@zeynepsara
|
Selam! Bu kurgumu daha önce Wattpadde yayınlıyordum fakat erişim engeli geldiği için oradan kaldırıp buradan devam ettiriyorum. Beğenen birileri olursa, bölümleri daha hızlı yayınlamak adına tekrardan wattpada geçiş yapabiliriz. Tabi buradan yazılmaya devam edecek ancak çoğu zaman kitapPade giriş yapmakta zorluk yaşıyorum. Bilginize arz edilir♡ 3.Bölüm: "Beş Kişilik Ordu" ABD/ New Jersey Eyaleti Rebecca göz bebeklerini büyüten marazi bir pırıltıyla bir kapıya, bir elimdeki şişeye, bir yüzüme baktı. "Sen kafayımı yedin!" Sesindeki öfkeli yaygara, etrafımızı bir yankı silsilesiyle kuşattığında; haşin hareketleri, dizlerimizin dibindeki durgun suyun yüzeyinde halkalar şeklinde birbirini takip eden ufak dalgalar titreştirmişti. Kaşlarım havalandı, üzerime doğru sert adımlar atmaya çalıştığında elimdeki şişeyi tehditkâr bir tutuşla yüzüne doğru salladım. "Tek bir damlası derine saçılırsa, muhtemelen kıymetli bir uzvunu senden alır. Yakıcı bir asit." Diye fısıldadım küften puslanmış bir ses tonuyla. Hızla olduğu yere çakılı kaldı. Veronica irkilerek geriye doğru savsakça sendelemişti, artık hepsi ciddiyetimin boyutunu anlamış duruyordu. Hepimiz ince ince titriyorduk. Bir çöl ortasında olmamıza değin, kapalı bir kutuyu andıran bu kapan; taş duvarlarıyla soğuğu içine sindiren bir yapıya sahipti. Sofia her zamanki gibi geride dururken, Aster tereddüte düşmüş solgun bir sesle, "Bunu nasıl temin ettin bilmiyorum ama hepimizi tehlikeye atıyorsun." Diye mırıldandı. Burnumdan alayla karışık sesli bir nefes döküldü. "Sanırım hücrede kendini güvende sanıyordun." Sözlerime karşılık kaşlarını çattı. Ne yaptığımı anlamaya çalışıyordu. Sofia bütün savaşlardan vazgeçmiş bir kadındı, durgundu. Aster'in ise zahmetsiz bir öfkesi vardı. Saman alevi gibi âniden tutuşuyor, ne zaman parlayacağını sezdirmiyordu. Fakat Rebecca, bütün kuralları yıkacak bir öfkeye hakimdi. Aslında onu anlıyordum, O'nunda öfkesi insanlığa; dünyayaydı. Bu yüzden çabalarım ona devrilmiş bir şişenin dibindeki o son kırıntının çırpınışını andırıyordu. "Bu kavgayı tanıyorum! Zedelenmiş bir gururun zavallı hamleleri, uyan Türk kızı uyan! Bu senin, benim gibilerin başarabileceği bir kavga değil çünkü hakikatli bir savaşta değiliz. Donanımlı bir düelloya, etten bir orduyla dahil olamazsın!" Diye çıkıştığındada, bunu tasdiklemişti. Yemekhaneye kıstırdığım azınlığı küçümsüyordu. Oysa aklımdan geçenleri bilse, benimle tartışmak yerine birlik olurdu. Ancak dinlemiyorlardı, fazla fevrilerdi. Birden öne doğru hızlıca atıldım; yakalarını kavrayarak sırtını sertçe duvara çarptım. Afallayarak gözlerini ellerime düşürdü. Yalpalayan bedenlerimiz birbirine tutunmuştu. Nobran bir kızgınlıkla yüzüne doğru sokuldum. "Hayatım boyunca hep bir şeylere geç kaldığımı düşündüm." Soluksuzca gözlerimin içindeki duygu devinimlerine bakıyordu. "Fakat hayır, başarmak için belirgin bir zaman ve yaş yoktur." Kendine gelmesi için omuzlarını havalandırıp, bedenini ardındaki duvara bir kez daha hışımla çarptım. Sırtına aldığı darbeler, yemekhaneye tok bir gürültü halinde devriliyordu. "Beni tenkit etme Rebecca! Ya çekil yolumdan, ya da benimle ittifak ol ki sana savaşın ortasında nasıl hayatta kalınabildiğini göstereyim." Çehresine sinen yadırgamanın getireceği kurşuni cümleleri boğazına dizmek için konuşmasına fırsat vermeden devam ettim. "Bu benim dünyayla kavgam, zulümle kavgam, adaletle kavgam! Mahzen bir sahneden ibaret, bu oyunda gözlerinizi korkutan bir kaç gardiyan sadece birer tiyatro sergiliyor. Asıl oyuncular perde ardında." Hırsla beni ittirerek kendini kıskacımdan kurtardı. İkimizde hoyrat nefesler alıp veriyorduk. "Bu neyi değiştirir ahmak! Ne yaparsak yapalım, yine hücrelere döneceğiz. Bir kaç saatlik zafer, sana kaybettiğin hayatı vaat edecekmi!" "Evet." Dedim onun aksine sakince. Duraksadı. Öyle ki bunun basit bir saklambaç olmadığını kestirmiş gibiydi. "Ne?" Cevap vermedim. Düşündü, düşündü, düşündü... Her ne düşündüyse buna ihtimal vermemiş olacakki şaşkınlığını omuzlarından silkeleyerek, sinir harbiyle suyun içine tekme attı. "Jackie tepemize çöktüğünde, hepimiz