Yeni Üyelik
14.
Bölüm

9.Nikah Töreni

@zeynepsara

Keşke bu bölüme elli yorum gelse, çünkü çok uğraştımm.

Keyifli okumalar♡

9.Bölüm| "Nikah Töreni"

Hiçbir şeyin yanlış olmadığı, ama hiçbir şeyin doğru hissettirmediği tuhaf bir ruh halinde sıkışıp kalmıştım.

Polis memuru tuttuğu kolumu sıkarak, asma kilitlerini açtığı nezarethanenin içine bedenimi sertçe ittirdiğinde; yan tarafımda aynı kaderi yaşayan Sancar'dan öfkeli bir mırıltı yükseldi.

"O elinin ayarını..." Diye geveledi ağzının içinden. Fakat devam etmeden kolumu bırakan memura ters ters bakarak diğer parmaklıkların ardına kilitlendi.

Bir kaç ayda bir düştüğüm nezarethane odasının parmaklıklarına bir kaç saniye boş boş baktım; daha sonra ise evimdeymiş gibi rahat bir tavırla ilerledim ve yüzeyi aşınmaktan mat bir görünüme dönmüş demir sedire oturarak, ayaklarımı öne doğru uzatıp üst üste kavuşturdum. Kollarımıda göğsümde bağlayarak uyku pozisyonu aldım. Sabahı burada göreceğim açıktı.

Göz kapaklarımı indireceğim vakit, Sancar'ın olduğu yerde dikilerek kaşlarını çatmış bir şekilde doğrudan bana baktığını farkettim.

Kaşlarım sakince havalandı. "Bir sorunmu var?" Diye sorduğumda, histeri bir gülümsemeyle çenesini sıktı.

"Yokmu, Levlâ?"

"Ne gibi?"

"Nezarethanede olmamız gibi?"

Yerime iyice yayılıp, uzun uzun esnedim. Hayretle hareketlerimi izliyordu. Sinirlerini gerdiğimi hissedebiliyordum.

"Neden olsunki? Bir suç işledik, güzel güzel cezasını çekiyoruz. Haksız yeremi girdik sanki?"

Başını eğerek sertçe burun kemerini sıktı. Ardından dikkatimi tamamen yüzüne çeken o hareketi yaptı. Dilini, karakteristik bir öfkeyle yanağının içine vurdu.

"Kafayı yiyeceğim..." Diye mırıldandı asabi asabi. Umulmadık bir ânda, başını tekrar kaldırıp tam gözlerimin içine dikti siyah harelerini. "Kasti olarak iz bıraktın. Elini kolunu sallaya sallaya şirketin içine girdin ama yangın çıkardıktan sonra oturup polisleri bekledin. Gidebilirdin, izini silebilirdin. Neden? Canın sıkıldıkça hukuki sistemle aksiyonmu alıyorsun?"

Sağ omzumu indirip kaldırdım.

"Üşendim." Dedim net ve dümdüz bir ses tonuyla.

Sinirle güldü. "Ne dedin sen, ne dedin?"

"Bıraktığım izleri silmeye üşendim."

"Ama emniyet birliğiyle uğraşmaya üşenmedin öylemi?"

"Neden uğraşayımki? Sen benim nişanlımsın, avukatın ve saygınlığın, benide kurtarmasınmı?" Dedim şirin şirin gülümseyerek.

İkimizin demir parmaklıkları arasında, sadece bir insan boşluğu kadar mesafe vardı. Elimi uzatsam eline, tutardım. Bu yüzden Sancar kendi parmaklıklarının tam önünde durduğunda, sanki bedeni değilde ruhu tam ruhumun önüne dikildi.

Çünkü bakışlarına birden derin bir yoğunluk sinmişti.

"Anahtarlığımı çaldın. Kasti olarak yakalandın ve benimde yakalanmam için, benim aracımla suç işledin, " Durdu, gözleri gözlerimin içine yoğun bir hayalkırıklığıyla baktı. "Biliyordum, sen istemeden o bardan bir adım öteye gitmezdik. Her şeyin ters gittiğinin farkındaydım. Ama bunu umursamadım çünkü o ân, önemli olan sendin..." Sustu bir müddet. "Sana sarılırken, seni teselli ederken, beni aptal yerine koymana gerek varmıydı Levlâ?"

Gözlerimi kaçırdım. Bundan suçluluk duymuyordum ama tuhaf hissetmiştim.

"Her şeyin farkındaydın ve bütün fenalıkları yapmama izin vermişsin... Bu durumda beni aptal yerine koyan sensin."

Derin bir nefes çekti içine.

"Ne kadar ileriye gidebileceğini görmek istedim."

Alayla güldüm. "İşin ucunda kuzenine zarar vereceğimi bile bile, ilerlememe izin verdin öyle mi? Dürüst ol."

"Selvi'nin o atölyeye her girdiğinde, ne hâle geldiğini görseydin sende çıkacak yangını engellemezdin."

Sözleri tokat gibi suratıma çarptı. Cesur'da bu yüzden engellememişti beni. Bile bile o atölyeyi yakmama izin vermişlerdi.

Babamın atölyesiydi o!

Ölen ailesi, atölyesi ve nefreti...

Parçaları birleştiremiyorum.

"Gerçekten," Diye sordu Sancar, sessizliği bozarak. "Beni neden suçuna alet ettin? Seni bu parmaklıkların ardındada kurtarabilirdim."

Gözlerim boşluğun patikasında ilerledi; kendi zihnimin ücra ekseninde, düşüncelere doğru yürüdüm. Orada bir yerde, karanlığı kuşanmış bir silüet vardı ve birde, aydınlığın ışığını bir kibrit çöpüyle diri tutmaya çalışan ikinci bir silüet vardı. Onlar ben ve iki yakaya ayrılmış duygularımdı. Birini seçmem gerekiyordu.

Sancar'ın sorusuna bir kaç dakika sonra yanıt verdim. Duygularımı dışa yansıtmamak için sıktığım ciğerlerim patlayacaktı sanki.

"Yakında karı koca olacağız," Dedim eğlenen bir ses tonuyla. "Hastalıkta, sağlıkta, hırsızlıkta, her türlü kötü amel ve suçta, yanımda olmayacaksan neden evleniyoruzki biz?"

Sancar göz bebeklerini yukarıya dikerek sabır dilendi. İlahi katla hayali konuşmalar gerçekleştiriyordu.

"Arayan, mevlasınıda buluyormuş belasınıda."

"Benimi arıyordun sen?" Diye sordum, cümlesindeki belanın ben olduğumu bildiğim için.

"Lütuf gibi görünüyordun," Dedi birden. Gözleri hâlâ tavandaydı. "Bela eksik olmazda, cezamın bu kadar ağır olması... Bu kez yaratıcıyı çok kızdırmış olmalıyım."

Sadece bir ân, bir ân içimi devasa bir hissizlik kapladı.

En yüksekten, en dibe çakılmışımda; ilk dört saniyede acıyı yitirip, sadece düşüşümü hissettiğim ve ruhumun omuzlarımdan çıkıp gittiğini sandığım o ân gibiydi.

İnsan öldüğünü, hissizleşince değil; azap çekince anlıyordu çünkü.

"Lütuf gibiydim..." Dedim kendi kendime.

Boşluğa doğru alayla güldüm.

Ah Selvi, zarif şeytan; aklımı karıştırmayı başardın.

Sesi zihnimin en ücra köşelerine kadar sinmişti. Durmadan beynimin içinde dönüp duruyordu.

"Kendi soyundan biriyle evlenmemek için..." Diye fısıldıyordu. "O'nunla evlenmemek için birini bulup getirecekti. Sendin... Sana aşık olduğunu kanıtlaması gerekti."

O'nunla?

Bahsettiği kadın kimdi?

"Merak ediyorsun Levlâ. Sancar'ın neden oyununuzu bu kadar gerçekçi oynadığını... Bilmiyorsun değilmi?" Bunu dediğinde, acı acı gülümsemişti. Sanki beni köşkten gönderirse, kurtulacakmışım gibi davranmıştı.

"Seni kurban seçtiklerini bilmiyorsun."

"Levlâ?"

Âniden zihnimin içine yıldırım gibi düşen bir başka sesle irkilip bakışlarımı ayak uçlarımdan çekerek Sancar'a çevirdim.

Çatık kaşlarla ve tıpkı benim gibi dalgın gözlerle, omuzlarımda emanet misali duran cekete bakıyordu.

En başından beri bakıyordu.

Ama bu sefer gözünü diktiği yerden ayıramıyordu. Bu ceket, Cesur'a ait olduğu içindi.

"Hı?" Diye alık bir tepki verdim.

"O ceketi," Dedi vurguyla. "Çıkarırmısın?"

Şaşkın şaşkın göz kırpıştırdım. "Neden?"

"Üşüyorsan, kendi ceketimi verebilirim."

Gözlerim giydiği deri cekete kaydı. Bir eli, teklifini kabul etmem için hâli hazırda ceketin fermuarında oyalanıyordu.

Gülecek gibi oldum ve üzerimdeki cekete sarıldığımda, çehresi gerildi. Ters ters cekete bakıyordu şimdi.

"Çok incesin ama iki cekete ihtiyacım yok. Bu beni yeteri kadar ısıtıyor."

Sancar elinin tekini attığı demir parmaklıkları kuvvetle sıkarak dik dik cekete bakmaya devam etti.

"Levlâ," Dedi, bu kez daha baskın bir sesle. "O ceketi çıkarmanı istiyorum."

"Derdin ne, Sancar?"

"Kokun, o ceketin üzerine sinecek." Dediğinde, bütün mimiklerim dondu. O ise gayet ciddi ve kıskanç duruyordu şuan. "Lütfen, çıkarırmısın? Ceketi iade ettiğinde, üzerinde saç tellerin ve kokun kalırsa..."

"Kalırsa?"

"Bu ihtimal, canımı sıkıyor."

"Abininde başını yakacak kadarmı?" Diye sorduğumda, cevabını alamadım.

Çünkü tam bu sırada içeriye kuru bir gürültü doluştu.

