@zeynepsara
|
2.Bölüm: "EZBER BOZAN" New Jersey Eyaleti/ 1998 Her gün bir maske kuşanırsan; aynalar gerçek yüzüne küser Piraye, derdi mefhum annem. Yıllar üzerimize devrildiğinde, o maskelerin O'nun nazif yüzünde kalıplaşacağını ve aramıza öreceği duvarlardan dahi sağlam olacağını ikimizde bilemezdik. Çünkü Piraye, diye kulağıma fısıldardı. "Sana çok düşkünüm yavrucuğum; kız çocukları bir ailenin bahçesine merhameti kazandıran tohumlardır." Kalbi hakikati hisseden ve dolu dizgin bir çocukluk dönemine sahiptim. Ancak bir gece, can boğazdan taşmıştı. Kısacık bir lahzada büyüdüğümü farketmiştim. Bir gece çocukluk her yetişkine, bir film şeridi kadar kısa bir süreliğine lütfedilmiş eski bir kasetmiş gibi elimden koparılıp alınmıştı. Bir ânda renkli dünyam, siyah beyaz bir fotoğraf karesinde sıkışıp kalmıştı. Bacaklarımı toplayarak göğsüme çekmiş, yanağımıda ölgün bir hâlsizlikle üstüne sermiştim. Bir kolum dizlerimi sarıyor, diğer kolum dizimden sarkıyordu. Elimdeki köstekli saati zincirinden sallıyor, şafağın henüz söktüğü ve sabahın altısında duran kırmızı ibreye bakıyordum. Küçük pencereden sızan sabahın ilk ışıkları ayaklarımın ucuna düşüyordu. Artık vakitleri ayırt edebiliyordum. Az sonra demir parmaklıkların asma kilidi açıldığında, irkildim ve saati hızla sedirin altına sakladım. Paul, asık bir suratla yüzüme bile bakmadan önüme bir çift yeni sandalet bıraktı. Burrows Anderson benimle konuştuğu ve onları küçük düşürdüğü için hepsi bu geri dönüşümü yüzüme yoğun bir nefretle iade ediyordu. Bilakis federaller mahzeni ziyaret ettiğinde tutsakları aşağılar, öldürür, işkence çektirir ve gardiyanlara rüşvet vererek onları cesaretlendirirlerdi. Bu kez tam tersi olmuştu. Neden? Aksak ingilizcesiyle, "Bunları giy, beni takip et." Dedi zehirli bir telaffuz sarfederek. Kaşlarımı çattım. "Neden?" Diye sordum çatallanmış bir ses tonuyla. Burnundan sert bir nefes verdi. Sorgulanmak, göğsünün içindeki kibri dağlamıştı sanki. "Bahçe iznini kullanmadın, çık ve dolaş. Sadece on dakikan var." İçim korkuyla doldu. Geriye doğru sürünerek sırtımı soğuk duvara yasladım. "İstemiyorum," Dedim fısıltıyla. Burrows Anderson emrettiği için tutsaklar biz konuştuğumuz sürede ilk defa gün yüzü görmüşlerdi. Bahçe izni diye bir kural yoktu. Bu hücreden dışarıya çıkmak, ölmek demekti. Bu bir tuzaktı. Otuzlu yaşlarında, saçı sıfıra vurulmuş ve siyah tenli gardiyan tahammülsüzlükle yanıma vardı ve koluma asılıp beni sertçe ayağa kaldırdı. "Zorluk çıkarma ve iznini kullan." Diye tısladı dişlerinin arasından. Kirpiklerim ağırca bükülerek koluma doğru düştü, koluma izinsizce saplanan kızgın parmaklara baktım. Dokunduğu yerde kadife bir kumaş vardı fakat buna rağmen tenim tiksintiyle gerildi. Rızam olmadan bana dokunmuştu. Hiç beklemediği bir sırada kontrolsüz bir güçle kolumu çekiştiren elinin bileğini sertçe tutup geriye doğru kıvırdım. Elleri gevşediğinde, afallayarak ters çevrilen koluna bakıp acıyla haykırdı. Kolunu ittirip geriye çekildim. Yalpalayarak demir parmaklıklara çarptı. O'na en az bir ruh kadar hissizce bakıp, göğüs kafesimin bütün dönencelerini bürüyen öfkeye rağmen sakince gözlerimi yüzüne diktim. "Öfkemi diriltmeyin," Dedim kısık bir sesle. O ise sinirden titriyordu. "Sadece hür olan insanlar, dokunulmaz değildir. Zorbalığa rağmen istemediği hiç bir şeyi onlara yaptıramadığınız insanlar, daha güçlü bir dokunulmazlığa sahiptir Bay Paul." Üzerine doğru bir adım attım. Bana şiddet uygulayamayacağını zaten biliyordum ve diğer tutsakların aksine bu hakkı sahiplenecektim. "Bu yüzden bir daha bana sakın izinsizce dokunmayın çünkü, o güvendiğiniz parmaklıkların ardında neler olacağını bilemezsiniz." Eli belindeki tabancaya gidecek gibi oldu, kendini zorlukla dizginliyordu. Bizzatihi Bakanlıktan emir aldığı için ajanlar haricinde gardiyanlar aslında bize dokunamazdı. Bunu biliyordum, bu yasağı çiğneyen bir tek Jackie'ydi. Öfkeyle jopunu demirlere vurdu. "Hareket et o zaman lanet olası!" Diye hiddetle bağırdı. O'nu daha fazla kışkırtmadım. Eşit şartlarda olmadığım kimseye gereksizce meydan okumazdım. Sandaletleri giyerek ağır adımlarla hücreden çıktım. Jopunu koluma bastırarak beni yöneltti ve büyük çelik kapıdan dışarıya çıktık. Tutsaklar koridorlara buldukları her şeyi fırlatıyorlardı ve temizlik olmadığı için mahzendeki tek koridorda tam bir çöplüğe dönmüştü. Bu çöplükte ölüyorduk, her