@zeynepsara
|
1.Bölüm: "SÜRGÜN" 6 Ay Sonra/ 1998 Adalet kavramı, bir mahkeme salonunda yargıya intikal edildiğinde toplum tarafından evrensel bir duyguya dönüşürdü. Ancak adalet, vicdan mahkemesinde; merhamete dönüşen bağımsız bir duyguydu. İnsan, toplumsal bir muharebeden bağımsız olduğunda kendi savaş meydanını kurmaya başlıyordu. Sırtımı yasladığım beton duvar, soğuktu. Nemden dolayı küflenen parmaklıklardan burnumun direğini sızlatan kekremsi bir koku yayılıyordu. Amerika'nın, New Jersey eyaletinde, hükümet tarafından gözetlenen Newton mahzeninde adalet; gardiyanların vicdan mahkemesine kalmış bir insafiyetten ibaretti. Zaman dilimleri yoktu, gündüz ve gece saatleri yoktu, gün yoktu, sadece yaşamın ilerlediğine kanaat getirmek vardı. Hücremi kaplayan karanlığın güvencesiyle kirpiklerimin altına kadar uzanan peçemi çenemin hizasına indirmiştim. Gözlerim boşlukta sallanıyor, gün geçtikçe nefes almak zorlaşıyordu. Az sonra mahzenin ucundaki büyük demir kapı rahatsız edici gıcırtılar çıkararak açıldığında, hücremin önündeki uzun koridorun beton zeminine bir anlığına ışık demeçleri düştü. Duvardaki meşalelerin fersiz ateşleri belli belirsiz titreşmişti. Koridorda sessiz, korkak adım sesleri yankılanıyordu. Hücremin önünde bir çift ayakkabı durdu. Onları tanıyordum. "Hey," Diye fısıldadı ince bir kadın sesi. Ardından, "Uyanıkmısın Pi?" Dedi ingilizce bir telaffuzla. Dudaklarımda sancılı bir tebessüm belirdi. Dizlerimin üzerinde sessizce parmaklıkların önüne vardım. Meşaleler, koridoru bile zar zor aydınlatan loş bir kızıllık yayıyordu. Bu yüzden kimse parmaklıkların içerisindeki tutsakları göremiyordu. "Uyumak için sadece gözlermi kapanır, Veronica?" Çok uzun zamandır, kendi dilimi kullanamıyor; kimseyle türkçe konuşamıyordum. İngilizce karşılık verebiliyordum. Zaten insanlar, hangi dilde konuşursam konuşayım beni anlamıyorlardı. Karşı karşıya geldiğim yuvarlak suratında hüzünlü bir tebessüm filizlendi. Uyumak için rahat bir yorgan ve uykuda gerekirdi fakat cezaevinden hallice bir kapandayken bu imkansızdı. "İnsan zihninin üzerini örttüğünde, uyumak için sadece gözler kapanır." Küçük elleriyle birbirine karışmış saçlarını dağıttı. "İnan bana," Diye ekledi çaresizce. Sağ duyulu iyimserliği karşısında iç geçirerek bakışlarımı kaçırdım. Yorgun bir fısıltıyla, "İnanıyorum elbet," Dedim, çünkü inancı olmayan bir insan karanlıkta yaşayamazdı. "İnsan inancı kadar yol kateder." Veronica Dallas. Bir zamanlar bu mahzenin tutsaklarından biriydi. Ancak her nasılsa, gardiyanlarla bir anlaşma yapmış ve onlara hizmet etmek karşılığında parmaklıkların içinden çıkmıştı. Bahçeye çıkabiliyordu; yemekleri daha temizdi ve gardiyanların odasında bir yatağı vardı. Bizim gibi, üzerinde yorgan dahi bulunmayan ve omurgalarımıza batan sert sedirlerin üzerinde uyumuyordu. "Bak," Sevinçli bir ahenkle yerinde kıpırdandı. Bana bir parça iyi hissettirmeden gitmeyecekti. Giydiği tişörtün eteklerini yukarıya doğru kıvırdığını farkettim, bir noktada topladığı kumaşı açıp içindeki ufak dutları avuçlayarak bana uzattı. "Bugün yemeğe geç kaldım. İkimizde aç kalmayalım diye gardiyanların yatakhanesini temizledim. Jackie, bahçeye çıkmama izin verdi." Boğazıma ağır bir yumru oturdu. Mahzenin bahçesinde yıllar öncesinden kalma bir hurma ağacı ve dut ağacı vardı. Sadece gardiyanlar bundan faydalanabiliyordu. Veronica, iki öğünlük kendi yemeğinin yarısını bana getirir; yemeğe yetişemediğinde, gardiyanların temizliğini yaparak bahçe izni isterdi. Gizlice dut ve hurma kopararak ikimizide doyururdu. Hayat hikayesini bilmiyordum, neden buraya düştüğünü ve kimsesizliğinide. Tek bildiğim, o iyi bir dosttu. Fedakârdı. Göz bağıma tesir eden yakıcı korku yüzüme yansırken, "Yakalanmandan çok