Boyunun uzunluğu göz korkutan, izbandut gibi bir polis memuru, Cesur'u ikimizin karşısındaki nezarethanenin içine atınca yerimde istemsizce doğruldum.

Polis gider gitmez, Cesur öfkeyle parmaklıklara tekme attı.

Sancar, "Devletin malına zarar verdiğini söyleyeceğim. Suçun iki katına çıkacak." Dedi alayla.

Cesur neredeyse burnundan soluyordu.

"Benim ne suçum vardı, arızalı herif! Niye adımı veriyorsun?" Diye bağırdı.

Sancar kaşlarını çattı.

"Nişanlımın üstünde senin ceketin vardı. Bundan âlâ suçmu var?"

Nişanlım.

Cesur kızgınlıkla kardeşine baktı.

"Senin ben yapacağın kıskançlığında, beni düşürdüğün durumunda, hırsınında, önünü arkasını üst üste s-"

"Yavaş! Kız burada." Diye böldü Sancar bu küfür kombosunu.

Sancar, Cesur'u son anda frenlemeseydi, duyacağım ağır sövgüyü tahmin dahi edemiyordum.

Cesur, varlığımı yeni farkediyormuş gibi bakışlarını etrafta dolaştırdı ve bende durdurdu.

O ân, Sancar'ı yerine mıhlayan bir ifade yerleşti yüzüne. Sıcacık bir ifade. Ağır adımlarla yana kayarak, aramızdaki koridorun sonunda tam karşımda durdu. Dudaklarında büyük ve tatlı bir tebessüm filizlendi, ardından elini kaldırıp hafifçe salladı.

"Merhaba," Dedi, kimsede görmediğim karizmatik bir sempatiyle. "Yengeciğim."

Sanki bir saat önce hiç karşılaşmamışız ve bana ceketini verdiği için bu duruma düşmemiş gibi, insanın bütün gerginliğini silip götüren samimi tavrıyla dudağımın ucuyla sırıttım.

Bu adam gerçekten...

"Merhaba," Dedim, ikimizde durup dururken seslice güldük. "Seninle burada karşılaşmakta varmış."

"Her halükarda, bir askeriye ve çatışma dışında seninle her yerde karşılaşabiliriz."

Bir kez daha güldük.

Bunu neden yaptığımız hakkında sözlü bir fikrim yoktu. Ama bence zihnimiz ortak bir bağda tutunuyordu. Sancar'ı delirtmek içindi.

Çünkü bu esnada, Sancar ikimizinde odağını dağıtacak kadar sesli ve kinayeli bir nefes verdi. Bakışlarımız ona döndü. "Çay kahvede istermisiniz?"

Cesur ellerini ceplerine daldırarak keyifli keyifli gülümsedi.

"Fena olmazdı."

"Seni gebertirim!" Diye tısladı Sancar.

Sandığımdan daha öfkeli duruyordu. Cesur'la aynı anda rahat tavrımıza bir bıçak darbesi indirecek ve sesimizi kesecek kadar kötü bakıyordu abisine. Derdi neydi...

Derdi, haksız yere nezarete düşmek değildi. Bu çok açıktı.

Ne zaman Cesur'la bir iletişim kursam, felaketi çağrıştıran bir sinirle dolup taşıyordu.

Sorun tam olarak neydi anlamıyordum. Abisinden nefret ettiği içinmi bu kadar konuşmamıza tepkiliydi yoksa sözleşmeyle evlendiği kadını kıskanıyormuş gibi rol kesmek, onu daha gerçekçi bir sahtekâr yapacağı içinmi bu kadar çaba sarfediyordu emin değildim.

"Abime aşık olma." Dediğini anımsadım.

Köşke ilk gittiğim gece söylemişti bunu.

Cesur gözlerini devirerek sedirin üstüne oturdu.

Aramıza bir sessizlik girdiğinde, herkes bir köşeye çekilmişti.

Biraz sonra, "Selvi," Dedi Cesur, kısık bir ses tonuyla. O'nun cümlesini tamamlayan ise Sancar oldu ve sadece, "Kötü." Diye ekledi.

Birbirlerine baktılar karşı karşıya oturdukları yerden.

Uzun uzun baktılar. O bakışmada ne tür bir çatışma geçti bilmiyorum ama ikiside iç çekerek önlerine döndüler.

Benim ise şuan düşündüğüm şey bambaşkaydı.

Sancar... Aramızda iki taraflı bir menfaat vardı. Birbirimize yardım etmek için evleniyorduk.

Lakin Sancar, Selvi'nin dedikleri doğruysa ve bir gün senin tarafından kullanılmaya başlarsam...

İşte o gün, sana en ağır darbeyi kiminle vuracağımı biliyorum. Bu en kötüsü.

Çünkü Bay Türkmen; ben aslında uzun bir süredir yüreği sızlayan ve duygusal bir serserinin tekiyim.

Fakat artık, başarılı bir soytarıya dönüşmek üzereyim.

***

Önümdeki cilasız masanın üzerine tepemde sallanan cılız ışık huzmesinin dairesel bir şekilde süzülüşünü izliyordum.

Karşımda sert bir komiser yardımcısı, sorgu odasının içinde ise iğneleyici bir gerginlik.

Ben ise dünyanın en rahat suçlusu.

"Geçmiş Ağustos ayında, hız ve asılsız ihbar suçundan göz altına alınmışsın. Üstelik bundan dört ay önce, seni yine nezaretimizde ağırlamışlar," Diye mırıldandı, biçimli siyah ve kalın kaşlarını çattığında ortaya çıkan nobran yüz ifadesiyle.

Dümdüz yüzüne baktığım sırada devam etti. "Emniyet güçlerinin gözetimi altındasın."

"Yani?"

"Buda, suç işlemeye yatkın olduğunu gösterir."

"Fakat bu bir olasılık ve olasılıklar, peşin hüküm vermek için somut bir delil değil." Dedim ruhsuz bir sesle.

Her sözcüğünü, birer laf kalabalığına çevirerek çarpıtmama değin; keskin bakışları yüzüme saplandı.

"Düşünüyorum," Dedi ürkütücü bir sakinlikle. Analiz becerisi ve normal bir konuşma sağlıyormuşuz gibi sohbet havasını taklit etmesi, karşısındaki herhangi bir insanı rahatlatarak kolayca ötmesine sebep olabilirdi. "Yangına sebep olduğun şirket, nişanlandığın adamın mülküne ait. Neden nişanlının iş yerinde yangın çıkardın?"

"Bana hâlâ bir delil sunmadınız."

"İki güvenlik görevlisi, seni araçta gördüğüne dair şahitlik ediyor."

"Fakat kulaktan kulağa sözlü bir kanıt, görüntü ve kayıtlarla iz süren bir kamu için yinede vasat bir şahitlikten fazlası değil komiser bey."

Elektrikleri kestiğim için trafoya çarpan görüntülerim yoktu.

"Neden beni çürütmek yerine kendini savunmuyorsun?" Diye çıkıştı.

"Çünkü suçlu değilim."

"Peki sen suçlu olmadığını kanıtlayabilirmisin?"

"Hiç olmamış bir şeyi kanıtlayamam. Siz, hiçliği varedebilirmisiniz?"

Tek kaşı havalandı ve açığımı yakalamış gibi masaya doğru eğildi.

"Bir suçlunun ilk hamlesi, inkârdır. Levlâ hanım."

"Hayır," Dedim sabırsızca. "Siz şuan beni itham ediyorsunuz ve ortada bir inkâr yokken, savunma almamı sağlıyorsunuz. Savunma almak ise suçu kabul etmektir çünkü yapmadığın bir şeyi savunmazsın."

"Beni manipüle ediyorsunuz." Diye karşılık verdi.

"Yakalanmış sayılır mıyım?"

Öfkesini zaptetmek için burun kemerini sıktı.

"İşlenen suç için ortada bir tanık varsa, hedef alınan suçlu; kanıt bulunana kadar şüpheli konumundadır. Şuan bu konumdasınız. Anlatabiliyormuyum?"

Sizi yanıltıyorum komiser bey, ben şüpheli değil suçluyum.

"Evet... Yani?"

"Bir şekilde elektrikleri kesip şirkete giriş kayıtlarını yok ettin. Fakat yangın sırasında kameraları nasıl hallettin?"

İşte bu beklenmedikti. Hafifçe doğrulup, yüz ifademi sabit tutmaya çabaladım.

"Buda ne demek?"

"Son bir saatin kamera sistemi, bütün şirket civarında yok edilmiş."

Kuşku, havada bir girdap gibi döndü. Etten kemikten maskem kırılıp parçalandı sanki ve şaşkınlık kıyafetini soyunduğunda, ifadem bütün çıplaklığıyla ortada kaldı.

Biri benim için kameralarımı kapatmıştı?

Hayır, baştan alıyorum. Biri suç işlemem için bana yardım etmişti.

Kaşlarım havalandı. Krizi fırsata çevirmeliydim.

"Öyleyse bu, olay yerine birden fazla kişinin intikal ettiğini gösterir. Orada tesadüfen olmam fikri-"

"Zamanlamanız umrumda değil, sorgulanmaya devam edeceksiniz derim." Diyerek sertçe sözümü kesti.

Ovv, oldukça haşin ve kaba.

Nefesimi seslice üfleyip, burnumun üstüne düşen saç tutamını havalandırarak alnıma doğru çekiştirdim.

Bu sırada sorgu odasının kapısı tıklatılıp, açıldı.

Genç bir polis memuru, komiser yardımcısının önüne bir kağıt parçası bıraktı.

"Komiserim, aile şikayetçi olmamış. Kamera kayıtları bulunamadı. Yangının tanzimatınıda Türkmen ailesi kendisi üstlenecekmiş."

Komiser yardımcısı ayağa kalktı ve sinirli bir nefes alarak bana dönmeden genç çaylağına eliyle vakur bir harekette bulundu.

"Hepsini serbest bırakın o halde, soruşturmayı kapatın."

Hadi ama, burada ne haltlar dönüyordu?