senin bizi rehin aldığını söyleyeceğiz." İki arkadaşına döndü, onlardanda aynı onayı aldığında yüzüme kurnazlıkla baktı. "Kimse bu suçu üstlenmeyecek-" Sözlerini bezgince böldüm. "Tehditlerini değil, çekinceni söyle." Cevabı netti. "Hepimizi öldürürler." Tasasızca omuz silktim. "Zaten ölmek için burada tutuluyoruz. Ajanlar, işlerine yaramadığınızı anladığı ânda diğer otuz tutsağı öldürdüğü gibi sizinde nefesinizi kesmeyecekmi?" Diye sordum. Rebecca burnundan soluyarak dişlerini sıktı. "Gardiyanların elinde ölmekten iyidir." Dediğinde, sesinde ihtiras vardı. Sofia çekildiği köşeden hiç kıpırdamadan dalgın bir sesle sözü devraldı. "En azından ajanlar bir amaç için bizi öldürüyorlar, gardiyanların ise bir amacı yok; tek menfaatleri para. İkisi arasında onurlu bir ölüm var." Derin bir nefes üfledim puslu havaya. Her ne kadar bana amaçsızca saldırmış olsalarda, onlarında bir amaç uğruna buraya düştüklerini ve bir hiç gibi ölmek istemediklerini anlıyordum. Aslında hiç biri düşüncesiz değildi, herkes yüzüne etten kemikten farklı bir kimlik dikmişti. Ansızın, gözleri diğerlerinden daha insani bakan Sofia'nın önünde durdum. Gözlerinin en derinine baktım. "Asıl ne zaman ölünür biliyormusun Sofia? Çaba sarfetmeden teslim olunduğunda." Sesimin içindeki vurgulu nüans, Sofia'nın çehresine bir donukluk çöktürdü. Sanki birden bir kabustan uyanmış, buraya düşme nedeninin çabaları olduğunu hatırlamıştı. Vazgeçmenin eşiğinde olan zihnine el uzatmamı geri çevirmedi. "Umarım Türk kızı," Başını eğdi ve yüzünü, yüzümün kıyısına hizaladı. "Umarım bu sözlerin birer palavradan ibaret kalmaz." O gün yemekhanede, tarafıma ilk çektiğim kişi Sofia'ydı. Gözlerimin içiyle gülümsemiştim O'na. "Pi?" Omzuma dokunan Veronica'ya döndüm. Esmer tenindeki bütün kan çekilmişti, dizleri titremekten birbirine vuruyordu. "Vakit kaybediyoruz, bir hakimiyet kurmak istiyorsak; yemekhaneyi kullanılır hâle getirmeliyiz." Diye fısıldadı. Başımı salladım. Gardiyanlar buradan çıkamayacağımızı bildiği için kapıyı kilitleyip gitmişlerdi. En fazla bir saate dönerlerdi çünkü yemek vaktine gireceklerdi. "Şimdi," Etrafıma bakındım telaşeyle. "Birbirimizden ayrılamadığımıza göre kimse kaytaramaz, suyu beraber çekeceğiz." Bu sırada Veronica sıkıntıyla yüzünü sıvazladı ve hiç birimizin tartışmada farketmediği, köşeye bıraktığı üç kovayı gösterdi. "Giderler kapatılmış, çünkü su bir gardiyanın odasına taşıyormuş. Bu yüzden boru patladığında su çekilmemiş." Rebecca, "Bu saçmalık!" Diye celallendi. Veronica onu görmezden gelerek bir tek bana dönükken, sözlerine devam etti. "Paul üç kova verdi, suyu tezgah lavabosuna döke döke boşaltacakmışız. Çok işimiz var." Diğerlerinin itiraz dolu sitemlerine bir müddet sağır kalarak etrafıma bakındım ve farklı bir çözüm bulmaya çalıştım. Çünkü Yemekhane epey büyüktü ve bu bize eziyetten başka bir şey değildi. "Giderin yerini biliyormusun Veronica?" Başını salladı. Ayağımdaki zincirle diğerlerinide ardım sıra sürükleyerek tezgahların dibine çömeldik. Yerdeki ızgarayı kaldırdığımda, altında bulmayı beklediğim ufak giderin yerine üzeri sonradan betonla örtülmüş bir zemin buldum. Aster alayla güldü. "Ufak bir sıva çekmişler," Çenesiyle et doğrama konsolunun üzerindeki kesici aletleri gösterdi. "Bunu satırla kırmak kolay." Başımı onaylamazca iki yana salladım. "Bu ses çıkarır, öteki bloğa çabuk ulaşır ve yakalanırız." Bir kaç dakika boyunca hepimiz farazi bir sessizlikle bulanık suyun dibindeki düzlüğe baktık. Bu betonu gürültüsüzce kırmanın hiç bir yolu yoktu. Veronica, "Suyu kovalarla boşaltana kadar soğuktan donabiliriz." Dedi fısıltıyla. Dişleri zangır zangır birbirine çarpıyordu. "Üstelik zemindeki artıkları süpürecek başka temizlik malzemeside yok, bir nevi yine her yer nemli kalacak..." Cümlesinin devamını yüklemsiz bırakarak susmuştu. Derin bir nefes alarak doğruldum. Her yanım kasvetli bir ürpertiyle sarmalanmıştı. "Mikser," Dedi bir ânda yine Aster. Zihnini bu kadar çabuk döndürmesi afallatıcıydı. Anlamsızca yüzüne baktığımda, bakışlarının kilitlendiği yönü takip ederek çelik tezgaha saplandı gözlerim. Prize takılı mikser aletini