Yeni Üyelik
13.
Bölüm

8.Rus Ruleti

@zeynepsara

Gecikme için çook üzgünüm. Telafi için uzun bir bölümle geldim. Karışık bir süreçten geçtiğim için bu bölümü bir türlü düzenleyemedim. Diğer bölümümüzde neredeyse hazır, bu sefer daha erken gelecek. Sizde destek olmaya gönül verirseniz eğer♡

Fikirlerinizi belirtir ve yıldızımızı parlatırsanız, çok mutlu edersiniz♡ Keyifli okumalar!

🍷

8.Bölüm| "Rus Ruleti"

İçinde bulunduğum hayat, bir bataklığa benziyordu. Yer ve Gök arasında, ufku ikiye bölen bir arafta sıkışıp kalmak gibiydi. Çırpınsam, daha çok dibe çekiliyordum. Çırpınmasam, boğuluyordum.

"Tanrı biliyor ya," Diye fısıldadım bütün hücrelerime kadar öfkeyle tir tir titrerken. "O köşke gelin geleceğim. Hepinizin kıyameti olacağım, yemin ederim."

Duby'nin hareketsiz bedeninin önüne diz çöktüm. Gök gürlüyordu uzaklarda bir noktalarda. Yoldan geçen bir araç, yolun ortasında duran bize çarpmamak için âni bir fren yapmış; ağır sövgüler savurarak virajı dönüp geçmişti.

Bulunduğum ân, kafamın içinde rotasını kaybedip duruyordu. Takvim yaprakları geriye doğru savruluyor; tarihin kanlı bir zaman diliminde duruyordu.

Mekan, klinikti.

Ruh sağlığı ve sinir hastalıkları rehabilitasyon merkezi.

"Yas tutan bir insanı iyileştiremezsiniz!" Diye bağırıyordum, beyaz önlüklü doktorlara.

Beni dinlemiyorlardı.

"Travmatoloji bir beyin hasarı var. Hafızası sağlam ancak ölüm ânını unutamıyor, beyni aynı günü tekrar edip duruyor."

"Annem ölmüş benim, iyimisin diye soruyorlar! Biride çıkıp nasılsın diye sormuyor! Beni siz delirttiniz!"

Saniyeler önce attığım çığlığa, dakikalar sonra telaşeyle çıkıp gelen ev ahalisini aşıp herkesten önce yetişen ve önüme çöken kişiye baktım. Jülide teyzemdi.

Korkulu bir şaşkınlıkla titreyen elinin tekini dudaklarına bastırdı; sessiz ve anlamsız mırıltılar döküldü dudaklarından, ardından diğer eli dokunmaya artık gücümün yetmediği Duby'nin nefes boşluğunu kontrol etti. O ân dolu dolu oldu gözleri. Konuşmadı ama anladım ne olduğunu.

Özür dileyen bakışları ağır ağır gözlerime çevrildi.

Öldü, diyordu sössüz bir dille.

Etrafımda sesler vardı; çığlıklar, şaşkın nidalar.

"O'nu iyileştirecektim," Diye fısıldadım cayır cayır yanan bakışlarla.

Jülide teyzem gözlerini yumdu. Onu daha önce hiç bu kadar çaresiz görmemiştim. "Tedaviye yanıt veriyordu..." Dedi aynı yenilgiyle.

Gözümden bir damla düştü.

Göğsümde, neşterle diri diri deşilmiş bir kesik vardı sanki. Çok yanıyordu.

Duby...Haksızca öldürülmeyi haketmemişti.

Müzeyyen hanımın endişeli çığlığını duyduğumda, başımı bahçeye çevirdim.

Herkes Selvi'nin başına toplanmıştı. Çünkü nöbet geçirircesine zangır zangır sarsılıyor, bembeyaz kesilmiş çehresi bir ceset gibi soluyordu. Biranda kan kusmaya ve hızla titremeye başlamıştı.

Kahrolsı yaratık!

Dişlerimi öfkeyle sıktım ve ayağa fırladım. "Sakın ölme!" Diye bağırdım. "Ölürsen sana hesap soramam! Sakın geberme Selvi!"

Bedenimi sıcak bir kriz ânı ele geçiriyordu. Aklımı yitirecek gibi hissediyordum.

Üzerime atılan teyzem beni zaptetmeye çalıştığında, delirmiş bir haykırış koptu dudaklarımdan. "O'nu iyileştirecektim!" Diye avaz avaz bağırıyor, saçlarımı çekiştiriyordum.

Babamın ve baş belası üvey ablalarımın bana yaklaşmaya çalıştıklarını farkettiğimde boğazımı tahriş eden bir çığlık tufanı daha kopardım. Kimsenin bana dokunmasını istemiyordum.

Ancak sonra bütün çırpınışlarıma rağmen iki büyük güçlü el bileklerimi kavrayarak beni kendine çekti ve omuzlarımı sarıp, başımı hızla sıcak göğsüne sakladı.

"Özür dilerim," Diye fısıldadı Sancar kulağıma. Duby'nin ezilmiş bacağından ve dokunmaya kıyamadığım acı badem tüylerine bulaşan kandan çekemediğim buğulu gözlerimi elleriyle kapatmıştı. "Çok özür dilerim, bakma."

Kimsenin özrü, Duby'nin ölümünü telafi etmiyordu.

Bunu Selvi'nin canından çıkarana kadar içimi hiç bir şey soğutmazdı.

Bu yüzden O'nu göğsünden sertçe ittirdim. Böyle anlarda kimsenin nefretimi soğutacak sözcükler söylemesini istemiyordum.

"Kuzenin yaptı!" Diye haykırdım yüzüne. Bunu bildiğini belli edercesine sertçe yutkundu. "Tanrı ona yaşama şansı vermişti, ama ruh hastası kuzenin sırf egosunu tatmin etmek için O'nu öldürdü!"

Bunu kendime yediremiyordum.

Babamın, "Levlâ-" Diyen temkinli sesini duyduğumda, yanıma yaklaşmasın diye elimi keskin bir nefes alarak havaya kaldırıp onu durdurdum.

"Çık git baba! Bu dünyada kayıpları önemseyen en son insan sensin, iki güne unutursun ölenleri."

Donup kaldı.

Fakat bunu hakediyordu.

Annem öldükten bir yıl sonra evlenmişti. Duby öldüğü için, O'nun yerine yenisini alırız diyecek kadar vurdumduymaz bir adamdı O.

Acı çekmeyi sevmezdi.

"Cesur acele et!" Diye serzenişte bulunan Müzeyyen hanımın sesiyle nefret dolu bakışlarımı bahçeye kilitledim. Teyzeme ihtiyaçla bakarak ağlıyordu. "Jülide hanım, yardım edin!"

Teyzemin doktor olduğunu sohbet arasında öğrenmişlerdi.

Ancak teyzem Selvi için kılını dahi kıpırdatmadı.

O kalabalığın arasında ansızın Peyami Safa Bey çarptı gözüme.

Selvi'nin başında duruyor, eli ayağına dolaşmış herkesten daha sakin duruyordu. Korkunç bir şey farkettim bakışlarında. Selvi'ye, köşkte baktığı gibi sevgi dolu bakmıyordu. Herkesten geride, kimsenin farketmeyeceği bir acımayla bakıyordu yeğenine.

Soğukkanlılığında, hafif bir umursamazlık vardı.

Sanki yeğeni ölse, büyük bir yükten kurtulabilecekmiş gibiydi; fakat yaşasada, O'na herkesten iyi bakacak kadar çelişkiliydi.

İrkildim.

O köşkün içinde akıl almaz senaryolar dönüyordu.

Cesur, bilinci kaybolan Selvi'yi kucaklayıp aracına doğru koşturdu.

O andan sonra kalabalığın her biri, bir yana dağıldı.

Babam ve Feraye, Türkmen ailesinin ardından hastaneye gittiler. Sözde başıma diktikleri ablalarım ise hızla içeriye kaçmışlardı. Hemen ardımda duran teyzeme ve Sancar'a buz gibi bakışlarla bakıp, aşamayacakları bir sınır çizdim gözlerimle.

"Lütfen," Dedim sıkılı çenemi serbest bırakarak. "Yalnız bırakın beni. Duby'e mezar kazacağım."

Aradan saatler geçti. Tan ağardı, geceye vurgun düşen kederin üzerine.

İki yıl önce, yatırıldığım klinikte altı ay boyunca nasıl sustuysam; ne denli ürkütücü bir sessizliğe gömüldüysem, aynısını yaptım.

Duby'nin zavallı minik bedenini toprağa gömdüm. Üzerine sayısızca Manolya çiçeği diktim. Çiçekleri koklayarak ektim toprağına. Çünkü Manolyalar kolanınca solardı. Solmuş çiçeklere kimse yaklaşmazdı. Köpeğimin mezarınada kimse yaklaşsın istemedim.

Gök defalarca gürledi o gece; korkunun esamesini bile hissetmedim. Yağmur damlaları sicim sicim kaldırımlara çarpıp, bir ceket misali omuzlarıma serildi; yerimden bir milim dahi kıpırdamadım.

Sancar, on adım uzağımdaydı. Hiç gitmemişti, yanımada gelmemişti ama varlığı bütün gece bir hayalet misali arkamdaydı.

Çok sağlam düşmüştüm; sağlam düşüşler, daha çetin kaldırırdı insanı ayağa.

Ve ben o gece yerimden kalktığımda, bambaşka biri vardı yüzümde. Zihnimde ise annemin son sözleri dönüp duruyordu.

"Merhametli insanlar, Manolya çiçeklerini yetiştirmeye kıyamazlar. Kokusu çok cezbedicidir, olurda koklarlar ve çiçekler solar diye korkarlar."

"Ya birgün solacaklarını umursamadan koklarlarsa anne?"

"Bil ki, merhametini yitirecek kadar acı çekmişlerdir."

 

 

 

 

16 SAAT SONRA...

Sadece savaşarak gücü, dokunulmazlığı ve kendi çemberini çizebilmeyi sanan insanlardan değildim. Aksine çatışmazdım; bağımsız ve dokunulmaz olmak isterdim.

Çünkü kendimle o kadar savaş içerisindeydimki, insanlara vakit ayırmaktan üşenirdim.

Bu kadar üşengeç olmak, güçsüz olmak değildi nihayetinde.

Göz yorucu kırmızı ışıklar, tiz bir melodi ve kafası bir alem insanlar: Bulunduğum gazino tam olarak böyle bir görselin öznesiydi. Mantığın yüklemini kaybettiği bir ortamdı.

Yılgın ve ölgün bir ruhsuzlukla, yüksek bar taburesine otururken omzumun tekinden düşen ceketim umrumda değildi.

"Sarhoş etmeyecek bir içki?" Diye seslendiğimde, genç barmen dönüp garip garip yüzüme baktı.

"Henüz üretilmedi."

"Hiç mi?"

"Dışarıda bir cafede, meyve kokteyli içmeye ne dersin?"

Göz devirdim. Kulaklarımda yankılanan akustik müziğin desibeli git gide arttığı için bağırmak zorunda kalıyorduk.

Barmen, öteki taraftan konsolun üzerine kollarını yaslayarak yüzüme doğru eğildi.

"Neden başıma iş açacakmışsın gibi hissediyorum?"

Dudağımın kenarı tembel tembel kıvrıldı. "Afedersin?" Diye sordum sahte bir şaşkınlıkla.