Ne demek Türkmen ailesi benden şikayetçi olmamış?

Yaklaşık on dakika sonra asayiş şube müdürlüğünün bahçesinde, babam; iki ablam, Jülide teyzem ve benimle birlikte çıkan Sancar ve Cesur'un hemen yanında duran Peyami Safa Bey'le karşı karşıyaydım.

Jülide teyze umulmadık bir ânda boynuma atıldı. Daha sarılışını idrak edemeden ise geriye çekilip kafamın arkasına gelişine bir tane patlattı.

"Gerizekalı," Diye homurdandı. "Profesyonel davranabilir ve işin bittikten sonra evinde rahat rahat uyuyabilirdin."

Ablalarım kocaman gözlerle teyzeme bakakaldılar.

Kafamın arkasını ovuşturarak sızlandım. Babam, beş adım ötemde yüzüme dümdüz bakıyordu. Mimikleri sabit olsa bile bakışlarında hayalkırıklığı, hiddet ve kızgınlık vardı.

"Bu kadar ileriye gittiğine inanamıyorum," Dedi yorgun ve defaatsiz bir tonlamayla. Başını iki yana salladı. "Yolmu bitti yoksa senmi yürümeyi bıraktın, Levlâ?"

Ona doğru bir adım attım. "Hedef neydi baba?"

"İnsafiyet ve vicdan."

Yutkundum ve, "Yol bitti." Diye fısıldadım.

Bana bir yabancıymışım gibi bakıyordu. Ve ilk defa gözlerinin en derininde, bana karşı acımasız bir yargı ve vazgeçmişlik gördüm. Bu, bütün gardımı alaşağı etti; bakışlarım donuklaştı.

Sancar yanıma doğru bir adım attığında, babam elini havaya kaldırarak keskince durdurdu Onu. "Kızımla arama girme, evlat." Dedi hiddetle.

Sancar durdu. Hatta o ân, kimse babamın gazabından nasibini almak istemiyormuş gibi geride kalmıştı.

"Kimsenin seni savunacak bir cümlesi olduğunu düşünmüyorum," Diye devam etti tavizsiz, sert ve yüksek perdeden bir ses tonuyla. "Orada kalıp cezanı çekmeliydin ve aklında başına gelmeliydi ancak Peyami Bey sana merhamet etti. Seni oradan, itibarlarını yaktığın aile çıkardı. Bunun altından kalkabilecekmisin?"

Son cümlesiyle, kuru soğuğun bile buz kestiğini hissettim. Peyami Safa Bey, babamın iki adım arkasındaydı ve altın topuzlu bastonunu kavramış; bana üstten ve aşağılayıcı bakışlar atmaktan başka bir eyleme geçmiyordu.

O sakinlik vardı üzerinde; tehlikeyi usul usul hissettiren.

Tepki vermedim. Babam bütün öfkesinin kontrolünü henüz yitirerek omuzlarımdan tutup herkesin içinde şiddetle sarstı beni.

"Ağır bir kan kanseri hastalığı ve astımı olan bir kadını nasıl bu kadar büyük bir tehlikeye atarsın? Selvi'nin hastanede, ne halde olduğunu biliyormusun? Onu neredeyse öldürüyordun!"

Tiksintiyle kolumu bırakıp geriye çekildi. Bunu kendisi yaptı zannetsemde, Jülide teyzem yanıma varmış ve beni geriye çekmişti. Bana siper olmanın, babamı daha çok kızdıracağını bile bile üstelik.

"Yeter!" Diye çıkıştı teyzem.

Babam kravatını çekiştirerek hiddetle teyzeme baktı.

"Karışma, Jülide! Bu şımarıklığın bir hesabı olmalı. Koskoca şirkette bir yangın çıkardı, oradaki insanlarında zarar görme ihtimalini bile bile!"

"Ama kimse zarar görmedi," Teyzem önüme geçti.

Aslında şuan yine kasıp kavurabilirdim ortalığı, henüz karakolun önündeyken hiç düşünmeden bir suç daha işleyebilirdim. Ama üzerimde ağır bir durgunluk vardı.

Herkesi şoka uğratarak Cesur'da teyzemin hemen yanına geçti ve önümde bir barikat gibi dikildiler babama karşı.

"Acının öfkeye dönüştüğü ân, kimseye hasar vermeden sadece kendi çemberinde ateş yakmak yetenek isteyen bir iş." Dedi, Cesur işgüzar bir ifadeyle. Resmen beni savunuyordu.

Teyzem çenesini kaldırarak, ekledi: "Şirketin küçük bir bölümünü yaktığına minnettar olmalıyız."

"Jülide hanım haklı," Omzunun üzerinden yan tarafına, teyzeme kısa bir bakış attı Cesur.

Teyzemde ne gördü emin değilim ama gözlerini geri çekemedi. Çılgın püsküllü kahve ceketi, yüksek topuklu çizmeleri, postacı çantası ve bukle bukle saçlarına bakarken yavaşça göz kırpıştırdı. Onu henüz yeni farkediyor gibiydi.

Teyzem ukala ve tatlı bir sırıtışla koluma girdi. "Ayrıca tabancanı yeğenime ben verdim," Dediğinde, babam kalp krizi geçirecekmiş gibi elini şokla kalbine bastırdı. "Avcı koleksiyonundan, en risksiz silahı bulduğum için onu azarlamak yerine bana teşekkür edebilirsin enişte."

"Jülide, sen..."

Babam daha bu sarsıcı şaşkınlığı atlatamadan, Cesur teyzemden daha yaramaz bir gülüşle tekrar araya girdi.

"Ah, Levlâ acı çektiği için bir çok detayı atlamıştı. Merak etmeyin, onlarıda ben hallettim." Teyzem kıkırdayınca, onunda gülümsemesi canlı bir hâl aldı. "Kameraları yok ettim."

Ne... Kameraları Cesur'mu halletmişti?

Bir savaşçı kadar geniş ve dimdik sırtına bakakaldım. Ona sormuştum ve sessiz kalmıştı.

"Biliyordun," Demiştim yağmurun altında. İnkar etmemiş ve "Biliyordum." Diye karşılık vermişti.

Neden engel olmadın, o zaman?

Sessiz kalmıştı. Üstelik yakalanmamam içinde bana yardım etmişti.

Bakışlarım Melda'ya değdi. Cesur ve teyzemin arasındaki uyuma yutkunarak bakıp, dişlerini sıktı ve başka tarafa çevirdi kafasını. Yumruk yaptığı ellerini saklamak için giydiği hırkanın ceplerine daldırmıştı.

Yirmi dokuz yaşındaydı teyzem. Ve... Cesur'da yirmi dokuz yaşındaydı.

"Aklımı kaçıracağım," Diye mırıldandı babam. Kızlarına döndü. "Arabaya dönün, geliyorum."

Melda ve Eda ablam hiç itiraz etmeden siyah jeepe bindiler ve kapıları kapatıp tamamen varlıklarını gizlediler. Sanki bekledikleri tek şey bu komuttu.

Babam bir kez daha üstüme gelecekken, "Vahit, kadim dostum. Hepimiz yorulduk, gelin hanıma düşünmesi için fırsat ver. Kendi hatasının farkına kendisi varsın." Diye araya girdi, Peyami Safa Bey. Hatamı?

Tepkisizliğimi bozan ağır ve tok sesin sahibine, yakında kayınpederim olacak adama döndüm çatık kaşlarla. İki siyah çukuru andıran simsiyah gözlerinin ardında, tüylerimi ürperten bir uysallık vardı. Yemin ederim, her zerreme kadar hem yandığımı hemde üşüdüğümü hissettiğim bir ân daha olmamıştı.

Bana bunun bedelini ödetecekti.

Oğlumla evlen ve köşküme gel, diyordu karanlık bakışları. Gelde göstereyim kendi ateşinde yanmayı.

Ürpertiyle önüme döndüm. Senide ö-öldürürler, seni kurban olarak seçtiler, diyen Selvi yine zihnimi pus altına aldı.

Çık artık kafamdan lanet yaratık!

"Hangi hastane?" Diye mırıldanan hissiz sesin sahibine döndüm. Sancar'dı. Sadece babasına bakıyordu.

"Biliyorsun," Dedi Peyami Bey çatık kaşlarla, oğlunun dalgın hâline bakarak.

Sancar başını salladı. Kimsenin yüzüne bakmadan yanımızdan geçip gitti. Kimse duymadı fakat yanımdan geçip giderken, "İyi ol Selvi." Diye fısıldadığını duydum kendi kendine.​​​​​​"Ölmek için henüz küçüksün."

Yutkunamadım. Göğüs kafesimde huzursuz bir ağrı kıpırdanıyordu. Kahretsin, ıstırapmı çekiyordum?

Babam hepimizi toplamak için araca yönlendirirken, birden arkama döndüm ve koşmaya başladım.

"Levlâ!" Hepsi bir ağızdan bağırmıştı.

Fakat durmadım. Karakolun bahçesinden süratle koşarak çıktım ve caddenin kalabalığına karışarak gözden kayboldum.

Suratıma çarpan rüzgar genzimi yakınca, gözümden bir damla düştü.

Kahretsin, kahretsin, kahretsin...

Böylemi oluyordu?

Birine kötülük yapınca, bütün dünya karşında duruyormuş gibimi hissediyordun?

Karşılıksız bir intikam yemini değilmiş gibi için çıkana kadar vicdan azabımı çekiyordun?

Böyle olmamalıydı.

Yıldızlı gökyüzü omuzlarıma yıkılmamalı ve bir adamın suçlayıcı bakışları yüküm olmamalıydı.

🍷

Babam benimle konuşmuyordu. Yaklaşık iki buçuk haftadır. Hakeza, bu hafta nikahımız olacaktı ancak Sancar'ı göremiyordum. Ne şirkette, ne de etrafımda.

Mutfağa alacaklı gibi giren kişiye baktım. Tezgaha sırtımı dayamış, düşünceler içindeyken sabahın sekizinde spor yaptığı için koşudan döndüğünü ahvaliyle belli eden Jülide teyzem nefes nefese elini kapıya yasladı.