görünce yüzümde gülünç bir dehşet belirdi. "Betonu mikserlemi deleceğiz?" Bu saatlerimizi alırdı, üstelik mikserin delici vuruşu en fazla betonu bir milim kazıyabilirdi. Yüzüme bilgeç bir edayla baktı. Bizi peşinden sürükleyerek tezgaha doğru yaklaştı. "Buraya ne için tutsak edildiğimi biliyormusun Anadolu vatandaşı?" Muazzam bir İngilizcesi olduğunu farkettim, aksanı buraya ait değildi. "İngiltere büyükelçilik binasının sakladığı kara defteri haklamak için altmış iki gün boyunca temizlikçi kılığında binanın çatısını usturayla delmeye çalıştım." Sofia'dan hayretli bir kahkaha nüksetti, hemen arkasını Veronica'nın şaşkın kıkırtısı takip etmişti. Sesi memnuniyetini yitirdiğinde, "İki aylık aptalca bir uğraş beni buraya düşürdü." Dudaklarından soğuk bir tebessüm gelip geçti. "Fakat bu başaramadığım anlamına gelmiyor." Aster'in tehlikeyi hissettiren bir yanı vardı, bir sokak başında onu görsem; hızlıca uzaklaşırdım. Eğilerek çekinmeden suyun içine çömeldi. Omuzları anlık olarak irkilmişti. "Suyun ağırlığı çırpıcının sesini bastırır. Üstelik bu kısım betonla bir değil, ince sıvanın altında gider boşluğu var. Bekçiler gelene dek, sıvanın bir kısmını çatlatabilirsek gerisini sökmek işçi hakkı." Bu işlerden anladığı belliydi. Bir adım gerimde duran Veronica'ya kısa bir bakış attım. "Mutfağı kim idare ediyor?" Bir kaç saniye sorumu yanıtsız bıraktı. "Tutsaklardan iki kadın, iki öğünlük yemeği öğle vakitlerinde yaparak tekrar hücrelerine gönderiliyorlar. İmkanlar kısıtlı, mutfak malzemesi ayda bir şehir merkezinden yüklü tedarik ediliyor. Bekçilerde bir nevi burada, çöl ortasında tecrit görüyorlar. Dokuz aydır buradayım, hiç birinin evlerine gittiğini görmedim." Bir cezaevinde olsaydık, bu kadar rahat hareket edemezdik. Ancak Mahzen, gardiyanların bile kısıtlamayla hareket ettiği işlevsiz bir yerdi. Tutsaklar bileklerinde prangalar ve parmaklıklarla ıslah ediliyordu, bir kaç tanesinin lavabo izinlerinde gardiyanları öldürdükleride olmuştu. Yaklaşık kırk dakika sonra hepimiz el değiştirerek yumurta çırpıcısıyla sıvanın ortasına iki parmaklık bir göçük açtık. Aster kuvvetle ayağını çatlağa vurduğunda, etrafımıza her şeyi içine çeken boğuk bir tortu sesi yayıldı. Gider açıldığı için, su delikten hızla boşalmaya başladı. Hepimizden derin bir nefes kopmuştu. "Sıradaki adım ne? Zaten suyu çekmek işimizdi." Rebecca doğrudan delici bakışlarını bana yöneltmişti. Kollarımı etrafıma sararak mutfağın dört bir yanına paniklemiş bakışlarla bakınıyordum. Zemini kazıyana kadar aklımda bir takım etkenler birikmişti. Veronica'ya döndüm. "Kapıyı kolla dostum, gelmek üzereler." Sözcüklerimi ikiletmeden çelimsiz bedenini kapıya yönlendirdi. "Sizde yemek yapacaksınız," Dedim üçüne doğru. Suratlarında kızgın ve zinde olmayan bir sinir harbi oluştu. Rebecca yakama asılarak sertçe kendisine çekti. Omzu, boynumun çukuruna gömülünce acıyla inlememek için dudaklarımı sıktım. "Dalgamı geçiyorsun kızım sen bizimle!" Haykırışı yüzümün bütün hatlarına tokat misali çarpmıştı. "Ne yemeği ahmak! Gardiyanlar gelince-" "Siz yemek yaparken, bende kozumuzu derleyeceğim." Suratını buruşturarak geriye çekildi. Çenesi huysuzlukla kasılmıştı. "Ne saçmalıyorsun?" Veronica çatık kaşlarla soluğu yanımızda aldı ve aramıza girdi. "Geri çekil Rebi, şu muasır Amerika medeniyeti kanından boşalmış resmen. Önce bir dinle." Rebecca kendisini paklayan sözler karşılığında öfkelenirken, Aster'le birlikte kendilerinden küçük bir kadının yargı dağıtmasından hoşlanmamış bir hiddetle Veronica'nın üzerine yürüdü. "Gardiyanlara keşmekeşlik yapan sünepenin tekinden ders alacak değiliz." Kelimeleri dişlerinin arasında ezerek öne atılan Aster, tekerrüren saldırgan görünüyordu. Anında onu arkama çektim. "İşte orada duracaksınız!" Diye terslendim. Yanımızda duran Sofia boynunu geriye atarak, tiz bir kahkaha attı. "Sözde müttefik olduk, daha ilk iş birliğinde ihtilafa düştünüz." Her iki tarafada kinayeyle nefret yağdırıyordu. Kimsenin tarafında değil, kendi benliğinin yolundaydı. Rebecca hırsla elinin tersini koluna savurdu. "Sen zaten sadece kendi meydanını koruyorsun anlaşılan." Diye