kaldığım için buruk bir sessizliğe gömülmüştü dakikalarca. Saat akşam sularındaydı. Üzerimdeki beyaz bornozla makyaj masasının önünde otururken, önüme içinde kırmızı bir sıvının parladığı zarif bir kadeh bıraktı. Kokusu çok garipti... İçmeden insanı uçuşta hissettiren, yaydığım gerilimi bastıran bir kokuydu. Hanımeli gibi kokuyordu. Gözlerim ağırlaşmıştı. "Bir kadeh sıcak şarap, özel tarifim." Gözlerini kapatıp huşulu bir nefes çekti içine. "Rahatlaman için." Yüzümü buruşturdum. "Alkol kullanmıyorum teyze." "Üstündeki stresi azaltman gerek." Israrla başımı iki yana salladım. Elindeki saç maşasını kenara bıraktı. Kısa ve küt saçlarım bukle bukle olmuş, duş aldığım için yanaklarıma çil çil kızarıklıklar yayılmıştı. Ellerini omuzlarıma yasladığında, yüzünü sırtımın ardından omzuma doğru eğerek yanağımla aynı hizaya geldi. Artık aynada göz gözeydik. Badem gözlerini kıstı. "Aranızda bir çekim varmı?" Bezmiş bir nefes aldım. "Yok dedim ya, hiç bir şey yok." Baş parmağı çıplak boynumun üzerinde, şah damarıma doğru gezindi. Ürpererek yerimde kavlandım. "Evlilik her zaman bu dengeyi bozar, biliyorsun değilmi?" "Nasıl yani?" "Jakuziye girmek gibi... İkinizden biri mutlaka diğerine dokunur." İrkilerek kollarımı etrafima sardım. "Girmeyeceğim jakuziye falan." Gülerek kafamı işaret parmağının ucuyla hafifçe ittirdi. "Ahmak, üstü kapalı dile getirdiğim cümlenin bile üstünü örtüyorsun." Kaşlarım sakince çatıldı. "Anlamak istemiyorsun çünkü. Bu evlilikten bir beklentim yok." Bir ânda afacan bir sırıtmayla geriye çekildi. Gözleri muzır bir ifadeyle ışıldıyordu. "İlk evresi inkar etmektir." "Neyin?" "Aşkın." "Yok artık!" "Etkileniyorsun adamdan." "Eve- Ne! Hayır!" Kahkaha attı. "Kesinlikle etkileniyorsun." Dudaklarımdan fırlayan serzenişlerle kafamı eğip masaya vurdum. Elimde olsa duvarlara kafa atardım. Çünkü bir kaç saatte zihnimi manipüle etmeyi başarmıştı! Omzumu dürttü teyzem. "Ağzından cımbızla laf ayıklıyorum. Kalk ve anlat bana. Tanımak istiyorum bu adamı." Kafamı tekrar kaldırdığımda, uzun zamandır dilimin ucunda birikmiş bütün düşüncelerimi dökmek istedim. Koz vermekten korkmayarak, kaygısızca ve anlatma ihtiyacı hissederek. Prize takılı sıcak maşa tekrar saçlarıma dokunuşlar yaparken, dalgın dalgın söze girdim. "Duygusal taklit becerisi yüzünden, onun hiç bir zaman nasıl bir adam olduğunu anlamayacağım." Dedim kısık bir sesle. Saçımdaki eller duraksadı. "Buda ne demek şimdi?" Gözlerim boşluğa takıldı. "Aşkı taklit edebiliyor. Sahtesini, gerçek parçasından ayırmak çok zor. Aşık adam rolünü öylesine iyi oynuyorki, korkarımki birgün bana gerçekten aşık olursa bunu asla anlamayacağım. Bunu neden yaptığınıda anlamıyorum." Bunları düşündüğümü bile bilmiyordum. Korkumu, korkusuzca izah ettiğim bir tek Jülide teyzem vardı. Güzel çehresi dinginleşti birden. İnce, kavisli kaşları gevşeyerek havalandığında, ifadesinde tuhaf bir arbede yaşanıyordu. "Bununla başa çıkamamaktan korkuyorum." Diye fısıldadım saniyeler sonra. Elini saçımın tepesine yasladı, küçük bir kız çocuğunun başını severcesine. "Çünkü insansın," Çok nadir rastladığım bir ciddiyetle devam etti. "Doğa üstü bir varlık değilsin, olağanüstü güçlerinde yok. Korku, insana, insanlığını hatırlatır Levlâ. Seni farklı yapacak şey, bu korkuyu güce çevirmek. Lüzumu olduğunda ise, bir yaratıcının eseri olduğunu hatırlayarak acziyetini bilmektir. Herkes bundan ibarettir." "Vay canına," Dedim sırıtarak. "Her zaman nasihat veren bir Jülide'ye denk gelmiyorum." Enseme çaktı bir