"Su..." Dedi kesik bir solukla. "Tanrı aşkına bir damla su verin."

Koşudan dolayı dizleri tutmuyormuş gibi kendisini yılgınca mutfak masasının önündeki sandalyeye attı. Bu sırada mutfağa Melda ablamda girmişti. Hiç bir şey söylemeden dolaptan bir bardak aldım ve sürahiden, içine sadece bir damla su kattım. Daha sonra ise Jülide teyzemin önüne bıraktım.

Gözlerini kırpıştırarak bardağa ve içinde bir damla suya baktı.

"Bu ne?"

"Su."

"Bardağın içinde sadece bir damla su var, Levlâ."

"Çünkü sadece bir damla su istedin."

Melda ablam gözlerini ovuşturarak doğru görüp görmediğine baktı.

Teyzem elini alnına vurdu sitemle.

"Dahilik ve salaklık arasındaki o garip çizgide kalmışsın, Levlâ."

"Teşekkür ederim." Dedim sadece.

Sinirle yerinden kalkıp bardağını ağzına kadar doldurdu ve kana kana içti.

Bu esnada babam girdi mutfağa. Göz ucuyla bile bakmadı bana. Ardını salona kahvaltı servisini bırakıp geri dönen Sezen abla ve Feraye takip etmişti. Teyzem heyecanla babama döndü.

"Günaydın enişteciğim!" Diye şakıdı.

Babam gözlerini kıstı. "Uzun lafın kısası?"

Teyzem memnun memnun sırıttı ve küçük adımlarla ona doğru yürüdü. Babam, teyzemle bile konuşuyordu ama güya beni cezalandırıyordu.

"Limiti yirmi bin tl olan kredi kartınla, yeğenimin nikah töreni için kendime elbise aldım."

"Elbise ne kadardı?"

"Sadece on dokuz bin dokuz yüz doksan dokuz tl, doksan kuruş."

"Bütün parayı sadece bir elbiseyemi verdin!?"

"Yanlış hesaplıyorsun, içinde on kuruş kaldı. Hepsini elbiseye vermedim."

"Şuan önemli olan bu mu!?"

"Tamam o zaman, enişteciğim. Hatırlat on dakika sonra tekrar sorayım."

"Jülide! Çocuklarıma kötü örnek oluyorsun!"

"Hah, benim gibi çıtır ve güzel teyzeleri olduğu için, sosyetede sükse yapacaklar. Yatıp kalkıp şükretsin imansızlar!"

"Buraya gel, konuşacağız. Kızlarımı sen yoldan çıkarıyorsun!"

"Üstüme üstüme gelmesene enişte, imdat Levlâ!"

Teyzem babamın yanından kaçıp yukarıya doğru çıkan sarmal merdivenlere doğru koştururken babam hiç duraksamadan peşinden gitmişti. Enerjileri takdire şayandı.

Annem yaşarken, teyzem hiç bu evden çıkmazdı. Babamla aralarında derin bir bağ olduğunu biliyordum. Babam ona hep, kayıp kız kardeşim derdi. Dudaklarımda buğulu bir tebessüm filizlendi.

Onları bir arada görmek, eski bir radyoda çalan şarkı izi gibiydi. Sözleri belirsiz, melodisi yanık... Çünkü annem artık yoktu.

Sezen abla kıkırdarken, Melda ablam esneyerek tekrar mutfağın çıkışına doğru ilerledi. "Normal bir gün," dedi kendi kendine. "Herkesin evinde yaşanan şeyler. Kesinlikle çok normal."

Umarım O'da akıl sağlığını kaybetmeye yakın değildi. Çünkü son zamanlarda ziyadesiyle durgundu. Eda ablamında sesi soluğu hiç çıkmıyordu.

Hiç hayra alamet değil.

Feraye bana bakıp gözlerini devirdi.

"Bu hafta evden gidecek olman, tek moral kaynağım şuan."

Sezen abla yerinde donup kalırken, Feraye onun elindeki krep tabağını çekiştirerek aldı ve bize bir kez daha bakmadan oda mutfaktan çıkıp gitti.

Sadece göz devirdim. Bugün insanlara laf yetiştirmeye katiyen üşeniyordum.

On dakika sonra herkes tekrar bahçeye bakan büyük aile masasına oturmuştu. Ağır adımlarla salona doğru yürüdüm, babam yüzüme bakmadığı için kendimi yabancı gibi hissediyordum. Bu evden gitmem gerekiyordu.

Çatal, bıçak, sohbet... Aile masasında boş bir sandalye vardı ama oraya oturmadım. Bunun yerine adımlarımı üst kata yönlendirdim.

"Levlâ?" Teyzem bana seslenince omzumun üzerinden ona baktım. "Kahvaltıya gelmiyor musun?"

"Aç değilim." Açlıktan karnım ağrıyordu.

Babam kahvaltısını yapmaya devam ederken, Feraye çayını doldurup önüne bıraktı. "Bencil ve her zaman yalnız kalmak isteyen, yabani bir kız çocuğu. Bu yüzden bize uyum sağlayamıyor." Dedi küçümseyici bir sesle ve yerine oturdu.

Babamın çay bardağına uzanan eli havada asılı kaldı. Ama bir şey demedi. Babam hiç bir şey söylemedi.

Fakat Jülide teyzem için aynı şey söylenemezdi, bir ânda kahvaltı bıçağını sertçe masaya sapladı ve yakıcı gözlerini, irkilen Feraye'ye dikti.

"O'nun karnı, sahte ilgi gösterilerine tok. Feraye, senin aksine her masada adı yok." Dedi, ardından peçeteyle zarifçe dudaklarını silerek ayağa kalktı ve bana doğru geldi.

Feraye kaskatı kesildi.

Her masada adı yok. Bu cümle onu yerine mıhlamıştı. Neden?

"Bizim kahvaltımızı Levlâ'nın odasına getirin, Sezen hanım."

Her sabah alışagelmiş bu gergin ve kaoslu ortam artık ilgimi çekmiyordu. Boş boş bakışlarla tekrar önüme döndüm.

Bu kez teyzemle birlikte sarmal basamakları tırmanırken, evin içinde zilin sesi yayıldı. İster istemez durdum tekrar. Kimi beklediğimi bilmiyordum ama durdum işte.

"Hemen bakıyorum." Diyen Sezen abla hızlı adımlarla holden geçip, kapıya koştu.

Az sonra belli belirsiz bir adam sesi duydum.

Kapının orada dönen konuşmayı duymadığım sırada, Sezen abla tekrar içeriye döndü. Bakışları önce bana sonra babama değdi.

"Sancar Bey gelmiş," Dediğinde, babamın oturuşu değişirken ben elimin altındaki demir trabzanları sıktım. İki buçuk hafta sonramı? "Levlâ için."

Bir kaç saniye sonra Sezen ablanın ardında, uzun silüeti belirdi.

Gümüş tokalı siyah rugan ayakkabıları parke zeminde tok sesler çıkarırken, tamamen o tarafa döndüm.

İfadesiz bakışları etrafta dolanıp benimkilerle kesişene kadar yerimde put gibi kalmıştım. O'nu gördüğüm ân aramızdaki hava çatırdadı sanki.

"Damat," Dedi babam ayağa kalkarak. Yüzüne huysuz ve keyifsiz bir ifade yayılmıştı. "Sabahın ilk ışıklarında, seni evime atan rüzgar nedir?"

"Nişanlımı özledim." Dudağının kenarını kıvırarak babama döndü. "İki buçuk haftadır, düğünden önce kızınızı göremeyeceğimi söylediniz." Ellerini ceplerine daldırdı. "Artık hazırlıklar için, nişanlımı alabilirmiyim?"

Dudaklarım aralandı, babam yüzündenmi iki haftadır göremiyordum onu?

Babam kaşlarını çattı. "Küçük bir nikah töreni için gereken hazırlıkların hepsi yapıldı."

Jülide teyzem kıkırdayarak bir çocuk gibi trabzanlardan kayıp aşağıya indi.

"Yakında evlenecekler ve sen hâlâ ikisini birbirinden uzak tutmak için çabalıyorsun, ilahi enişte."

"Henüz evlenmediler." Sitemle teyzemin koluna dokundu. "Dışarıya çıkıp ne yapacaklarki?" Dramatik bir yüzle yakasını çekiştirdi. "Baş başa kalacaklar."

"Yalnız kalmak istemelerinden daha doğal ne olabilir?"

Babam huzursuzca yerinde kıpırdandı. "Baş başa, beraber, ikisi tek, yalnız diyorum Jülide?"

Teyzem bir kahkaha patlattı. "Çocukları yalnız bırak Vahit Bey, zamanında sen ve Derya ablamda babamın gazabını çok çektiniz."

Teyzem bunu hiç bir art niyet barındırmadan, neşeyle söylemiştiki babamın gözlerine keder çökerken Feraye bir hışımla salonu terk etti.

Teyzem dudaklarını dişledi. "Pardon, ablamdan sonra tekrar evlendiğini unutuyorum." Dedi buna ihtimal vermiyormuş gibi.

Babam kaskatı kesilirken, bu ağır ithamdan kurtulmak için "Feraye, beklermisin?" Diye seslendi ve onun ardından gitti hızlı hızlı.

Şaşkınlıkla teyzeme baktığımda, Sancar'a göz kırpıyordu.

"Levlâ'yı kaçırmak için bir gönül alma süresi kadar zamanın var, damat bey."

Sancar, tatlı tatlı gülümsedi. Ceketinin iç cebinden çıkardığı kırmızı gülü teyzeme uzattı.

"Kurtarıcım olacağınızı daha ilk gün anlamıştım."

Teyzem cilveyle gülüp, nazif çiçeği alıp kulağının arkasına sıkıştırdı. "Beni bu çiçeklerle kandıracağını sanıyorsan çok haklısın."

Melda ablam ve Sezen abla kıkırdadılar. Eda ablam sinirle elindeki çatalı sıkıyordu.