kibirle yükseldi. Sofia gözlerini düşmanca Rebecca'nın yüzüne dikti. "Şahsiyet meselesi Rebecca, kaba zaferlerle birbirine baş kaldıran iki küçük orduya ait hissedemedim." Hepimizin üzerinde gözlerini gezdirdi. "Adam akıllı birlik olalım, madem bir işe kalkıştık; gardiyanlara güçlü bir taarruz sergilemeliyiz." Rebecca aralarından çekilen bir kişiyle, bizimle aynı azınlığa düşmenin nefretini sırtlayarak bana döndü. "Öyleyse planını söyle Türk kızı! Yoksa bütün planı telef ederim, acımam!" Gözlerimi devirdim. Veronica yatışan ortamdan çekilerek tekrar kapıya vardı ve koridoru kolaçan etmeye koyuldu. Birden Sofia, "Zaten ayrı hareket edemeyiz." Dedi unuttuğumuz bir gerçeği hatırlatarak. Sıkıntıyla alnıma vurdum. Bu detay, hamlelerimi kısıtlıyordu. "O halde birlikte hareket edeceğiz." Diye mırıldandım keyifsiz bir sesle. Ayağımızdaki prangayla onlarıda beraberimde çekiştirerek tezgahın ardına geçtim. Taş madeninden oluşan büyük bir ateş ocağının üzerinde iki büyük kazan vardı. Gözlerimi yukarıya doğru tırmandırdım, tavanın beton paneline oyulmuş kareli ve küçük havalandırma dikkatimi celbetmişti. Duvarların üzeri aşınmıştı, bir kaç tane masa ve sandalye yerleştirilmişti. Çelik tezgah ise, ancak iki kişinin iş birliği sağlayabileceği kadar küçüktü. Yağlıydı ve kirliydi. Kiler yoktu, kenara iliştirilmiş orta büyüklükte bir soğutucu dolabı vardı ve bir kısmında etler dondurulmuş, bir kısmınada sebzeler konserve yapılarak istiflenmişti. "Kapıyı açabilecek ihtimalleri varsa bile, onlara karşı bir tehdit oluşturmalıyız. Böylece geri adım atabilecekler." Kendi kendime söylenirken, sabah beni bahçeye çıkarırken tepeden tırnağa alkol kokan Paul geldi aklıma. Zihnimde bir ampul yandı. "Hadi şaşırt bizi Pi. Hepimiz senin bir dahiyane olduğuna ikna olursak, sorun çıkarmak için bir sebebimiz kalmaz." Tıpkı Veronica gibi ismimi telaffuz eden Rebecca'ya ters ters baktım. "Takdirinize ihtiyacım yok." Dudaklarını büzdü sahte bir gücenmeyle. Önüme döndüm. Tezgahların altını hızlıca karıştırdım. Tahmin ettiğim üzere alt katta bir kaç tane alkol şişesi mevcuttu. Şişeleri tezgahın üstüne bıraktım. Omzumun ardından Aster'in alaylı gülüşü çalındı kulağıma. "Peçeli rahibe bir çözüm bulamayınca, taptığı dinden sapmaya karar verdi sanırım. Şu haline bakılırsa, içmeden kafayı bulmuş zaten." Dedi sesini kasten yükselterek. La havle... Rebecca bu ince yergi dağıtan cümleye renksizce gülmüştü. "Etik değerler için bir dine mensup olmaya gerek yok Aster. Öyle sanıyorumki, sen karakterini oluşturan bu alt yapılardan mahrum kalmışsın." Bozguna uğrayan yüzüne tatlı tatlı gülümsedim. "Ahlak kıyafeti üzerine büyük geliyorsa, üzerinden çıkarda şuraya bırak. İhtiyacı olan birileri alır." "Sen," Üzerime atılan bedeninin rüzgarı yüzüme savrulduğunda, Sofia onu kolundan tutmuştu. "Bırakta kız işini yapsın, gelecekler." Kolunu hınçla silkeleyerek önüne döndü. Öteki taraftan Veronica'da aylak aylak gülünce, Aster kıpkırmızı bir suratla ayağındaki zinciri çekiştirdi. Ayağımda zuhur bulan acı hisle yüzümü buruşturdum. "Biri hiddetlenince, hepimizin canı yanıyor sersem! Rahat dur." Diye azarladı onu Rebecca. Bu sırada çekmecede bulduğum plastik, siyah çöp poşetinin içine teker teker şişeleri dökmeye başladım. Anlamsız homurtulara tamamen kulak tıkamış, gerginlikle poşedin ağzını düğümlemiştim. Başımı kaldırıp, ocağın üzerindeki havalandırmaya baktım tekrar. Üzeri kararmış, yer yer kalaylanmıştı. "Ocağın üzerine binmeme yardım edin." Dedim kısık bir tonda. Fakat birbirimizden on adım öteye gidemiyorken bu çok zordu. Rebecca sonunda ne yaptığımı anlamış olacakki kurnazlıkla aydınlanmıştı yüzü. Ocağın boyuna baktı. Daha sonra ise ayağımızdaki zincirlerin orantısız uzunluklarına. "Senin ve Sofia'nın zincirleri daha uzun. İkiniz ocağa binin, bizimkiler bilekleri zorlarsa parmak uçlarımızda yükseliriz." Bu teklifi reddetmedim. Sofia'yla birbirimize tutunarak ocağın üzerine bindik. Kızların üzerine baktım. "Bu poşedi havalandırmaya bağlayacak ip tarzı metaryal gerek." Hepsi birbirinin yüzüne bakarken, Aster'in muhtemelen aylardır üzerinde olan kirli büstiyerinin