korkuyorum," Dedim kısık bir sesle. "Benimle konuştuğunu ve yemeğini paylaştığını öğrenirlerse şiddet görürsün. Tekrar hücreye düşersin." Beni anlaması için gözlerinin içine kaygıyla baktım. "Lütfen, bunları yapmak zorunda değilsin. Böyle bir yerde sana sadece yük oluyorum." Sesimdeki siteme ve gözlerimdeki acıya, içi yanan bakışlarla baktı. Elini uzatıp, aralarında dört santim boşluklar olan parmaklıkların üzerine yaslayınca parmaklarımı onun parmaklarına değdirdim. "Burada senin varlığını hissettiğim sürece, hiç bir şeyden korkmuyorum Pi." Başımı iki yana salladığımda, gülümsedi ve ağzına dut attı. "Birine sahip çıkmak, yük değildir. Birini sahiplenmek, kimsesizliğin yükünü sırtından atmaktır." Diye devam etti. Söyleyebilecek bütün kelimelerimi yitirmiştim. Elinin tersine ulaşan parmaklarımla, sıcak tenini hafifçe okşadım. "Teşekkür ederim." Gözlerini açıp kapattı sadece. Hemen sonra âniden zihni farklı bir algıyla çevrelendi sanki, yeşil gözlerine derin bir keder çöktü. Bakışlarını kaçırarak yakasını çekiştirdi. Buraya başka bir nedenle apar topar geldiğini anladığım ândı. "Söyle," Dedim sessizce. "Bir şey oldu, değil mi?" Ellerinin titrediğini farkettim, içime telaşeli bir dehşet yangını düştü. Sanki tünelin ucunda gördüğüm umut ışığım sönüyordu. "Üzgünüm," Diye fısıldadı can çekişen bir ses tonuyla. Derin derin nefesler aldı. "Avukatın dün gece, Federasyona ulaşamadan evinin avlusunda ölü bulunmuş." Dizlerimin bütün direnci çekildi. Parmaklıkların önüne yığıldığımda, sırtım gümbürtüyle demirlere çarptı. Dudaklarımdan dökülen zehir zemberek solukları avuçlarımla örttüm. "Öldürmüşler." Boğazımdan ardı ardına hıçkırıklar nüksetti. Beni savunacak tek bir avukat vardı, O'da artık bana ulaşmaya çalışan ve öldürülen bir kaç kişiden sadece biriydi. Sabret Piraye, diyordum düne kadar. Ancak zulme sabredilirmiydi? "Piraye," Veronica güçlük çektiği hâlde ismimi zar zor dile getirdiğinde, ona dönemedim. Buradan kurtuluş yoktu. "Gitmem gerekiyor. Üzülme, sen demiştin; güneş batana dek umut tazedir. Gün henüz geceye kavuşmadı." Dört ay olmuştu. Tam dört aydır hükümsüz ceza görüyordum. Ülkemden sürgün edilmiştim. Adı, sanı Newton cezaevi diye bilinen bu kapan; kayıtta olmayan ve çöl ortasında bir mahzendi. Kurtuluş yoktu. Tek katlı, bütün koridorları bir labirent gibi bloglara ayrılan ve her bloğunda birbirine karanlıkta bakan dört hücre vardı. Kurtuluş yoktu. Azılı suçluların, hiç bir mahkumiyet hakkı bulunmayan terkedilmiş bir binaydı. Kurtuluş yoktu. Fbı ve Cıa ajanlarının ansızın gelip, devletin sırrını ifşa eden tutsaklara işkenceler çektirdiği ve bir depo gibi kullandıkları, istedikleri bilgileri aldıktan sonra o tutsakları öldürdükleri bir kapandı. Kurtuluş yoktu. Yaşamak için susuyorduk. Ne yapacaksın Piraye? Hukuka ulaşmak için denediğim her yol engelleniyordu. Türkiye'de azımsanmayacak bir izdiham başlattığım o günü hatırlıyordum; şehir mahşer yerine dönmüştü. Babam Vaha Soylunun ellerine kelepçeler vurulmuş, tahtı sarsılmıştı. Annemle birlikte tutuklanmışlardı, ancak her ne olduysa bir sabah zedelenen itibarları kurtulmuş ve benim hayatıma mâl olmuştu. O gün ölmesem bile çığlıklarımı duyurmaya çalışmaktan içim, içimden sökülmüştü. Mahzenin demir kapısı büyük bir gürültüyle açıldığında, irkildim. Ağır aksak adımlarla karanlık köşeme çekildim. Peçemle yüzümü kapatmış, iç çekişlerimi kendime çektiğim dizlerime gömmüştüm. "Bugün hava çok güzel, siz ne dersiniz hanımlar?" Jackie Winstonun kalın, tok sesi tutsakların hareketlenmesine sebep oldu. Dışarıdaki atmosferi soluyamayan insanlara söylenilen bu sözler acımasızcaydı. Alaylı gözleri hücrelerin üzerinde dolanırken sırtına vuran gün ışığıyla gölgesi hemen önüne, koridora düşüyordu. Karanlık koridorda