gün, azar azar... O ânda Paul kapının önünde bekledi. Elime kelepçe geçirmemişti. Mahzenin üstündeki küçük gözetim kulesine baktım. Keskin nişancılar iki kişilerdi fakat onlarda uzun menzilli tüfeklerini bana doğrultmamışlardı. Şaşırdım. Etrafta infazımı verecek kimsede yoktu. "Sekiz dakikan kaldı, dolaş ve buraya gel." Diye seslendi Paul öfkeli bir mırıltıyla. Tek katlı eski mahzenin etrafını devasa surlar kaplamıştı. Çelikten surların ardında sonsuz bir çöl başlıyordu. Mahzenin taştan tuğlaları kavlanmış, yıkık dökük bir görüntüye ev sahipliği yapıyordu. Tökezleyen adımlarla ilerlemeye başladım. Uzun zamandır yürüyemediğim için dizlerimin bağı titriyordu. Tedirgindim ve ensemden aşağıya soğuk soğuk terler dökülüyordu. Buraya düşmeden önce Türkiye'de sıcak bir yaz vardı fakat şuan New Jersey eyaletinde son bahardaydık. Ilık bir rüzgar esiyordu, yüzümdeki peçeyi ve en son dört ay önce giydiğim etekleri kirli, tozlu geniş kıyafetimi çekiştiriyordu. Gözlerimi kapatarak başımı gökyüzüne doğru kaldırdım. "Bir hücredeyken, karanlıkta ve imkanları kısıtlıyken sırtı dik olan bir kadının gün ışıklarında omuzlarını düşürmesi ne garip." Bir ânda ardımdan duyduğum tok sesle yerimde kıpırtısızca donup kaldım. O buradaydı. Hiç gitmemişti. Kesik kesik nefesler aldım. Sırtımda bakışlarını hissediyordum, berbat hâlimin ne kadar âciz ve hakir göründüğünü düşündüm. Beni bahçeye çıkartan O'ydu; üstelik bir kaç dakika önce suretimi hiç görmesede karanlığın içindeki yüzümün ifadesini bilmesi garipti. "Karşınızdaki insanın yüzüne yerleştirdiği sahte ifadeleri, orjinal duygularından ayıramıyorsanız; sizce o insan sadece basit bir taklitçimidir?" Diye sordum pürüzlü bir sesle. Sessizlik. Bir müddet sonra, "Değildir," Dediğini işittim. O donuk sesi düşünceliydi. "Bu ustalık bir eserdir," Diye mırıldandı, neden bu kadar çok duraksadığını kestiremedim. "Sahte bir ifadeyi, aslından daha iyi sergileyen insanlar; yaşamanın her hâlini öğrenmiş ve taklidin kendisi olmuştur." "Öyleyse ben yaşamın vücut bulmuş hâliyim, Bay Anderson." Ilık bir rüzgar daha esip geçti, omzumu kayırarak sırtımın ardındaki adamın soluklarına karıştı. Bir gülün tohumuda, rüzgarın dokusundan beslenirdi ve ömrü filizlenirdi. Sanki yüreğimdeki matem bahçesinden bir gülün ömrü gitti. Çünkü ben vakit yitirdiğim sürece ömrüm eksiliyordu. "Öyleyse yaşam, hayat bulunca anlam kazanır Piraye." Gerginlikle kasılan çehrem, kısık söylemiyle birlikte dalgın bir deniz kadar durgunlaştı ansızın. Yüzümün kıyısına muazzam bir huzursuzluk vurdu. Benimle alay etmekten hoşnutmu oluyordu? "Kâinatta hayat bulan her can bir amaca hizmet eder. Ve ben amaçlarım uğruna hayatımı yitirdim..." Fısıltım benden giderek uzaklaştı ve sesim kısıldı. Bir hayatım artık yoktu. Bu şehirde canımla değil, ruhumla mücadele ediyordum. Belli belirsiz hissettiğim nefesinin söndüğünü farkettim. "Yaşamak," dediğinde, solukları dirayetsiz ve dingin gibiydi. "Beden, iradeni ve ruhunu hayatta tuttuğun sürece ayakta kalan bir yapıttır." Kaşlarım çatıldı, sanki bunu kendine izah ediyordu. "Fakat yaşamayı hissetmek Piraye, zaten kendini feda etmektir." Yanağımda görünmez bir tokadın sızısını hissettim. Burrows Anderson garip bir adamdı. Bütün kelimeleri ve altında yatan mânâları, zihnimdeki fikirlerin elinden tutuyordu. O neden, acımasız bir ajan gibi değilde bizi anlayan bir adalet avcısı gibi konuşuyordu? Ciğerlerim yanıyordu, uzun süredir karanlıkta ve oksijensiz, rutubetli bir havada kalmak vüdumun mekanızmasını tüketmişti. Adım sesleri duydum, yavaş yavaş bana doğru yaklaşıyordu. "İstediklerini geciktirmedim," Dedi biraz sonra. Benimle türkçe iletişim kuruyordu. Haklıydı. Hücremi hemen değiştirmişti. Sesi çok yakındı. Sırtım onun varlığıyla ağırlaşıyor ve kaburgalarıma bir kambur hissiyatıyla yük oluyordu. O'na dönmek istemiyordum. "Evet," Dedim fısıltıyla. "Bana aylar sonra zaman zarfını armağan ettiniz." Ellerime baktım, titriyorlardı. "Saygımı kazandınız, soracağınız bir soruya dürüstçe cevap vereceğim." "Tek bir sorunun cevabını istiyorum." Duraksadı, hatta bir müddet sadece nefes alıp verdi. "Zihninin arşivini ya da bilgilerini kurcalamayacağım. Tek bir yanıt, bunun karşılığında bütün şartlarını yerine getireceğim." Şaşırdım. "Ne hakkında?" "Senin hakkında." Daha büyük bir şaşkınlıkla dudaklarım aralık kaldı. Bir takım etkenleri hesap edemiyordum. Babamın özel