kenarlarından sarkan dekolte iplerine takıldı gözlerimiz. Kaşlarını çatarak bir adım geriye çekildi. "Hadi oradan!" Diye söylendi. Rebecca hiç düşünmeden üzerine abanarak tezgahtan kaptığı bıçakla, küfürler saçan kadının iplerini kesmiş ve elime tutuşturmuştu. Gülmemek için yanağımın içini ısırdım. Çöp poşedini Sofia'ya uzattım. Sorgulayan bakışları altında elimden almıştı. Kesik kesik ipleri birbirine düğümleyerek uzun bir şerit ahvaline çevirdim. Bir kısmını sıkı sıkıya poşedin ağzına bağladım. "Elinden geldiği kadar havaya kaldır." Sözcüklerimin üzerine söz eklemeden içindeki sıvıyla bollaşıp bir sağa bir sola kayganca hareketlenen poşedi havaya kaldırdı. Havalandırmanın laminantını kenara çektiğimde, yüzümüze ılık bir meltemin esti. Poşedin kenarlarından sarkan ipleri, kareli bölmenin sivri çıkıntılarına dolayarak havalandırmaya tutturdum. Az sonra bir cesed torbası emsali, tavandan aşağıya doğru sarkıyordu. Nefes nefese ikimizde aşağıya indik. Veronica gergin gergin güldü. "Neler geçiyor aklından Pi?" Göz kırptım. "Bir bilsen kadim dostum, neler neler." Diğer ikili iğneleyici bakışlarla bize bakarken, Sofia sanki çoktan tarafını seçmiş gibi silikçe gülümsüyordu. Boynumu ovuşturarak soğuk soğuk terleyen ellerimi rengi griye dönmüş kıyafetime sildim. Kurtulma pahasına, kimseyi tehlikeye maruz bırakmamak için attığım her adımı hesaplamak ağır geliyordu. "Buda ne böyle?" Yemekhaneye devrilen şaşkın adam sesiyle hepimizin dikkati dağıldı ve kapıya baktık. Paul ve Jackie kapının yok olan kilit haznesine bocalamış bakışlarla bakıyorlardı. Jackie bir kaç saniye sonra öfkeyle kapının üst tarafında ki parmaklıklara asıldı. "Bunu nasıl becerdiniz aptallar!" Şiddetli bir fırtına estiren bağırtısıyla ansızın tüylerim dikeldi. Kızlarda diken üstünde geriye çekilirken, ağır hareketlerle ilerledim ve kapıyla aramdaki mesafeyi koruyarak kapı ardındaki Jackie'nin karşısında durdum. Gözlerinde şimşekler çakıyordu. "Yemekhane çok sahipsizdi, bir öndere ihtiyacı vardı. Bizde cömertlik yaptık Bay Winston." Cevabıma değin, kuşandığı zalim emniyetsizlikle içeriye bakmaya çalışarak çıldırmış bir edayla avaz avaz bağırmaya başladı. "Seni oradan her şekilde çıkarırım, duydunmu beni! Kendi rızanla çık, yoksa-" Eli, belindeki tabancayı kavradı. Kızlar korkuyla bir adım daha geriye çekildi. "Yapamazsın." Dedim alelade bir konuyu savuştururcasına elimi havada sallayarak. Paul şaşkın şaşkın hâlâ kapanmış kilit oymasına bakarken, "Neyine güveniyorsunki? Metruk bir mahzenden çıkamadığın sürece, yemekhanede kalsan ne olur?" Diye sordu soğukkanlı bir öfkeyle. İnce ince tehdit ediyordu, arkadaşının aksine. Tehditlerinin öznesi ben değilmişim gibi hakimiyetin avuçlarımda konakladığını gösterircesine ellerimi iki yana açtım daha sonra ise ağırbaşlı bir tavırla önümde kavuşturdum. "Buradan kendi isteğimizle çıkmadığımız takdirde, mahzeni ateşe veririz." Jackie'nin ağzından önce ağır bir sövgü taştı, ardını ise aşağılayıcı bir gülüş takip etti. Gürültülü soluklarının sıcaklığıyla boynu kızarmıştı. "Merak ediyorum, bu haltı nasıl yapacaksınız?" Peçemin altından gülümsedim. Çenemle henüz farketmediği, havalandırmadan sarkan siyah poşedi işaret ettim. Kaşlarını çattılar. "Poşedin içinde sefa çektiğiniz alkoller var. Havalandırma açık, hemen altında ise ocak var." İkisininde gözleri irileşti. "Ateşi açarsak, bilakis havalandırma cereyan eder ve alevler püskürüp iki kilogramlık alkol torbasını patlatır. Yangını durduramazsınız çünkü ocağın altında gaz tüpü var, patlama meydana gelir." Rebecca bunu nitelendirmek için elini ocağın üzerinde tutuyordu. Beni vurduklarında, onlar harekete geçerdi. Sadece blöf olsada. İkiside bir süre nutku tutulmuş bir vaziyette öylece ceset torbasını andıran poşede baktılar, göz önündeki boş şişelerde her şeyi açıklıyordu. "Ne istiyorsun? Buradan çıkmayıpta ne yapacaksın? Kendinizidemi ateşe atacaksınız?" Diye çıkıştı Jackie, köşeye sıkıştığını anlayarak. Manidar manidar önümdeki zemine baktım. "Aylarca aç bırakıldık, sadece yemek yemek istiyoruz." Şaşırdılar, bu kadar basit bir neden beklemiyorlardı. "Üstelik tutsaklarda uzun