tane. "Yalnızca iki saniye, ciddi bir konuşma yapmam için sabredemezmiydin?" Güldüm. "Ben en fazla bir buçuk saniye ciddi kalabiliyorum." Böylece dramatize ettiğimiz bir kaç saniyelik konuşma son bulmuştu. Kolumdan tutarak beni ayağa kaldırdı. On dakikada bir ilginç kol saatine bakıp duruyordu. "Hemen giyinmelisin." Saatlerdir odamdan çıkmamamıza değin, aşağıdan yükselen telaşlı sesleri duyabiliyordum. Ev neredeyse yeniden tadilat oluyordu. Teyzem ilerleyerek, yatağımın önünde durdu. Yatağımın üstünde sayısızca elbise, gıcır gıcır topuklu ayakkabılar ve korseler vardı. "Mevla aşkına, bütün bu eşyalar ne için?" Diye mırıldandım bir kez daha şaşkınlıkla. Siyah askılı bir elbiseyi üzerime doğru tutarak gözleriyle tespitler ve analizler yaparken, aynı zamanda beni yanıtlamayıda ihmal etmiyordu. "O kadar güzel olmalısınki, Sancar seni gördükçe acı çekmeli." Dedi tehlikleli bir gülümsemeyle. Dehşete kapıldım. "O kadar acı çekmeliki, bir ân evvel sana kavuşmak için Tanrı'dan merhamet dilenmeli." Korkuyla banyoya doğru koştum. Ancak iki adım atamadan bir kedi misali ensemden tutarak bedenimi kolayca yanına çekti. Gözbebeklerimi ağlamaklı bir ifadeyle yukarıya kaldırıp, acımasız parıltıların oynadığı gözlerine baktım. "Bu aptalca!" Diye serzenişte bulundum. "Bu soğukta yarısını dikmeyi unuttukları o elbiseleri giymeyeceğim ve ayağımın altında pisa kulesi gibi duran topukluları, kıymetli göbeğimi saklayan o korseleride denemeyeceğim!" Yarım saat sonra nemi oldu? Dizlerimin bir santim üstünde biten ve belimin kıvrımını saran beyaz bir elbiseyle; boynumun ince hattını ortaya çıkaran zarif bir pırlanta, konsepti tamamlıyor, bukle bukle bal köpüğü saçlarım omuzlarıma doğru salınıyordu. Güç bela kurtulduğum topuklu ayakkabıların yerine, gümüş klipsleri olan tatlı bir çift sandaletle, sade ama şık bir kombinasyon içerisindeydim. Teyzem memnun memnun sırıtıyordu. "Kıyafet, kadını kadın yapan en ince detaydır." Huysuz huysuz etrafımda dönüp kendime baktım. Bambaşka biri olmuştum. Kaküllerim kaybolmuştu, yüzümün bütün detayları ön plana çıkmıştı. Saat yaklaştıkça, içimde tuhaf ve baskın bir heyecan vuku buluyordu. Jülide teyzeme baktım göz ucuyla. Enfes bir tarzı vardı. Giydiği siyah deri pantolon uzun bacaklarını sıkıca sarmıştı. Topuklu çizmeleri, naif omuzlarını açıkta bırakan saten büstiyeri ve sıkıca tepesinde topladığı saçlarıyla, aynı ânda resmi ve serseri bir havası vardı. Kapı çalınmadan açılınca, ikimizinde dikkati oraya çekildi. Babam, kıravatını gergin gergin bağlamaya çalışırken endişeli bir ifadeyle yanıma yaklaştı. Sanki gözleri benden başka kimseyi görmüyordu, nefes dahi almıyordu. Birden üstüme çarpan gözleriyle, adımları donup kaldı. Dudağının kenarı titredi. "Kızım," Gördüğü görüntüye inanamıyormuş gibiydi. Ancak sonra kaşları çatıldı. "Bu ne hâl? Her zamanki gibi kılıbık giyinip, o herifi evimden kaçırman gerekiyordu!" "O herif dediğin, yakında kocam olacak baba." Başına ağrı girmiş gibi alnını buruşturarak elini şakaklarına sardı. "Kullanma şu kelimeyi, tansiyonum yükseliyor." Hadi ama, bu adamın kişilik bozukluğu olmalıydı! Bir kez daha duyduğum çekimser adım sesleriyle başım kapıya çevrildi. Melda oradaydı, gösterişten uzak ve doğal bir görünümü vardı. Dudağının kenarını dişleyerek bana bakıyorduki, en sonunda pes edip yanıma geldi. Tam önümde durup baştan aşağıya üzerimi süzdü. Hayretle gülümsedi. "Güzel olmayı başarabildiğine sevineceğimi hiç düşünmezdim." Bende üzerini süzdüm. "Sende çirkin olmak için ekstradan