koruması, hükümet hakkındaki bilgilerimi eşelemeyecekmiydi? Birden, "Türkiye'de bir gazeteci vardı," Dedi tılsımlı bir ses tonuyla. Nabzımı yoklarcasına kelimelerini tane tane dudaklarından döküyordu. İşte o ânda sertçe yutkundum. Aslında Burrows Anderson diğer ajanlardan kabiliyetliydi. Zihnimden önce benim kim olduğumu soruşturuyordu ve belkide bazı cevapları ağzımdan kolayca alıyordu ama ben farketmiyordum. "Bundan altı ay önce gündeme sürekli gizliliği ihlal ederek kimsenin bulamadığı bilgileri düşürüyor ve medyayı sarsıyordu. İnsanlar O'nun gazetelerini satın alabilmek için kıraathaneleri yağmalıyordu. Ancak kimse bu bilgi kaynağını ulaştırana dair hiç bir şey bilmiyordu." Soluğum kesilirken devam etti. "Herkes bir insanı değilde, bir hayaleti yada veri tabanı olan bir çeşit kablosuz ve her bilgiyi yutan bir harddiski kovaladığını düşünüyordu." Nefesini ensemde hissettim, oysa bir kaç adım uzağımdaydı. O yakınlık ruhumda hissettiğim yakınlıktı. "O gazeteci sen miydin Piraye? Nitekim sen esir alındığından beri gazeteci ortalıklarda yok." Başımı salladım ve O'na döndüm donuk bir suratla. Dürüst olacağıma söz vermiştim. Ancak elinde bir ses kayıt cihazı varsa bizzatihi sesimle onaylamak istemiyordum. Çünkü o gazeteci olduğum ortaya çıkarsa düşmanlarım çoğalırdı. Babam Vaha Soylu, beni mezara diri diri gömerdi. Güneşte parlayan zifiri gözleri, mavi gözlerime saplandı. Adem elması sertçe hareket etti. "Baban, ilk görevimi gazeteciyi bulmam için vermişti. Ancak onu hiç bir zaman bulamadım çünkü kendi kızı olduğunu bilmiyordum." Dediğinde, afallamış olduğumu peçemden sadece gözüken gözlerimin açılmasıyla anlamıştı. Çehresinde kızgınlık yoktu, aksine hayret eden bir yanı vardı. İlk başarısızlığım sensin, demesinin anlamı bu olmalıydı. Babamında ilk başarısızlığı bendim. Veronica'nın bahsettiği hurma ağacına sağ omzunu yaslamıştı. Duruşu rahattı. Baykuşu omzundan havalanarak ağacın dalına konmuştu ama sanki ona seslense, yine yerine gelecek gibiydi. O'nu ilk gördüğüm ân düştü zihnime. Yüz hatlarındaki keskinlik, kemikli çehresindeki emniyetsiz dinginlik, o dernekte sözlerimi kısa bir ân sekteye uğratan tek yüze sahipti. Gözleri bir ânda iki yanımda duran ellerime düştü. O ân duruşunda meydana gelen gerginliği ve ansızın boş birer karanlık çukuru andıran bakışlarındaki tepkisizliği bir mum ışığı gibi sarsan etkeni neye yoracağımı bilemedim. Bana doğru bir adım attı. "Ellerin..." Dudaklarının kenarındaki sigarayı çatık kaşlarla yere fırlattı. Mimikleri huzursuz bir şekilde kasılmıştı. "Bunu sana mahzendeki bekçilermi yaptı?" "Hayır," Diye fısıldadım. "Bunu bana ajanlar yaptı... Sizin gibi adamlar." "Benim gibi adamlar..." Diye tekrarladı. "Sizin gibi adamlar incitmeyi severler." O'nu tanısaydım, çelik zırhlı surat ifadesinin kırıldığını düşünürdüm. Öyle ki bakışları olduğu yerde buz kesmişti, kirpiklerini dahi kırpmıyordu. Hemen sonra başını başka tarafa çevirdi, dişlerini sıktığını farkettim. Ellerime baktığımda, soruşturmada ajanların vurduğu uyuşturucu iğnelerinin ve jilet kesiklerinin beyaz tenimde çok kötü durduğunu farkettim. Elimin yüzeyinde öbek öbek derin kızarıklıklar vardı. Yutkundum ve ellerimi ondan sakladım. Zift siyahı göz bebekleri bana tekrar döndüğünde, orada fazla kalmadan zemine düştü. Aramızdaki soğuk savaşa yeniden uyanmış bir tavrı vardı, rahat duruşu; yerini yadırgayan bir misafire bırakmıştı. "Gazeteci Piraye," Diye mırıldandı sivri bir ses tonuyla. "Bu bilgi karşılığında benden neyi vaat edersin?" Bilgi böyle bir hazineydi. O'nun gibi donanımlı bir federali bana yoldaş yapardı; bir baba, kızını ülkesinden sürgün ederdi. Ve bir tutsağın ölümünü geciktirirdi. O'na sormam gereken çok şey vardı. Fakat her nedense Burrows Anderson'u muhattap almak istemiyordum. Bir ittifakın içinde bağımsız iki savaşçıydık. "Bir karışım." Dedim cılız bir ses tonuyla. Tek kaşı havalandı. Bu mahzende alacağım en büyük riskti. Ölüm kalım arasında bir adımdı. "Ne karışımı?" Peçemin altından yavaşça gülümsedim. "Dengeyi koruyabilecek bir formül. İki asidin karışımıyla oluşan kuvvetli bir karışım. Demiri eritmeli." Nedense onun benim bilgilerime değilde, kim olduğumu bilmeye ihtiyacı vardı sanki. Gözleri kısıldı, zifiri karanlık gözlerinden alaylı bir ışıltı gelip geçti. "İlginç bir istek. Bir kaçış planının piyonumu oluyorum yoksa Bayan Wizard?" Dudaklarımdaki gülümseme