@zeynepsara
|
4.Bölüm: "Meşaleler ve Piyadeler" ABD, New Jersey Eyaleti Korkular; seni mücadele etmeye iter Piraye, derdi Maria Wizard. Annemin sesi her zaman zihnimdeydi. Boşlukta takılı kalmış bakışlarla ensemdeki nefese ve soğuk metale bir kaç saniye tepki veremedim. Az sonra, "Bir meydan okumuşsan, bunu yarım bırakma." Dedim sakin fakat öfkeye adım adım ilerleyen bir sesle. Rebecca'dan canlılığını yitirmiş, isteri bir gülüş koptu, sessiz kalıp devam etmemi bekledi. "Beni sadece yaratıcının huzurunda gönüllüce diz çökmüş ve itaatkâr görebilirsin Rebecca, şimdi başladığın işi bitir; çünkü beni karşına alırsan bir daha savunmasız bulamazsın." Bu onu harekete geçiren bir cümle olmuştu. Soğuk metal bir ânda görüş açıma girdi. Kolu ensemden kıvrılarak boynumu sıkıca sardığında, yemekhanede kopan çığlık kulaklarıma ulaşamadan şah damarıma kesik açacağını düşündüğüm ekmek bıçağı; elimin yüzeyinde derin bir çizik açtı. "Yüce Tanrım!" Veronica'nın haykırarak sırtımın ardına atıldığını ve üzerime abanmış bedeni geriye savurduğunu çok sonradan farkettim. Omuzlarımda bir boşluk hissettim. Sağ elim hızla kan kaybetmeye başlamış, üzerinde ibadet ettiğim ceketin lacivert kumaşına oluk oluk kırmızı damlalar dökülmüştü. "Derdin ne senin!" Duvarları inleten bu ses, tuhaf bir şekilde Sofia'ya aitti. "Sakin olun," dedi, sırtımın ardındaki Rebecca gülerek. "Sadece bir yara izi, üstelik nefes boşluğunda da değil. Öldürmez yani." "Tanrı seni kahretsin ihtiyar Rebecca!" Diye bağıran Veronica'nın sesi, endişesini yansıtacak kadar savruktu. Sahi beni niye öldürmemişti? Tartışmaların yükseldiğini ve herkesin sesinden yükselen desibellerin kulak tırmalayıcı bir serenat gibi birbirine karıştığını farkettim. Gözlerim ellerimdeydi. Federallerin bıraktığı yaralara bir yenisi eklenmişti, cayır cayır sızlıyordu. "Henüz nafile ibadetimi kılmamıştım," Dedim donuk bir fısıltıyla. "Mezhebim kan kaybını kabul etmiyor, abdestimde bozuldu. Tek seccademde kan oldu." Başlangıç ânı belirsizdi, fakat birden hızlı bir teslimiyetle bütün ihtiyatımı kaybettiğimi hissettim. Bir şekilde çok kırılgan hissettim. Acıyanın bir tek elim olmadığını biliyordum, birikmiş bir patlama ânıydı. "İnsan yaratıcıya karşı mahçup hisseder mi?" Çenem titredi. "Ben hissediyorum, çünkü elime bulaştırdığım kandan yaratıcının safında bile kurtulamıyorum." Boynum önüme düştüğünde, çeneme doğru süzülen göz yaşları peçemi ıslatıyordu. "Pi?" Veronica önüme diz çöktü, ardından aylardır giydiği kirli ve geniş pijamasının paçasını yırtarak elime yasladı. "Özür dilerim, su içiyordum ve yanına geldiğini farkedemedim." Hüzünlü ve kızgındı. Peçemi indirip daha az hasar almış elimle yüzümü sertçe sildim. "Bu mahzendeki an mantıksız şey, senin benden özür diliyor oluşun şuan." Dediğimde, gülümsediğim halde bakışlarını kaçırdı. Sanki benden daha çok acı çekiyordu. Kızarmış bakışlarımı omzumun üstünden geriye çevirdim. Rebecca pişkin pişkin gülümseyerek masasına kurulmuş, bana göz kırpmıştı. Aster karşısında çatık kaşlarla, "İbadet ederken kimseye saldırılmaz. Tanrı aşkına, annen seni küçükken hiç kiliseye