Genç çocuğun gözleri kısıldı. "Yenisin ve kafayı bulmayacak bir alkol istiyorsun," Çenesini sıvazladı. "Dur tahmin edeyim, sırf dikkat çekmek için buradasın. Daha önce içki içmedin. Ve birazdan peşinden sürüklediğin takıntılı herifin teki mekanı basacak; bende muhtemel sonumla, dayak yiyeceğim."

Hadi canım! İki saniyede manastır destanı yazmıştı.

Dudaklarımı sıktım. "Bu muhtemel sonlu dayaktan neden payını alan sen oluyorsun?"

Dirseklerini yasladığı yerden kaldırıp doğruldu ve ellerinin baş parmaklarıyla kendisini gösterdi.

"Çünkü yüce beyinli sevgilileriniz, bara kendi rızanızla geldikten sonra içkiyi kimsenin size zorla içirmediğini anlamıyor."

Muhtemelen lisenin başlarında olan genç çocuk, bu kaba kuvvetten öylesine bıkmıştıki, bulduğu ilk ayık kafaylıya, yani bana hiç çekinmeden içini döküyordu.

Kaşlarımı büktüm. "Dayak yememen için şans diliyorum."

Yanımdaki tabureye oturan bir başka kadın müşteriye, hiç sormadan buzlu bir içki verip tekrar bana döndü.

"Bu kadar yufka yürekliysen, beni ihtimallere bırakmayıp bunu engellemeni tercih ederim."

Bayık bayık bakışlarla dağınık saçlarımı karıştırdım. "Merak etme, sözlüm çok medenidir. Gururunu incitmemek için seni kalabalık bir ortamda paklamaz, kenara çeker edepli edepli döver."

Yeşil gözleri açıldı. "Çok içimi rahatlattın, abla."

Tatlı tatlı gülümsedim.

Barmen, pekte işin ciddiyetinde olmadığımı anlamış olacakki müşterileriyle ilgilenmeye döndü tekrar.

Sabaha doğru odama kapanmış, telefonumu kapatmıştım. Sabahın köründe ise kimse görmeden kaybolmuştum ortalıklardan. Akşam çökmüştü; tavanlara göz dikmekten, boş boş etrafta dolanmaktan, mezarlığa uğramaktan...

Az sonra barmenin önüme bıraktığı dubleyle yüzüm buruştu. Nefret ederdim alkolden, bilincimin ve idrakimin kapalı olmasından.

Düştüğüm durum trajediydi.

"Hafif başını döndürür sadece, pasif." Diye açıklama yaptı.

Elim bardağa gidecek oldu ama yapamadım. Daha içmeden kokusu midemi sıcak sıcak bulandırmıştı.

Barmen gitmeden önce elimde tuttuğum bir tomar kağıt destesini masaya bıraktım. Gözleri iri iri oldu gördüğü meblağla.

"Abla, kafayı mı yedin? O içkinin ederi bu kadar değil-"

"İçmeyeceğim zaten," Diye böldüğümde, anlam veremeyerek yüzüme baktı. "Seninle bir anlaşma yapalım, çocuk."

O'na çocuk dediğim için alnı kırıştı. "Başıma bela açma." Dedi, kestirip atarak.

Paraya yanaşmadı bile. Belanın göbeğinde çalıştığı bir barda, bu kadar titiz davranıyor olması trajikti. Ama anlıyordum, öğrenciydi yada desteğe ihtiyacı olmalıydı. Böyle gençlere iş vermezlerdi, deneyim isterlerdi, bu yüzden buralarda takılırdı çoğu lise öğrencisi.

"Sadece birini arayacaksın benim için. Karşılığını fazlasıyla veriyorum," Dedim parayı çenemle göstererek. "Benim için mekanı dağıtacak, takıntılı bir iş adamı falan değil merak etme. Gelip gelmeyeceği bile belirsiz." Son cümlemde istemsizce sesim kısıldı.

Çocuk tereddütte kaldı, gönülsüz bir işin eşiğinde gözleri bir müddet parayla ve benim aramda mekik dokudu. En sonunda iç geçirerek aldı kağıt destesini. Gülümsedim ve O'na telefonumu uzattım.

"Bu numarayı ara, O'nu rehberden rastgele seçtiğini; benim çok sarhoş olduğumu ve kötü göründüğümü söyle."

İstemeye istemeye eline aldı telefonu. Dudağının kenarını dişleyerek numarayı tuşladıktan sonra kulağına götürdüğünde, gergin gergin beklemeye başladım.

Basık ve ses kirliliğinin yoğun olduğu bir alanda konuşulanları duyamayacaktım ancak çocuğun tepkilerini ölçmek için dikkatle yüzüne diktim kahve harelerimi.

İlk çalışta hattın diğer ucundan ses gelmiş olacakki çocuk kısa bir ân bana baktı. İlk aramada cevaplanmasına şaşırmıştım bende.

Sesten dolayı konuşmanın başını kaçırdığım sırada barmen, "...Çok kötü abi. Kim olduğunuda bilmem etmem, tek giderse bu kafayla sokakta bir yerlerde yakayı kaptırır-"

Çocuk birden sustu. Hattın diğer ucundan desibeli yükselen sesin tınısını duyar gibi olduğumda, barmen irkilmişti. Kaşlarım çatıldı.

"Abi-"

Tekrar susmak zorunda kaldı. Ardından rengi attı ve sertçe yutkundu. Sonra... Sonra telefon yüzüne kapandı.

Omuzlarım çöktü. Gelmeyeceğini biliyordum. O'na dün o kadar sert davrandıktan sonra neden gelmek istesinki?

Telefonu neredeyse konsola fırlatıp sinirle bana döndü çocuk. "Biliyordum başıma iş açacağını! Verdiğin para kadar canımın değeri yok anasını satayım!" Diye sızlandı.

Tepkisine afallayarak baktım. "Ne dedi sana?"

Terlemiş gibi rengi solmuş siyah tişörtün yakasını çekiştirdi. Elini alelade bir öfkeyle havada savurdu sonra.

"Gözüm sende olmazsa bütün mekanı kapattırırmış, gerekirse işimi gücümü bırakıp başında beklemezsem canıma okurmuş ulan!" Gözlerim açıldı. Çocuk sinirden titreyerek sesini daha iyi duyurmak için üzerime doğru eğildi. "Abla hani gelip gelmeyeceği bile belirsizdi?!"

Gözlerimi kırpıştırdım. "Sesi," Diye mırıldandım şaşkınlıkla. "Endişelimiydi?"

Barmen sabrının sonunda bir ifadeyle burnundan sert bir nefes verdi. "Siz kadınlar illa adamın götünü tutuşturmadan, size değer verdiğini anlamıyorsunuz değilmi?" Diye söylendi saya söve.

O'nu hiç kaale almadım doğrusu. Kafamda çok daha farklı düşünceler vardı.

"... Kendinize zarar verdiğiniz için korkmaları hoşunuza gidiyor! Biraz vicdanı olan zaten korkar, birinizde farklı bir şey deneyin. Doğru düzgün bir stratejinizde yokki. Bıktım vallahi bıktım!"

O'nu hiç tınlamadığımı farkedince aksattığı müşterilerine geri döndü. Çoğu masaya başını koyup sızmıştı bile. Taburelerde bir tane ayık insan yoktu.

Nihayetinde benim derdim, birilerini peşimde koşturmak, acı çektiğim için ilgi görmek ve duygu sömürüsü yapmak değildi çünkü. Çok başkaydı.

Gözlerim yine alkol dublesine takıldı. Bir ânda fevrice onu alıp kafaya diktim. Hafif çakır keyif bir kafam olmalıydı. Gerçekçi bir sarhoş rolü yapmak için. Gerçekçi bir sarhoş... Bir anda boğazımı sızım sızım sızlatan içkiyle, kafamı sert bir cisme çarpmış gibi hissettim. Suratım çarpıldı. Ucuz, acı ve kekremsi tat, başımı döndürdü. İnleyerek kafamı konsola vurdum.

"Allah kahretmesin," İçtiğime bin pişman olmuştum. Ne vermişti bana o gerizekalı?

Kendimi zorlayarak içkiyi biraz daha içtim.

Elim mideme gitti. Başım tekrar masaya düştü.

Zaman algımı yitirdim neredeyse. Tabureme çarpıp giden bedenler, oksijensiz atmosfer ve yanan boğazımla, alnım yaslandığı yerde kalakalmıştı.

Başım konsolun üzerindeyken, gazino alanını uğultulu bir karmaşa esir aldı ansızın.

Yanımda bir hareketlilik hissetsemde, ilk kez alkol alan biri için ilk yudumda vurgun yemiş gibi başımı kaldıramadım. Hadi ama, kendimi kuru çorapla ıslak banyo terliğine basmış bir aptal gibi hissediyordum!

"Allah'ta bu adamı çağırdığım için gani gani belamı versin benim. Aldığım para götüme girsin..." Barmenin korka korka sövgüler savurduğunu duyduğumda, başımı kaldırmadan yan çevirip etrafıma baktım. Her şey silik ve parça parçaydı.

Sonra Onu farkettim.

Etrafına üç numaralı bakışlar atarak zemini döven sağlam adımlarla bize doğru ilerliyordu. Dirseklerine kadar katladığı beyaz gömleğiyle ve dağılmış saçlarıyla, çizdiği imaj fazlasıyla serseriydi.

Göz göze geldik birden. İrkildiğimi hissettim. Ürkünç ve soğuk bakışları vardı. Adımları bize yaklaştıkça saç tellerimin her biri gerildi sanki.

Barmen ellerini havaya kaldırarak savunmaya geçti. "Abla, her şeyi kendi rızası ve yüksek iradesiyle-" Diye komik bir dehşetle açıklamaya çalıştıki sözleri yarıda kaldı.

Sancar, konsolun öteki tarafına kolunu uzattı. Başlangıç ânı belirsiz bir hızla, barmenin yakasını tutup kendine çekti. Çocuk korkudan titriyordu.

"Kaç bardak içti? Ne verdin O'na?"

"Abi, yemin ederim-"

"Kes zırvalığı," Diye çıkıştı Sancar. O'nu daha önce hiç bu kadar delice öfkeli görmemiştim. "Sen, sana gelen acemileri anlamıyormusun?" Gözleri kısa bir an bana döndü. "O'na hafif bir şeyler verebilirdin!"

"Allah beni kahretmesinki, içine su katarak verdim. Ben bilmiyormuyum abi..."

Sancar onu ittirerek bıraktı. Çocuk eli ayağı boşalmış gibi hızla arka taraflara geçip gözden kayboldu. Bir kaç saniye sonra yerini daha olgun bir barmen devralmıştı.

O ânda Sancar bana döndü. Kafam güzel olduğundanmı emin değilim, çehresi yumuşamıştı sanki. Boş bakışlarla öylece yüzüne baktım.

"Levlâ," Başımı kaldırdım, ama önüme döndüm. Yarım kalmış bardağa uzandım.

Evet, onu ben çağırtmamışım gibi davranmalıydım. Hiç haberim yokmuş ve sadece içmek istiyormuşum gibi...

Ancak önümden çekildi bir ânda bardak.

Sersem sersem bardağı kenara ittiren damarlı ve kemikli ele baktım.

Ve hiç beklemediğim bir şey oldu. Sancar, karşımdaki tabureye oturarak bedenini bana çevirdi. Aynı zamanda benide dönerli taburede kendine doğru çevirdi. Az sonra iki yanıma ellerini yaslayarak, taburemi sertçe kendine çektiğinde; aralık bacaklarının arasına sıkıştı dizlerim.