bir tek kirli postalları görünüyor, jopunun keskin ucu yerde ürkütücü bir tonlamayla sürtünüyordu. "Baksana Jack," Küften dolayı çatallanmış bir kadın sesi, gardiyanın ilgisini kendine çekti. "Küçük ispiyoncun, az önce Türk kızıyla konuşuyordu." Göğsüm sıkıştı. Buradaki tek Türk kızı bendim. Jackie'nin öfkeli gözleri bulunduğum hücreye saniyelik bir açıda değip geri çekildi. Mahzende herhangi bir gardiyanın ve tutsağın benimle konuşması yasaktı. "Veronica şuanda yemekhaneye hizmet ediyor soytarı. Daha iyi bir yalan bul!" Diye kestirip attı. Mahkumlardan birinin öfkeyle parmaklıklara vurup, İrlanda diliyle küfürler savurduğunu işittim. Mahzende her türlü insan ırkı vardı. Ardından aynı kadın sesi, "O'nu kayırıyorsunuz!" Diye bağırdı. "Bakanlığın kızına ayrıcalık tanıyorsunuz!" Bu sözler, bir kaç kişinin hırs küpüne bir barut misali düştü ve ortamı nefret kıvılcımlarıyla tutuşturdu. "Türk kızı öldürülmeli, herkesle bağlantısı var!" "O'nun kimliği ABD'ye aykırı, katledilmeli!" Jackie jopunu demir parmaklıklara hınçla vurduğunda, tiz ve metalik bir ses beton duvarlarda sekerek dalgalandıktan sonra tehditkâr bir ses çıkardı. "Bize isyanmı ediyorsunuz!" Diye karşılık verdi ukala ve diktatör bir ses tonuyla. "Evet! Hakkımızı yiyorsunuz!" "Kes sesini! Hak, senin gibilerin ekmeği değil!" Diğer mahkumlar korkuyla hücrelerine çekilirken, burnunu havaya diken kadın gururundan ödün vermeyerek öfke kusmaya devam etti. "Sende devletin satın aldığı bir ahmaksın jack! Hakkımızı yiyerek göbeğini şişiren bir korkaksın!" "Öyle mi?" Diye gürledi Jackie. Gözlerimi sıkı sıkıya yumdum, "Hayır," dedim ellerimi kulaklarıma bastırarak. Neler olacağını biliyordum. Gardiyan parmaklıkların asma kilidini açarak kadını kolundan kavradı ve kabaca koridorun ortasına fırlattı. Kadının acı dolu iniltisiyle midem çalkalandı. Jackie jopunu kadının kafasına indirdiğinde, "Hayır!" Diye haykırdım boğazımı tahriş eden bir serzenişle. "Seni kışkırtıyordu, onu öylece darp edemezsin!" Sözlerim kulaklarına ulaşmamıştı. Çığlıklarım çoğaldıkça, Jackie'nin jopu defalarca kadının ensesinde ve şakaklarında patladı. O kalın sopası her havaya kalktığında, küflü havada ıslıklı bir ses çıngırdıyor ve demirin ete çarpma sesi kulaklarımızı dolduruyordu. Kemiklerin kırılan sesiyle bağırmaktan sesim kısılmıştı. Görüşüm buğulanırken bulunduğum hücrenin parmaklıklarına bir dirhem kan sıçradı. Bir kaç saniye sonra sureti tanınmayacak hale gelen kadının yüzü olduğum tarafa doğru cansızca düştü. Zangır zangır titreyen parmak uçlarım buz kesti, ne ara önüne vardığını bilmediğim parmaklıklara sürtünerek yenilgiyle aşağıya düştü. Ne garipti, kadının ölü yüzünde istediğine ulaşmış olmanın verdiği o acı tebessüm dudaklarında asılı kalmıştı. Boğazım yanıyordu, bu korkunç görüntüler her gece uykularımı kaçırıyordu. "Bir daha mahkûmları teşvik edecek isyanlar ederseniz ölürsünüz!" Jackie çenesindeki kanları kolunun tersiyle silerek nefretle olduğum tarafa bakıyordu. Babam, bana dokunmayacaklarını tembih etmese şimdiye dek defalarca şiddet görürdüm. En kötüsüde Veronica'nın başı derde girecekti. "Bay Paul, Robert!" Kapı önünde bekleyen iki bekçi, cesedi kollarından ve ayaklarından tutarak dışarıya götürdüler. Jackie Winston son bir defa karanlık köşeme göz ucuyla bakıp onların ardından gitti. Hemen öncesinde, "Hepiniz cezalısınız! Akşam yemeği yok!" Diye bağırdı. Suçluluk duygusuyla sert sedire uzanarak dizlerimi kendime çektim. Verdikleri iki öğün yemek; bir parça kara ekmek, yarım bardak su ve lapa pilavdan oluşuyordu. İnsan açlığa ve susuzluğa bağışıklık kazanabiliyordu fakat kötülüğe ve kayıplara alışamıyordu. *** Nemden ve kan kokusundan sıkışan ciğerlerimin baskısıyla can havliyle öksürüyordum. Bağrımda kötü