yüzümde asılı kalarak, ağır ağır söndü. Annemin asıl soyadı Wizarddı. Maria Wizard. Babam, Bakanlık rütbesiyle bir çok ülkede demokrasi sağlama görevindeydi. Değerli eşiyle Los Angeles'ta tanışmışlardı ve dolayısıyla annemin İngilizce aksanından ve eğitiminden dolayı bir çok dil biliyordum. Gözlerine soğukça baktım. "Mahzeni aşsam bile surlarını aşamam. Çöl ortasındayız, iki adım atamadan sırtımdan vurulurum. Bunun aptallık olduğunu öğreneli dört ay oldu." Dudağının kenarı tembelce kıvrıldı. Etrafına bakındı, bekçilerin epey gerimizde kaldığına kanaat getirerek boynunu hafifçe eğdi ve gözlerimin içine baktı. "Hafızanı kendin için sarfedersen, federalleri kendine aracı yaparak buradan kurtulabilirsin Piraye." Diye fısıldadı dudaklarıma nazır. Kafamda parçalanıp kırılan bir çok ses duydum. Üzerimize zamanın alayişli sessizliği bir çığ gibi düşmüş, rüzgarlar estirmişti. Neredeyse bir dakikaya yakın öylece yüzüne baktım. Şaşkınlıklığın vezinsizliğiyle, "Bay Burrows," Dedim kısık bir sesle. Adını benden ikinci defa duyduğunda yine omuzları gerildi. "Başımı derde vurmam için mi vaaz veriyorsunuz?" Afalladığında, devam ettim. "Öyleyse gidin kilisenizdeki papazlarla vaktinizi yitirin." Arkamı dönerek mahzene doğru yürümeye başladım. O bizim gibi tutsakların tarafında değildi. Bilgilerimi verdikten sonra öleceğimi biliyordu, bu yüzden beni kandırması öfkeme dem vurmuştu. Ancak bir ânda durdum. Sırtımda bakışlarını hissediyordum. "Bayım," Dedim ihtiyatla. "Size devredilen bir operasyonda, işlerinizi baltalayan bir kusur varsa; yapacağınız ilk şey, operasyonu yok etmek mi olur yoksa kusuru düzeltmek mi?" Bir kaç saniye bekledim, cevap vermeyeceğini düşündüm ancak kısa bir mühlet içinde cevap verdi. "Kusuru düzeltirim." Birden, biraz evvelki ses tonundan eser kalmadığını ve tuhaf bir sakinliğin, keyifli bir tınının aksanına devşirdiğini farkettim. Şaşırarak omzumun üzerinden yüzüne baktım. Neredeyse dudaklarının şeridinde müphem bir gülümseme kıprışıyordu. O'na karşı sert çıkışım, belli belirsiz bir hoşnutluğun ahengini vurmuştu bronz tenine. "Ne için Bay Burrows? Yok etmek ve yıkmak kolaydır. Bilakis, o kusuru tamir etmek zahmetlidir." Gözleri, gözlerimin içindeyken sorduğum sorunun amacını sezmişçesine duruşunda emin bir ilkellik vardı. O'nu hafife almamam gerektiğini biliyordum. "Kusurları sahiplenmek, operasyona gelebilecek her zarara siper olmak anlamına gelir bayan Wizard. Göğüs germek, her askerin sössüz nişanıdır. Bir işe başlamışsan, onu yarım bırakamazsın; yok edemezsin." Yargılayıcı cevabı karşısında bocaladım. Tereddüte düşerek susmuş ve önüme dönmüştüm. Az sonra, "Ben sizin için bir kusurum. Devletinize aykırı fikirler, sizin için engeldir. Beni yok etmeniz gerekmiyor mu?" Diye sordum kuşkuyla. Amacını anlamak istiyordum. Ses gelmedi. Bunun yerine bana yaklaşan adım sesleri duyduğumda gerildim. Omzumu teğet geçerek, yanımdan geçip gitti ve dünyanın en tasasız tavrıyla ondan önce arşınladığım yolu sakince ilerledi. Baykuşu tekrar geniş omzuna konmuştu, asker tıraşı ensesindeki haç kolyesinin zinciri ışıldıyordu. "Yerine yurduna alışma, Piraye. Ait olduğun yer bir kafes değil, yok olmak için çabalama. Çünkü kirli bir düzeni bozacak o yaşam tarzı belkide senin elindedir." Mahzenin patikasından geçip, gözden kaybolduğunda; onun yokluğunda asıl kaybolanın ben olduğumu düşündüm. Bana kurtuluşmu vaat etmişti? Darma duman olmuş bir ifadeyle dalgın dalgın mahzenin önüne vardım. Bu sırada büyük demir kapının önündeki yük kamyonunun yolumu kapattığını farkettim. Gardiyanlar sebze ve meyve kasaları indiriyor, onları mahzenin rıhtına taşıyorlardı. Oysa bize sadece bayat ekmekler veriliyordu. Bunlardan ise sadece gardiyanlar faydalanabiliyordu. Seri adımlarım beni bekleyen Paul'a yaklaşırken, adımlarım ansızın sekteye uğradı. Gördüğüm manzarayla yüreğim burkuldu. Veronica, içlerindeki tek kadın olduğu halde bütün yükleri aşağıya indiriyor; gardiyanlar parmaklarının ucuyla ona yardım ediyorlardı. Kirli tişörtünün yaka kısmı ter içindeydi, şakaklarından boncuk boncuk damlalar süzülürken yorgunluktan yığılıp düşecek gibiydi. Bu eziyeti çekmek için mi çıkmıştı o parmaklıklardan? Paul, kamyonet şoförüyle konuşurken çelimsiz bedenine yaklaştım. Varlığımla irkildi. Dışarı çıkmış olmama afallayarak bakmıştı. Ancak sonra bütün gün bu ânı kolluyormuş gibi etrafına göz atıp yanıma