Nefesim boğazımda sıkışıp kaldı.

Bocalayarak kollarına tutundum, âniden ona çekildiğim için öne doğru kaykılmış ve yüzüne doğru eğilmiştim. Yarı kapanık göz kapaklarıma çatık kaşlarla bakıyordu.

"Ne işin var senin böyle bir barda?" Diye sordu katı bir ses tonuyla.

Kendimi geri çekmeye çalıştım, ancak taburemin iki yanına dizdiği ellerini dizlerime bastırıp beni durdurunca tepeden tırnağa titredim. Kal gelmiş gibi durdum. Kot pantolonumun sert kumaşına rağmen bacaklarımda hissettiğim sıcak avuç içi kafamı allak bullak etti.

"Levlâ," Diye mırıldandı tekrar. Durgunlaştı sesi. "İçmek kafanı dağıtmamış. Bakışlarındaki kırgınlık yerli yerinde..."

Bütün şehir göğsüme yıkılıyordu sanki.

Dizlerimdeki elleri bilinçsizce oraya yaslıydı fakat içtiğim içkidenmidir bilinmez, içim hararetlenmişti.

Kafamın içinde sisler, sislerin içinde kuyruğunu sallayan yüz tilki.

"Muhterem annenin porselen takımımıyım ben Sancar? Niye kırılayım, dağılayım, parçalanayım... Kendimimi toparlayacağım sonra etraftan, üşengeç bir kadınım ben."

Sancar bir ân gülecek gibi oldu. Kelimeler dudaklarımda yuvarlanıyor, sureti bulanık görünüyordu.

Sonra birden celallendim. "Hatalı ürünmüyüm ben! Çokmu hafifim, neden kırılayım ilk darbede!"

Derin bir nefes aldıktan sonra ayaklandı. Elleri dizlerimden ayrılınca sıkışan nefesim çözülmüştü.

"Kalk hadi, yardım edeyim sana."

"Niye? Müşteri hizmetlerimisin sen?Niye yardım ediyorsun bana?" Dedim yüksek perdeden bir ses tonuyla.

Boğazımdan yukarıya yakıcı bir asit yükseliyordu sanki.

Ne kadar saçmalarsam saçmalayayım, yüzünde bıkkın ya da öfkeli bir ifade yakalayamadım. Zaten geleceğinide hiç düşünmemiştim.

"Kalkmazsan seni kucağıma alacağım."

Yakınımdaki elini ittirdim asabi asabi. "Kucağınamı? Hayret bir şey, istemez. Ayrıcada yuh yani! Kim isterki sarsılmaz ve dağ gibi bir adamın kollarında olmayı... Hiç yani."

Dudaklarını sıktı. "Çenen açılmış senin."

Büyük eli ansızın bel boşluğuma tutundu, ne olduğunu anlayamadan taburenin üstünden kaldırıldım ve ona doğru yalpaladım. Kolu sıkıca sırtıma sarıldı. Başım göğsüne düşmesin diye kendime gelmek için defalarca gözlerimi kırpıştırdım.

O'na ayak uydurmak zorunda kalırken buldum kendimi.

Kalabalığın arasından sıyrılarak çıkışa doğru gidiyorduk. Işıklar gözlerimi alıyordu.

"Gitmek istemiyorum!" Diye sızlandım.

Hiç bir şey söylemedi. Dikkatlice bedenimi tutuyor ve bizi son sürat giriş kapısı ve çıkış kapısı bir olan kıytırık, yüzeyi aşınmış demir kapıya yönlendiriyordu.

Kapıya yaklaşmışken kalabalıktan biri omzuma çarptı.

Sendeleyerek tamamen Sancar'ın üst bedenine kapandım neredeyse. Dudaklarım boynunun girintisine değdi. Sancar dişlerini sıkarak, omzuma çarpan sarhoş adamı koluyla ittirdi.

"Bu geceyi kazasız belasız, mümkünse ateşin etrafında dolanırken yanmadan çıkmayı başarırsan geriye kalan aklın seni idare eder Sancar." Diye mırıldandı, ben dediklerinin yarısını kaçırırken.

Ateş bendim.

Nihayet dışarıya vardığımızda, kanım sıcak sıcak kaynadığı için yüzüme vuran rüzgarla elektrik çarpmış gibi titredim. Sancar'ın göğsüne sokuldum refleksle.

Belimdeki kolu sıklaştı, göğsü taş kesildi sanki.

"Şansımı, bahtımı s-"

"Sancar?"

"Levlâ?"

"Gidelim Sancar."

Derin bir nefes aldı. "Gidelim Levlâ, gidelim."

Sert soluğu şakağıma dökülmüştü. Algılarım kapalıydı. O'na tutunmadan ayakta duramıyordum.

Küçük adımlarla yokuşlu yoldan düzlüğe doğru ilerlemeye başladık.

Az sonra karşımda kaplan gibi devasa ve siyah bir motorsiklet duruyordu.

Kendimi hızla geriye çektim. Çektim ama sağa sola sallandım şuursuzca. Taki Sancar kolumu tekrar yakalayana kadar.

"Sakın beni motora bindireceğini söyleme."

"Tam olarak öyle yapacağım."

"Hayır!" Gitmeye meylettim.

Ensemden yakalayarak beni yüzüne yaklaştırdı.

"Korkuyormusun?" Diye fısıldadı.

"Hayır," Dedim tekrar dik dik yüzüne bakarak.

Bir ân için zihnim fazlasıyla uyarıldı ve yarı yarıya sarhoş taklidi yaptığımı unuttum.

"Birilerine tutunacak hiç bir şeyin ardından gitmem ben. Hız limitinin sınırı olmayan açık bir araca binecek kadar güvenmiyorum sana."

Ensemdeki eli gevşeyerek aşağıya kaydı; tam şah damarımın üzerine doğru nazik ve kışkırtıcı bir yol çizdi.

"Başka biriyle... Binermiydin?"

"Binmezdim." Dedim hiç düşünmeden. Bu onu hafifçe gülümsetti, tehlikeli bir gülümsemeydi.

Âniden üzerime doğru yürüdü. Şaşırarak geriye çekildim.

Ancak büyük elleri kaçmama izin vermeden belimin iki yanına yerleşti. Bir çırpıda havalandı bedenim, ardından onun kaba kuvvetiyle motorun üstüne oturtuldum. Nefesimi tutmuştum.

Bütün uykum açılmıştı.

Motor sallandığı için tedirginlikle koltuğuna ve kasasına tutunmaya çalışsamda, Sancar tutmuştu beni aslında. Yinede bir güvence arar gibi sıkı sıkı oturduğum motor koltuğuna bastırdım avuç içimi.

"Benim merkezimdeyken, başka bir adamın senin etrafında dolanmasına izin vereceğimi sanıyormusun ki zaten?"

"Bu bencilce, biz seninle hiçbir şeyiz. Hiç, hiç hiç..."

Yüzüme yaklaşınca sustum. Yutkunarak boynumu geriye attım hafifçe. Tanrı aşkına neden onu çağırmıştımki? Neden hiç düşünmeden gelmişti? Neden bu kadar sahiplenici davranıyordu?

Ne vardı bunun altında?

Mesela neden sadece üç aylık bir evlilik sözleşmesi imzalamak istiyordu, neden gerçek bir eş gibi davranıyordu, kendini neye inandırmaya çalışıyorduda ailesine yutturmak istediği bu oyunu bütün kurallarına uyarak oynuyordu?

"Senden kaç tane var, Levlâ?" Diye sorunca kavrayamadım sorusunu.

"Ne?"

"Senden etrafımda kaç tane daha var ki, bir başkasına paylaşmadığım için bencillikle yargılıyorsun beni?" Donup kaldım. Bakışları anlık olarak boynumda ve kâküllerimde dolaştı. "Hoş, yanımda senden binlercesi olsa yinede vermezdim kimseye."

"Neden?" Diye sordum kısık bir sesle.

"Siktir etsene," Diye fısıldadı. Yüzümün her detayını izliyordu. "Tenine değen kalitesiz kumaşa bile tahammülüm yok. Başka bir adamı yanında düşünmek..." Kaşları çatıldı. "Yapacaklarımın sınırı olmazdı."

"Sarhoşmusun sen?" Diye sordum, burada sarhoş olması gereken benken.

Dudağının kenarı kıvrıldı. "Bir kadeh bile içmedim."

Derdi neydi o zaman! Neden böyle cümleler kuruyordu?

"Demek bana güvenmiyorsun," Dedi gözlerini kısarak.

Konuyu kapatmasıyla gevşediğimi hissettim.

Uzun uzun esnedim. "Güvenimi, sırtımdaki bıçakların sayısını unutacak kadar çok yitirdim ben. Kendime bile güvenmiyorum."

Ben yalın ayak ateşe gidecek bir kadındım. Ancak o ateşte bir başkası yüzünden yanmaktan, bir başkasının hırsı, nefreti, yersiz öfkesi yüzünden zarar görmekten ölesiye nefret ederdim.

Haksızca yenilmekten nefret ederdim.

Ve bu gece nefretim hiç olmadığı kadar diriydi.

Sancar kaskı tuttuğu gibi kafama geçirdi. Öndeki camı açıp çenemin altına bağladı ince kemerini.

"O halde bana güvenmen için bir şansım var."

Kaskı tekrar çıkarmaya çalıştım fakat beceremeyince bıraktım ve suratımı astım.

"Midem bulanıyor, ellerimde tutmuyor. Düşerim ben, istemiyorum!"

"İzin vermem, düşmene."

Kasadan çıkardığı diğer kaskı kendi kafasına geçirirken, kendinden fazlasıyla emin duruyordu. Ardından beni yavaşça indirerek motorun önüne rastgele astığı ceketini üzerime giydirdi. Saçlarımı ceketin içlerine sıkıştırdı.

O'nun üzerinde üstten iki düğmesi açık beyaz ve geniş göğsünü saran bir gömlek vardı.

"Üşürsün böyle." Dedim nedensizce sessizleşerek.

"Sarılırsın." Diye ekledi tasasız bir tavırla.

Alay ediyor gibi bir hali yoktu ama O'na on milim öteden yaklaşınca bile gerim gerim geriliyordu.

Bu yüzden yaramaz bir gülüşle, hiç beklemediği bir sırada yüzüne yaklaştım. Bunu o kadar beklenmedik bir anda yapmıştımki, ayakkabım onun ayakkabısına takıldığı için kollarına düşer gibi olduğumda Sancar afallayarak belimi tuttu. İkimizinde kaskının camı açık olduğu için, soluğum ıslattığı dudaklarına çarptığında çenesini olağan gücüyle sıkarak nefesini sertçe içine çekti.

Tabiri caizse mal gibi kaldım bir kaç saniye. Daha sonra ise pilavdan dönenin kaşığı kırılsın diyerek durumu kurtarmaya çalıştım.

"Müzeyyen hanım ikizler burcu olduğunu söylemişti," Dedim pat diye. Alakasızca göz kırpıştırdım. "...Yani, evet...Yükselenin, ah evet! Yükselenin nedir? Hı, nedir?"

Nerden tutsam elimde kalıyordu ama yarı sarhoşluğuma versindi artık!

"Tansiyon," Dedi biraz sonra alçak bir sesle.

"Ha?"

"Yükselen tek şey, tansiyonum şuanda." Diye soluduğunda, bakışlarının dudaklarıma kilitlendiğini idrak ettim.