bir his vardı. Yaklaşan felaketi duyumsuyordum, ancak zihnimin ücralarında kıyametler kopuyorsada bu hissin adını bilmiyordum. İnsanın hastalanmadan evvel burnunun ucu yanardı ya, yürüyecek güç bulamaz; neler olduğunu anlayamazdı. Garip bir sızı genzini yoklar, bir ânda ateşler içinde kalırdı. Öyleydi işte. Veronica saatlerdir yanıma uğramıyordu. Bu düşünce karnıma ağrılar vuruyor, gözlerimin ardını sıcak sancılarla titretiyordu. Yemek vakti çoktan geçmiş, tutsaklar açlıkla sızlanıyor ve bazıları ise seslice ağlıyordu. Kadın ve erkeğin karışık olduğu mahzende, adamların bazıları yüz kızartacak tepkilerde bulunuyordu. Az sonra büyük demir kapı bugün üçüncü kez gıcırdayarak açıldı ve içeriye temiz hava doluştu. Bunu duyan tutsaklar hızla sessizliğe büründü. Bir kaç kişinin peyderpey adımları mahzende yankılanmaya başladı. "Burada kimsenin resmi kaydı ve dışarıyla görüşme hakkı yoktur, sorguya çekildikten sonra öldürülürler sayın komutanım." Bu ses Jackie'nin, Fbı ajanları geldiğinde saygıyla ve hürmetle çıkan ses tonuydu. O'nlar Amerikanın özel federalleriydi ve gardiyanlar onlara askeri rütbeleri nedeniyle, komutanım diye hitap ederdi. Kaşlarım çatıldı. Aynı zamanda boğazımdan yukarıya bir kez daha yakıcı öksürükler döküldü. "Mahkûmların isimlerini biliyormusun?" "Neredeyse çoğunluğun, efendim." Hücreme doğru yakınlaşan bedenlerin varlığıyla, duvardaki meşalelerin turuncu ateş huzmeleri sarsılıyordu. "Özel birini arıyorum, Bay Winston." Kendinden emin, tınısında insanın nabzını hızlandıran doğal bir ahenkle söylenilen bu ses tonu, mahzendeki tutsakların hızlı nefes alışverişlerine bakılırsa herkesin dikkatini çekmişti. "Efendim, burası bir cezaevi değil. Buradaki mahkumlar birer sirk hayvanından daha değersizdir-" Jackie'nin aşağılayıcı sesini aynı ses öfkeyle böldü. "Size fikrinizi sormadım Bay Winston! İstediğim yanıtları vermek dışında ucuz kabiliyetiniz bana rahat cevaplar verecek kadar hür değil!" Adım sesleri yaklaşıyordu. Jackie'nin derin yutkunuşunu duyduğuma yemin edebilirdim. "Neticede sizde hukuka çalışan kölelersiniz." Mahzenin içerisi bir ânda buz kesmişti. Jackie'nin belli belirsiz, "Haklısınız." Dediğini duydum. O insanın zihnini huylandıran ses, "Ziyaret ettiğim hanımefendi buradaysa, sözlerinizle incittiğiniz kalbinin kırıklarını size saplamaktan çekinmeyeceğim Jack Winston." Diye vurguladı. Şaşkınlıkla kaşlarım havalandı. Bu kadar önemle bahsettiği bir kadının, mahzende ne işi vardı? Gardiyanlarda en az tutsaklar kadar dumura uğramış tepkiler vermişti fakat korkudan olsa gerek sesleri kesilmişti. "Kim?" Diye sordu Jack tükürürcesine. "Devletin sırrını ifşa eden bu suçluları kimse ziyaret etmez-" "Siz bir eleştirmen değilsiniz," Diye bir kez daha sözünü böldü adam. Fazlasıyla kibirli ve emrivaki bir tutumu vardı. "Yargılamakla ve hadsiz üsluplarla karşıma dikilmeyin." Jackie Winston, bir kez daha karşısındakinin güçlü teftişiyle susmak zorunda kaldı. Adamların adımları hücremin önünden ağır ağır geçmeye yakınken, o sesin sahibine ait olduğunu hissettiğim heybetli gölgesini gördüm. Meşalenin cılız ışığı, geniş omzunun bir kısmını aydınlatmıştı. Parlak takım elbisesinin kolundaki gümüş manşetler ışıldıyordu. Bakışlarım aşağıya kaydı, zeminde duran gümüş tokalı siyah rugan ayakkabılarının defalarca cilalanmış parlak burunları görünüyordu. Sertçe yutkundum. Bu esnada boğazım huzursuzlukla karıncalandı ve bastırmaya çalıştığım kuru öksürükler tekrar üst üste nüksetti. Siyah rugan ayakkabılar âniden hücremin önünde çivi çakılmış gibi yerine sabitlendi. Ellerimi kaldırıp dudaklarıma bastırdım. "Bu hücrede kim var, gardiyan?" Diye sordu adam, bulduğunu uman esrarengiz bir tonlamayla. Dizlerimin bağı kopmuşçasına sızladı. Ölmek