sokuldu. "Muhabbet ettiğin komutan, biraz önce kıvırcık saçlı bir adamla konuşuyordu. Bugün Türkiye'deki bakanlık, ABD konsolosluğuna gelecekmiş. Burayı imha etmesi gerektiğinden söz ediyorlardı." Diye fısıldadı, ardından hızlıca işine döndü. Ruhumun, bedenime büyük geldiğini hissettim. Soluklarım daralmış, içime ince bir düş kırıklığı dolmuştu. Burrows Anderson bu yüzden buradaydı. Niyeti dost canlısı görünmekti belkide, bir şekilde ihtiyaçlarımı karşılıyor ve beni konuşmaya iyimserlikle itmeye çalışıyordu. Dikkat çekmemek için yanından geçerken kulağına fısıldadım. "Yemekhaneye su basmasını sağlayabilirmisin?" Kasalardan birine eğilirken sessizce yanıtladı beni. "Nasıl?" "Mesela yanlışlıkla borulardan biri patlayabilir ve sen bir kaç kişiyi yanına alarak temizlik yapabilirsin." Burada kimse göründüğü kadar aptal yada masum değildi. Veronica her ne kadar mahzun görünsede, mahzene basit insanlar kapatılmıyordu. Bir takım meziyetleri olmalıydı. Ağzının ucuyla gülüp, alnını koluna sildi. "Aylardır beklediğimiz kaçış tarihi değilmi?" "Kesinlikle." Diye fısıldadım. Toprak rengi gözleri bitap düşmüş yorgunluğuna rağmen parlamıştı. Başını salladı hevesle. Paul geri döndüğünde, jopuyla kabaca omzumu ittirerek beni tekrar hücreye götürdü. Mahzende yer yerinden oynayacaktı. *** Tutsaklara altı saatte bir verilen lavabo izniyle abdest almış, sedirin üstüne serdiğim seccadeyle namazımı eda etmiştim. Kaçırdığım vakitleri ise kaza ediyordum çünkü günde iki defa lavaboyu kullanabiliyorduk ve abdest alıp, onu saatlerce tutmak zor oluyordu. Dalgınlığımın içine uzaklardan akseden sesle algılarım açıldı. Hücrem değiştiği için artık gün ışıkları önümdeki koridorun ucuna düşmüyor, sesler en son bana ulaşıyordu. Hücremin eşiğine büyük bir gölge düştü. Meşalelerin ateşi neredeyse sarsılmış ve sönmeye ramak kalmıştı. Gerildiğimi hissettim. "Burası leş gibi Papi," Daha önce duymadığım ince bir adam sesiydi. "Hayvanat bahçesindeki tüylü yaratıkların kafesleri bile daha kullanışlı." Diye hayıflanıyordu. "Burası dünyanın görünmeyen yüzü, farkında olmanın farkına varan insanlara biçilen değer." Diye karşılık verdi boğuk bir ses. "Senin tek farkın, sustuğun için dışarıdaki kafeste hür olman." İnce adam sesi, "Her yerde dürüst olma dostum! Baksana şu mahkumlara, bize yamyam gibi bakıyorlar. Buradan sağ çıkmak istiyorum!" Diye söylendi. "O halde gevezeliği bırak ve işini hallet Stephan!" Mahzenin kirli duvarlarında yankılanan bu ses, Burrows Andersonamı aitti? Buradamıydı nicedir? Temkinli adım sesleri ve o seslerin gölgesi yaklaşarak hücremin önünde durdu. Küçük pencereden sızan cılız ışıklar, yüzünün yarısını aydınlatmıştı ve bir diğer yarısı karanlıkta kalmıştı. Tek seçebildiğim bukle bukle kıvırcık saçları olan dev gibi bir adamdı. "Hiç bir şey göremiyorum," Dedi Stephan dikkatle. "Seni dokuz yıl sonra ülkene getirten kadına nasıl hitap etmeliyim? Sanırım nabzım kulağımda atıyor-" "O'nu ver ve buraya gel kahrolası herif!" Diye sözünü şiddetle böldü Burrows. "Peki," Stephan eğilerek parmaklıkların içine elini uzattı ve küçük bir cisim bıraktı beton zemine. Bir süre çöktüğü yerden hiç kımıldamadı, içli bir nefes üflemişti puslu havaya. Küçük gözleri kederle etrafına bakınıp duruyordu. Nedeni ise belirsizdi. Onlarla hiç polemiğe girmedim, dakikalar sonra gözden kayboldular. Yere bırakılan şişeyi alarak geniş kıyafetimin içine sakladım. Az sonra bir kez daha mahzenin içi öfkeli bir sesle sarsıldı. Jackie hırsla bağırıyordu. Mahzenin büyük demir kapısını duvara çarparak açmıştı, sesi yeri göğü inletiyordu. "Yemekhaneyi su basarken siz yarım akıllılar neredeydiniz!" Diye haykırdığında, yüzümü buruşturdum. "Suyun damladığını farkettiklerinde kanala girmişler, o esnada vananın patladığını söylüyorlar." Bu mahzenin en sakin adamı Robert'in açıklamasıyla, Jackie muhtemelen jopunu duvara vurdu ve çıkan o korkutucu sesten sonra onun kükreyişi doldu yine kulaklarıma. "Kuş kadar beyniniz, zamanında müdahale edemiyormu Bay Robert!" Sert nefesler verdi. "Şu çürük azınlık, aç kalmaya alışkın ama bizler bir kaç saat boş midemize ne indireceğiz ha!" Jackie'nin acımasızlığı karşısında, sessizliğin furyasında bir kaç saniye zaman atlaması yaşadım. Tutsaklara bu kadar azap vermesi, bugün O'na aynı sonu vaat edecekti. Henüz haberi yoktu. "Tutsaklardan bir kaç kişiyi alalım Bay Winston." Bu ses, Veronica'nın ürkek ve zayıf