Ateşe değmiş gibi hızla geriye çekildim.

Üstümü başımı düzelterek ondan başka her yere bakındım. Sancar'ın derin bir soluk aldığını işittim.

"Gel hadi," İtiraz etmeme fırsat vermeden beni tekrar kollarımın altından tutarak motorun arkasına bindirdi.

Ardından önüme geçti ve gazı yavaş yavaş kökleyerek motoru çalıştırdı.

Motorun kenarlarına tutunmak hiç akıllıca gelmiyordu, bu yüzden Sancar'ın giydiği beyaz gömleğinin kumaşını tuttum sıkı sıkıya.

Hiçbir bir tepki vermedi.

Motor öncesinde ağır ağır caddeye doğru ilerledi.

Fakat Sancar bir ânda sapağı sollarken virajı yüz yirmi dereceyle döndüğünde ve rüzgarın uğultusu havada tokat misali çınladığında; asfaltta tekerlek izleri bırakan motor neredeyse freni patlamış bir araç misali ışık hızıyla ana yola girmişti.

Çığlık atarak kollarımı arkadan sert gövdesine doğru sardım. Kalbim gümbür gümbür çarpıyordu. Sancar'ın sardığım göğsü titreyince, içten içe güldüğünü farkettim. Sinirlerim tepe taklak oldu, sarhoşluk namına hiç bir şey kalmadı çünkü bilincim açık hava sızıyormuş gibi açılmıştı.

"Ruh hastası!" Diye bağırdım.

"Bende seni seviyorum, karıcığım!" Diye bir ses yükseldi önümden.

"Sarılmıyorum sana, sakın havalara girme! Tehdit ve baskı altında, tutmak zorunda kaldım seni!"

"Tutmuyorsun, tutunuyorsun bana. Hatta tutuluyorsun bu yakışıklı adama!"

"Ay değil Güneş değilsin, niye tutulayım sana arsız adam!"

Motor yavaş yavaş kendi hızına döndüğünde bağırmayı bıraktım, fakat o sesini duyurmak için yüksek perdeden bir sesle konuşuyordu.

"Yanlış," Dedi muzip bir sesle. "Ben etrafında dolanan Dünya'yım. Güneş sensin."

Dudaklarımda nemalanmış mayhoş bir gülümseme, kelime cambazlığına hayret edişim vardı yüzümde.

Arada zik zaklar çizerek ilerleyen motorun hız limiti düşünce, başım Sancar'ın sırtına yaslanmış ve tuhaf bir huzur vuku bulmuştu içimde.

Sarı, kırmızı trafik ışıkları, caddelerde çağlayan şehrin soğuk ayazı ve plazaların tümseklerinden yayılan beyaz filtreli aydınlatmalar, kaldırımlarda mantosuna sarılmış insanların havada buharlaşarak yok olan nefesleri...

Dakikalar sonra motor durduğunda, sakin sakin etrafıma baktım.

Issız ve karanlık bir şarampolün başındaydık. Sanki kimse bizi bulamazmış ve uçurumlar artık yol kenarlarına kurulmuş bir tuzakmış gibi hissettim.

Gerildim. İçimdeki huzur tuzla buz oldu.

Motordan atlayarak kendi kaskını çıkaran Sancar, dağılan saçlarını elleriyle kenara çekti. Ardından benimkinide çıkardı. Kaşlarımın çatık olduğunu farketti ilk ânda.

"Neden buradayız?" Diye sordum, boğazımı yakmış içki yüzünden çatallı bir ses tonuyla.

Elini uzattı. "Hissizliğine, his olmak için." Dediğinde, kaşlarım daha çok çatıldı.

Elini tutup indim. Dengem tam oturmuş değildi, bu yüzden elimi tutunduğum kolundan çekmeden etrafıma bakındım.

"Ne saçmalıyorsun Sancar?" Sesim sert çıkmıştı.

O ise olması gerekenden daha sakindi.

"Kaybolmuş bir kadına, vermesi gereken tepkilerini hatırlatacağım." Hiç bir şey anlamıyordum.

Geriye çekilmeye çalıştım, huzursuz olmuştum, fakat bırakmadı. Elleri kollarımda tutuklu kalmıştı sanki.

"Ağla Levlâ," Dedi birden, göz bağıma yaşlar hücum edecek kadar anaç ve ilgili bir sesle. "Ağla, tepki ver, köpeğini kaybettiğin için acı çektiğini göster. Susma, ağla."

"Bırak beni, çabuk!"

"Ağla."

"Sancar bırak!" Diye çıkıştım.

Bırakmadı.

Ben çırpındıkça daha çok sarıldı parmakları kollarıma. Öfkelendim, öfkelenince gözlerim dolardı sinirden. Dün geceyi hatırladım yeniden. İçimde kıyametler kopuyordu, ama ağlamamıştım; susmuştum, kendimi odama kapatmıştm.

Babam aklını yitirecek gibi oluyordu ben sustuğumda. Kendime zarar vereceğimdenmi yoksa benim sustuktan sonra mutlaka büyük bir zararla döndüğümü bildiğindenmi, emin değildim.

"Sustukça, güç toplayamazsın. Kin topladıkça daha şiddetli esemezsin. Aksine yükünü içine içine attığın sürece, kendi ağırlığından başkalarına hesap soramayacaksın."

Bu sözlerin bana ne denli güvenli hissettirdiğini farkettiğimde, boğazıma kıymık gibi battı bütün birikmişler.

"Lütfen, bırak." Diye fısıldadım.

Beraberinde gözümden bir damla yaş döküldü.

Sancar, bir insanı nasıl bu kadar iyi anlayabilirdi? Ne kadar süredir yanımdaydıda çözmüştü bütün ilmeklerimi?

"Bağır çağır ağla, söz, kimseye gözyaşlarını gördüğümü söylemeyeceğim. Söz, bu bir sır olarak kalacak. Ve söz, bu ilk ve son olacak."

Gözyaşların sırrı olurmuydu? Olurdu. Ve söz, diyordu. Bir daha ağlamana izin vermeyeceğim der gibi.

Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım.

İlk defa, ilk defa birinin bu şekilde yaklaşımı için doya doya ağladım. Annemin cenazesinden sonra, yaşadığım bütün zorluklara rağmen tek bir damla gözyaşı dökmeyişimin ne kadar içimde biriktiğini farkettim.

İnsanın ağlamaya ihtiyaç duyduğunu, her şeyin gülerek geçiştirilmeyeceğinide ondan öğrenecektim belkide.

Yavaş yavaş yere çöktüğümde, Sancar'da benimle birlikte çökmüştü. Bir eli sırtımı sıvazlıyor, bir eli çekingence saçlarımı okşuyordu.

"Dinle, her şeyi verecek kimse yoktur." Diye fısıldadı, ağlayışlarım iç çekişlere dönerken. Kimseninde her şeyi yoktur, diye devam ettim içimden. "Ama sana bir şeyi verebilirim. Güveni."

Başıma keskin bir ağrı saplandı. "Verme," Dedim neredeyse acı bir inlemeyle. "Her şeyi ver ama güven verme."

"Neden?"

"Güven kırıklığım çok fazla, seni onun içinde kaybederim."

Başımın altındaki göğsü kasıldı. Nefesi dondu sanki. Elleri hareketsiz kalmıştı.

"Tamam." Dedi sessizce.

Gözümden son bir damla düştü.

Bu bir kabullenişti. Birgün güvenimi kıracağını, kesinlikle kıracağını lanse etmiştim ve O bunu inkar etmemişti.

Çünkü O birgün gidecek.

"Sancar," Diye mırıldandım.

"Hımm,"

"O gün yağmur fırtınasında evime geldiğinde, elin neden yanmıştı?"

"Ben yaktım."

Göğsüm sıkıştı. "Neden?"

"Kafamdaki sesleri bastırmak için, fiziksel bir acıya ihtiyacım vardı."

Derin bir iç çektim. O'nun hayatını merak ediyordum. Ne ile imtihan edildiğini ve ailesinin bir birlik gibi görünürken neden parça parça olduklarını.

"Geçtimi peki?"

"Geçti," Dedi, her nedense ses tonunda gülümseyen bir ton vardı. "Ama yaktığım için değil."

"Ne için?"

"Sardığın için."

Dudaklarım kıvrıldı. Kızarık gözlerimi yukarıya çevirerek yüzüne baktım.

O ise şarampolün boşluğunu dolduran derin karanlığa ve karşı yakada görünen şehrin ışıklarına bakıyordu. O'nun buraya daha önce geldiğini farkettim. Herkesten uzak ve akla gelmeyecek bir yerdi.

"Rahatladınmı?" Diye sordu durgun bir ses tonuyla.

Yüzümü önüme çevirdim tekrar. "Rahatladım," dedim tıpkı onun gibi. "Ama ağladığım için değil."

Duraksadı. "Ne için?"

"Sardığın için."

Etrafıma sardığı kolları, iç güdüsel olarak omzuma daha sıkı sarıldı. Daha çok kendisini sıkıyordu.

Bir ân, sanki ikimizide farkındalık retrosu çarpmış gibi birbirimizden hızla ayrıldık. Aynı ânda hemde.

"Seni evine bırakayım." Dedi gözlerini benim dışımda her yerde dolaştırarak.

Yüzümü diğer tarafa doğru çevirerek usul usul, istediğini almış bir hinlikle sırıttım. Gözyaşlarımı elimin tersiyle sertçe sildim.

Giydiğim ceketin, koluna kıstırdığım anahtarlığı avuç içime kaydırarak gizlice cebime attım.

Sancar'ı bilerek bara çağırdığım için, iyi niyetini suistimal etmiş gibi hissediyordum.

Ama mecburdum.

Sarsıla sarsıla ağlarken, kumaş pantolonunun cebinden zorlukla kaptığım atölyenin ve çalacağım arabasının anahtarlarına ihtiyacım vardı.

"Olur." Dedim sadece.

Dün gece, odamdan sadece bir yarım saat çıkışım ve Melda ablamla konuştuğum zaman dilimi vardı sadece zihnimde.

 

 

 

16 SAAT ÖNCE...

Göğüs kafesimi yokluyordum; birazı kül, birazı duman.

Dokundukça kırılan ve dökülen bir izmarit misali, yanmış yanmış ve geriye sönmüş bir dal parçası kalmış.

"Türkmen köşküne gittiğimiz gün, yemek masasında bir muhabbet dönüyordu hani..." Önümdeki duvara boş boş bakıyordum. "Selvi'nin resim atölyesinden bahsediliyordu. Şu övgüler yağdırılan, önümüzdeki ay büyük bir açılışla yurt dışına kadar ün duyurulacak atölyesi."

Melda'nın bakışlarında korkunun ışıltısı yanıp söndü. "Saçmalama!"

"Bana o atölyenin yerini söyleyeceksin."

"Bak, öfkelisin biliyorum. Ama o atölyeye dokunursan kızılca kıyamet kopar."

Histerikçe güldüm. "Her şey eninde sonunda inceldiği yerden kopar, Melda. Bırak, kopsun."

Sertçe yüzünü sıvazladı. Yerinde duramıyordu, bir sağa bir sola volta atıyordu kendi odasında.

Birden hışımla bana döndü. "O akşam hiç sofradaki muhabbeti dinliyor gibide değildinki! Anlamıyorum, yemeğini bilerek düşürüp kaçmıştın!"

"Selvi'nin başıma bela olacağını daha o akşam sezmiştim..."