istemiyordum, ajanlar geldiğinde birini sorgular ve öldürürlerdi. Jackie'nin gün ışığına doğru dönük yüzü kasıldı ve karanlık hücreme çatık kaşlarla baktı. "Bakanlığın türk kızı," Diye yanıtladı. "Dört ay önce Türkiye'den sürgün edilerek buraya düştü. Kimsenin onunla görüşmeye izni yok." Adamın geçmesi için elini ileriye uzattı Winston. Ancak görebildiğim ayakkabıların parlak ucu, bulunduğum tarafa doğru döndü. Kesif nefeslerini işitiyordum, ne o benim yüzümü görebiliyordu nede ben O'nun. Mahzenin kapısından sızan gün ışıklarında durulmadığı sürece kimsenin sureti görünmezdi. "Bana hanımefendinin ismini bağışlayın, Bay Winston." Sesi aksanlıydı ve Amerika ingilizcesiyle konuşuyordu. Uyruğu belirgindi. Jackie tereddüt ederek, "Piraye," Dedi sessizce. "Piraye Soylu. Herkes, gündemi sarsan baş kaldırışını biliyordur." Adamın elleri hücremin parmaklıklarında aheste aheste dolaştı. Baş parmağındaki yüzük demirlere sürtündüğünde, dişlerimi sıkarak hisssettirdiği tedirgin edici duygulardan kaçınmaya çalıştım. "Bana çok değerli bir bilgi verdin gardiyan." Gülümsediğini anımsadım nedensizce. "Bütün mahkumları bahçeye çıkar ve bizi yalnız bırak." Jackie dehşetle çekik gözlerini açtı. O bir Japondu. "Efendim bu yasal değil-" Adamın kontrolsüz yumruğu âniden suratında patladığında, sendeleyerek duvara çarptı ve sözleri bir kez daha yarıda kaldı. Afallamış bir şekilde ajan olduğunu düşündüğüm kişiye baktı. "Derhal dediklerimi yap!" Diye hiddetle gürledi adam. İrkilerek dizlerime sarıldım. Jackie titreyerek diğer iki gardiyanıda alıp sevinçle tezahürat yapan tutsakların hücresini açmaya başladı ve hepsini teker teker demir kapıdan çıkarıp dışarıya yönlendirdiler. Aylar sonra hepsi temiz hava alacaktı, ajana minnet dolu çığlıklar atıyorlardı. Neler olacaktı? Etraf derin bir sükunete boğuldu. Demir kapı kapandı, bir tek adamın ve benim sesli nefes alışverişlerimiz vardı. Birde hazin bir karanlık. Bir sırtlan kadar sessiz adımlarla hücreme yaklaştı. Öncesinde duvarın üzerindeki meşaleyi yerinden aldığını farkettim. Telaşeli ve kısık bir sesle, "Lütfen," Dediğimde, adımları duraksadı. "Bu koşullarda hiç bir tutsağın mahremiyeti önemsenmez," Diye fısıldadım öksürerek. "Ancak karanlık olmasına izin verin. Işıklar aydınlatmıyor, ışıklar acziyetimizi ve elimizden alınan hakları göz önüne seriyor." Meşale havadaki kolunda asılı kaldı. Nezih talebime hak vermesini umdum. Berbat bir hâldeydim ve yaralı olan çıplak ayaklarımı görmesini istemiyordum. Az sonra turuncu ışığı sadece kendi yüzüne yakınlaştırdı ve sureti açığa çıktı. Ben ise hâlâ karanlıkta, yüreğime inme inmiş bir donuklukla omzundaki ürkütücü baykuşa ve tanıdık yüzüne bakıyordum. Burrows Anderson. Bütün haberlerde ve gazete köşelerinde babam Vaha Soylunun bir adım arkasında, askeri şöhretinin duyulduğu özel korumasıydı. Amerika'nın fedarellarindendi ve uzun zamandır Türkiye'de, Bakanlığa hizmet ediyordu. O buradaysa, babam konuşmayacağımı anladığı için sonunda infaz emrimi çıkartmış olmalıydı... Sessizce, "Seni görebileceğimi ummuştum," Dediğini duydum. Benimle türkçe konuşmasıyla şaşırdım. Sessiz kaldım. "Piraye," Diye fısıldadı karanlığın içinden. Meşalenin aydınlattığı keskin sus çizgisi ve şekilli dudaklarının çevresi çarpıcı duruyordu. Adımı vurgulayışında yumuşak bir tutum vardı. Yüzümdeki bütün kanın tek bir noktada, yanaklarımda toplandığını hissettim. "Sessizsin, oysa Türkiye'de sesinle büyük bir tahribata neden olmuştun." "Tahribat olsaydı, büyük bir yıkım, büyük bir çöküş yaşanmalıydı." Dedim bir ânda kısıkça. "Tahribatlar, tamir edilirse yepyeni bir düzen oluşturur. Veyl olsun bana, ben size yeni bir düzen verdim." Hücremin önüne ağır ağır diz çöktü, ben O'na bakıyordum o ise hücremde hiç bir nesnenin