götürmedimi? Hepimiz hristiyanız, kutsal ruh saygısızlığın yüzünden seni lanetleyecek!" diye çıkışınca şaşırdım. Rebecca göz devirdi. Aster'in onu kınaması, keyfini kaçırmıştı. "İçki içiyorum gerizekalı! Yeteri kadar günahkârım, bilmek istersen kilisede bir vaiz öldürdüm. Sence Tanrı benim gibilerin saygısını önemsermi?" Aster hayretle geriye çekilip sandalyeye sırtını yasladı. "Pam için Bakanlığın kızından intikam alacaktık, çünkü O masumdu ve haksızca öldürüldü. Fakat görüyorum ki Bakanlığın kızı kimseye zarar vermiyor, haklıydı, Pam'i gardiyanlar katletti. Peki ya senin gardiyanlardan ne farkın var?" Sorgusunda, kinayeli bir hayalkırıklığı vardı. Rebecca'nın mimikleri sarsıldı. Fakat Aster bir uyanış yaşıyordu, bunu görmezden geldi. Bir ânda öfkeyle sandalyeyi geriye fırlattı ve elini masaya vurarak yüzüne doğru eğildi. "Bundan sonra senin safında yokum! Duydunmu beni? Ben kuzenin masum diye birine ilk defa zarar vermek istedim! Bir katille işim olmaz, çünkü ben kimseyi öldürmedim!" Arkasını dönerek zemini döven adımlarla en uzak masaya geçti ve bize sırtını dönüp, sandalyeye oturdu. Aster'in aslında çok daha farklı biri olduğunamı yoksa ölen kadının Rebecca'nın kuzeni olduğunamı şaşırmalıydım bilmiyordum... Dehşetle önüme döndüm, Veronica'da şaşkın duruyordu. "Kuzeni mi?" Diye mırıldandı dalgın dalgın. Şimdi neden ikisininde bana karşı bu kadar acımasız olduklarını anlayabiliyordum; üstelik ikiside farkındaydı gerçeklerin, ancak birinden bunun intikamını çıkarmak istiyorlardı ve ben onlar için bahaneydim. Aster ise artık bu bahanenin ardına sığınmaktan vazgeçmişti. Bu kadarını fazla bulması, onuda henüz vicdanı tükenmemiş bir kadın yapardı. Az sonra Sofia çekingen adımlarla yanıma vardı. Eğilip, yavaşça bezi kaldırdı ve elimdeki yaraya baktı. Başını kaldırdığında garip garip birbirimize bakıyorduk. Tuhaftı, ne o benden nefret ediyormuş gibi bakıyordu ne de ben. "Derin kesilmiş, yarayı kapatmazsak mikrop kapar ve kötü sonuçlara neden olabilir. Fakat dikiş atabilecek hiç bir teknik malzememiz yok." Sesinde sadece bir anlığına ince bir şefkat sezmiştim. Bu bir yanılsamada olabilirdi. "İlgi alanınmı?" Diye sordum sessizce. Elimdeki acıyı unutmak için konuşmaya ihtiyacım vardı. Başını salladı. "Doktorum." Dedi fısıltıyla. Kirpiklerini kaldırıp gözlerimin içine baktı, şaşkınlıkla açılan gözlerime karşı burukça gülümsedi. Her zamanki gibi oldukça durgundu. Bağdaş kurarak beton zemine oturduğunda, Veronica'yla birbirimize kaçamak bir bakış attık. "Bu ülkenin en sağlam politikacılarından birini ameliyat etmemi istediler. Çünkü sefil pisliğin tekiydi, hastaneye kaldırsalardı muhtemelen polisler bir suça teşvik ettiğini anlayacaklardı. Ağır yaralıydı, bedeninde üç kurşun vardı. Kurtarılabilirdi, ama ben kurtarmadım. Öldü." Duyduklarımı idrak etmekte zorluk çekiyordum. "Ölmeden önce bana bir anahtarın yerini söyledi, geride kalan adamları bunun farkındaydı üstelik. Anahtara ulaşmamam ve yerini söylemem için mahzene atıldım, fakat sekiz aydır buradayım." "Yaşamak için sustun..." Etrafımız ağır bir sessizliğe gebe kaldı. Kimsenin