Doğruydu, o akşam yemeğindeki itici aile sohbetini hiç dinlememiştim. Ancak laf arasında, çok kısa bir zaman zarfında; duymuştum işte, aklıma kazınmıştı dönen konu.

Sanat atölyesi. Hayattaki tek zaafı.

"Ne yapacaksın peki?"

"Bana yapılana karşılık vermekten başkamı?" Diye sordum, ardından omuz silktim. "Bilmem, yaptıklarımın şerefine bir dal içerim belki."

"Kafayı yemişsin sen!"

"Yedirdiniz."

Melda ellerini başına yaslayarak, tıpkı benim gibi karşımdaki duvarın dibine çöktü.

"Bilmiyorum atölyenin yerini-"

"Atölyenin, şirkette olduğunu bilecek kadar kulak misafiri oldum. İki yıldır o şirkette yönetim müdürlüğündesin, sahiden bilmiyormusun?"

"Bilsem ne değişirki? Güvenlik ağını kıramazsın. Güçlü lazer ışınlarıyla, yedi yirmi dört aktif alarm sistemi var."

Sahte bir hevesle gülümsedim. "Bak bu daha çok heyecan verici!"

"Of..." Kafasını ardındaki duvara vurdu art arda. "Of Levlâ, of. Bıktım bu şımarıklıklarından."

Kaşlarım hızla kavislendi.

"Duby'i öldürttü!" Diye bağırdım, sesim boğazımda patlarken. Anlık öfkem onu yerinden sıçrattı. "Beni attan düşürdü, bunun hesabını sormak istememin nesi şımarıklık! Söylesene, neden bu kadar göz ardı ediyorsun beni!?"

"Çünkü bu hayatta kayıp veren sadece sen değilsin!" Diye çıkıştı O'da. Gözlerinde nefret yoktu ama tuhaf bir sinir vardı.

"Senin saçma sapan deliliklerinin peşinden koşturduğu için, sürekli bizi ihmal eden babandan bıktım! Geri plana atılmaktan bıktım! Acı çeken sadece sen değilsin, ama kırıp dökende yine sensin. Terk edildik biz, koskoca Zahit Akman tarafından terk edildik biz! Çokmu memnunuz biz babanın eli altında olmaktan, bu hayatı yaşamaktan sanıyorsun aptal!"

Boğazıma bir yumru oturdu. Bu sözleri ilk defa duymuyordum, bu kavgayı ilk defa yaşamıyordum.

Zahit Akman. Türkiye'nin en büyük yatırımcılarından biriydi. Neredeyse bütün zincirli mağazaların ve firmaların ileri gelen sayılı iş adamlarındandı.

Melda ve Eda ablamın babası. Yabancı uyruklu bir kadınla evlenerek, Feraye'yi bir akşam üstü terk etmişti.

"İhmal edilmek, vazgeçilmekmi?" Diye fısıldadığımda, Melda'nın göz bebekleri donuklaştı. Çenem titredi. "Aynı cephede, düşman saflardayız Melda... Çünkü ben ihmal edildiğim günlerin çetelesini hiç tutmadım."

Hayat bazen sizi öyle bir yerden yere vuruyorduki, vicdanınız ve mantığınız birbirine karışıyordu.

Bir gün sustuğunuz yerden kırılıyor; haykırıyordunuz acımasızlığınızı.

"Mezuniyet törenimde, babama çok ihtiyacım vardı." Diye devam ettim kısık bir sesle. "Ama yoktu. Neden biliyormusun? Çünkü Feraye'yle evleniyordu. Annemin ölüm yıldönümünde, mezarlık ânıtına babamla gitmek için her şeyi verirdim. Ama yoktu. Çünkü o gün, sen Türkmen holdingte yönetim müdürlüğüne terfi ettiğin için şirketler birliği kutlaman vardı ve babam senin yanındaydı. Okulun son döneminde, zorbalığa uğradım. Saçlarımı kestiler, omzumu makasla deştiler. Koşa koşa babama geldim, ama o gecede; siz ailemize katıldığınızdan beri olduğu gibi Eda ablamın erkek arkadaşıyla aile yemeği yediğiniz için babama gidemedim. Çünkü onun baba desteğine ihtiyacı vardı, senin vardı, Feraye'nin bir yara bandıya ihtiyacı vardı. Ama benim yoktu, değil mi?"

Bunların hiç birini bilmediği için dehşetle yüzüme bakıyordu. Gözleri hep kısa kestiğim saçlarıma kaydı.

Buruk buruk güldüm. "Onlar bir daha saçlarımı kesemesinler diye, ben hep kendim kestim o günden sonra. O kadar aptallardıki, labaratuvarda yaptıkları elektrik devrelerinin kablolarını değiştirip; prizlerine su dökmüştüm. Saniyede bir titreşen deney kabloları yanıp sönmüştü, saçlarıma uzanan ellerin hepsi yandı. Zaten bir dahada dokunamadılar saçlarıma..."

"Sen..."

Gözlerinin içine soğuk bir ateşle baktım. "Ateşin gölgesi yoktur Melda, bazen küllerini görmeden yandığını hissedemezsin. Yakarım, kılıma dokunanı yakarım ve bunu onlar geç hissederler."

Sesimin oktavında titreşen soğukkanlı nefret dalgasıyla irkildi.

Çünkü Nefret ediyordum.

Nefret ediyordum ağlamaktan. Saçlarımı kestiler diye kaküllerimin hep yamuk kalmasından, kendimi anlatmak zorunda kalmaktan.

Ve nefret ediyordum, insanların beni farklı birine dönüştürmesinden.

Bir müddet öylece boşluğa baktım.

Aramıza ağır bir sessizlik sızmıştı usul usul.

Bilirdim, annesiz kalmak bir kanadının kırılması gibiydi ama babasız kalmak; kollarının paramparça olması demekti.

Hayata yetişemiyordun, sesin kısılıyordu, en güçlü dağlar bile yıkılmış gibi hissediyordun.

Bu yüzden, ben babamı defalarca onlara paylaşmıştım. Ama onlar hiç anlamamışlardı.

Mesela onlar, neden benimde bir anneye ihtiyacım olduğunuda anlamamışlardı?

"Atölyenin anahtarı, bir tek Sancar'da ve Cesur'da var." Diye mırıldandı Melda, başını eğerek. "Ve yalan söyledim, elektrikler kesildiği zaman güvenlik sistemi kırılıyor." Başını kaldırıp, yüzüme mahçupça gülümsedi. "Jeneratörler, güvenlik kulübesinin kulisinde. İşine yarayacaksa..."

Ayağa kalkıp, çekmeceleri karıştırdı ve içinden bir anahtar çıkarıp bana uzattı. "Atölye, şirketin en üst katında. Kat sadece Selvi'ye ayrılmış ve o kata çıkan asansör şifreli. Bu yüzden oraya çıkman imkansız. Yapabiliyorsan yangın merdivenlerinden çık." Dedikten sonra yangın merdivenlerinin anahtarını elime tutuşturdu.

Uzun uzun yüzüne baktım. Sonra ayaklandım. "Suç ortağım olduğun aramızda kalacak, abla."

Arkamı dönüp kapıya doğru yürüdüm. O'nun odasına çok nadir girerdim ve şimdi hiç bir şey olmamış gibi, gecenin bir yarısında çıkıp gidecektim.

Bir ân sonra, ben çıkmadan evvel mestur mırıltısını duydum yarım yamalak.

"Selvi, her an patlamaya hazır pimi çekilmiş bir bomba gibi." Diyordu sesinden sezinlenen bir şüpheyle. "O'nu ya imha edeceksin, yada öyle bir kışkırtacaksınki; kendi ipini kendisi çekecek ve kendi silahıyla patlayacak, kardeşim."

***

Kulağımın arkasına sıkıştırdığım beyaz filtreli sigaraya hafifçe dokunup, yerini sağlama alırken kısık gözlerle Türkmen holdinge bakıyordum.

Daha doğrusu, güvenlik kulübesindeki iki adama. Kurbanlarıma.

İnsan yoğunluğunun olduğu alanlarda, çoğunlukla sağlık kurumlarında, iş ve eğitim yerlerinde tercih edilen kuru tip trafoların patlama riski yoktu. Kısa devrelerdi, bu yüzden hafif bir yük binmesi onlarda sadece arıza çıkarırdı. Patlama meydana gelmezdi.

Pekâlâ, küçük bir arıza çıkarmam gerekti.

Bu gece soluğu yine nezarethanede alacağımı bilsemde... Bu tek bir suçtan olmayacaktı üstelik.

Direksiyonu sıkı sıkıya kavradım.

"Yapabilirsin," Diye mırıldandım.

Sadece trafoya çarpacak, transformatör aldığı kontrolsüz güçle kendi ısısını düşürecek ve kısa devre koruması araya girecekti.

Bu nedenle, bu civardaki elektrikler kesintiye uğrayacaktı.

Bu yüzden şirket cephesinde, tam olarak güvenlik devriyesinin içerisinde bulunan küçük santrale doğru birden gaz pedalına yüklendim ve düz şeritten sapıp, son sürat şirketin kapısına çarparak içeriye daldım.

Araç hiç duraksamadan ilerlediğinde, trafonun demir kaplamasına gömülen kaput; bir kaç saniye nevrimi döndürdü ve şiddetle durdum. Öne doğru savrulurken, göğsüm direksiyona çarptı.

Kollarımı direksiyona sardığım için kafamı sağlama almıştım ama canım yanmıştı.

"Siktir ya," Diye fısıldadım söverek.

Aracın yarı yarıya açık camından, kulağıma dışarıdan sesler ilişti.

Bir silahın emniyet kilidi açıldı. "Hemen yaklaşma, git bildiri yap. Bu bir suikast olabilir." Dedi kalın bir ses, bir başkasına.

Rüzgarın uğultusunda hışırtılar duyuldu.

"Ahzarmısın, bir hareketlilik yok. Ayyaşın teki caddeden sapmış belliki, çıkaralım şunu. Sonra icabına bakarız, araç patlayabilir."

"Ayyaşın tekimi hiç sapmadan kapıyı kırdı lan?"

Ardından yaklaşan adım seslerini duyar duymaz kafamı direksiyona yasladım, saçlarım etrafıma dağılmıştı. Ön kaputtan hafif hafif dumanlar yükseliyordu.

İlk konuşan ve olaya daha objektif yaklaşan adamdan şaşkın bir nida koptu. "Kadın bu!" Az sonra ise Siktir, diye bağırdı.

Beklemeden kapıya abandılar, fakat kapıları bilerek açık bıraktığım için açılmayacağını ve zorlanacağını düşünen adam, uyguladığı kaba kuvvetle aniden açılan kapıyla küfrederek geriye doğru düştü ve arkasında duran diğerine çarptı.

Az daha gülecektim.

Son 2 dakika 56 saniye...

Omzumu sarstı biri. "Hanımefendi?" Diye seslendi. Herhangi bir yaşam belirtisi göstermedim.

Kafamı doğrultup, sırtımı koltuğa yasladıktan sonra saçlarımı kenara çektiler.

"Yüzünde kan yok, yara almamış. Uyandır şunu, bayılmış belli ki." Bu direktifi veren, üslubu epey kaba olan o adamdı. Kendisini geriye çektikten sonra, tekerleğe atılan bir tekme sesi yükseldi önümden. "Anasını satayım trafoyu mahvetmiş."