seçilmediği karanlığa. "Pişmanmısın?" "Yaptıklarımdan değil, sonuçlarından." Dudaklarından soğuk bir gülümseme gelip geçti. Sırtımı yasladığım beton duvar kadar donuktu yüzü, baykuşuda öyle. "Bu direnişin cesareti, Tanrıya olan güvencendenmi?" Sesinin vurgusunda alaylı bir iğneleme gizliydi. Meşalenin aydınlattığı haç kolyesinin ışıldayan zincirine tepkisizce baktım. O bir hristiyandı ve muhtemelen inançlarım ona saçma geliyordu. "Şüphenizmi var?" Diye mırıldandım resmiyetle. İfadesindeki gizemli duygular, beni kuşkulandırıyordu. Ancak O'ndan korkmuyordum, kimselerden korkmuyordum, yalnızca ölmek istemiyordum. Çabalarım birer enkaza dönecekti ve ben ardımdan parlak bir geçmiş bırakmak istiyordum. "Öyleyse Tanrının varlığına delilin varmı Piraye? Görüyorum ki sana bir yardım eli uzatmamış." Adımı öylesine sakin telaffuz ediyorduki, gözlerimin ağırlaştığını hissettim. Öksürdüm ve başım hafifçe betona yaslandı. Bunları neden soruyordu? "İnsan amaçlarının peşinden koşarken, seçtiği yollar Yaratıcının sorumluluğu değildir. Birden fazla yol varsa, ilahi bir kudretin yardımı var demektir. Ve benim yollarım vardı, fırsatlarım vardı, buradaysam yardım elini kaçırmışımdır." Kuru ölsürüklerin boğazımı kanattığını hissettim. Yinede susmadım. Bir inancı savunuyorsam kimse beni ondan vazgeçiremezdi. "Gizli olana itimad etmek, güçlü bir irade ister. Yaratıcının varlığını teyit ettirmek, inancımın eksikliği demektir. Bunu neden yapmalıyım?" Turuncu ışık demeçlerinin sol profilini aydınlattığı zifiri karanlık gözbebekleri bir ateş lavına benziyordu. Fakat sıcak değildi. Suratında buz gibi bir ifade kırılması yaşandı. "Piraye, Piraye..." Dedi üst üste sayıklarcasına. Ardından sesli nefesi karanlıkta buhar olup uçtu. "Seni bu hâle düşüren teslimiyetin adı nedir?" "Vicdan," Dedim açıkça, kinle, dürüstlükle. "Hukukun gerçek yüzünü gördükleri için İstikbali söndürülmüş ve katledilmiş sekiz polis için adalet duygusu. Siz anlamazsınız, neticede elleriniz onların kanıyla yıkandı." Çehresi gerildi. "Ellerimde o polislerin kanı yok. Çünkü katliamı ben yapmadım." Dediğinde, kaşlarımı çattım. Doğrumu söylüyordu? Babamın şahsi korumalığını yapıyordu, her şeyden haberi oluyordu ve bunu engellememiş olması onuda katil yapardı. Sustum. Cevabımı hak etmiyordu. "Sende önemli bilgiler mevcut, seni yaşatacak ve öldürecek bilgiler." Diye devam etti uzun bir sessizlikten sonra. Ensemden aşağıya bir ürperti düştü. Bu yüzden tutsaktım. Büyük bir sırrı ihlal ederek, politikacılara baş kaldırmıştım. Dernekte deşifre etmediğim fakat elimde Meclisi sallayacak sırlar ve deliller olduğunu biliyorlardı. O'ndan önce neredeyse her gün gelen federallerin hiç biri için ağzımı bıçak dahi açmamıştı. Çünkü biliyordum ki elimdeki kozları verir vermez öldürülecektim. Karanlığın içinden mânidar bir nida döküldü dudaklarımdan. "İnsan beyni, nükleer füze kodlarına benzer komutan. Her odacığı bir arşivdir, bilginin temeli her lobumuza ayrı kazınır. Bilgilerim parça parça, size onları bir bütün halinde veremem." Kafası karışmış bir şekilde gözlerini kıstı. Bütün odağı bendeyken devam etmem için tek bir mimik dahi kıpırdatmadan susmuştu. "Ancak ne var ki, zihnimin arşivinde size açılan tek bir cümle bile yok. Bilgiler, bünyesi kuvvetli insanlara açılır." Diye devam ettim açık bir nefretle. Boynu önüne düştüğünde, titreyen göğsünden sesini işitmediğim sessizlikte güldüğünü farkettim. "Kim olduğumu biliyorsun," Diye mırıldandı sivri bir tınıyla. "Bu yüzden kindar ve minnetsizsin." "Sizi babam göndermiş, uğraşınız gereksiz çünkü bilgilerimi savunmak yerine yok edecek kimse için konuşmayacağım." Etrafı gergin bir sessizlik kapladı. Elleri dizlerindeki kumaşa sürtünerek bir hışırtı çıkardı ve ayaklandı. Devasa