ertesi sabaha kadar konuşmaya gönüllü olmayacağı bir sessizlikti. Keza, herkes kimliklerini dökmenin yükü altında kalmıştı. Aster, kimseyi sırtından vurmazdı. Nefretini dürüst sergilerdi; üstelik göründüğünün aksine inançlıydı, bu yüzden Rebecca'nın hamlesi onun aslını ortaya çıkarmıştı. Sofia, aslında suçsuz bir doktordu. Yaraya empati yaptığı için, asıl kimliğini ortaya çıkarmıştı. Veronica, herkesten bir parça taşıyordu sanki. Ya Rebecca? O'nun hakkında hiç bir çıkarım yapamıyordum, Aster'in sözlerinden sonra öylesine içsel bir çatışmanın ortasında kalmıştı ki gözleri koyu bir derinlikte boğuluyordu. Yerinden kalkıpta yanımdan geçtiğinde, paslı tezgahta kendine su doldurup içindeki harareti dindirmeye çalışırken epey somutluktan sıyrılmış görünüyordu. Ansızın yüzüme dönüp ruhsuzca gülümsedi. "Başlangıçta, büyük bir iyiliğin kapısını aralamak için yaptığın küçük kötülükler sorun gibi gelmez." Gri gözleri, uzun uzun mavi gözlerimde gezindi. "Ama sonra bakmışsınki kafanın içi bambaşka bir dünya olmuş, dış dünyadan daha karışık. Yerini şaşırmışsın... Çünkü kimse aydınlık ve karanlık tarafı aynı anda idare edemez Türk kızı." Kaşlarım çatılırken ensemden aşağıya soğuk bir ter damlası döküldü. "Kötülerin ve iyilerin yönü karışır, kim olduğunu unutursun. Çünkü bu karışıklık öfkeye döner, öfkede ihanete, önce kendine sonra etrafındakilere." Hepimizi binbir cevapsız soruyla bırakıp önüne döndü. Hayatımda aldığım en büyük dersin o gün Rebecca'nın aslında kendi hayat hikayesini anlatan üstü kapalı sözcükler olacağını bilmiyordum. Ve kaçış planımın en büyük taşı olduğunuda.
18 SAAT SONRA Ertesi günün akşam saatleriydi. Gardiyanlar yemekhanede meşum bir olayın çıkmasını örselemek için yarım saatte bir çirkin tehditler yağdırıp geriye çekiliyorlardı. Ancak sahici niyetimizin açlık olduğuna neredeyse inanacaklardı. Çünkü aradan geçen on sekiz saate rağmen en ufak bir hareketlilik göstermemiştik. Kızlar masalara kafalarını ve kollarını yaslayarak uyuyakalmışlardı. Yakamı çekiştirdim, nabzımın kızgın ritmi boğazımı sıkıyordu. Etrafımda gergince volta atıyor, aynı noktaya vararak başımı kaldırıyordum ve havalandırmadan belli belirsiz görünen karanlık gökyüzüne bakıyordum. Nokta nokta yıldızlar ufalmış elmas taneleri misali parıldıyordu. Sessiz adımlarla Veronica'nın önüne vardım. "Veronika," Diye fısıldadım usulca. Kolu masanın kenarından sarkmıştı. Kaşları çatıldı, uykusunda huzursuzca çenesini kaşıdı. Kül rengi saçları birbirine karışmıştı. Bir kaç seslenişten sonra gözlerini yavaşça araladı, neler olduğunu anlamaya çalıştı, ardından irkilerek hızla doğruldu. "Sakin ol," dedim kısık bir sesle. Gözleri kocaman açılırken etrafına bakındı. "Çok üzgünüm Pi. Hangi zaman zarfında uyuduğumu hatırlamıyorum, kaç saattir nöbet tutuyorsun?" Uykusuzluktan kızarmış ve buğulu bakışlarıma suçlulukla bakıyordu. Yorgunca gülümsedim. "Önemli değil. Dinle beni," hızlıca başını salladı. "Vakit geldi Veronika. Planı biliyorsun." Derin bir nefes aldım. "Amerika'ya yabancıyım, burası senin ülken. Yollarımız ayrılabilir, fakat sen aşina olduğun bir ülkede kendini