Sancar zamanının tükendiğini göstermek iatercesine hızla, hâlâ merdivenlerin ortasında şaşkınlıkla duran bana doğru geldi. "Müsaadenizle."

Daha ben ne olduğunu anlayamadan ayaklarım yerden kesildi. Dudaklarımdan tiz bir nida kaçtığında, Sancar beni omzuna hiç atmamış gibi rahat ve aceleci adımlarla kapıya doğru yürüdü.

Baş aşağıya bağırdım. "Sancar ne yapıyorsun!?"

"Emin değilim, ama doğru hissettiriyor."

"İndir beni çabuk!" Çırpınarak ayaklarımı salladım.

"Belki nikah dairesinde."

"Sancar-" Diye çemkirecektimki, çırpınan bacaklarıma değen soğuk parmaklarıyla gerildim ve şokla gözlerimi irileştirdim.

"Eline ayağına dikkat et." Diye homurdandı.

"İndir beni." Sesim kısılmıştı.

Evden çoktan çıkmış, bahçe kapısını aşmıştık. Sancar beni aracının önünde indirdi.

Dağılan saçımı başımı düzelterek kızgınca kaş çattım.

"Nereye götürüyorsun beni? Sahte nikahım için derlemem gereken bir sürü işim var."

"Nikah için elbise alacağız."

"Afedersin?"

"Sözleşmede küçük bir nikah töreni istediğini açıkça belli ettiğin için ailemi ikna etmek hiç kolay olmadı." Geriye çekildiğim için aramızdaki mesafeye kısa bir bakış attı. "Fakat evlilik törenine pijamayla gelecek kadar üşengeç bir kadın olduğunu bilirken, risk alamam."

Şaşkınlıkla gözlerimi açtım. "O kadarda değil!" İnanmazca kaşlarını havalandırdığında, "Yani," Dedim alnımdaki perçemleri kenara çekerek. "Pizza desenli pijamalar epey kötü olurdu. En azından bir eşofman takımı daha iyi dururdu değilmi?"

Sancar biliyordum dercesine abartıyla nefesini içine çekti. Kolunu arkama uzatarak aracın kapısını açtı ve omuzlarımdan tutarak beni yolcu koltuğuna oturttu.

"Sezgilerime güvendiğim için mutluyum."

Kapımı kapatıp aracın önünden dolandı ve O'da şoför koltuğuna oturdu.

Çok geçmeden yola koyulduk.

Huysuzca kollarımı göğsümde kavuşturdum. Bizimkileride küçük bir nikah törenine ikna etmek hiç kolay olmamıştı. Düğün istemiyordum, gelinlik giymek istemiyordum, akşam tek bir mendille sileceğim beş saatlik bir makyaj istemiyordum... Bu, babamı şüphelendirmişti.

Neyseki benimle konuşmuyordu ve O'na hesap vermek zorunda kalmamıştım.

Tek istediğim, bir ân önce sığıntı gibi hissettiğim evimden gitmekti.

"Selvi," Diye mırıldandım çekingen bir ses tonuyla. Ellerimi yumruk yapmamak için parmaklarımı iç içe geçirdim. "Nasıl?"

"Gerçekten merak ediyormusun?"

Sesi suçlayıcı değildi, hatta sesinin tınısından bu soruyu ne amaçla sorduğunu anlamadığım için yavaşça başımı ona çevirdim. Yoldaki kara hareleri saniyelik olarak bana döndü. Yumuşaktı.... Nasıl?

Cevap vermedim.

"Ben merak ediyorum,"

"Neyi?" Diye fısıldadım.

"Öfke nöbetinden sonra pişman olup olmadığını."

"Pişman değilim!" Dedim sinirle parlayarak. "O'na benim bir durma noktam olmadığını ve beni kışkırtmamasını söyledim. Uykularımı aldı benden, uyuyamıyorum!"

Neden herkesin sadece beni yargıladığını anlamıyordum. Bu beni herkesten uzaklaştırıyordu, farkında değillerdi.

Duby yoktu, Manolyalar solmuştu, babam beni görmezden geliyordu, evdekiler bana bir canavarmışım gibi bakıyordu. Zehir gibiydi her şey.

Patlamıştım işte en sonunda. Sancar sakince beni dinlerken, arkama yaslanarak başımı cama döndürdüm. Boğazıma kadar tıka basa doluydum. Yaptığım şeyin bana misliyle dönmesi, zoruma gidiyordu.

"Levlâ," Desede O'na dönmedim.

"Dinlemek istemiyorum."

Derin bir nefes aldı. "Kahvaltı ettinmi?"

Sert bir nefes alıp, dik dik önüme baktım.

"Sanane."

"Ben etmedim."

"Banane."

"Beraber edebiliriz."

"Umrumda d—Ne?"

Gülecek gibi oldu. "Beraber kahvaltı edemezmiyiz?" Diye sordu yumuşak bir gülümseyle.

Pekâlâ, belliki bugün modundaydı ve benimde asabi, sıfır neşe dönemimle başa çıkacak kadar matraktı.

"Beraber kahvaltı edersek, bu çok romantik olur. İkimize sıcak bir simit alırsan arabada hemen yiyebilir ve kahvaltıyı aradan çıkarabiliriz."

Yanağının içini dişledi. "Her kadın gibi romantizm meraklısı olman gerekmiyormuydu seninde?"

İğneleyici bir tavırla burun kıvırdım.

"İlgimi çekmiyor."

Sırıtarak, vitrini göz kamaştıran bir butiğin önüne çekti aracı. "Annem, tasarımcısına senin için randevu almıştı. Bunu kaçırmanı istemiyorum, kahvaltı için seni biraz bekletmem; beni kötü bir eş yaparmı?" Derken sesi hem alaycı, hemde ciddiydi.

İlgisizce omuz silktim. "Hayır."

İkimizde araçtan indiğimizde, etrafıma bile bakmadım. Sancar'ı takip ederek, lüks butiğin içine girdik.

Fakat ileride, bir çalışanla kibarca sohbet eden Müzeyyen hanım ve Selvi'yi görünce, daha şimdiden günümün berbat geçeceğini tahmin ederek topuğumun üzerinde döndüm ve henüz iki adım uzaklaştığım cam sürgülü çıkış kapısına yöneldim tekrar.

Ancak aynı orantıda karnıma dolanan büyük bir el beni tekrar yerime çekti.

"Nereye?"

"Gerekirse cehenneme. Ama burada kalmayacağım." Sancar'ın elini üzerimden hırsla çekmeye çalışsamda bırakmadı.

"Yanında ben varım." Dediğinde, bunu nasıl başardı emin değilim ama sakinleştim birden. Ses tonunun vaadettiği güvencemi yoksa o güveni hissettirdiğindenmi bilmiyordum.

Arkamı tekrar dönmüştümki Müzeyyen hanımla göz göze geldik. Yüzü heyecanla aydınlandı.

Yanıma gelişini hesap edemeden kollarını etrafıma sardı.

"Ah, Levlâ. Nicedir seninle baş başa kalmak istiyordum. Oğluma seni kaçırıp getirmesi karşılığında yüzlerce dil döktüm." Sesi hevesli ve sıcacıktı.

Göz ucuyla Sancar'a baktım. Gülümseyerek annesine bakıyordu.

Geriye çekildiğinde zoraki gülümsedim. Giydiği mütevazi dekolteli elbisenin üzerine çektiği nazif fulardan huşulu bir çiçek kokusu yükseliyordu ve bu koku sanki sadece bir anneye ait gibiydi. Vücut ısısı kokusuyla birleştiğinde, insanın onun bağrına sığınası geliyordu.

Çok tuhaftı, kulaklarıma kadar uğultu gibi yayılan gerginlik göğsümü patlatacaktı sanki.

"Bakma öyle yabancı gibi, seninle aramızdaki buzları eritmek istiyorum." Elleri ellerime tutundu samimiyetle.

Yerime çakılı kalıp, hiç bir şey söylemediğimi farkedince içimden sövdüm ve o pervasız karakterime bürünmeye çalıştım.

"Bunu beklemiyordum, şaşkınlığımı mazur görün Müzeyyen hanım." Dedim kibarca.

O'na karşı olan iç güdüsel nezaketli tavrıma değin, beğeniyle üzerimi süzdü.

Ardından kolumu çekiştirerek reyonların arasına daldı.

"Zümrüt hanım, lütfen gelinime yeni sezonun bütün şık kreasyonlarını sunun." Diye seslendi bir çalışana, bu sırada eline bir askı almıştı bile. Gözlerine hüzün çökerken bana döndü. "Gelinlik giymeni çok isterdim."

Alnımı ovuşturarak gergin gergin gülümsedim. "Gelinlik taşıyacak kadar sağlıklı hissetmiyorum."

Yüzü iyiden iyiye düştü. Köpeğim öldüğü için yas tuttuğumu sanıyordu, bu yüzden üzerime gelmiyordu.

Bu kısmen doğruydu.

Gülümsemesini canlı tutmaya çabalayarak askıdaki krem ve tül nikah elbisesini üzerime tuttu. Sonra vazgeçti. "Hayır, sana beyaz daha çok yakışacaktır. Tenin çok pürüzsüz." Diyip geri çekti.

O dakikadan sonra bütün nikah kıyafeti için giyebileceğim abiyeleri, yeni stilleri ve bir çok farklı tarzı önüme sunarken, dümdüz reyonlara bakıyordum.

Üç kadın çalışan ve Müzeyyen hanım sıra sıra beni kabine gönderirken sıkıntıdan patlamak üzereydim.

Üzerimde tek askısı gümüş taşlarla bezeli ve belimin kıvrımını sararak aşağıya doğru genişleyerek süzülen, uçuş uçuş bir serinlik veren elbiseyle kabinden on dokuzuncu defa çıktım.

Müzeyyen hanım ilk defa memnuniyetle ayaklandı.

"Bu harika!" Diye şakıdı.

Başımı sallayıp bir ân önce bu eziyetten kurtulmak için kabul edecekken, Sancar'la yan yana oturan Selvi'nin sesini duydum.