çaba sarfetmiş gibisin." Omzunu silkti. "Bu gece sahnede ben yokum." Şaşırdım. Melda ablam kolay kolay uysal davranmazdı. Garip bir sakinliği vardı ve bu sakinliğin altında bir şey aramaktan geri duramayacak kadar iyi tanıyordum onu. "Yan karakterler her zaman görünmez olmazlar, ablacığım." Diye mırıldandım kinayeyle. Bunu umursamadı. Âniden elinde tuttuğunu yeni farkettiğim; değerli incilerle bezenmiş ince ve uzun, tel tokayı bukleli saçlarımın kenarına iliştirdi. Kirpiklerim titrerken afal afal suratına bakakaldım. Beğeniyle saçımdaki duruşuna baktı. "Aksesuar takmayacağını tahmin etmiştim. Bir iş gezisinde denk geldim bu tokaya, itiraf etmek gerekirse görür görmez sana yakışacağını düşünmüştüm. Her ne kadar aldıktan sonra bütün gün şahsiyetime küfretsemde..." Bu çok şüphe uyandırıcıydı. Durup dururken benimle ilgilenmesini, gece sonundaki menfaatinden anlayabilirdim ancak. Gülümsemeye çalıştım. "Bunun için teşekkür etmeyeceğim." Göz devirdi. "O kadar erdemli olmadığını biliyorum." Babam araya girerek önümüze geçti. "Uzaklaşın birbirinizden hanımlar, tartışacağınız bir vakitte değiliz." O'nun bu hâli neredeyse beni kahkahalarla güldürecekti. Yerinde duramıyordu. Bir türlü hizaya getiremediği kravatıyla uğraşırken, gözleri odamdaki guguklu duvar saatindeydi. 7.58'i gösteriyordu. Tam bu zaman diliminin karambolünde, evin içinde yankılanan zil sesiyle babamla aynı anda nefesimizi tuttuk. "Adi herif," Diye tısladı ne ara odamdan çıkıp gittiğini kavrayamadan. "Sekizden önce kapıma gelmiş, Feraye açma kapıyı!" Merdivenlerden inen gürültülü adım seslerine, bağıran sesi karışıyordu. "Erkenden geldiği için kızımı o adama daha erken vermeyeceğim!" "Zil çalıyor, Vahit!" "Çalar çalar gider!" "İlahi, son bir kaç saattir iyice delirdin be adam!" İkisinin atışan sesi, aşağıdan kapının açılmasıyla son buldu. Sezen abla açmış olmalıydı. Melda bir ânda telaşla saçlarını, üstünü başını düzelterek bizim varlığımızı unutmuşçasına hızlı adımlarla odayı terk etti. Arkasından sırıttım. Cesur için heyecanlanmış olmalıydı. İmalı gözlerimle buluşan Jülide teyzemin badem gözleri, kurnaz kurnaz, ne iş? der gibi göz kırptı. "Sancar'ın abisine yanık." Afilli bir ıslık çaldı. "Gece, şimdi daha ilgi çekici olmaya başladı." Gülerek havaya kaldırdığı eline bir beşlik çaktım. Gülüşümün ne kadar zoraki olduğunu anlamış olacakki, onunda neşesi soldu. Yanıma gelip ince ve uzun parmaklarını çeneme sardı. "Babanın, beni ne için çağırdığını biliyormusun?" Diye sordu, sesine bulanmış buruk sancıyla. Şeffaf bakışlarının ardında, anneme benzeyen gözlerime uzun uzun baktı. Yutkundum. "Neden?" İç çekti. "Annen yok diye." Mideme bir kramp saplandığında, devam etti. "Sandığının aksine, bu gerçeği hiç bir zaman göz ardı etmiyor Levlâ." Gözlerimi kaçırdım. Babam hiç bir zaman düşüncelerini doğrudan ifade etmiyordu. Yanlış beyan ettiği her eylemi, benim ondan biraz daha uzaklaşmama neden oluyordu. Kolunu açarak bana uzattığında, derin bir nefes alarak avuç içimi kırdığı dirseğinin içine yasladım. Beraber aşağıya indik. İçeriye doluşmuş çekirdek aile kalabalığı, bir ân için sol yanıma vurgun yemişim gibi ifademi sersemletti. Peyami Safa Bey, babamla dostane bir tavırla tokalaşırken; Müzeyyen hanım ve Feraye ayak üstü nezih bir muhabbetle gülüşüyordu. Gözlerim en son içeriye aynı ânda, ortalarında Selvi'yle birlikte giren Cesur ve Sancar'ı buldu. Selvi... Cenaze merasimine katılmış bir insan kadar soluk, özensiz ve ruhsuz görünüyordu. Gözlerinin içi bomboştu. Kaşlarım