güvenceye alman gereken yerleri biliyorsundur. Sana telefon kulübesinde ulaşabileceğim bir numaran varmı?" Sertçe yutkundu, tereddütteydi. Aylardır saçına tutturduğu kalemi dağınık topuzundan çıkararak avucumun içine bir numara yazdı. "Hükümet evimi yakmıştı, ama telefonumu saklayan biri var. Muhtemelen hâlâ duruyordur." Diye fısıldadı. Bir ânda içim buz kesti. Hükümet evimi yaktı. Bunu laf arasında dile getirmesine değin, sanki bu hazin gerçeğe artık alışmış gibi yaptığı itirafı hiç yadırgamamıştı. Donup kaldığımı bile farketmedi. "Neden beraber çıkamıyoruz ki buradan?" Dolan gözlerimi kırpıştırarak kendime gelmeye çalıştım. Hükümet evimi yaktı. "Hepimiz aynı anda hareket edersek, tek hamlede yakalanırız. Birbirimizi yavaşlatmamak için ve hepsini farklı bir yöne dağıtmak, ordularını küçültmek bize savunma fırsatı sunar." Saçlarını karıştırarak bunu kabullenmek için kendine zaman tanıdı. Başını çevirip kızları işaret etti yirmi saniye sonra. "Peki ya onlar planın neresinde?" "Aslında," Duraksadım. "Onlar planın bir parçası değil. Planın kendisi." Veronica inanamazca gözlerini kırpıştırdı. "Onlara kızgınım ama onları harcayacak mıyız? Bizi onlardan ayıran tek şey dürüstlükken..." Dudağımın kenarı tembelce kıvrıldığında sustu, kafası karıştı. "Hayır, beni anlamadın. Plana birileri dahil olduğunda, bir bütün olursun. Bir parça eksilirse, diğer parça hareket edemez. Hepimiz planız." Gözleri açıldı. "Herkesi kurtaracaksın." Diye fısıldadı. "Peki bu kararı vermekte zorlandınmı Pi? Sana zorbalık yaptılar, yaraladılar." "Bazen insanları tanıman için yaralanman gerekir Veronica." Gözünden bir damla düştü. "Bu mu yani, her şeye karşı sağ duyulu olarak bütün acılara göz yummakmı felsefen?" Başımı iki yana salladım, gülümsemem genişledi. "Değilim, sağ duyulu olmak sadece bir iyimserlik. İlahi adalete güvenirim Veronika. Fakat oyun teorisini biliyormusun? Bir santraç tahtasındaysan, ordunla barışık olmalısın. Bu kuralı unutma, öne tek başına çıkarsan mat olursun." "Şimdi anladım." Ancak anlamamıştı. Zira, bütün bu detaylar onu korumak içindi. Tek başıma kaçmak daha kolaydı; fakat ona borçluydum. O tahtadaki en tarafsız taştı, bu yüzden aslında onun etrafına etten duvarlar örüyor; kendimden önce ona siper oluyordum. "Mahzende gizli bir geçit olduğuna eminsin değil mi?" Diye sordum bu kez. Başını salladı. Aylar önce hücreden çıkıp, gardiyanlarla iş birliği yaparken mahzenin her köşesini ezberlemişti. Planımızın ilk temeli, o zaman atılmaya başlamıştı. Vaktimiz dardı. Kum taneleri teker teker dökülüyor, zaman tükeniyordu. Muhtemelen babam Vaha Soylu, bu vakitlerde diplomatik tahtında politikacılarla şampanya patlatıyordu. Askerleri ise çöl sınırlarında olmalıydı. Gece yarısı olduğunda mahzene darbe yapacaklardı.