"Kes sesinide kız iyimi bakalım, alkol kokuyor. Belliki sarhoşmuş, bunun faturasını bize keserler."

Üç, iki, bir...

Kollarımdan tutup beni araçtan çıkaracakları vakit, birden etraf karanlığa gömüldü.

Civardaki elektrikler bütünüyle kesildi ve caddeye siyah bir çarşaf serildi sanki. Kolumu tutan adam beni aceleyle bıraktı.

"Hay böyle işin... Aracı çekmemiz lazım, adaptör yandı kesin."

"Jeneratörler on dakikaya araya girer, bekle." Hareketlenmeler oldu, elini üzerimden çekmişti diğeri. "Selvi hanım canımıza okuyacak, atölyenin yanından sinek uçsa kafayı yiyor."

Selvi'nin kafayı yiyeceği bir atölyesi kalmayacaktı birazdan.

Göz ucuyla onlara baktım. İri yarı, dev gibi adamlardı. Göz gözü görmeyen karanlıkta, biri trafo ve aracın ön kaputuna göz atarken, bir diğerinin telefonda terminali aradığını gördüm.

Ağır ağır şoför koltuğunun yanına attım kendimi. İkisininde sırtı bana dönüktü. El fenerleri araya girmeden ve jeneratörler çalışmadan hemen önce olağanüstü bir sessizlikle aracın yolcu koltuğundan aşağıya inip, diğer tarafa geçtim.

Rüzgar tokat misali suratıma çarpıyordu.

Karanlığın en derin safhasında, daha önce şirketten kaçtığım için güneyimde bulunan rotaya ilerledim. Yangın merdivenlerine doğru adım adım yaklaşıyordum ta ki güvenliklerden biri tekrar aracın içine eğilip olaya uyanana kadar.

"Kadın yok!"

"Ulan ne demek kadın yok!" Bunu diyen kişi, diğerine yaklaşınca ağır sövgüler savurdu.

"Korkup kaçtımı bu kaşla göz arasında?"

"Siktirsin gitsin," dedi ilk konuşan kişi öfkeyle. "Plakası bizde, ayağının tozunu dağıta dağıta geldikten sonra öylece çıkıp gidemez."

Jeneratörlerin çalıştığını, birden bütün karanlığı dağıtan aydınlatma sisteminin beni kabak gibi ortaya sermesiyle anladım. Son anda merdiven boşluğunda kendimi sakladım.

"Plaka A'dan Z'ye Sancar'a ait," Diye mırıldandım. Görünmemek için, sırıtarak bir cambaz gibi iki büklüm oldum yerimde.

Boşuna aracının anahtarını çalmamıştık.

Elektrikler kesildiği için ayağımın tozunu çekecek kameralarda devre dışı kalmıştı. "Ahmaklar."

Bu sırada sesi haddinden fazla kalın olan pala bıyıklı ancak diğerine göre daha ılımlı olan bekçi, "Aracı kenara çek. Ben servisle konuşup geleyim." Dediğinde, bulduğum boşlukla hızlı hızlı yangın merdivenlerine çıkıp kapısına dayandım.

Nefes nefese, Melda'nın verdiği anahtarla kapıyı açıp şirketin kör noktasına girdim.

Sonrası ise, Sancar'dan kaptığım anahtarla gece mesaisi olduğu için sadece ofislerde uyuklayan bir kaç çalışanı atlatarak kimsenin girmeye cesaret edemediği ve Selvi için koca bir dönümü boşaltılmış en üst kata çıkmakla geçmişti.

Atölyenin bu ay açılışı için hazırlanan gümüş işlemeli ve yeni cilalanmış gibi parlayan kapısı hemen karşımda duruyordu. Üstünde hat yazısıyla yazılmış bir yazı vardı.

"Sanat, tutku ve ilhamdır."

Burun kıvırdım. "İki fırça iziyle sanatçı kesilmiş başımıza, şeytanın çırağı."

Kapıya yürüyüp anahtarla açtım fakat ışıkları yakmadım.

Koridorun cılız floresan ışığıyla belli belirsiz aydınlanan odada, tavandan sarkan afiş çarptı bu seferde gözüme.

"Sanat diye yazılır, kadın diye okunur."

"Senden olsa olsa turşu olur, Selvi." Diye homurdandım.

Hiç bir şeye dokunmadım. Tek bir eşyaya bile.

Tuvallerin, renkli moderatör çizimlerin, kusursuz dizayn edilmiş altın varaklı silahşörlerin belli başlı bir düzeni vardı. Hepsinin bir köşesi, ayırt edilmiş duvarları ve ayrı ayrı değer biçilmiş ederleri olduğu çok belliydi.

Bir duvar köşesine diktiğim gözlerime tuhaf, yakıcı bir sızı saplandı.

O köşede bir ailenin yeri vardı.

Küçük bir erkek çocuğun kırmızı topaçı, bir annenin özenle çizilmiş kar kristaline benzeyen buz mavisi gözlerinin çevresi, bir babanın elinde tuttuğu kopuk bir salıncak ipi... Bir urgan gibi tutmuş elinde, ama idam sehpası bambaşka bir kız çocuğunun ayakları altında. Selvi'nin...

Duvardaki çizimlere baktıkça içimi tuhaf bir karmaşa esir aldı.

Ne ara telefonu elime alıp Melda'dan numarasını aldığım Selvi'yi aradığımı hatırlamıyorum bile.

"Evet?" Diye kibirli bir ses yükseldi hattın diğer ucundan. Uykulu ama atarlı o kadın sesi.

Dün gece nöbet geçirdikten sonra tekrar köşke götürmüşlerdi onu. Kendisine gelmesini beklemiştim bende. Direncini toplamasını ve benimle yüzleşmesi için iyi olmasını.

Çünkü eşit şartlarda olmadığım kimseye meydan okumazdım.

"Sanat, kanlı bir tarihi resmedip insanlara aynı acıyı çektirmekmi fırça ustası?" Diye mırıldandım, gözlerim etrafta dolaşırken.

İnsan atölyeye girer girmez, bir yaşanmışlık hissi içini daraltıyor ve koskoca bir süite benzeyen oda neredeyse kapı duvar oluyordu.

Selvi'nin nefesi dondu. "Sakın," diye soluklandı korkunç bir öfkeyle. Yerinden kalktığını duyumsadım. "Bekle beni orada, hıncını benden çıkar. Tek bir eşyaya dokunursan-"

Çirkin tehdidini dinlemeden etrafta sakin sakin dolaştım.

"Lafügüzaf bunlar Selvi. Tek tabanca gel, her zamanki gibi. Zaten karşıma yedi çeşit soy ağacında çıksa, bu saatten sonra yinede beni durduramazsınız."

Telefonu yüzüne kapattım.

Sancar'dan çaldığım zippoyla kulağımın arkasındaki sigarayı yakıp dudaklarıma yerleştirdim. Derin bir nefes aldım, iç geçirdim belkide, yoğun ve acı tat, ciğerlerime çöktü.

"Evleneceğim adamı dolandırdım resmen, hayret bir şey..."

Sonra aradan sadece yarım saat geçti.

Koridorda hırçın ve hırslı topuk sesleri işittim.

Işıklar açıldı Onun tarafından.

Fakat ben artık atölyenin içerisinde değildim; onun karşısındaki ofisin masa başına yaylanarak oturmuş, ayaklarımı üst üste kavuşturarak masaya uzatmıştım. Duvarın yarısını tıpkı bir sorgu odası gibi kaplayan camlardan atölyenin içi görünüyordu.

Özel olarak yapılmıştı, ofisindeyken atölyesi her daim gözünün önündeydi.

Bir elimde zipponun kapağı açılıp kapanıyor, bir elimde ölümcül bir şans oyunu için ufak bir tabanca.

Selvi önce atölyenin kapısına koşturdu. Ancak kapı açılmadı, çünkü kırdığım kapı kulpu elinde kaldı. Elindeki kulpu sıkarak bir kasırga şiddetinde bulunduğum ofise girdi.

"Ne yaptığını sanıyorsun sen hadsiz!" Diye bağırdı.

Yüzümü buruşturdum huysuzca.

"Cümleye nezaketsiz, kırıcı ve kaba başlayan insanları her zaman esefle kınamışımdır."

Sinirle sağ gözü seğirdi. Üzerime doğru baskın bir adım attı. "Bana bak-"

Birden gözleri elimdeki tabancaya takılınca buz kesti. Gözlerinde korku yoktu ama duraksaması gerektiğini anlayan bir farkındalık vardı.

"Sen..." Dudaklarından ansızın gür bir kahkaha koptu. "Hayırdır, öldürecekmisin beni?" Diye sordu alayla.

Sakin sakin kaşlarımı kaldırdım. "Seni bu tabancayla öldüreceğim," Dedim dümdüz yüzüne bakarak. "Ama bir kurşun bile bedenine girmeyecek Selvi."

Kaşları çatıldı. İyiden iyiye ruh sağlığı bozuk bir hasta misali davranan eylemlerimin onu tedirgin ettiğini görebiliyordum.

"Reçeten varmı?" Diye sordu buz gibi bir sesle.

Delimisin, demenin kibar bir yolu olmalıydı.

"Her aklın yolundan şaşana deli teşhisi konulsaydı, Dünyada insan kalmazdı." Dedim soğuk bir alayla.

Ayaklarımı indirip kalktığımda, bir ân için irkildi. Bu beni sadistçe mutlu etti. Eğlenen bakışlarla karşısında durdum ve tabancayı havaya kaldırdım. Yutkunarak bir elime bir bana baktı.

"Rus ruleti," Tatlı tatlı gülümsedim. Nefesleri hızlanırken bir adım geriye çekildi. "Oyun oynamayı sevdiğini düşünüyorum."

Dişlerini sıktı. "Bu ucuz oyunlarlamı alacaksın intikamını?"

Beni kışkırtmaya çalışıyordu.

Şöyle bir üzerine baktım. Pijamalarının üzerine rastgele bir yağmurluk çekmişti. Göz altları halkalar şeklinde mosmor, gözbebekleri cansız, ahvalinde insanı vicdan yapmaya iten devasa bir yorgunluk ve solgunluk vardı. Buna rağmen kendinden ödün vermiyordu.

Başımı usulca sağ omzuma doğru eğerek, bir katilin maktülünü ölüm uykusuna yatırmadan önceki nazik uysallığını taşıyan bir tasasızlıkla baktım yüzüne.

"İntikammı? Bu sadece bir şans oyunu Selvi." Dudağımın kenarını kıvırdım. "Şans ise, dünyada adil olmayan şeylerin başında gelir bilirsin." Gözlerimi ondan çekip sırtının ardında kalan camdan, atölyeye baktım. "Adil olmayan bir ceza vereceğim sana, ama intikam değil. İntikam hiç değil. Çünkü günü geldiğinde senden öyle bir intikam alacağımki, her şeyini kaybettiğini ancak o ân farkedeceğin o intihar anını bizzat yaşatacağım sana."

"Sen bir canavarsın!"

"Ve sende bu güzel canavarı uyandırdın."

Göğsü, güçlü nefeslerle kalkıp içine göçüyordu.

"Silah sesine bütün şirket gelir." Dedi bir ümit.

İstifimi bozmadan gözümü diktiğim atölyeyi karış karış izlemeye devam ettim.

"Korkuyorsan, polisi arayabilirsin." Sesim kaygısızdı. "Cesur'u yada Sancar'ı çâğırabilirsin, yardım istemek için çığlık atabilirsin. Bütün bunlar için bir dakikan var."