hafifçe çatılırken, ona doğru eğilip elini alnına koyan ve endişeyle kulağına fısıldayan Cesur'a baktım. Giydiği takım elbisesinin içerisinde, babacan bir duruşu vardı. Sancar Türkmen. Zemine sağlam basan gümüş tokalı siyah rugan ayakkabılarından başlayarak, bir düğmesi önden ilikli; geniş omuzlarını saran pahalı kruvaze ceketinin ve arkası bana dönük olduğu için boynunda ışıldayan künyesinin zincirine kadar gördüğüm görüntü nefesimi kesti. "Çok iddialı," Diye fısıldadı teyzem kulağıma. Kendime gelerek boğazımı temizledim toparlanmak için. Sancar umulmadık bir lahzada önüne döndüğünde, gözleri beni buldu. Traş ettiği pürüzsüz kemikli çehresinde çarpık bir gülüş belirdi. Elinde iki buket çiçek demeti ve çikolata kutusu vardı. Peyderpey adımlarla önümüzde durdu. Kırmızı gül buketini teyzeme uzattı. "Levlâ'yı yalnız bırakmamak adına uzun bir yolculukla birlikte burada olduğunuz için, bu çiçekler size Jülide hanım." Yok artık! Teyzemin geldiğini nereden biliyordu? Teyzem şaşkınca gülüp çiçekleri eline aldı. "Dakika bir, gol bir." Dedi tatlı bir edayla. Dikkati bize çekilen babama dönüp cilveyle göz kırptı. "Damat bir sıfır önümüzde enişte, iyi bir gönül çelen olduğunu söyleseydin hamlesi beni bu kadar etkilemezdi." Babam asabi asabi Sancar'a bakarken, Sancar umursamaz bir rahatlıkla diğer beyaz buketi bana uzattı çikolata paketiyle birlikte. Buz kesmiş ellerimi çiçeğe uzatıp, büyük demeti tuttum. Gözleri tepeden tırnağa üzerimde dolanıyordu. Birden başını eğip, yüzünü saçlarıma yaklaştırdı. Az daha elimdeki çiçekler düşüyordu. Derin bir nefes alıp, "Kokun değişmemiş." Diye fısıldadı, sanki baştan aşağıya farklı bir görünüme bulandığım için kokumunda değişmesinden korkarmış gibi. Bu ânı idrak bile edemeden geriye çekildi. Babamın gözleri üzerimizde olduğu için diğerleri gibi oturma grubuna doğru ilerledi. Müzeyyen hanım, Jülide teyzeme sarıldıktan sonra sıcak bir tebessümle bana yaklaştı. Fakat kollarını açıp, bana sarılacakken bir adım geriye çekildim. Elleri havada asılı kaldığında, ifadesi bocaladı. Gülümsemeye çalıştı ama beceremedi. Bozulmuştu çünkü. "Levlâ?" Diye uyaran bir ses tonuyla seslenen babama dönmedim. Soğuk bakışlarım Müzeyyen hanımdaydı. Köşke ilk gittiğim gün, ablalarım gibi gıpta edilecek bir görünüme sahip olmadığım için yargılayan bakışlarıyla beni ezdiği ve sarılmadan geri çekildiği içindi bu. Nitekim bunu anlamış, mahçupça benden uzaklaşmıştı. Hayatta olduğum sürece, en ufak bir kırgınlığı bile bana yaşatanlara aynı hissiyatı yaşatmadan ölmeyeceğim. İlerleyen dakikalarda herkes, babamın 18. Yüzyılın taklidini sofistike ederek dizayn ettiği chester oturma koleksiyonunun içine geçmişlerdi. Tabloları, ortadaki mütevazı masayı özel olarak tasarlattığı sandal ağacının ferah kokusu her bir yanımızdaydı. İlerleyerek kenar köşelerdeki sandalyelerden birine oturdum. Ev ahalisi, Sezen ablanın ikram ettiği beyaz köpüklü üzüm suyu konsantresi şampanyalarını yudumlarken, Jülide teyzem ortamın nazif atmosferini bozarak Sancar'a sorular sormaya başlamıştı. "Levlâ'yla nasıl tanıştığınızı sormaya fırsatım olmadı," Bana kurnaz bir bakış fırlattı. "Yeğenim, arının erkeğinden bal yemeyecek kadar uzaktır evliliğe." Herkesin bakışları Sancar'a dönerken, kimsenin beklemediği bir şekilde konuşmaya ilk ben dahildim. "Sancar'ı, ilk gördüğümde dayak yiyordu." Dedim ansızın dramatik bir ifadeyle. Sancar dudaklarına yasladığı kadehi püskürttüğünde, herkesin yüzüne komik bir dehşet saçılmıştı. Müzeyyen hanım, şaşkınca