"Ürün, defolu." Dedi, ardından umursamazca kahvesini höpürdetti. Evet, höpürdetti.

Çalışan kadın telaşla üzerimde bakındı.

"Ah, stoklarımız çok yeni. Defolu olması mümkün değil!"

Selvi göz devirerek yanında oturan Sancar'ın koluna vurdu koluyla. "Şşşht kuzen, baksana. Sende benim gördüğümü görüyormusun?"

Sancar gözlerini kısarak üzerimde göz gezdirdi ve gözleri elbisenin etek kıvrımında durdu. Gözleri kasti olarak üzerimde uzun uzun gezindiği için karnıma kramp saplanmıştı.

"Görüyorum, kuzen."

Yerinden kalkarak yanıma geldi ve eğilip, hiç gocunmadan dizinin tekini kırarak yere yasladıktan sonra eteği tutup kenarındaki minik söküğe dokundu.

Parmak uçları, ayak bileğimin bir karış üstünde neredeyse okşarcasına sürtünüp geçtiğinde kaskatı kesildim. Sökük, ufak bir sıyrık gibiydi. Bunu Selvi'nin nasıl gördüğüne hayret ettim.

Sancar başını kaldırıp yüzüme baktı. "Beğendiysen, diktirebiliriz."

Selvi yerinden kalkıp yanıma gelince, Sancar tekrar ayaklandı. Yorum yapmama izin vermeyen Selvi, elimi tutarak beni etrafımda döndürdü.

"Bence fazla rüküş, bu ince omuzlara bu kadar kaba bir askılık pot duruyor." Elini omzumda ve bel kıvrımımda dolaştırdı. "Bel kıvrımı harika. Daha zarif ve saten bir kumaş seçebiliriz."

Çalışan kadın, "Hemen," diyerek askılığa koştu.

Selvi moda tasarımcısıydı. Aramızda hiç bir şey olmamış gibi ilgiyle elbisemle ilgilenmesi, Müzeyyen hanımın hoşuna gitmiş olacakki Sancar'ı yanına alarak geriye çekilmiş, ikimizi yalnız bırakmıştı.

Selvi'ye baktım. İfadesi tıpkı benim gibi ruhsuz ve hissizdi. Fakat toparlanmıştı.

Hastaneden henüz dün çıktığını biliyordum.

"Tasarımcı yerine aktrist olmalıymışsın." Dedim mırıldanarak.

Dudağının ucuyla buz gibi gülümsedi. "Bir şeymi dedin, canım?"

"Rol yapmayı kes."

Kaşlarını büktü. "Son defa mutlu bir gelin olmanı istiyorum sadece. Nede olsa bu çok uzun sürmeyecek."

Göz devirdim. "Ahmağın tekisin."

O'da göz devirdi ve biraz geriye çekildi. Çalışan kadın, düz ve eteğinde bir miktar yıldız tozlarına benzeyen pulları olan, sıfır dekolteli beyaz elbiseyi es geçerek daha göz alıcı bir elbise seçmeye çalışırken âniden onu elinden aldım ve kabine doğru yürüdüm.

Selvi gözlerini büyüttü. "Hey! O elbise bile değil, aptal bir geceliğe benziyor."

Birdenbire ikimizde alevlendik. Çok bile sabretmiştik.

"Senden daha güzel." Dedim ters ters.

"Zevksiz!"

"Kendine bak sen, hatalı üretim!"

Üzerime atılacakmış gibi yumruklarını sıktı. "Hah! Asıl sen kendine bak, teninin rengi bozulmuş bir maya gibi!"

"En azından senin gibi şişme hamura benzemiyorum. Tipe bak, bir tane orijinal parçan yok!"

"Hiç bir yerimde estetik yok gerizekalı!"

"Belli, tamirhanedeki doğuştan yapısı bozuk parçalara benziyorsun!"

"Seni pislik-"

Müzeyyen hanım onun ağzını kapatarak geriye çektiğinde, Sancar omuzlarımdan tutarak beni kabine tıkıştırdı. Gözleri dehşet içindeydi.

"Sizi sadece elli yedi saniye yan yana bıraktık," Dedi hayretle.

Öfkeyle burnumdan sert bir nefes verdim. "Beni onun olduğu bir yere özel olarak getirecek kadar düşüncesiz olduğun için-"

Taramalı tüfek gibi saydırıyordumki elini ağzıma bastırıp, sırtımı aynaya yasladı.

"Sakin olurmusun," Yüzüme eğildi. "Burada olduğunu bilmiyordum."

Elini ittirdim. "Gitmek istiyorum buradan."

"Elindekini dene."

"Ne?"

Gözleriyle, bunun için tartıştığımız elbiseyi tuttuğum elimi işaret etti. "Onu denemeni istiyorum," Diye fısıldadı dudaklarıma nazır. Ardından kulağıma eğilerek daha alçak bir ses tonu kullandı. "Kumaşı teninin dokusunda. İpek gibi."

İşaret parmağının tersini kolumdan aşağıya kaydırdıktan sonra geriye çekilip kıpkırmızı olmuş suratıma doğru tatlı tatlı gülümsedi ve kabinden çıktı.

Adi herif, dikkatimi çok güzel dağıtmıştı. Tuttuğum nefesimi bırakıp başımı iki yana salladım.

Ondan fena halde etkileniyordum.

Dakikalar sonra seçtiğim kıyafeti giyerek geri çıktım. Müzeyyen hanım ve Selvi ortalıklarda yoktu. Sancar, geldiğimi duyunca başını eğdiği telefondan kaldırıp üzerime baktı. Bakışları olduğu yerde dondu.

"Bu..." Kaşları çatıldı. "biraz," Doğru kelimeyi bulmak istercesine susup yutkundu. "Fazla değil mi?"

Üzerime baktım. Bütün hatlarımı ortaya seren zarif ve bir nikah elbisesinden çok, müzayedeye katılıyormuşum gibi nazik bir elbiseydi. Kumaşı yumuşacıktı.

"Fazlamı? Bunu denememi sen istedin?" Diye mırıldandım sorgulayıcı bir tonlamayla.

Elini ensesine atıp sağa sola göz gezdirdi.

"Öyle, öyle de..." Bu seferde saçlarını karıştırdı. Derdi neydi? "Bu sefer daha ön plandasın."

Dümdüz yüzüne baktım. "Anlamadım?"

İçine sert bir nefes çekti. "Elbisenin detaylarını saklayınca, ortaya sen çıkıyorsun!" Diye parladı.

Şaşkınlıkla gözlerimi büyüttüm. "Hâlâ anlamadım."

Aslında anlıyordum ve birazdan katıla katıla gülebilirdim.

"Kızım," Dedi kendini tutamayıp üzerime doğru bir adım atarak. "Abartılı bir gelinlik giyseydin, insanlar sana değil gelinliğe bakardı!"

"Sancar, derdin ne?"

"Bilmiyorum!" Yüzünü sıvazlayarak arkasına döndü. "Tamam... Sen medeni bir insansın oğlum. Kendine gel.... Evet, onu çıkar ödeyelim. Seni bekliyorum."

Arkasından bir kaç saniye bakıp tekrar kabine girdim ve elbiseyi çıkarıp kapı arkasından çalışan kadına uzattım. Kadın elbiseyi kasaya götürürken, Sancar'da peşinden gitmişti.

Aksesuar, ayakkabı konseptini Jülide teyzem ayarlayabilirdi.

Sancar geri döndüğünde ve bende ona doğru yürüyeceğim sırada, arkamdan uzun zamandır duymadığım bir ses duydum. Baştan aşağıya titredim.

"İnanamıyorum, süper dağınık saç?"

Hızla arkama döndüm. Evren Bulut.

"Evren," Diye fısıldadım.

Şokla elindeki paket poşedini yere düşürmüştü. Kapının orada duruyordu, geçerken beni görmüş ve içeriye girmiş gibi bir hâli vardı.

Ona doğru tereddütle bir adım attığımda, O; bir adıma karşılık on adım attı.

Her zamanki gibi. Her anlamda.

Hızla aramızdaki mesafe kapandı ve kendimi onun güçlü kollarının arasında buldum.

"Levlâ? Bu senmisin, hani o sevimli cadı?"

Dolu dolu gülemiyordum bile şoktan. Bocalayarak gülümseyip geriye çekildim.

"Ve sende bütün kötü fikirleri büyüleyici anlatarak aklıma sızdıran, o cadının sihirli kazanı?"

Boynunu geriye atarak gür bir kahkaha attı.

"Seni şu 'ben neden buradayım' bakışlarından ve hiç değişmeyen yamuk kâküllerinden tanıdığıma inanamıyorum. Tıpa tıp aynı kalmışsın!"

Koluna vurdum kahkaha atarak. "Sen kendini kötü hissetme diye saçlarımı kabarık bırakıyordum bir kere ben, bonus kafa!"

Tekrar gülünce, kafasında bir demet brokoli varmış gibi sallanan kıvırcık yeşil saçları sağa sola sallandı. Evet, normalden fazla bukle bukle olduğu için bir ağaç gibi görünen kıvırcık saçlarını yeşile boyayan bir manyaktı. Yemyeşil kocaman gözleri canlı ve ışıl ışıldı.

"Ne oluyor burada?" Duyduğum katı ses tonuyla Sancar'a döndüm.

Sancar... Yüce Mevlam, o bakışları neden bu kadar sert bakıyordu?

"Beni eski dostun olarak tanıtırsan seni nüfusumdan silerim." Diye fısıldadı kulağıma Evren.

Kıkırdadım. "Ben zaten senin nüfusunda değilim."

Kolumu çimdikledi. "Aynı şehrin insanlarıyız. Buda demek oluyorki aynı nüfustayız."

Gülerek saçlarını karıştırdım ve tekrar Sancar'a döndüm. Gözleri önce Evren'in saçlarındaki elime, sonrada ağır ağır gözlerime çevrildi. Orada öyle soğuk bir bakış vardıki, ensemdeki tüyler diken diken oldu.