Burnundan alaylı bir nefes verdi. "Sendenmi korkacağım?"

İçten içe güldüm ama yüzümde tek bir mimik dahi oynamadı. Aptal, sırf gurur yaptığın için yardım istemiyorsun ama bir şey yapmamak her şeyine mâl olacak.

"Dinle, kurşun sesini daha yüksek bir sesle bastıracağım. Sonra sen bir sayı seçeceksin ve şansın varsa, atölyen patlamayacak." Diye mırıldandım açık açık yapacağım her şeyi söyleyerek.

"Yeter! Ne saçmalıyorsun sen!?"

"Bana Duby'i kurtarmak için bir şans verseydin, bende sana karşı son insafiyetimi kullanırdım."

"Kes şunu!"

Korkuyordu. Ve benimde sadece onu korkuttuğumu, blöf yaptığımı sanıyordu.

Tabancanın silindirini çevirdim ve geriye doğru adımlar attım. Ofisin ortasında durarak kolumu kaldırdım ve Selvi'nin omzunun bir karış üstüne, ardındaki cama doğrulttum. Hedefim ise atölyenin içiydi.

Altı mermi kapasitesi olan tabancanın beş kovanı doluydu. Fakat ben, "İçinde sadece iki mermi var." Dedim Selvi'ye.

Boş olan tek mermi kovanını kullanacaktım ilk önce ve bu onun seçimi olacaktı.

Yani aslında sadece seçim hakkı olduğunu düşünecekti.

"Çok oluyorsun, kes şunu dedim!" Diye çıkıştı bir kez daha ters ters.

Gözlerimi kıstım. "Atölyendeki şişeleri görüyormusun?" Dediğimde, anlamsızca başını arkaya çevirdi.

Ancak o ân çizim masasının üzerinde yan yana duran iki içki şişesini farketti.

"Ne bunlar? Kafamı buluyorsun benimle?"

"Şişelerin birinde ucuz bir alkol var, diğerinde ise içkiye katılmış hafif ölçüde ama kuvvetli bir asit. Birini seçeceksin. Her iki seçimdede kurşun patladığı gibi atölyen yanacak. Ancak birinde, ateş bize ulaşmayacak Selvi."

İşaret parmağını tehditkârca havada salladı.

"Bütün bunları yaptığın ortaya çıkmayacakmı sanıyorsun? Dava edeceğim seni."

"Ya bütün delilleri çürütecek kadar ince hareket etmişsem?"

Sinirden elleri titremeye başladı. "Atölyemi yakarsan seni öldürürüm. Yemin ederim öldürürüm!"

Tabancayı ani bir şekilde göğsüne doğrulttuğumda, şokla kendini önümden çekti.

Tabancayı cama doğru tutmaya devam ederek yan tarafimdaki duvara doğru küçük küçük adımlar attım. O ise artık tamamen dehşet içindeydi.

"Ne yazıkki güvenlikler elektrik sorunuyla uğraştığı için, kötü bir zamanlama yaşayacak ve onlarda sana yetişemeyecekler."

Bütün bunları dile getirirkenki sakinliğim, bir insana şuurunu sorgulatabilirdi.

Dudaklarını aralayacakken, "Şişelerden birini seç." Dedim tekrar.

"Hayır-"

"Seç!" Diye kükredim, yeri göğü sarsan bir ses tonuyla.

Sanki onu diri diri yakacakmışım gibi acıyla inleyerek saçlarına asıldı.

"Hayır, babamın hayaliydi. Hayır..."

Acınası hâli umrumda bile olmadı. "Seç."

"İblis! Bu yaptığını ödeteceğim sana!"

"Çok kalender duruyordum, değilmi?!" Diye patladım en sonunda. "Dert yakınmayınca, öfkelenmeyince, gülüp geçince, hırs yapmayınca! Damarıma basmayana kadar, benden iyisi yoktu değilmi ahmak! Zavallıydım hani, senin gibi kötülükle karşılık verincemi iblis oldum lan ben!"

Adımlarım hızlandı birden. Her ofiste bulunan güvenlik deformasyonlarıyla restore edilmiş, acil yardım butonunun korunduğu küçük cam bölüğüne dirseğimi geçirdim sertçe.

Şirketin dört bir yanında alarmlar ötmeye başladı.

Tamda bu zaman diliminin karambolünde, elimdeki tabancanın tetiğine bastım. Ufak bir tık sesi çıktı.

Boş olan mermi kovanını kullanmıştım.

Selvi'nin yüzü bembeyaz kesilmişti. "Yapma," diye inledi.

"Şimdi... Ne diyorduk? Şişelerden birini seç."

"Seçme hakkım yok! Yalan söylüyorsun!"

"Benimde yoktu!" Diye bağırdım.

Alarmlar ikimizinde sesini bastırıyordu. Tıpkı elimde ikinci defa patlayan tabamcanın sesini bastırdığı gibi.

Selvi bir çığlık kopardığında, kurşun kovanı yanından fırlayarak camı delip geçti. Duvarın yarısını kaplayan cam bölme tuzla buz olarak içeriye dağıldı.

Katta, alarmı duyar duymaz koşuşturarak şirketi terk eden insanların sesiyle ruhsuzca gülümsedim. "Görüyorsun ya... Etrafta kimse kalmadı. Ama yangın, önce düştüğü yeri yakıyor. Seninde kendini kurtarman için bir şansın var. Atölyeni bırakıp, kaçabilir ve canını kurtarabilirsin."

Durmayacaktım, öylesine kin ve nefret doluydumki; ıskalamam mümkün değildi.

Tetiğe üçüncü defa bastığımda, kurşun, içinde iki dirhem asit içeren şişeye kuvvetle çarptı; tiz bir cam sesi patladı önce, ardından kurşun huzmesi saniyeler içinde asitle bütünleşti ve atölyenin içini saran mavi kıvılcımlar titreşerek kendi kalıbında bir bütün halinde ateşler içerisinde kaldı.

Camın ardından saman alevi gibi ansızın yükselip, kaybolan ısı reaksiyonu ikimizide geriye doğru savurdu.

Kıvılcımlar, atölyenin içindeki çizim kağıtları ve tahta tuvallerle birleştikçe yangın büyüyecekti. Yavaş yavaş... Önce kendini yakacaktı, sonra etrafındakileri. Tıpkı göğüs kafesimin içi gibi.

Selvi'den acı bir haykırış koptu. İleriye doğru atılıp, "Hayır!" Diye bağıra bağıra ağlamaya başladı. "Söz vermiştim, babamın hayaliydi o! Baba, hayır baba!"

Yutkundum. Elimdeki tabanca zemine düşüp tok bir ses çıkardığında, on adım ilerimde içi cayır cayır yanan ânılar ve bir kadının en içinden taşan çığlıklar kaldı geriye.

Dün gece nasıl yana yakıla feryat ettiysem, aynısını Selvi'yede yaşattım.

Bomboş, sanki bütün öfkesinden arınmış gibi içli içli ağlayışına öylece baktım sadece. Tıpkı onunda yaptığı gibi.

Selvi dizlerinin üzerine çöktü bir an sonra, etrafımızı saran dumanlarla elini nefesi kesiliyormuş gibi bağrına bastırdı. Dumanlar benimde genzimi yakıyordu, gözlerimide öyle. Ama tepkisizdim. Sırtımı duvardan kaydırarak yere oturdum. Kaçmadım yangından, yanmaktan, yakmaktan.

"Beni o köşkte tutan tek şey," Nefes almaya çalıştı. "...Bu atölyenin tapusunu almaya çalışmaktı. Ama sen bütün servetimi, hayatta kalma mücadelemi aldın elimden. Babamın atölyesini aldın..." Diye fısıldadı ağlayışları kesilipte, başı önüne düşerken.

Donuk bakışlarla acı çeken bir insana bakmak, acısını hissedememek; ondan daha çok ölmek gibiydi.

"Kanser olduğunu duyduğumda, sadece ölmeni bekleyecektin. Biliyormusun? Kendi kendine ölmeni ve benide bu zahmetten kurtarmanı." Diye mırıldandım sessizce. Bu kadar çok acımasız olmama ihtimal bile vermiyormuşçasına ağır ağır yüzüme döndü. "Tıpkı senin gibi ilgiye muhtaç, hayatı tatmak için iyileşmeye çabalayan, hasta ve aciz bir canlıyı öldürdüğünde, dedimki; bazı insanlar ölmeyi ne çok hakediyormuş... Ölmen gerekir senin. Çünkü senin gibi vicdan yoksunu insanlar düzeni bozmaktan başka hiçbir işe yaramıyor."

Buz kristali gözlerinde inanılmaz bir öfke gördüm. Yere yaslı avucu toparlanarak yumruk oldu. Tepeden tırnağa sıktığı teni kıpkırmızıydı.

"Seni attan düşürdüğümde, köpeğini öldürttüğümde, o köşkte gördüğün iğrenç muameleyi farkettiğinde tek yapman gereken şey korkmak ve siktir olup gitmekti!" Diye tısladı. Şimdi onunda tuhaf bir sakinliği vardı. Başı tekrar önüne düştü. "Gitmeliydin... Hiç gelmemeliydin. Ama sen kalıp savaşmayı tercih edecek kadar gerizekalının tekisin."

Sesindeki ince sitem ve garip hüzün, benim hayal ürünümmüydü emin değildim.

"Bu kumarı başlatmamalıydın. Sana, tek bir hamleyle her şeyini alacağımı söylemiştim. Ve sen kaybettiğin kadar karşılık vereceksin bana. Bu kısır döngü devam edecek. İkimizden biri ölene dek." Dedim biraz sonra.

İkimizde henüz bitmemiş bir savaşta, meydanı terketmemek için direnen iki birer asker gibiydik. Yangın ayak uçlarımıza düşecekti dakikalar sonra.

"Vaktim senden daha az ama ilk ölen ben olmayacağım. Sana söz veriyorum, benden önce ölmen için elimden geleni yapacağım Levlâ." Diye fısıldadığında, nefesleri güçsüzleşti, ardından yana doğru düştü ve bir külçe misali yere devrildi.

Bayılmak üzereydi. İkimizde öyle.

Güç bela yerimden kalkarak, yanına yürüdüm ve dizimin tekini kırarak önüne çöktüm. Yüzüne düşmüş saçlarını geriye çektim. Yarı kapanık gözleri zorlukla yüzüme tutunmaya çabaladı.

"İkimizi bu noktaya sürükleyen derdin neydi Selvi?" Diye sordum kısık bir sesle.

Bu esnada atölyenin içine tavandan ateş almış bir parça düştü. Dışarıdan sesler yükseliyordu.

"Hiç bir zaman düşmanım değildin," Can havliyle öksürerek duraksadı. "Tek istediğim gitmendi." Gözleri kapanıp geri açıldı, burnundan kan süzüldüğünde hastalığının onu normalinden fazla güçsüz düşürdüğünü anlamak zor değildi. "Bundan sonra gerçekten düşmanımsın... Çünkü..." Hırıltılı bir öksürük. "Çünkü onlarlada işim kalmadı. Atölyemi y-yaktın..."

Ne demek istediğini anlamıyordum. Derdini anlamıyordum. Anladığım tek şey ikimizinde hırsının ve öfkesinin büyüklüğüydü.

"Anlat. Anlatki kurtarayım seni."

Kendimi sıkıyordum. Bağışıklık sistemime saldıran yoğun duman ve kırgınlık hissi, usturalı bir acıyla içime içime batıyordu.