sesine aitti. "Bu akıllıcamı sence?" Veronica'ya bağırmasıyla dişlerimi sıktım. "Su diz boyuna ulaşıyor, bir kaç kişi gerek. Gardiyanlar bu hizmeti yapacak değil ya? Tutsaklar temizlesin, yoksa onlarda saatlerce aç kalır." Jackie bu öneriye karşı bir müddet sustu. Dudaklarımı çekiştiren kıvrılmaya mâni olamadım. Takdir edilesi bir rol sergiliyordu. "Kaç kişi işine yarar?" Diye sordu saniyeler sonra. Sesi bu kez sakindi. "Dört kişi yeterli olur." Dedi Veronica, tonunda bir tek benim anladığım bir haylazlıkla. "İyi," Jackie azarlayan bir ses tonuyla devam etti. "Seç o zaman dört kişi. Paul sizi götürsün, iki saat içinde bitmezse sana bütün mahzeni temizletirim." Diye tehditlerini de ilave etmişti. Bir kaç saniye sonra açılan kilitlerin sesini ve dışarıya çıkan bir kaç adım sesi duydum. En son hücremin önünde iki çift ayakkabı durdu. Paul ve bir adım arkasında durarak, o görmeden muzipçe gülümseyen Veronica. Gülmemek için yanağımın içini ısırdım. Paul hücremi açtığında, "Neler oluyor?" Diye sordum hiç bir şey bilmiyormuşçasına. Bıkkınlıkla nefeslendi. "Soru sorma ve çık şuradan." Zorluk çıkarmadan hücremden dışarıya adımladım. Koridorun köşesine döndük. Paul önden giderken, sessizce gülerek Veronica'nın koluna vurdum. Çoktan iki bloğu aşmıştık bile. Paul durduğunda, hemen ardında dikiliyorduk. Koridorda üç kadın daha vardı. Karanlıkta yüzlerini seçemiyordum. Paul, hepimizi afallatarak eline uzun bir zincir aldı. Veronica'ya dokunmadan dördümüzün ayak bileğine zincirleri sardığında, o zincirleri asma bir kilitle birbirine bağlamıştı. Hiç birimiz, birbirimizden öteye; bir adım fazladan atamazdık. Ve bu şartlar altında yemekhaneyi temizlememizi istiyorlardı. Veronica, "Bu şekilde hareket edemezler-" Diyecek oldu şaşkınlıkla. Ancak Paul tahammülsüzlükle lafını hemen böldü. "Kes sesini soytarı." Yan yana yürürken göz göze geldik. Gözlerimi açıp kapattım. Bu her şey yolunda demekti. Tedirgin olmuştu. Tek katlı, taş duvarların arasından geçerek blogları aştık ve daha tertipli bir koridora giriş yaptık. Paul önümüzdeki çelik kapıyı açtı, hemen ardından bizleri kabaca su dolu yemekhaneye ittirdi. Dizlerime ulaşan su seliyle irkildim, suyun yüzeyi dalgalanarak peçemin üzerinden burnuma ve göz kapaklarıma sıçramıştı. Kapı üzerimize kapandığında, karşımdaki üç kişinin yüzüne baktım. O ânda gördüğüm tanıdık suretle tüylerim ürperdi. Rebecca.. Gardiyanlar ona sesini bile yükseltmezdi. Yutkunma ihtiyacı hissettim. Paul, Veronica'yı alarak yemekhanenin dışında konuşmaya başladı. O'nu ikaz ettiğini anlamak zor değildi. Onlar gerimizde kaldığında, Rebecca kolunu boynuma yaslayarak sırtımı sertçe duvara yasladı. Soluk boşluğuma keskin bir alet yasladı. Bu paslı bir çiviydi, mahzenin ücra köşelerinden sökmüş olmalıydı çünkü kesici teçhizatlar burada temin edilemezdi. "Nefesini kesmek için gün kolluyordum," Dedi sesinde titreşen bir nefret ve kızgınlık fısıltıyla. "İsmin, varoluşun bile insanların sonunu getiriyor." Yutkunduğumda, örtümün üzerinden boğazıma batan keskin doku nefesimi tökezletti. "Pam, senin yüzünden öldü!" Diye bağırdı hınçla, sesi yemekhanede pimi çekilmiş bir bomba gibi patladı ve yüzüme çarptı. Dün isyan çıkardığı için Jackie'nin öldürdüğü kadının ismi Pam'mıydı? Göğsüme bir ağırlık bindi. Arkadaşlarının bunun için bana kin duyacağını ise biliyordum. "Hayır," Dedim karnımdaki sancıyla. Dirseğini sertçe kemiğime bastırıyordu. "Sizin gibi ne için savaştığını bilmeyen insanlar, hırsları yüzünden kaderlerinden önce ölüyor." Gözlerinin içine soğukkanlı olmaya çalıştığım bir sakinlikle bakıyordum. Canımın her ân tehlikede olması, bana içinde bulunduğum vahim durumu daha iyi açıklıyordu. "Kader mi?" Alayla ve acıyla kahkaha attı. "Buraya düşmek kadermi sanıyorsun?" Gözlerindeki öfke ateşi hızla üzerimize devriliyordu. "Kader, bir namludur Türk kızı. Silahın kabzasını senin tercihlerin tutar, tercihlerin yoksa bu kader değil!" Kir, pas ve küf kokusuyla başım dönüyordu. "Kader silahı tetiksizdir, Rebecca." Diye fısıldadım keskin bir tonda. "Namluyu hedefe sen belirlemiyorsan, tercihlerin bir anlamı yok zaten. Niyetler," Dedim. "Niyetlerin belliyse, sen daha kabzayı tutamadan kurşun kovanından çıkıyor. Pam'in niyeti ölmekti, bilerek isyan çıkarttı. Kaderini kendisi belirledi." Rebecca bir ânda çiviyi ardımdaki duvara, kulağımın bir santim ötesine sertçe sapladı. Nefesimi