"Çocukluk arkadaşım, Evren." Çekingen bir insan değildim ama bir süre duraksamak zorunda kaldım. Evren'e baktım, O'na baktığımda yüzüm tekrar gevşedi. Çünkü O dünyanın en sıcak insanıydı. "Evren... O'da, Sancar."

Sadece Sancar.

Evren bir farkındalık yaşamış gibi etrafına baktı. Bir gelinlik butiğinde olduğunu farkedince, hızla afalladı.

"Şimdi anladım," Dedi, dudaklarında şaşkınlık ve sevinç arasında bir tebessüm gelip geçerken. "Sen, bir tek kişinin isminin önüne ünvan getirmezsin-"

Elimi hızla dudaklarına yasladım. "Evet, Sancar nişanlım Evren."

Gözlerinde muzır parıltılar oynadı. Elimi tutup çekti tekrar. "Sadece nişanlın değildir-"

Tekrar elimi ağzına vurduğumda gülerek geriye çekildi. "Tamam, demedim bir şey."

Sancar boş bakışlarla bize bakarken, Evren O'na elini uzattı. "Memnun oldum. Levlâ kayıp kız kardeşim gibidir."

Sancar, kardeşim sözcüğünü duyunca tek kaşını havalandırdı. Pekte dost canlısı olmayan bir samimiyetsizlikle Evren'in uzattığı elini sıktı.

"Memnun oldum," Elini geri çekti. Sadece bir saniye tutmuştu. "Evren."

Evren bu samimiyetsizliği hiç aldırmadan yine bana döndü hevesle.

"Lütfen, seninle beş dakika oturup bir şeyler içebilirmiyiz Levlâ? Seni tekrar kaçırmak istemiyorum."

Uzun zaman sonra kocaman gülümsedim. "Evet, evet lütfen. Vaktin varsa oturabiliriz."

Yanağımdan bir makas aldı. "Vaktimi almazsın, aksine günümü güzelleştirirsin abisi."

Babasından izin alan bir kız çocuğunun heyecanıyla ellerimi çırpıp Sancar'a döndüm. Döndüğüm gibide duvara çarpmış gibi oldum. Adam yerinde put gibi dikiliyordu. Buz gibi bakıyordu ikimize.

Ben bir şey demeden, "Gidebilirsin." Dedi, ifadesizce.

Gülümseyerek Evren'e döndüm. Evren, aradaki negatif atmosferi farketmiş olacakki anlayışla gülümsedi.

Başıyla yan tarafı işaret etti. "Uzaklaşmayız, buranın lojmanındada oturabiliriz."

Başımı salladım. İkimizde butiğin, misafirler için ayırdığı küçük lojmanına geçip oturduk.

Gülümseyen gözleri yüzümde tur atarken, masanın öbür ucundan bana doğru eğildi.

"Büyümüşsün." Diye fısıldadı özlemle. "Çok özlemişim."

Bende tıpkı onun gibi masaya doğru eğildim. Yüzünü yakından izlemeye hasret kalmıştım.

"Bende Evren. Çok özledim," Hiç ummazdım ama gözlerim dolu dolu oldu. "Şimdilerde çocukluğuma dair elimde hiç bir şey kalmadı sanıyordum. O seni görene dekmiş."

Buruk buruk gülümsedi.

"Seni defalarca buldum, ama sen bulunmaya hazır değildin. Gelemedim bu yüzden."

Bulabilirdi. Hakeza, Özden holdingi ve malikanemizi karış karış ezbere biliyordu.

O orman yeşili gözleri bir miktar kırgındı, tıpkı benim gibi ama ikimizde bunu dile getirmiyorduk.

Tekrar geriye çekilerek sırtımı ardıma yasladım. Başımı eğip, sızlayan burnumu çektim. Hayır, ağlamıyordum. Benim ruhum taşıyordu, çünkü çok birikmişti.

"Keşke gelseydin." Diye fısıldadım.

"Yalnız kalmaya ihtiyacın vardı."

Gözlerimi kırpıştırıp, yaşları geri göndermeye çalıştım. Evren, benim çocukluğumdu.

Komşu oğluydu O. İlkokul arkadaşımdı, sırdaşımdı, aile dostumuzun çocuğuydu, lise arkadaşımdı. Ne zamanki evimize bir cenaze haberi düştüğünde, aklımı kaçırıp bir tımarhaneye kapatıldığımda; onu ve bir çok kişiyi geçen bir yıl içinde görmemiştim.

Jülide teyzemi, O'nu, mezuniyet arkadaşlarımı ve akrabalarımı.

"Evleniyormusun sahiden? Bu inanılır gibi değil."

Parmaklarımı göz altlarıma bastırıp güldüm.

Ona baş parmağımı uzattım. Bonus saçlarını sallayarak güldü ve dört parmağıyla dört parmağımı iç içe geçirip, baş parmaklarımızı bir hizaya getirdi. Parmak güreşi yapmadan önce gözlerinin içine baktım.

"Parmak güreşi yaptığımızda, ömrüm boyunca bekar kalacağıma dair çatı katına tebeşşirle tarih atmıştın."

Parmaklarımız hareket ettiğinde, birbirini yenmek için alt üst yapmaya başladılar.

"Çünkü sen aşık olamayacak kadar kendine dönüktün ve sürpriz bir sevgilinin çıkıp hepimizi şaşırttığını hiç görmedim."

İlk güreşte koca parmağıyla, benim küçük baş parmağımı sıkıştırıp beni yenince sızlanıp geriye çekildim.

Sustuğum için gözleri kısıldı. Fakat soru sormadı. Nedense benim bu evlilik hakkındaki tarafsızlığımı farketmiş gibiydi ve gözlerine kuşku yerleşmişti.

Yinede sormadı. Çünkü O, hiç değişmemişti. Hâlâ beni anlıyordu.

Yavaş yavaş gülümsedi. "Bizim hakkımızda bir şeyler unutacaksın diye her yanından geçtiğimde, neler hissettiğime dair bir fikrin yok değil mi?"

Sırıttım. Sırıtmamak elde değildi.

"Mesela ne kadar üç kağıtçı olduğumuz gibimi?" Diye sordum işgüzar bir ifadeyle.

O'da artık sırıtıyordu.

"Sen yeşil sebzelerden nefret ettiğin için kendimi brokoliye çevirdim."

"Sende tarçından nefret ettiğin için, her gün tarçınlı parfüm sıkardım."

"Ama her dateye çıktığımızdada, ortak yemek yiyemediğimiz için aç kalıp sahilde beraber simit yiyerek evede giderdik."

Kahkaha attım. Hem zıttık, hemde birimiz diğeri olmadan hiç bir şey yapmazdı.

"Baban telefonunu aldığı gece, senin için duvara maç özetini projeksiyonla yansıtmıştım ve sende karşı daireden izlemiştin." Diyerek böbürlendim.

"Zorundaydın! Senin için bir şerefsizi dövmüştüm ve sen gayette suçu üstüme atarken, telefonumun elimden alınması senin suçundu–"

İkimizde birbirimize eğilmiş vaziyette gülüşerek konuşurken, gözüm ilerideki Sancar'a çarptı. Baştan beri orada, reyonların arasında gidip geldiğini görebiliyordum.

Gözlerim kısıldı. Bu kez güvenlik görevlisinin kulağına bir şeyler fısıldıyordu.

Aralarında kısa diyaloglar geçti. Ardından güvenlik, telefonunu çıkarıp bir arama gerçekleştirdi ve uzaklaştı.

Sancar, gözlerini olduğumuz tarafa dikmekten çekinmeyerek omzunu duvara yasladı ve beklemeye başladı. Neyi bekliyordu?

Gözümün önünde şıklatılan parmakla irkilip Evren'e döndüm.

"Dinliyor musun, uykucu?"

"Hıhı,"

Sözüm yarıda kaldı. Sesimi bastıran, daha yüksek bir ses yankılandı ansızın içeride.

"207 numaralı plakanın sahibi, kırmızı Peugeot aracınızı özel mülk alanından çekiniz..." Megafondan yayılan tiz kadın sesi, aynı anonsu üçüncü defa sürdürürken, Evren'in kaşları çatıldı. "...Aracınızı bulunduğu yerden çekiniz."

"Bu benim aracım," Dedi aceleyle ayaklanarak. Anons dördüncü defa söylenirken, mahçupça yüzüme baktı. "Afedersin Levlâ, hemen döneceğim."

"Elbette, elbette." Dedim neye uğradığımı şaşırmış bir vaziyette.

Evren hızla butiği terk ettiğinde, bakışlarım hızla Sancar'ı buldu.

Bunu... Bunu O yapmıştı!

Ağzım açık kaldı. Bu adamın soyadı Türkmen olmamalıydı, bu bildiğin Bay Şovmen'di!

Öfkeyle Sancar'a doğru ilerledim. Gözlerinde muzip ışıltılar vardı. Tam önünde durduğumda, sinirle sesimi yükselttim.

"Niye yaptın bunu!?"

Sakince kaşlarını kaldırdı. "Ben hiç bir şey yapmadım. Arkadaşın yanlış yerde durmuş."

"Yanlış yerde durmuş öylemi?"

Sırtını yasladığı duvardan ayırmadan yüzüme doğru eğildi.

"Evet," Dedi ciddiyetle. "Durması gereken yerde dursaydı, gitmek zorunda kalmazdı."

Hayretle geriye çekildim. Sırf benimle konuştu diye çocuğun arabasını çektirmiş, benden uzaklaştırmıştı. Birde rahat rahat itiraf ediyordu.

"Sen benimle dalgamı geçiyorsun? Ne bu saçma sapan hareketler?" Diye çıkıştım.

"Ağzının içine giriyordu!" Diye tısladı O'da.

Bütün kontrolümü yitirecektim! Yitirdimde.

Babamdan sonra beni kısıtlayan ve her hareketimi yargılayacak bir adama daha tahammülüm yoktu.

Ben bastırılacak bir kadın değildim.

Gözlerimiz inatla birbirine kilitlenmişken, bu benim için son raddeydi.