süre aç kalırsa, mahzende ayaklanma başlar bayım." Jackie öfkeyle yüzünü sıvazladı. Paul dişlerini sıkarak dik dik yüzüme bakıyordu. İşaret parmağını taşkınlıkla havada sallayarak ağır sövgüler savurdu. "İllaki buradan çıkacaksın, işte o zaman geniş örtün senin kıyametin olacak. Asıl ben seni tutuşturarak ateşe vereceğim!" Diye soluklandı. Bir ânlık sinirle yanağım seğirdi. İnsanlar sürekli beni başörtümle yaralamaya çalışıyorlardı. Defaatle nefeslendim, sabret Piraye sabret... "Ah Bay Winston, gururunuzumu incittim? Siz kıdemli bir adamsınız, gücünüzü hor görmek bana yakışmaz. Sizden sadece bir adım öndeyim, eminim o adımı tekrar eşitlersiniz." Zarif bir nezaketle elimi öne doğru açarak ufak bir jest yaptım. Daha sonra öne doğru vakur bir adım daha attım. "Bir akrebin kuyruğunu kıstırdığınızda, itaat etmek yerine kendi ateşini kendisi hazırlar; boyun eğmektense yanmayı tercih eder." Başımı nazifçe salladım. "Bizlerde size teslim olmaktansa, kendi kendimizi imha etmeyi yeğliyoruz," Bir müddet sustum, suratı kireç gibi kesilen adama sahte bir şaşkınlık nidası bahşettim. "Ancak bu sizin aleyhinizede olur değil mi? Çünkü yargı hükmü giymeyen tutsakları, hukuk bulamasın diye korumanız ve zamanı geldiğinde ajanlara teslim etmeniz gerekir. Ne talihsiz bir kaza..." "Tamam!" Diye sinirle inledi. "Kalın o delikte, kalın! Şimdilik doyurun karnınızı, hücrenizde sizi jopumla doyuracağım bende." "Şimdi pranganın ve bu kapının anahtarını verin." Dedim onların aksine sakince. Paul alayla güldü. "Bunu yapmayacağım. Orada kalmayı başarabilirsin ama ayağındaki zincire mahkum kalmaya devam edeceksin." Diye karşılık verdi acımasız, gazap dolu bir sesle. Arkadan nihayet sesi ilk çıkan Rebecca, "Şartları yerine getir ahbap, yoksa Türk kızı mahzeni birbirine katar." Dedi sevimsizce gülümseyerek. Az sonra Paul öfkeyle küçük aralığın içinden elini uzatarak anahtarları ayaklarımın dibine fırlattı. Coşkuyla etrafıma üşüşen kızlara bakarak asma kilidi açtım ve hepimizi dört duvar arasında özgür bıraktım. Kimse ikinci defa karşılıklı polemiğe giremeden, karanlık koridorun ucundan zemini döven adım sesleri yükseldi. Robert, baştan ayağa sırılsıklam olmuş; saçlarında kirli kalıntılar toplanmış ve buz kesilmiş bir ifadeyle hırçınca Jackie'ye doğru yürüdü. "Siz ne demeye bunları boş bırakıyorsunuz! Gideri açmışlar resmen, su odama taştı bay Winston! Mahzenin yarısı sel içinde." Jackie neredeyse öfkeden patlamak üzereydi. Demek o talihli gardiyan, Robert'ti. Aster ve Rebecca neşeyle kahkahalar atarak, kol kola girdiler ve salına salına, dertsiz tasasız iki kadın yürüyüşüyle kapıya yaklaştılar. "Biz aylarca banyo yapamadık, fenamı oldu yakışıklı? Ne güzel günahlarından arınmış gibisin, içinin kiri dışına vurmuş." Dedi Rebecca tembel bir duruşla. "Yataklarımızda yoktu, belliki artık sizinde yok. Tüh, ne çok üzüldüm!" Diye eklemişti Aster tiksintiyle. Sofia'da hıncını çıkarmak için kovalardan birini eline alıp havada salladı. "Biz kovalarıda kullanamadık, siz alında koridora taşan kaç litrelik suyu boşaltın en iyisi." O'nlara yapılan yaftalanmayı, aşağılanmayı ve eziyeti geri iade ediyorlardı. Yürüyerek kenarda dalgınca duran Veronica'ya yaklaştım. Varlığımı sezince irkildi. O diğerlerinin aksine, en az benim kadar huzursuz görünüyordu, nitekim bir kaç gün sonra başına geleceklerin düşünce kisvesi altında yüzü solgunlaşmıştı. Bir ânda onu kendime çekip sımsıkı sarıldım. Şaşkınlıkla elleri havada asılı kaldı, duraksadı, çaresiz yutkunuşu kulağıma çarptı; hemen sonra ise idraki açılmış gibi bedeni gevşedi ve hızlıca karşılık verdi. "Bu işin sonunda canımız çok yanacak," Diye fısıldadım kulağına. "Yanacak elbet," Başımı salladım. "Ancak bir kere ellerim uzandı ya ellerine kadim dostum. Her nasılsa, biz birlikte aydınlığa kavuşmanın yolunu bulacağız." *** Kendime bir gençlik borçluydum. Yirmi altı yaşımı yaşlandırdığım soğuk duvarlara bakarken bunu daha iyi anlıyordum. Hepimizde yılgıyla ve ölgün bir hâlsizlikle boyası dökülmüş sert sandalyelerde konaklıyorduk. Hücre bloglarının aksine, yemekhanede meşaleler yanmıyordu. Cılız bir ışık vardı. Üstelik