tuttum. Eli boğazımı buldu. "Silah ve güç kimdeyse, manfaatinde onda olduğu bir yerdeyiz. Duydunmu beni? Seni buradan sağ çıkarmaya hiç niyetim yok." Sesinde vuku bulan ahenk, oldukça sarsıcıydı. "Öyleyse silahına, menfaatinden daha çok güvenmelisin." "Ne?" Dikkatini dağıtarak dirseğimi karın boşluğuna savurdum. Acıyla inleyerek geriye çekildi. Bir diğer arkadaşı Aster, bir adım bile uzaklaşmama izin vermeden etrafımı sardı. Uzun zamandır hücrede kaldıkları için evcilliklerini yitirmiş ve yüzlerinde emniyetsiz bir saldırganlık belirmişti. Seçtikleri ilk kurban ise bendim. Aniden peçemin örtüsünü sertçe tutarak yüzümden çekti ve yüzüm açığa çıktı. Tiksintiyle omzumu ittirdi. Her hareket edişimizde sular etrafımıza saçılıyor, ayak bileklerimizdeki zincirler suyun içinde şıngırdıyordu. "Senin gibi rahibelerin yeri kilise! Mahzenin en temiz hücresini kaptında, burada yer edineceğinimi sandın?" "Bu çöplüğü evinmi sandın Aster?" Verdiğim karşılıkla iri bir bedene sahip kadın, ansızın dizlerime güçlü bir tekme savurdu. Beklenmedik darbesine değin, dudaklarımdan kopan acı nidayla suyun yüzeyine sırt üstü sertçe çakıldım ve beton zemine düştüm. Düştüğüm için ayak bileğime bağlı zincir, beraberinde üç canavarıda sendeleterek bana doğru çekmişti. Karnıma kadar hissettiğim soğukla titreyerek dişlerimi sıktım. Derin derin nefesler alırken sakin kalmaya çalışıyordum. Yemekhaneye getirilen üçüncü kişi; Sofia, tıpkı onlar gibi şiddete meyletmemişti. Ancak müdahalede etmiyordu. Rebecca, "Bakanlık kendi kızını mahzene attığından beri, elimize düşmen için fırsat kolluyorduk." Dediğinde, kolumu hırpalayıcı bir tutumla kavrayarak bedenimi suyun içinden havalandırdı ve yağlı tezgaha fırlattı. Sırtım gümbürtüyle pütürlü çeliğe çarptı. Kıyafetlerim ıslandığı için ağırlaşarak bacaklarıma dolanmıştı. Yüzüme inmeye hazır darbesiyle nefes nefese omzunun üzerinden geriye baktım. "Beni karşına almak istemezsin." Alayla çenesini kaldırdı. "Neden?" O'na cevap vermedim. Çünkü cevap, tam omzunun arkasında duran ve Rebecca'nın ensesine kör bir demir parçası yaslayan Veronica'dan gelmişti. "Çünkü tek kişi değil." Diye yanıtladı öfkeyle. Rebecca sinirden titreyerek geriye çekildi. Derin bir nefes aldım. Veronica'ya dönüp, "Bak sen, küçük ispiyoncu büyümüşte ahkam kesiyor." Diye mırıldandı. Sesinde bunun rövanşını daha sonra alacak bir kin gizliydi. Veronica sözcüklerinin öznesi değilmiş gibi, sertçe omzuna çarpıp yanıma geldi. "Buradan çıktığımızda, hücrelerinize yemeklerinizi yine ben getireceğim Rebi. Günlerce aç kalmak istemiyorsan, şansını zorlama." Dedi dişlerinin arasından. O'ndan böyle keskin bir çıkış beklemediğim için şaşırdım. Kadının kaşları havalandı, ardından boynunu geriye atarak kinayeli bir kahkaha attı. "Siz ikiniz," Bir kahkaha tufanı daha kopardı. "Yer altında bir mezarlıkta, dostluk kuracak kadar pembemi sandınız burayı?" İnanmazca başını iki yana salladı. "Aptallar." Diğer iki tutsakta onun gülüşüne alayla eşlik etmişlerdi. Mahzen bir mezarlıktı, bizler ise öleceği günü bekleyen gözleri açık ölüler. "Ölüler, tabutunu benimser Rebecca." Verdiğim karşılıkla meydan okuyan bakışları hızla beni buldu. Delici kehribar gözleri, bir zanlının yırtıcı sıcaklığını taşıyordu. Tamda beklediğim gibi hızla üstüme atılarak sırtımı biraz önce çarptığı duvara ittirdi tekrar. Çenemi sertçe sıkarak kendine doğru kaldırdı. Bileğindeki güç, azımsanamazdı. "Seni öldüreceğim, sahiden öldüreceğim." Veronica engel olacakken bakışlarımla duraksadı. Korkuyordu, bunu gözlerinden görebiliyordum. Göstermemeye çalışıyordu ancak muhtemelen şimdiye dek, tutsakları kafesinden çıkarıp aynı civara düşürmenin nasıl bir hata olduğuyla yüzleşiyordu. Fakat hamleler, rakibini yorduktan ve güçsüz olduğuna inandırdıktan sonra yapılırdı. Ansızın Rebecca'nın boynunu kolumla sıkıştırarak kuvvetle aşağıya çektim, debdelensede yüzü suyun içine gömüldü. Aster ve Sofia'nın dumura uğramış bakışları altında, ensesinden kavrayarak sırtını göğsüme çektim ve kolumu boğazına sardım. Acıyla ve hayretle haykırmıştı. "En savunmasız insanın bile damarına basıldığında, kalbinden bir kuvvet doğar Rebecca." O çok güvendiği silahını, çelimsiz olduğumu düşünerek gözden çıkarmıştı. Bu yüzden aşınmış beton duvara sapladığı çiviyi zorlayarak yerinden söktüm ve ensesine bastırdım. Hızla nefes alıp veriyordu. O'nu elinden almaya kalkışsaydım, bir kapışma