Bütün zerrelerimi karıncalandıran bir güç patlamasıyla onu göğsünden kuvvetle ittirdim ve nazik olmak şöyle dursun, sırtını duvara çarpıp; dirseğimi sertçe boğazına yasladım. Bakışları ağır ağır, yer değiştiren bedenlerimize ve tehditkâr gözlerime değdi.

"Sınırlarımı aşıyorsun!" Diye patladım. "Beni kısıtladığınızda, eleştirdiğinizde ya da ehlileştirmeye çalıştığınızda, kafamdaki ipler kopuyor. Tersyüz oluyorum, zihnimdeki şeytanlar hür kalıyor. Görmüyormusun? Niye görmüyorsunuz ya, niye? Beni rahat bırakın Sancar, beni kışkırtmayın Bay Şovmen! Öfkem zıvanadan çıkıyor sonra."

Sancar'ın az önceki ciddiyetinden bir gram kalmazken, dudaklarının çizgisi titredi ve dev gibi bedenini duvara kıstıran küçük bedenime baktı.

"Bay Şovmen'mi?" Kahkaha atacak gibi duruyordu.

Sinirden sağ gözüm seğirdi. "Bana bak-"

"Aman Allah'ım Sancar Bey!" Tiz bir kadın sesi nerdeyse yaygara koparacak kadar çığırdığında, istifimi bozmadan çatık kaşlarla omzumun üzerinden geriye baktım.

Çalışan bir kadındı. Üstelik yanında, bizi bu halde gördüğü için şok içindeki Müzeyyen hanım ve öfkeyle bana bakan Selvi'de vardı.

"Görüyormusunuz," Dedi Sancar mağdur bir ifadeyle. "Nişanlıma istediği elbiseye verecek kadar param olmadığını söylediğim için beni dövmeye kalkıştı."

Şaşkınlıkla Sancar'a döndüm.

Sahte bir dramatiklikle ellerini iki yandan havaya kaldırıp, savunmasız kalmış gibi kaşlarını büktü. "Şiddete uğruyorum."

"Ay fenalık geçireceğim! Oğlum dayak yiyor!" Diye fısıldadı Müzeyyen hanım, ardından geriye doğru yalpaladı. Selvi göz devirerek onu tutup bir yere oturttu.

Güvenlikçi kadın Sancar'ı ciddiye almış olacakki panikle etrafta koşturmaya başladı. "Hemen güvenliği çağırıyorum."

"Koşun koşun, çok muzdarip bir durumdayım." Diye güldü Sancar.

Kolumu çekip, geriye attım adımlarımı. "Şerefsiz!"

Abartıyla gözlerini büyüttü. "Şiddet artı hakaret." Korkmuş gibi kendine sarıldı. "Devletten koruma desteği talep ediyorum."

"Defol git! Bıktım hepinizden!"

Hızla çıkışa doğru yürüdüm.

Bir tane müşteriye patavatsızca çarptığımda, muhtemelen eşi için utana sıkıla seçtiği iç çamaşırı suratına yapıştı. Adam donup kaldı.

Dudaklarımı birbirine bastırıp, beni görmesin diye süratle yanından geçtim.

Öfkeden öylesine şuursuz davranıyordumki, bu kezde genç bir kıza çarptım arkadan. Butiğin içindeki aynalardan birinin önünde sürdüğü kırmızı ruju kayarak yanağının yarısına kadar dağıldı. Dehşetle geriye sıçradı.

"Bu kalıcı rujdu! Rezil olacağım, jokere benzedim!" Diye inliyordu.

Güç bela dışarıya attım kendimi.

Bu sırada Sancar, Selvi ve Müzeyyen hanım bana yetişmişti bile.

Müzeyyen hanım fısıldadığını zannederken, "Oğlum, dayak yiyorsan vazgeçebiliriz bak. Henüz evlenmemişken-" Diye komik bir telaşeye kapılmıştı.

"Anne! Şunu kesermisin? O'nu kızdırdım, bu kadar."

"Her kızıştığınızda birbirinizi boğazlıyormusunuz?"

"Anne!"

"Tamam, sustum."

Sancar'ın aracının yanından geçip, lüks plazaların ve sarı ışıkları kaldırıma dökülen opera binasının köşesinden dönerek, caddeye doğru ilerledim.

"Levlâ?"

Sancar yanımda yürümeye başladığında, O'na hiç bakmadan yürümeye devam ettim.

"Nereye?"

Yine cevap vermedim.

"Pekâlâ." Bir ânda önüme geçince tökezleyip, O'na çarpmamak için durdum.

"Çekil önümden." Sesim dümdüzdü.

"Romantik olmayan bir kahvaltı teklifi etsem?"

Kaşlarım çatıldı. Ceplerime bakma gafletine düşecek bir gerçek yakaladı zihnimi. Sancar beni apar topar evden çıkardığı için üzerimde ne nakit ne de kart, hatta ulaşım araçlarını çağıracak telefonum bile yoktu.

Ve açtım. Hemde çok fazla.

Şu yaşımdan sonra trip atıp, gurur yapamayacaktım.

Yanından tekrar geçip yürümeye başladım.

"Seninle kahvaltı etmeyeceğim. Sadece aynı masada oturacağız ve sen yediklerimin ücretini vereceksin. Çünkü senin yüzünden üzerimde beş kuruş bile yok."

Az önce trip atmayacağım demiştim değil mi? Mevla aşkına, O bunu hakediyordu.

Gülüşünü duydum. "En azından beni masandan kovmadın."

"Seninle ilgilenmiyorum, cebin yanımda dursun yeter."

Kahkaha attı. Ve sonra kafamı karıştıran o cümleyi kurdu sessizce.

"Ama ben seninle ilgileniyorum."

BEŞ GÜN SONRA...

Tek başına her şeyi başaracağına inanan insanlar, durdurulamaz olurdu.

Ben O insanlardan biriydim. Ve durmam gereken yeri çoktan geçmiştim.

Nikah dairesinin içinde az sayıda insanlar vardı. Nerdeyse hepsi burjuva sınıfından, statü ve prestij sahibi insanlardı. Babamın iş ve akrabalık bağlarının hepsi bu kesimden oluşuyordu.

Anne tarafımdan ise sadece Jülide teyzem vardı. Çünkü babam ikinci evliliğini gerçekleştirdiğinde, Anneannemi ve iki dayımı bir daha hiç görememiştim.

Kafamda tek bir şey dönüp duruyordu.

Sözleşmenin üçüncü maddesi: Nikah töreninde gelini öpmek yok.

"Evet." Dedi Sancar küçük mikrofona eğilip, nikah memurunun sorduğu soruya karşılık.

Bu kez bütün gözler bana döndü.

Gerginlikle elbisemin kumaşını sıktım masanın altından.

"Sayın Levlâ Özden, hiç kimsenin baskısı ve etkisi altında kalmadan, kendi isteğiniz ve özgür iradenizle, Sancar Türkmen ile evlenmeyi kabul ediyor musunuz?"

Elimin altındaki kumaşı daha çok sıktım. Bir cehennemden kaçmak için, başka bir cehenneme koştuğumu biliyordum.

Buna rağmen, "Evet." Dedim, kendimize biçtiğimiz rol gereği heyecanla.

Salonda bir alkış tufanı koptuğunda, Nikah memuru bizi karı koca ilan etmiş ve şahitlerle birlikte imza atmıştık. Şahitlerden biri Cesur, biride Jülide teyzemdi.

Yan yana fena halde yüksek bir elektrik yaydıklarının ise hiç farkında değillerdi.

Artık bir Özden değildim, Türkmen'dim.

Bu bana gerçek dışı hissettirmesi gerekirken, parmağımdaki alyansa kadar kendimi aidiyet duygusuna kaptırdığıma inanamıyordum.

Elimdeki beyaz orkide buketini sıkı sıkıya tutarak ayaklandım, Sancar benden önce ayaklanmış ve elini bana uzatmıştı. O eli tuttum, bundan sonrada tutacağım gibi.

"Gelini öpebilirsiniz." Diye ekledi nikah memuru son görevini yerine getirerek.

Sırtım yay gibi kavislenip, gerildi.

Törende gelini öpmek yok, dedim bakışlarımla bir kez daha Sancar'a.

İfadesinde garip bir dinginlik hakimdi. Topuzuma taktığım beyaz tülü gözlerimin üzerinden kaldırarak, yüzüme doğru eğildi. Bakışları yüzümün her detayındaydı.

Ayağına bastım telaşla.

Çok fevri hareket etmiş olmalıydımki, sivri topuğum onun siyah rugan ayakkabısının burnuna battı. Sancar bu beklenmedik hamleyle, refleksif bir hareketle dirseklerimi yakalayıp beni göğsüne çekti.

Şu, ukalalılığını ukalaca ifşa eden keskin sus çizgisi, inatçı ve muzip gözleri, birbirinden tel tel ayrılmış kıvrak ve siyah kirpikleri, yaralı ruhuyla karşımda dimdikti.

Beceriksizce güldüm. "Örf ve adetler gereği," Diye fısıldadım başımı kaldırıp yüzüne bakarken. "Bastım, ayağına yani."

Dudağının kıyısında yaramaz bir gülüş belirip kayboldu ve yüzlerimizi hizaladı.

"Bu camiada en önemli gelenek, gelini öpmektir Levlâ."

Ellerim titremeye başladığında, Sancar'ın gözleri gözlerimden kayarak aşağılara düştü.

"Benim evime," Diye fısıldadı. "Benim harabeme, benim tabloları ve duvarları ruh cesetleriyle dolu köşküme hoşgeldin yıldız çiçeği."

Gözlerim ağır ağır kapandığında, Sancar mantığını devre dışı bırakarak yüzümü avuçlarının arasına aldı.

Ve dudaklarını dudaklarıma bastırdı.

Beni neden öpmüştü?

...

Gerçek anlamda artık hikayenin içine girdik.

Spoileri ve alıntıları nereden paylaştığımı sormuştunuz:

Tiktok: ZeynepSara

Beğendinizmi? Sizden tek ricam, benimle fikirlerinizi paylaşmanız✿

 

Loading...
0%