gözlerini belertti. "Dayakmı yiyordu?" "Evet," Ahlayıp vahladım. "Durumu içler acısıydı. Üstelik bir sokak arasında, ufak tefek bir kadından dayak yiyordu. O'nu kurtarınca, bir daha peşimi bırakmadı. Bana kör kütük aşık olmuştu." Zinhar yalandı. Beni arabasına alıp asıl kurtaran oydu. Ben ise onu nezarethaneye attırmıştım. Sahi biz nezarette tanışacak kadar kaçık bir çiftmiydik? Cesur gülmemek için şampanya kadehini kafasına dikti. Sancar'ın ise kesinlikle yüzüne bakamıyordum. "Senmi kurtardın oğlumu?" Diye sordu Peyami Bey, küçümseyici bir tonda. Müzeyyen hanım gururu incinmiş bir şekilde gücenmişçesine, "Oğlum, bir kadına karşılık vermeyecek kadar centilmendir." Diye savunmaya geçti. Peyami Safa Beye tatlı tatlı gülümsedim. "Tıpkı sizin toplantınızı en kritik ânda kurtardığım gibi kurtardım." Dedim manidar bir tavırla. Buda yalandı. Koskoca toplantıyı iptal ettirmiştim. Adam mesajımı almıştı. Sancar'ı kurtarmak yerine başını belaya soktuğumdan yüzde yüz emindi artık. "Sormayın, adeta zor zamanların pelerinsiz kurtarıcısı." Diye ekledi Sancar, babasına imalı bir bakış atarak. Sinirli sinirli gülüyordu. Babam keyifle arkasına yaslanırken, bana hayırlı evlat bakışları atıyordu. Gülmemek için kendimi zor tuttum. Teyzem burada olduğu için, Feraye ve kızları bir köşeye çekilmiş, böyle bir günde işime balta vuramayacak kadar sessizleşmişlerdi. Jülide teyzem, krizi fırsata çevirmek isteyen bir oyunbazlıkla üçlü koltukta yanında oturan Sancar'a çevirdi kafasının tamamını. Zavallı Sancar... Babam ve Jülide teyzenin tam ortasında, baskıcı bakışlar altında diken üstünde oturuyordu. "Levlâ için, tadı diş macununa benzemesine rağmen naneli çikolata yermisin?" Sancar bir kaç saniye, bu enteresan soruyu idrak etmeye çalıştı. Babamın tek kaşı kalktığında, boğazını kibarca temizleyerek başını salladı. "Evet." "Pizzayı ananaslı yediğinde, ondan soğurmusun?" "Hayır." "Pilavı ketçapla yese bilemi?" "Kesinlikle." "O'nun için ne kadar ileriye gidebilirsin?" "Sonuna kadar." "Biri, O yanında yokken ismini karalarsa ne yaparsın?" "Kalemini kırarım." Teyzem memnun bir tavırla bacak bacak üstüne attı. Babama cambaz ve haylaz bir ifadeyle baktı. Hülyalı hülyalı gülümsediğimi, yanımdaki Melda'nın koluma vurmasıyla farkettim. "Şapşal." Diye fısıldadı alttan gülerek. Duydunmu Levlâ, dedim içimden. İsmini karalayanların , kalemini kırarmış. Kocan olay. Sözde teyzem, damadı korkutup kaçırtacaktı ama Sancar asla buna izin vermiyordu. Bütün gardını kuşanıp gelmişti, sanki karşılaşacağı şeyi çok iyi biliyormuş gibi. Bunları düşünürken göz göze geldiğimizde, bakışları önce kıvrılmış dudaklarıma; ardından boynuma düştü. Siyah göz bebeklerinin içinde karanlık ışıltılar titreşti. Nefesi daralmış gibi eli kıravatına uzanınca, bütün odağım darmaduman oldu. Havaya kaldırdığım bardak titrediği için aldığım yere geri bıraktım. O kadar güzel olmalısınki, Sancar seni gördükçe acı çekmeli. Teyzem yüzünden zihnimi afakanlar basmıştı. Az sonra Feraye kibirli bir oturuşla gözlerini bana çevirip, "Kahveleri yapmak için davetmi bekliyorsun Levlâ'cığım?" Diye sordu iğneleyici bir sesle. Göz devirdim. Teyzem benden önce ayağa kalkıp, göz dağı vermek istercesine çenesini kaldırdı. "Akıl dağıtmak yerine, aklın yerindemi diye kontrol et Feraye'ciğim." Az daha kahkaha atıyordum. Soktuğu laf yüzünden kıpkırmızı olan Feraye'ye sırıtıp mutfağa doğru giden teyzemi takip ettim. Hepsi görüş açımızdan çıkmıştı. Mutfağa girer girmez bana döndü hızla. "Ben kahveleri hazırlarım," Diye