yaşanırdı ve ikimizden biri yaralanırdı. "Bırak beni!" Elimin altında çırpınırken koluma ezici bir güç uyguluyordu. O'nu zapt etmek zordu, ancak kendimi sıkıyordum. "Annem, bana hayatım boyunca tek bir nasihat verdi biliyormusun?" Diye fısıldadım kulağına. "İnsanlara kaba davranma, buna rağmen onlar sana kaba davranmaya devam ediyorsa suistimal edilen iyi niyetinin arka yüzünü göster Piraye, derdi." Peçemi indirdikleri için devasa bir öfke duyuyordum. İnançlarıma kimse saygısızlık yapamazdı. "İnsanlar böyledir Rebecca," diye devam ettim hissizce. "Kimliklerini suretlerinde değil, fikirlerinde saklarlar. Ve sen iyi niyetimi suistimal ettiğin için, sinir damarını kör bir çiviyle söküp; seni felç bırakmam için beni kamçılıyorsun!" Kendini kıskacımdan kurtarmaya çalışırken, "Bunu ödeyeceksin!" Diye bağırdı. Veronica bana siper olduğu sırada, bize doğru yaklaşan adımlara karşı çiviyi Rebecca'nın yanağına kaydırdım. "Orada durun hanımlar! Yoksa patronunuzun yüzünü çizer, yanağına beni ömür boyu hatırlatacak bir iz bırakırım!" Rebecca dehşetle çırpındı. "Durun! Lanet olasıcalar, yüzüm! Yüzüm mahvolursa hepinizin canına okurum!" Aster ve Sofia durmuştu. Sesli bir nefes verdim. Vaktim daralıyordu, gardiyanlar gelmeden evvel kendime bir ordu edinmeliydim. Derdim kimseye üstünlük taslamak, kendimi kanıtlamak ya da böbürlenmek değildi. Ancak onların üslubundan konuşmadıkça, anlaşamıyorduk. "Ne var biliyormusun yaşlı Rebecca?Biriyle fikirlerim çatışıyorsa, ona yeni bir savaş açmam. Bu zaman kaybıdır. Benim gibi düşünmesini sağlarım." Dedim soluğumu saç diplerine üfleyerek. "Benimle müttefik ol, ben yaralanırsam; sizide en az hasarla çıkarmam buradan." "Bu bir ateşkes değil," Dedi dişlerinin arasından. Buda demek oluyordu ki buradan çıktığımızda kapanmamış bir hesabımız olacaktı. O'nu bıraktım ve geriye çekildim. Döner dönmez yüzüme doğru öfkeyle kalkan yumruğunu havada yakaladım ve bileğinden tutarak onu kendime çektim, sağ omzu sol omzuma şiddetle çarpmıştı. Düşmanca birbirimizin gözlerinin içine baktık, bir nefes kadar önümdeydi. "Burada yapacağın en iyi şey bana güvenmemek olur," Dediğinde, çenesi dikti. "İlk fırsatta seni yok edeceğim." O'nun aksine yavaşça bıraktım kolunu ve geriye çekildim. Aster ve Sofia arkasına geçerek karşımızda durdular. Teker teker bakımsız yüzlerine baktım. Peçemi tekrar yukarıya çektim. Kollarımı göğsümde bağlayarak, "Neden bir ordu olup, gardiyanlara karşı bir düello açmıyoruz?" Diye sordum. Aster karşısında bir deli varmışçasına gözlerini açtı. "Kendini hangi rüyaya kaptırdın? Ayağında hâlâ pranga var, hücrenden çıktın diye özgür değilsin." Sofia ise gözlerini kısarak, yüzüme tepeden bir bakış attı. Ruslara özgü hafif kavisli burnunu kıvırmıştı. "Umut, senin gibi bir tutsağa kilometrelerce uzak. Gözlerini aç." Diye vurguladı, kelimeleri neredeyse ezercesine. Başımı sağıma çevirip, sessizce bana bakan Veronica'ya baktım. Titrek bir gülümsemeyle koluma dokundu. Bu yanındayım demekti. Gülümsediğimde, peçeli yüzümün üzerinden gözlerimin kenarları kırıştı. Tekrar onlara döndüm. "İnsan dört duvar arasındada kendini azad edebilir Rus kızı." İlerleyerek yemekhanenin kapısına doğru yürüdüm. Zincirden dolayı ardımdan sürüklendikleri için söylenmişlerdi. Yemekhanenin kapısı büyük ve eski bir çeliktendi. Keza kurşun geçirmezdi. Karın hizamıza doğru uzanan kalın çelik; imal yapımında tavana kadar yine parmaklıklardan oluşuyordu. Paul kapıyı kilitlemişti. Cebimdeki şişeyi çıkardım, sıvının kapağını açarak dikkatle dış taraftaki anahtar oyuğuna döktüm. Demir kalıp, üst taraftan eriyerek fokurdadı ve deliğin haznesine akarak o kilit yolunu kapattı. İnce tabakasına döktüğüm için, bulunduğum tarafı deşmemişti. Nitekim kapı, artık sadece iç taraftan açılabilirdi. Bilgilerim karşılığında, Burrows Andersondan alacağım her parça; beni bir adım öne taşıyacaktı. Hepside afallayarak elimdeki şişeye bakıyordu. Mahzenin ekmek teknesini; yemekhaneyi kıskacıma alacaktım. Jackie Winston içeriye tek bir adımını bile atamayacaktı, gözlerini tez zamanda açtığında ise biz çoktan kurtuluş vuslatına ermiş olacaktık. "Hür bir gelecek için, karşılıklı taarruza hazırmısınız?" -Bölüm Sonu- Sonunda çılgın beşlide bir araya geldi fjdhdhdhd gelecek bölüm beş kişilik bir ordunun savaşını okuyacağız :) Yıldızımızı parlatmaktan ve genel görüşünüzü belirtmekten kaçınmayın lütfen. |
0% |