bedeniyle yerimde küçüldükçe küçüldüm. "Kendi ülkende hakkını savunan ve günlerce gündemden düşmeyen bir başyapıtsın Piraye." Diye soludu. "Ancak burası New Jersey, zihnini aralayabilenlere ödül verilecek-" Sözlerine karşı çıktım. "Göğsünüze gurursuz bir ödülün arması takılsın diyemi buradasınız?" Sakince izah ettiğim beyanla aşağıya inen elleri neredeyse yumruk olacaktı. "Yargılamadan önce dinlemelisin," Kontrolcü bir adamdı, öfkesini kışkırtmaya çalıştığımı anlıyordu ve buna rağmen uysallığından bir milim bile kaybetmemişti. "Sayın Bakan'ın, burada olduğumdan haberi yok." Kaşlarım havalandığında, gözlerimi silik silüetinde yavaşça gezdiriyordum. Derin bir soluk alarak, "Sana sadece tek bir soru sormak istiyorum. Bunun karşılığında, senin için burada koşulları güzelleştirebilirim." Diye devam etti. Kafamı karıştırmayı başarmıştı, ancak istediğim fırsatıda elime vermişti. "Tekrar geleceğim, o zamana kadar şartımı düşünmeni tavsiye ederim." Burrows Andersonun kapıya doğru giden adımlarını görünce hafifçe doğruldum. Gözlerimden beraberinde bir damla döküldü. Bu deneyimli şartlandırmayı kaçıramazdım. "Bay Anderson," Diye seslendim. Duraksadı, her nedense duruşuda adını dile getirmemle kaskatı kesildi. "Şehir merkezine çok uzağız," Gözümden ikinci damla süzüldü. "Dolayısıyla herhangi bir camiden ezan sesi işitilmez yada kiliseden ses gelmez." Kesik nefesler aldım. "Dördüncü blogta pencereyi gören hücreler var. Hücrem değişirse ezan vakitlerini gün ışıklarından anlayarak ibadetlerimi yerine getirebilirim." Yavaşça yüzünü bana döndü, yüz hatları tam anlamıyla görünmüyordu. "Yetkiniz var biliyorum, hücremin değişmesine yardım ederseniz size önemli ve tek bir bilgi verebilirim." Belkide başka bir tutsak, yemeğinin, açlığının yada kirli elbiselerinin temin edilmesini isterdi. Fakat benim bütün ihtiyacım ibadetimdi. Gözlerinin zifiri karanlığında bilgeç bir küstahlık parıldadı. Bunun zaten olacağını en başından beri biliyormuş gibiydi. Ancak bilmediği bir şey varsa, oda aslında benim oltama takıldığıydı. Çünkü O'na hiç bir zaman önemli bir bilgi vermeyecektim ve bana şart koşması için onu yönlendirmiş, kendi yöntemi olarak görmesine izin vermiştim. O bana yardım edecekti, benim ise ona yardım edeceğimi sanacaktı. "Ah Piraye," Dedi sakin bir telaffuzla. Hoş bir aksanı vardı. "Dillere destan peçeli kadın." Benimle alay edeceğini düşündüm, isteğimi ve biçâre arzumu geçiştireceğini, ölümümün yakın olduğunu söyleyeceğini düşündüm. Meşaleyi yerine bırakıp parmaklıklara çok yakın bir mesafede durdu. Bu mesafede köşeli çehresi daha belirgindi, sertti, ânlamlıydı. "Savaş meydanında bir askerin silahı tutukluk yaptığında ne olur biliyormusun? Gözleri açık ölümü gerçekleşir, bu ilk başarısızlığı, ilk intiharıdır." Bu bir askerin yakarışına benziyordu. Az sonra boynunu hafifçe öne eğerek gözlerimin içine bakarcasına dikkatle karanlığa baktı, ardından gözleri parmaklıklara bağlı yerdeki uzun zincire çarptı. Eğilip parmaklıkların boşluğundan zincire dokundu. O zincir bana kadar uzanıyor, ayak bileğime prangalanıyordu. "O dernekte bir savaş başlattın. Vereceğin her bilgi, oradaki insanların zihnini birer silaha çevirdi. Kullanacakları bir bilgi hükümetin kurşunudur. Daha kapıdan girer girmez seni durdurmalı, kapı dışarı etmeliydim." Diye devam etti. O'nu görmüştüm, etraf karıştığında göz göze gelmiştik fakat beni durdurmamıştı. Haklıydı. Başını kaldırıp yine karanlığın içine baktı. Dudağının kenarında mutluluktan uzak, eğreti bir tebessüm oluştu. "O gün benim zihnimde, silahımda ilk defa tutukluk yaptı. Senin savaşında Piraye." Gözlerim boşlukta takılı kaldı. Büyük demir kapının açıp kapanan sesi duyuldu ve O gitti. Aradan ne kadar zaman geçti emin değildim. Tutsaklar