fısıldadı, etrafı kolaçan ederek. "Selvi son beş dakikadır yukarı kattan hiç inmedi. Gidip o küçük iblisi kontrol et." Kaşlarım çatıldı. Kalktığını hiç farketmemiştim. Başımı salladım sadece. Kimseye görünmeden açık plan mutfağın merdiven boşluğuna bakan kapısından çıkarak ikinci kata çıktım. Ağır adımlarla gözlerimi odaların kapısında gezdiriyordumki, koridorun sonundaki ortak banyodan duyduğum bir takım seslerle o tarafa doğru ilerledim. Banyonun kapısı aralıktı, açık ışığı ise ince bir demeçle parke zemine süzülüyordu. Kapının önünde durdum. Ancak devam edemeden gördüğüm manzarayla ileriye giden adımlarım çivi misali yere çakılı kaldı. Selvi, dizlerinin üstüne çökmüş bir şekilde klozetin önünde kan kusuyordu. Kesik kesik öksürüyor, canhıraş öksürükleri arttıkça omuzları can havliyle sarsılıyordu. Rengi atmıştı. Saniyeler sonra elini midesine yaslayarak geriye doğru yığıldı. Sırtı duvara çarparken, boynu önüne düştü. "Sakın bana acıyormuş gibi bakma." Beni farkettiğini farketmediğim için boşluğuma denk gelince irkildim. Huzursuzca içeriye doğru bir adım attım. "Yardıma ihtiyacın var mı?" Alayla güldü. "Defol git." Sert bir nefes soludum. Fakat yinede öylece çıkıp gidemedim. Yüzü öylesine derin bir acıyla kasılmıştıki, onu burada bırakıp gitsem; son görüşüm olacaktı sanki. "Git!" Diye tısladı bir kez daha öfkeyle. Başını kaldırıp kan çanağına dönmüş gözlerini yüzüme dikti. "Sen aynı durumda olsan, parmağımı kımıldatmazdım senin için. Geberip gitmeni beklerdim, ucube." Nefret doluydu. Gözlerinde kin ve düşmanlıktan başka hiçbir şey yoktu. O'nu bu hale getiren şey, çektiği acı ve ıstırapta olabilirdi. Başımı sakince omzuma doğru eğdim. "Kanser, senden önce zihnini öldürmüş. Tek başına iki kişi ölmüşsün, şu haline bak... Yaran görünmüyor diye, insanlar acı çektiğini anlamıyor sanıyorsun. Bu inat neyin mücadelesi Selvi?" "Siktir git," Öksürerek iki büklüm oldu. "Hiç bir halt bildiğin yok." "Ne halin varsa gör." Diye mırıldandım ve ağır adımlarla uzaklaştım oradan. İnsafiyetim ve gururum arasında çetin bir savaş vererek en sonunda mutfağa gittim. İnsanlara iyilik yapmaya çalıştığınızda, daha bunun sevincini yaşamadan size sırtlarını çeviriyorlardı. İşte bu, insafiyeti öldürüyordu. Mutfağa girdiğimde teyzem kahveleri hazırlamıştı bile. Sadece tek bir fincak koyduğu tepsiyi bana uzattı. Kalabalık tepsiyi kendisi almıştı. "Bu tepsiyi sadece Sancar'a uzat, çiçeği burnunda gelin. Gerisini ben hallederim, zira üşenip servisi yarıda bırakırsan kaynanan almaz seni." Keyifsizce güldüm. Moralimin alt üst olduğunu farkedince, soru sormaması için hızla odaya girdim. Ardımdan gelen Jülide teyze, kahveleri dağıtmaya başladığında Sancar'a doğru ilerledim. Aile büyüklerinin arasında dostane bir muhabbet dönüyordu. Önüne varınca, tepsiye kayan bakışları tırmanarak yüzüme çıktı. Kara hareleri kâküllerimi göremeyince kaşları çatıldı. Yavaşça kahve fincanını eline aldı, ancak hâlâ gözleri yüzümdeydi. Sol tarafımızdan bir öksürük sesi duyulduğunda, ikimizinde dikkati babama çekildi. "Pembe dizi senaryosu çekmediğimize göre, bu bakışma seansını geçebilirsiniz gençler." Diye homurdandı. Sancar sabır dilenerek önüne döndü. Bende dudaklarımı birbirine bastırarak geriye çekildim. Elimde tepsiyle eski yerime geçecektimki, ayak bileğimin önüne çekilen çelmeyle tökezledim; ansızın tepsi kayarak yere düştü ve tok bir ses çıkardı. Herkesin bakışları tenimi delip geçti. Benim ise öfkeli bakışlarım, ayağıma çelme taktığı için marazi bir ifadeyle