26 SAAT SONRA Beş kişiydik. O küflü ve paslı yemekhanenin masa başında hiç olmadığımız kadar ciddiydik, bir bütündük; bir o kadarda ayrıydık fakat hepimizin tek bir ortak noktası vardı oda aynı şey için savaşıyor olmamızdı. Onlara son yarım saattir, olan biten her şeyi anlatmıştım. Sofia bocalamış bir ifadeyle öylece gözlerimin içine baktı. "Yani en başından beri bütün bu olanlar, bir araya gelmemiz kaçabilmek içindi ve yemekhaneye su basmasıda bir plandı öyle mi?" Sayısızca kez başımı salladım. Aster dudağının kenarını kemirerek bütün sözcüklerini tekrar ve tekrar sordu. "Diyelim ki Veronica aylar önce hücreden çıkıp gizli geçidi buldu, anahtarlar bizde, parmaklıklar ardında değiliz, karanlıkta bir avantaj; fakat kaçabilsek bile bu kez daha büyük bir hedef haline geleceğiz. ABD kongresi bizden haberdar olursa, medyada olur." Suratına dehşet saçılmıştı. Ardından, "Aynı şartlar, farklı mekanlar. Duvarlar ardında saklanmaya devam edeceksek, kaçmanın ne önemi var ki?" Diye devam etti. "Ölmeyimi tercih edersin yıldız çiçeği?" Diye sordum. Duraksadı, ona isminin anlamıyla seslenmemi beklemiyormuş gibi donup kalmıştı. "O halde yaşadığımızı bilmemeliler." Hepimizin başı, bunu diyen Sofia'ya kaydı. Tuhaf bir şekilde Rebecca saatlerdir hiç konuşmuyor, boş boş yüzümüze bakıyordu. "Ne önerirsin?" Diye sordu Veronica. "Gardiyanlarda katledilecek demedinizmi? Resmi kayıtlarımız yok, tutsaklar öldükten sonra sayımızı ayıklasalar bile kimin kaçtığını bilemezler." "Aynen öyle." Diye ekledim. Herkes belli belirsiz, aynı ritimle başını sallarken ayağa kalktım. Oysa babam benim ölmediğimi bilecekti. Bunu onlara söylemedim. Cebimden, asit şişesini çıkardım. Dibinde bir kaç dirhem kalmıştı. O'nu Veronica'ya uzattım. "Veronika sizi geçide ulaştırdığında, yine parmaklıklarla karşılaşacaksınız. Asma kilidin zırhını eritip kaçabilirsiniz. O kapılar benim içinde açık olmalı." Yüz ifadelerindeki kararsızlıkla nefesimi sertçe basık havaya üfledim. "Size zaman kazandıracağım." Daha fazla kimseyi ikna etmeye çalışmadım, elimden geleni yapmıştım. Ağır adımlarla yemekhane kapısına doğru yürüdüm. Avucumun içindeki küçük anahtar, ilk defa kollarıma ağır geliyordu ve bu kez en diplerde olduğumu, engin denizlerde kulaç atmanın ne denli korkunç olduğuyla yüzleşiyordum. Gardiyanlar gelmeden evvel kapıyı açıp çıkacağım sırada Sofia, "Sana borçlu kalmak istemiyorum." Diyerek durmama sebep oldu. Kaşlarımı çatarak omzumun üstünden geriye baktım. "Elimize ufak bir şans verdin, fakat kendini ihtimallere bıraktığının farkındayım. Öylece çıkıp gidemem." Veronica'ya baktım. Öylesine tedirgin ve arafta kalmış bir hâli vardıki, beni burada bırakıp gitmeyeceğini biliyordum. Muhtemelen kendi iç muhasebesinde, oda bana zaman kazandırmak için neler yapabileceğini düşünüyordu. "Size fedakarlık yapmıyorum, canımı yaktınız; bunu unutmadım. Bana minnet duymayın diye, Veronica'yı size emanet ediyorum. Onu kurtarın, ödeşelim." Keskin çıkışımla, Sofia yutkundu. Aster neler yaptığını hatırlamış gibi yüzünü buruşturdu. Veronica başını iki yana sallayarak arkasını döndü. Gözlerini sertçe siliyor, hıçkırıklarını bastırmaya çalışıyordu. Ona daha fazla bakamadım, bakarsam gidemezdim. Merhametimi celbediyordu. Açtığım kapıdan karanlık koridora attım kendimi. Bu esnada beklemediğim bir şey oldu, sesi hiç çıkmayan Rebecca'da yanıma vararak kapıyı hızla kapattı ve itiraz etmemem için anahtarı parmaklıklardan