bugün aç yatmayacaktık. Bütün mahzeni doyuracak, iki kazanlık yemek pişirmiştik el birliğiyle. Yemekhane kapısının hemen alt kısmında, sadece içeriden açılan zırhlı bir bölme vardı. Yemekleri oradan koridora doğru ittirmiştik. Gardiyanlar bir kaç saat aç kalmıştı, tutsakları eşit şartlarda doyurmaları karşılığında onlarada kendi paylarını vermek için şart koşmuştuk. Keza, tutsaklarda açlıktan isyan başlattığı için bize sorun çıkarmadan aylar sonra hepsine temiz yemekler vermişlerdi. Aster oturduğu yerde kıpırdanarak, "Niye bütün tutsakları doyurdukki!" Diye sızlandı. Sofia, O'na boş boş baktı. "Aylardır bizim gibi aç ve susuzlar. Bencillik etme." Yemekhanede metalik bir sürtünme sesi vurgulandı. Rebecca, yayıldığı sandalyeyi masasından geriye doğru ittirmiş; pervasızca bir pozisyonda, neredeyse uzandığı yerden ayaklarını önündeki masanın üzerinde kavuşturmuştu. Bir kolu rahatça sandalyenin sırtından zemine doğru sarkıyordu. Şişenin dibinde kalan içkiyi umarsızca yudumluyordu. Sofia'ya küstah bir bakış dokundurdu. "Mahzen zaten bencillik yapamayan insanlarla dolu. Sence işe yaramışmı çabalarımız? Doğru tabiata kör bir dünyaya ayna dağıtamazsın. Şu saatten sonra kendi canını kolla sen." Sofia dalgınlaşarak suskunluğa düştü. Adalet arayan bu insanlar, düştükleri durumun içinde yavaş yavaş acımasızlaşmışlardı. "O'nlara yardım ettik, çünkü aramıza minnet tohumu ektik ki bize destek olsunlar." Diye mırıldandım. "Beş kişinin sesi şiddeti engellemez ama elli kişinin çığlığıyla başa çıkmak zorlaşır. Jackie gözü döndüğünde, vazifesizce tutsakları öldürebiliyor. Çığlıklarımız kafasına bir tokmak olacak." Aster başını çevirip uzun uzun yüzüme baktı. "Kafanı bu kadar yormasaydın, şimdiye evinde dinleniyor olurdun." Birden sarf ettiği bu sözler ruhumu yerinden sendeletti. Sarsılarak önüme döndüm. Haklıydı. Hakikatin farkında olmak ve onu yüzeye çıkarmak, durgun bir denizin yüzeyine bir ânda tsunamiler başlatmak gibiydi. Gökyüzünde özgür olmanında bir bedeli varmış, bunu öğrenmiştim. Yerimden kalkarak, hepimizin aksine yemekhanenin en ücra köşesinde; duvar dibine sığınmış Veronica'nın yanına oturdum. Soğuk beton zemin, içimi ürpertmişti. Gözleri boşlukta aheste aheste süzülüyordu. "Bir gün buradan çıkarsak," Diye fısıldadı renksiz bir nağmeyle. "Los Angeles'ta seni tekne turuna çıkaracağım." Gülümseyerek kollarımı kendime çektiğim dizlerime sardım. İçime bir burukluk çökmüştü, annemin memleketini defalarca ziyaret etmiştim. Ama bunu o an için, ona söylemedim. "Orada doğmuştun değilmi?" "Hıhım," Bir lahza sustu; içini pare pare dağlayan bir acının seyrinde, zorlukla gülümsemeye çalışıyordu. "Seksen doları peşin vermek için gündelikçi bir kafede çalışırdık. İki saatlik tur için biralar ve kağıt helvalar bedava." Gaf yaptığını farkederek elini ağzına vurdu. "Lütfen bunu unut, bir müslümana içki teklif etmemişim sayalım." Kafamı ardımdaki duvara yaslayarak sessizce güldüm. Üslubu tatlıydı, neredeyse hülyalı bir düş âlemine sürüklenecektim. "Bende seni Türkiye'de ağırlamak isterdim. Benim ülkemde eğlence anlayışı biraz daha farklıdır." Gülmemek için göğsümü havayla doldurdum. İlgisini çekmiş olmalıyımki dalgınlığından sıyrılarak şaşkınca yüzüme döndü. "Ohv! Yüce Tanrım, Türkiye'mi?" Tökezleyen ingilizcesiyle kendimi tutamayıp güldüm. Başımı salladım. "Vay canına," Hevesle bağdaş kurarak dizlerimin dibine oturdu. Sıcak ahvali, içimi ısıtmıştı. "Bunu daha önce hiç düşünmemiştim. Tanıştığım ilk Türk sensin. Gitmeyi çok isterim Pi! Peki öyleyse, sizin eğlence anlayışınız nasıldır?" Dudaklarımı sızlatan kahkahayı dökmemek için çenemi sıktım. Omzumu silktim kaygısızca. "Bunun sürpriz olmasını isterim." Dediğimde, sitemle koluma vurdu. Tekrar önüne dönmüştü. Dakikalarca ikimizde konuşmadık. İkindi vakitlerindeydik, dudaklarımızdan dökülen buharlar zerrelere ayrılıp yok oluyordu. "Neden buradasın Pi? Nasıl bir dava üstlendinde, seni kendi ülkenin bağrına sığdıramadılar." Diye sordu birden. Yanı başımdaki yüzünde ağır ağır göz gezdirdim. İlk defa yan yanaydık, ilk defa hür bir yakınlıkla konuşabiliyorduk. Ne kadar duygusal biri olduğunu