sevinç nidalarıyla hücrelerine döndüler, bir çok göz nefretle hücreme kilitleniyordu. Sonra vakitler daraldı, hücrem üstüme üstüme gelmeye başladı. Veronica ortalıklarda yoktu, Bay Burrows zihnimi esiri altına almıştı, Jackie bana öfke duyuyordu. Kafayı yemek üzereydim. Ta ki demir kapı bugün beşinci kez açıldığında ve heyecanlı bir gülümsemeyle, sapasağlam olan Veronica çıkıp gelene kadar. "Sen ne yaptın!" Dedi seslice gülerek, özgürce, gizlice gelmemiş gibi. Paul, bir diğer nöbetçi gardiyan suratsız bir ifadeyle hücremin kilidini açtı. Prangamın zincirini çözdü. Kolumdan tutarak beni dördüncü bloga sevkettiler. O saniyelerde Veronica sürekli arkadan bizi takip ediyor, yüzünde titrek bir tebessümle olan biteni izliyordu. Şaşkındım, tepki veremiyordum. Geniş, ufak ve zırhlı bir penceresi olan o hücreye alındım. Sedir tertemizdi, ayağımı kanatan ve morartan o zincirler yoktu. Gün ışığı alanı aydınlatıyordu. Paul parmaklıkları örtüp gittiğinde, Veronica hızla demirlere yapıştı. "Seni savunacak birilerini buldun değilmi sonunda? Başardın! Masumiyetine inanan insanlar seni er yada geç bulacaktı zaten." Öylesine sevinçli bir neşesi vardıki, konuyu yanlış anladığını dile getirirsem büyük bir suçluluk duygusu çekecektim. Yavaşça demir parmaklıklara yaklaştım. "Çok şükür," Diye fısıldadım usulca. "Sana hiç bir şey olmamış." Yüzündeki sevinç sarsıldı, kaşları çatıldı. "Ne?" Dedi alık bir tepki vererek. "Neyden bahsediyorsun? Paul kimseye bir şey söylemez biliyorsun, Jackie yemek saatinde." Etrafına bakındı. Giydiği poların cebinden yarım ekmek çıkarıp içeriye uzattı. "Size yemek gelmedi, Neden? Al lütfen, yarın sabaha kadar açlıktan miden kazınır." Buna itiraz edemedim, çok açtım. Endişeyle yutkundum. "Tutsaklardan biri bizi ifşa etti. Jack isyan ettiği için onu gözlerimizin önünde öldürdü. Sana zarar vermedimi?" "Hayır," Dedi kafası karışmış bir şekilde. İkimizde epey afallamıştık. Sonra Veronica bunu çok umursamıyor olacakki diğer elinde yeni farkettiğim bir paket uzattı içeriye. "Konuştuğun komutan, bunu sana gönderdi. Gitmem gerekiyor, konuşacağız." Tedirginlikle gitmek üzereyken durdu ve dağınık saçlarının arasından kocaman gülümsedi hemen öncesinde. "Sen iyi bir insansın çünkü Tanrı iyi insanlara yardım eder. Buna inan Pi." İyi bir insanmıydım sahiden? Bu göreceli duygudan emin değildim fakat emin olduğum bir şey vardı: Bir mahkum değildim, tutsaktım, çünkü suç işlememiştim. Ben işini seven bir gazeteciydim; sekiz polisin katledildiği bir cinayet mahallinin kaydını Türkiye'de saklıyor, onları bütün dünyaya görüntülemek için doğru zamanı ve kişiyi bekliyordum. Hükümet için tehlikeydim. Ama aslında ben sadece Piraye'ydim. Doğruluğun peşinden koşan Piraye. Nabzımda şeyda yüklü bir coşkuyla ilerleyip peçemi indirdim ve sedirin üstüne oturdum. Dudaklarımda asılı kalmış bir gülümseme vardı. Paketi açıp içine baktığımda, ellerim şaşkınlıkla hareketsiz kalmıştı. Kırmızı bir seccade ve vakitleri anlayabilmem için gümüş işlemeli, başında zarif zinciri olan köstekli bir saat göndermişti bana. Karşılıklı iş birliğimize değin, böyle bir nezaketi beklemiyordum. Gözümden üst üste damlalar düştü. "Sana seccade göndermiş," Diye fısıldadım kendi kendime. "İnancına saygı armağan ediyor Piraye." Burrows Anderson'u gördüğüm ikinci bir zaman zarfıydı. Saatler sonra mahzeni hazin bir kargaşa istila edecek; aylar sonra yaptığım kurtuluş planının düğümüne takılarak, O'da benim giriftime hayatı pamuk ipliğiyle bağlanan bir kaç insandan biri olacaktı. Bu bir ihtilaldi, adalete teslim olduğu için her şeyini kaybedenlerin direniş ihtilali.
Selam! Hikayemizin gidişatı epey farklı olacak. Tahmin edeceğinizden çok daha farklı... Lütfen düşüncelerinizi benimle paylaşın ✿ |
0% |