"Merak ediyorsun," Diye fısıldadı. "Sancar'ın neden oyununuzu bu kadar gerçekçi oynadığını... Bilmiyorsun değilmi?" Acı acı gülümsedi. "Seni kurban seçtiklerini bilmiyorsun."

O'nun gibi birisinin sözlerine itimad etmemem gerekirdi ama o ân, başımdan aşağıya kaynar sular döküldü sanki. Oyun oynadığımızı biliyordu. Bizzat o ailedendi. O halde bildiği daha çok şey olmalıydı.

"Konuş," Dedim dişlerimin arasından. İşte şimdi alt edilmiş gibi hissediyordum.

Göğsünde gevşekçe duran eli zayıf bir hâlsizlikle yan tarafına düştü. Burnundan akan kanlar yanağında ince bir şerit çizmişti. Gözleri kayıyordu.

"Kendi soyundan biriyle evlenmemek için..." Diye fısıldadığında, buz kesildim. "O'nunla evlenmemek için birini bulup getirecekti. Sendin... Sana aşık olduğunu kanıtlaması gerekti. Ama sen Sancar'ın aksine rol yapamıyorsun hayalet gelin... O'na hiç aşık değildin, en başından beri."

Midem bulandı nedensizce. Isıyı sol yanımda çok net hissediyordum artık. Biraz daha burada kalırsak, her şey üzerimize yıkılacaktı çünkü yangın büyüyordu.

"Yalan söylüyorsun." Dedim fısıltıyla.

Gözleri kapandı, fakat bilinci yerindeydi. "O köşke gelmeyeceksin..." Diye sayıkladı cılız bir sesle. "... İzin vermeyeceğim."

Gözlerimin içi sızlıyordu. Çok fazla hemde.

Selvi son bir defa, "Çünkü senide ö-öldürürler.... Kendi kanından olanı bile, baş kaldıranı öl..dürdü... Küçüğümü aldılar benden..."

Bilinci tamamen yok oldu.

İnleyerek kafama vurdum. Küçüğümü aldılar benden dediği kişi, duvara çizdiği küçük erkek çocuğumuydu? Ne olmuştu ailesine? Kim öldürmüştü onları?

Atölye yıkılmaya başladığında, Selvi'nin kollarının altından tutarak ofisin dışına doğru sürükledim bedenini. Öksüre öksüre, duvarlara tutunarak ikimizide koridora çıkardım.

Dumanlardan göz gözü görmüyordu. Birilerinin yaklaştığını görür gibi oldum.

Baygınlık geçirecek kadar oksijensiz kalmıştım.

Zorlaya zorlaya kalktım ve henüz dışarıya taşmayan yangınla, girerken kullandığım yangın merdivenlerine ilerledim. Birileri müdahale için gelmişti. Duyabiliyordum.

"Allah kahretmesin, Çabuk kızı götürün!"

"Tüpü getir, kalanları dışarıya çıkart!"

Direktifler ve dehşet nidaları havada uçuşuyordu.

Yangın merdivenlerinin yarısını tökezleyerek, yarısını kâh trabzanlara çarparak kâh durarak indim aşağıya. Uzaklardan siren sesleri geliyordu. Herkes şirketin önüne toplanmış olmalıydı çünkü bulunduğum tenha santral bomboştu.

Öyle çok öksürüyordumki, ciğerlerim sökülecek sandım.

Açık stadın dışına çıkamadan, bir duvar köşesine yığılıp kaldım. Gök gürlüyordu, iki gündür hiç dinmeyen yağmur bastırıyor ve kuru ayaz havası hasar almış genzimi yakıyordu.

Sancar'la ilk tanıştığımız gün, arabasına binipte çevirmeye takıldığımız ve benim yüzümden nezarethaneye düştüğü günü anımsadım. Babamın bizi yanlış anlayıp evleneceksiniz diye haykırdığı ve onunda kabul ettiği o ilginç günü...

Birazda sen benim oyunuma ayak uydur, demişti. Sonra kulağıma fısıldamıştı: Seninle çok eğleneceğiz.

Tek şartım, benimle üç ay aile evinde yaşaman, dediğini anımsadığımda içimi devasa bir öfke kapladı.

"Beni çirkin bir ithamın altına soktuysan eğer, andım olsunki o köşkü başına yıkacağım Sancar!"

Öksürüklerim dindiğinde ve yağmurun altında öylece oturmaya devam ettiğimde, bana doğru yaklaşan adım sesleri duydum. Dönüp bakmadım. Muhtemelen bu gece soluğu yine nezarethanede alacaktım zaten. Polisler bile olabilirdi.

"Levlâ?"

Duyduğum tok sesle gözlerim açıldı belli belirsiz. Odağım dağıldı. Hızla önüme diz çöken kişiye döndüm.

"Sen..."

Cesur Türkmendi.

Endişeyle üzerindeki ceketi çıkarıp kafamın üstünden sırtıma doğru serdi.

"Bu kadar büyük oynayacağını düşünmemiştim." Dediğinde ona tam anlamıyla uzaylı görmüş gibi baktım.

"Biliyordun." Dedim yutkunarak.

İç geçirdi. "Biliyordum." Sustu bir müddet. Daha sonra ise, "Borcum vardı değilmi sana?" Diye sordu konuyu bambaşka bir yere çekerek.

Fersizce güldüm. "Borç değildi, sözdü."

"Nasılsın, Levlâ?" Diye sorduğunda, bu kez ikimizdende dizgini kopmuş titrek bir gülüş koptu. "Nasıl hissediyorsun kendini?"

"Sana bir nasılsın sorusu borçluyum. En ihtiyaç duyduğun zamanda sana iyimisin diye sormayacağım, nasılsın diye soracağım." Diyen sesi zihnimde yankılanıyordu.

O gün ona şirketin önünde nasılsın diye sorduğumda, neden bu kadar mutlu olduğunu şimdi daha iyi anlıyordum.

"Çok kötüyüm," Diye fısıldadım. "Ama daha önce kötü olduğumu söylemek, hiç bu kadar iyi hissettirmemişti."

Çünkü birine nasıl olduğunuzu anlatabildiğinizde, bütün yük üzerinizden kalkıyordu sanki.

Bazı ânlar olurdu, üzerinize dünya yıkılsa ağlamazdınız ama birisi çıkıp geldiğinde ve nasılsın diye sorduğunda, içiniz rahatlayana kadar gözyaşı döküyordunuz.

Çünkü insan, ilgi görmekten, sevilmekten, savaşmaktan ve belkide her şeyden önce anlaşılmak istiyordu.

Anlaşılmamak yoruyordu. Anlatmak ise yüktü. Bu yükü size yükleyenler en yakınlarınız olurdu.

"Cellat olmaya karar verdiğinde, ilmeği önce kendi boynuna geçirirsin. Çünkü kendi adaletini kuranlara, dünyanın düzeni çelme takar Levlâ. Bilmezmisin?"

"Rahat durmayacağımı biliyordun... Kuzenini büyük bir tehlikeye attım, engel olabilirdin. Ama olmadın, Neden?" Dedim tekrar.

Sessiz kaldı. Sessizliği beni rahatsız etti. Ceketini bana verdiği için giydiği boğazlı kazağın omuzları şimdiden sırılsıklam olmaya başlamıştı.

Cesur uzanıp, yağmurun içinden ayırt ettiği gözyaşımı baş parmağıyla sildi. Yutkundum, durgun ve anlam yüklü bakışları vardı.

"Cesur abi," Dediğimde, birden elini ateşe değdirmiş gibi hızla geriye çekti. İfadesi bocaladı sanki.

Abi, kelimesi onu bozguna uğratmıştı. Ona küfretmişim gibi bakıyordu şimdi.

Ayağa kalktı ansızın. Karanlığın içinden uzayan gölgesi üzerime devrildi. Yüzüme yutkunarak bakarken geriye doğru adımlar attı ağır ağır.

"Seninle daha önce tanıştık değilmi? Gördük birbirimizi... Bu yüzden bana hiç yabancıymışım gibi davranmadın." Dedim yaşadığım farkındalıkla. Yüzü bu gece çok tanıdıktı çünkü.

"Keşke..." Dedi dalgınca. "Keşke seni çok önceden görmüş olmasaydım. Kardeşimdende önce..." Kaşlarım çatılırken, gözleri boşluğa savruldu. "Fakat sen beni her evrende sonradan görmüş olurdun, göçmen kızı."

Arkasına bile bakmadan çekip gitti.

Orada öylece arkasından baktım. Dağılmış ve yorulmuştum. Söylediklerinin hiç birini algılayamadım.

Aradan ne kadar geçti emin değilim. Bir dakika, belki on... Bukunduğum stadın girişine kırmızı ve mavi ışık demeçleri düştü. Ardını siren sesleri takip etti.

Polis aracına ait siren sesleri...

Sonra onu gördüm. Elleri önden kelepçelenmiş Sancar, kolunu çekiştirerek öfkeyle polis aracına binmemek için bağırıyordu.

"Benim bir suçum yok!" Diye soluyordu, tıpkı onu ilk gördüğümdeki gibi.

"Araç size ait. Yardım ve yataklık suçundan göz altına alınacaksınız."

Şu, trafoya çarptığım araç hani...

İki polis kollarımdan tutarak benide kaldırdıklarında ve ellerime kelepçe geçirdiklerinde, Sancar'ın gözleri yüzüme çarptı.

Dünya dizilerde ve kitaplarda olduğu gibi değildi. Suçlar hemen teşhis edilirdi.

Sancar debelenmeyi bırakıp sakinleşti. Geceden beri aradığını bulmuş ama umduğuna kavuşamamış gibi baktı yüzüme. İdrak etti her şeyi. Yangını benim çıkardığımı ve onu bilerek bara çağırıp, suçuma alet ettiğimi anladı. Öfkelenmesini beklesemde olmadı.

Ancak gözleri omzumdaki cekete çarptığında, işte o an kara harelerinde şimşekler çaktı. Kimin olduğunu saniyesinde anladığında, çehresi korkunç bir hızla kasıldı ve mimikleri tehlikeli bir tavırla gerildi.

Ve onun dudaklarından bu gece dökülen sözcükler, geceye bomba gibi düştü.

"Durun bir dakika," Dedi onu çekiştiren memurlara. "Üçüncü suç ortağımız Cesur Türkmen. Biraz önce arka tarafa kaçtı, onuda alın. Madem yakalandık, herkes hakettiğini almalı."

Şaşkınlıkla gözlerim büyüdü.

Ne??

Sancar, az önce sırf Cesur'u kıskandığı için bizimle birlikte onundamı başını yakmıştı?

...

Levlâ?? Karakterler çıldırdı arkadaşlar. Hepsinin farklı bir atak yapması yokmu... Bu bölümden sonra ne sırlar açılıyor, ne sırlar...

Küçük bir dipnot: Kurgudaki karakterlerin hiç biri amaçsız ve kadroyu doldurmak için yazılmamıştır. Sadece kaos ve mizah yapsın diye karakter eklemesi yapmış yazar, gibi fikir çatışmalarınız olsun istemedim.

Gelecek bölüm küçük bir nikah törenimiz vaaar sjshdhd çok heyecanlıyım, çünkü epey kaotik ve bu kurgunun genelini kaplayan mizah yüklü bir bölüm olacak.

Bu arada, sevdiğiniz bir karakter varmı?

 

 

Loading...
0%