farkettim. Kirpiklerinin diplerinde kıprışan yaşlar, gözlerini nemlendirmiş ve iki parlak mihenk taşına çevirmişti. "Sessiz kalamadım yoldaşım," Diye fısıldadım, içimdeki düğümden pay almış boğuk bir sesle. "Ailemin vatana cihad ettiğini düşünürdüm; bir sabah işledikleri katliamlara şahit oldum. Tanık olduğun bir katliama sessiz kalmakta, parmaklarının değmediği bir cinayettir." Gözlerini dehşetle kırptığında, yan profilinden gördüğüm sol yanağına ardı ardına damlalar devrildi. "Bu... Üzgünüm." Söyleyeceği bütün cümleler anlamını yitirmişti sanki, heceler dudaklarına dizildide dışarıya dökülmedi. "Ya direnişin?" Diye fısıldadı bu kez. Kalp, teşhisi olmayan bir ağrıyla sıkıştığında buna merhem olan tek şey sükunete düşmekti. Kalbim sancıyordu. Yinede onun için konuşmaya çabaladım. "İhanet kamçısı yedim," Diye fısıldadım. "Mecliste önü kesilemez bir izdiham başlattığım o gün, arkamı kollayan bir general vardı. Var gibiydi. Hukukta aklanacaktım, çünkü elimde ciddi deliller vardı. Sona yaklaşmıştım." Bir parçamın içimden koptuğunu hissettim. "Lakin general yolun yarısını benimle geçmedi, güvenimide; hayatımıda yitirdim..." Generalin kim olduğunu sormadı. Biçare teselli sözcükleride kurmadı, yalnızca kırgınca başını omzuma yasladı. Aklıma Burrows Anderson düştü ansızın. Babamın safında, ne kadar eğreti durduğunu düşündüm. Keza farkındalığı belirgindi. Yüzündeki kıvrımlar eskilerde cana yakındı sanki. Yaşadığı hayat, ondan mutluluğu yüzündeki çizgilerin rayından bir trende azad etmişti. Mimikleri dahi sarsılmaksızın ifadesizdi. Ancak güldüğünde, gözlerinin zifiri karanlığında yaşlanmış bir saadet ışığı tutuşurdu. Gözleri önceden bir çift elmastı da, ışığı sönmüş, bir çift kara kömüre dönmüştü sanki. "Ya sen?" Derin bir iç çekti. "Belki birgün anlatırım Pi, belki birgün." Anaç bir sessizlikle başımı salladım. Üstelemeyeceğim kadar kırılgan ve neşeden noksan görünüyordu. Kızları kolaçan ederek, "Veronica?" Diye sordum tekrar. "Hım?" "Babam Vaha Soylu yarın gece Amerika'nın konsolosluğunda olacak. Tıpkı dernekteki gibi bütün siyaset birimini etrafına toparlayacak. Bu sırada askerleri mahzeni imha edecekler, çünkü tam olarak nedenini bilmesemde kayıp tutsaklar yarın aranmaya başlayacak." Buz kesmiş bir ifadeyle hızlı hızlı başını salladığında, devam ettim. "Mahzenin varlığına tanık olan gardiyanlar bile katledilecek. Fakat biz o esnada parmaklıklar ardında olmayacağız. Hazırsın değilmi? Yemekhane kaçışımız için başlangıçtı." "Evet," Diye fısıldadı. Sesi endişeliydi. Bu bizim son şansımızdı. Zamanın alayişli sessizliği içinde bir kaç dakika daha atladık. Az sonra başını kaldırarak yüzünü elinin tersiyle sildi. Gülümseyerek ayağa kalktı. "Gel," Dedi sadece. Anlamayarak doğruldum ve gittiği yöne doğru yürüdüm. Kızlar aralarında tartışıyorlardı. Tezgahın ardında, dondurucunun hemen yanında kasaların bırakıldığı küçük bir rampa vardı. Ancak üzeri temizlenmiş, gardiyanlara ait bir ceket serilmişti. "Siz yemek yaparken üzerini sildim, Paul ceketini burada unutmuş. Şurada abdest alarak, namazını eda edebilirsin. Ben arkanı kollarım." Yüzüme muazzam bir gülümseme sindi. Bütün gün bunu düşünüp durmuştum, birazdan vakit girecekti. Bu inceliği düşünmüş olmasıyla kolunu şefkatle sıvazladım. "Bu gerçekten centilmenceydi," Dediğimde, yaptığım latifeyle ikimizde gülüştük. "Teşekkür ederim Veronica, merak etme yaratıcının mabedinde korkuyu hatırlamaz insan." Başını sallayarak tatlı tatlı gülümsedi ve masalara doğru yürüdü. Bulduğum ibriğe su doldurarak giderin önünde abdest aldım. Yorgun argın eda ettiğim ibadetimi müteakiben huzurla ve huşuyla kılmış, ellerimi semaya kaldırmadan duaya durmuştum. Sırtımın ötesinde zehirli adım sesleri vardı. Basık atmosferde raks eden sisli bir matem ahengine benziyordu. Nitekim saniyeler sonra örtümün üzerinden enseme soğuk bir metal yaslandı. Rebecca nefretvâri bir vurguyla kulağıma fısıldadı. "Bana sırtını dönmemeliydin, ilk fırsatta seni arkandan vuracağımı söylememişmiydim Türk kızı?" -Bölüm Sonu- Sizce Piraye mahzenden nasıl kurtulacak? Gelecek bölüm fena bir kırılma noktası ve kaçış var... |
0% |