gülen Eda ablamdaydı. Sesini bilerek yükseltip, "Bütün kahveleri dağıtmayı beceremediğin yetmiyormuş gibi, bir tane tepsiyi bile taşıyamıyorsun." Diye laf yetiştirdi. Göze batma çabası takdire şayandı doğrusu. "Eda!" Diye uyardı babam. Peyami Safa Beyin, "Haksızda sayılmaz." Dediğini duydum, kısık bir mırıltıyla. Müzeyyen hanım kocasına ters bir bakış fırlattığında, aralarında geçen bakışma kavgasıyla bizi unutmuşlardı bile. Dişlerimi sıkarak hiç bir şey söylemeden tepsiyi yerden almak için belimi büktüm. Bunu daha sonra ona ödetecektim. Fakat bu sırada beklemediğim bir şey oldu. Daha eğilemeden yabancı bir el bileğime sarıldı ve engel oldu. Başımı çevirip baktığımda, bu Cesur'du. "Herkesin önünde eğilme," Dedi sadece benim duyabileceğim bir ses tonuyla. Oturduğu yerden eğilip, tepsiyi kendisi aldı ve bana uzattı. Şaşkınlıkla gülümsedim. "Bir askere bu kadar ince bir jest, sizcede fazla değilmi?" Diye fısıldadım. Hemen ardından dikkat çekmemek için geriye çekildim. Dudağının kenarı kıvrıldı. Eski yerime geçtiğimde, Melda'nın içli içli Cesur'a baktığını farkettim. Cesur ise ondan tarafa değil bakmak, ondan haberi bile yoktu. Ve Sancar'ı gördüm. Abisine anlayamadığım nobran bir kızgınlıkla bakarken, hırsla fincanı dudaklarına götürdü. Götürdüğü gibide eli havada asılı kaldı. Yüzü milim milim buruşurken, nerdeyse ağzındakini içemeden püskürteceğini sandım. Peyami Safa Bey bunu görmüş olacakki, bıyık altından oğluna gülüverdi. "Kahven fazla şekerli sanırım oğlum?" Müzeyyen hanımda artık gülüyordu. "Belki şekerle tuzu talihsizlikle karıştırmışlardır." Jülide teyzemden şuh bir gülüş döküldü. "Tuz değil, turşu suyu kattım." Herkesin bakışları donup kalırken, masum masum ellerini önünde birleştirdi. "Ne var canım? Levlâ için ananaslı pizza yiyebiliyorken, turşu suyundan acı kahvede içebilir." "İçerim, elbette içerim." Dedi Sancar, gergin gergin gülümseyerek. Boynundan yukarıya doğru yükselen kızarıklık, durumunun pekte iyi olmadığını gösteriyordu. En sonunda dayanamayıp su uzattım. Su bardağını tek solukla kafasına dikti. Müzeyyen hanım oğluna tatlı bir endişeyle bakıyordu. Kahvelerin sonuna geldiğimizde ve yelkovanın fısıltısı, zamanın içinde sessiz bir gürültüyle ilerleyip akşamı geceye çevirmeye yakınlaştığı vakitlerde; ailevi sohbet artık geride kalmıştı. Peyami Safa Bey temkinle oturuşunu dikleştirdi, sol eli altın topuzlu bastonunu sıkı sıkıya kavramıştı. "Sebebi ziyaretimiz belli yüce dostum," Diye söze başladı. Babam huysuz huysuz yerinde kıpırdandı. "Gençler, birbiri için hayat vaat edecek kararı almışlar. Bizede, kızını oğluma istemek kalır." Ortam bir ânda basık ve adrenalin dolu bir atmosfere bürünmüştü. Babam defaatle nefeslendi. "Kızım, kararını vermişse bana söz düşmez." Dedi, güçlü ve tok sesi. Ancak bunun tam tersini haykırıyordu ifadesi. "Ancak son dakikaya kadar vazgeçip vazgeçmediğini, bu ciddi kararı herkesin içinde kabullenmek isteyip istemediğini sormak icap eder." Umutla bana döndü. Hâlâ vaktin varken vazgeç, der gibi bakıyordu. O'na istediğini vermedim. Aldığı karardan pişmanlık duyması, vicdanını aklamazdı. "Vazgeçmedim," Sancar'la bakışlarımız kesişti. İki aşığın, davranacağı üzere birbirimize herkesi unutmuş gibi anlamlı anlamlı gülümsedik. "Hayatımda aldığım en doğru karar bu." Ancak rol gereği birleşen gözlerimiz, aksi bir şekilde birbirinden uzaklaşamadı. Sancar'ın sahte tebessümü gerçek bir gülümsemeye evrildiğinde ve gözlerine kadar ulaştığında, bulunduğum ânda kilitlenip kalmıştım. Babamın dakikalarca konuştuğunu bile çok sonradan farkettim. "...Bende izni rızamla müsaade veriyorum öyleyse." Diye devam ediyordu. Sancar'da benimle aynı durumda olmuş olacakki, duyduğu son cümleyle bir uykudan uyanmışcasına silkelenip afallamış bakışlarla babama döndü. Söz, nişan, nikah tarihleri konuşulmaya başlanmıştı bile. Fakat bundan sonrasını dinleyemedim. Çünkü Selvi hâlâ aşağıya inmemişti. Jülide teyzem ne düşündüğümü anlamış gibi, herkesin odağını kendisine çevirerek çeyiz seti konusunu açmaya başladığında; ona minnettar bir bakış atıp sessiz sessiz yerimden kalktım ve uzaklaştım oradan. İkinci kata çıkacaktımki, sürgülü bahçe kapısının açık olduğunu farkettim. Çatık kaşlarla bahçeye yöneldim. Görünürde etrafta kimse yoktu. Ta ki, büyük çınar ağacının altına küçükken astığım salıncakta oturan Selvi'yi görene dek. Adım seslerimi duyunca ruhsuz ve buz gibi bakışları yüzüme çevrildi. O'na doğru yaklaştım. "Seni Sancar ve Cesur için farklı kılanın ne olduğunu anlamak için odana girdim." Diye mırıldandı hissiz bir ifadeyle. Kaşlarım derinlemesine çatılırken durdum. "Fakat tamda tahmin ettiğim gibi, kayda değer hiç bir şey yoktu." "Senin derdin ne?" Diye çıkıştım. Alayla güldü. Berbat bir hâldeydi. Tarak değmemiş saçları rüzgarda savrularak sırtına doğru uçuşuyordu. "Şirketteki itibarımı yerle bir ettin." Bu noktada hissizlik devinimini, korkunç bir nefrete bırakan bakışları uzaklara daldı. "Odandaki eşyaları kırıp dökmek bir halta yaramazdı. Sana vereceğim zarar, ömür boyu nefretini kazanmak pahasına olmalıydı." Yoksunluk krizinin eşiğinde bir hasta misali, kendi kendine konuşuyor ve bir ileriye bir geriye dalgın dalgın sallanıyordu. Şirkette başından aşağıya bir kova dolusu çamurlu suyu döktükten sonra bunun bana geri döneceğini biliyordum elbette. Umursamaz bir rahatlıkla kollarımı göğsümde kavuşturdum. "Yani?" Bozuk bir plak gibi tiz ve sendeleyen bir kahkaha tufanı döküldü ansızın ince dudaklarından. Ardından gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Kaşlarım havalanırken, çenesiyle ileriyi gösterdi. "Tıpkı benim gibi acından öl istedim. Kaybet, boğul gözyaşlarında, için için yok olmaya başla kalabalıklarda. Ruhun öyle sakin yorulsunki, kimse farketmesin." Konuştukça, gözlerinin takılı kaldığı noktaya korkuyla döndüğümde; caddeye doğru açılan bahçenin, sonuna kadar açık bırakılmış büyük demir kapısıyla karşılaştım. Ve o kapıdan uzaklaşarak ana yola doğru paytak paytak yürüyen Duby'i. Nefesim boğazımda sıkışıp kaldı. Saniyeler sonra yolun üzerine uzaklardan gelen cılız bir ışık huzmesi süzüldü. "Hayır," Diye fısıldadım titreyerek. Dizlerimin bağı gevşerken, o tarafa doğru koşmaya başladım can havliyle. "Duby!" Diye bağırdım boğazımı tahriş eden bir serzenişle. "Hayır, Duby!" Ama yetişemedim. Bu geceyi hep kabuslarla yaşatacak o ışığın gölgesi yaklaştıkça büyüdü, büyüdü, büyüdü... Daha bahçe kapısına varamadan, yoldan geçen araç Duby'in ufak ve çelimsiz bedenini ezip geçti. Sanki içim söküldü. Kalp hastası olduğu için bir yıl boyunca odamdan çıkarmadığım küçük köpeğimi ezip geçti. Hırsı yüzünden onu yola çıkaran Selvi yüzünden ezip geçti. Yola düşen kanlı bedeniyle aynı anda dizlerimin üstüne bir külçe gibi devrildim. Zaman zarfı durmuştu ya da dünya artık dönmeyi bırakmıştı. Çünkü ayaklarım artık zemine değmeyecek kadar uyuşuktu. Boğazımdan arşa doğru acı bir haykırış koptu. "Yer ve Gök şahidim olsunki, seni pişmanlıkla perişan edeceğim Selvi!" ... Nasıldı? Benimle devam etmeye varmısınız?
|
0% |