içeriye, kızlara fırlattı. "Ne yapıyorsun!" Diye inledim sinirle. Kızlarda en az benim kadar şaşkındı. Elini ağzıma bastırarak beni meşale ateşlerinin aydınlatmadığı bir noktaya, taş sütunun ardına çekti. Yemekhane görüş açımızdan çıkmıştı. Gözbebekleri mağrur bir ışıltıyla karanlıkta parıldıyordu. Üstelik elinde, ayaklarımızdan attığımız pranganın zinciri sallanıyordu. Midem kasıldı. "Hâlâ anlamadın değilmi? Tek başına bu kavgayı kazanamazsın demiştim sana." Çatık kaşlarla elini ittirdim. "Şimdide ucuz kahramanlık peşindemisin?" "Hayır, hayır," Alaylı bir fısıltıyla ve şuursuz bir ifadeyle başını iki yana salladı. "Bir hikâyenin kötüsünü belirlemişsen, ondan kahramanlık bekleyemezsin. Ben yalnızca bu cehennemden çıkılmayacağını biliyorum, tek derdim kendimle birlikte gardiyanlarıda o çukura çekmek." Bir kaç saniye hareketsizce yüzünü izledim. Kızıl saçları, renksiz silüetinde belirgin olan tek şeydi. "Bana bak," dedim baskın bir ses tonuyla. Fakat bir ân türkçe konuştuğumu farkederek duraksadım ve ingilizce bir lafızla devam ettim. "İşimi zorlaştırma Rebecca! Ya git kendini kurtar, ya da bu katliama ortak olmaktansa, öl!" Sert çıkışım onda hiç bir şey ifade etmedi. İkimizde sessiz olmak için kelimeleri neredeyse genizden kullanıyorduk. Birden elimde açtığı yaraya baktı. Gülümsedi, bu histerik ve sadist bir gülümsemeydi. "Sana bir iz bıraktım Türk kızı," diye fısıldadı ruhsuzca. "İnsanlar aptal yaratıklardır, yaşadıklarını çabuk unuturlar. Buradan çıkabilirsen dengeler değişir. Onlar için bir tehlike olursun, bunun karşılığında sana yeni bir hayat bile vaat ederler. Eline her baktığında güvenin ne kadar lüks bir duygu olduğunu hatırla. Ve yaşadıklarını bozuk para maliyetine satma." Tıka basa bir zihinle, onun ne yapmaya çalıştığını asla anlamıyordum. Bir ânda beni karanlığın içine doğru ittirdi. Soluğum kesildi. Koridorun ücra noktalarından bize doğru yaklaşan adım sesleri vardı. "Gösterdin," Dedi bu kezde sessizce, bambaşka bir konuyu öne sürerek. Panikle arkama baktım. "Neyi?" "Savaşın ortasında nasıl hayatta kalınabildiğini." Sütunun ardında kanı çekilen yüzüme hissizce bakıyordu. "Şimdi ben sana göstereceğim." "Neyi?" Diye sordum tekrar, ilgimi çekmiyordu fakat kendimi hazır hissetmek için oyalıyordum. "Bir savaştaysan ölmemek için öldürmen gerektiğini." Korku, heyecan ve telaş, kasvetli atmosferle bir bütün halindeydi. Rebecca'nın gözlerindeki marazi ışıltıya nefessizce bakıyordum. Yapma, demek istedim. Bu kanlı resitale sende kanlı fırça izleri bırakma. Ancak çoktan görmüştüm; gözlerinde ölüm yemini vardı. "Kimsin sen?" Diye fısıldadım. Adım sesleri hemen arkamdaydı, ensemdeydi. "Mezarcı," Dedi neredeyse acı çeken bir mırıltıyla. "Şayet kurtulursan bu ülkenin her yerinde adımı duyacaksın, benimle aynı odada kaldığına bile lanet edeceksin." Boğazım kurumuştu. Rebecca hızlıca sütunun ardına saklandığında, meşalelerin turuncu ateş huzmelerini titreştiren bir beden durdu önümde. Paul, beni görünce öne atılmaya hazırlanan adımının teki olduğu yerde çivi çakılmış gibi sabitlendi. "Nihayet," Ses tonu, tıpkı bir katilin maktulünü ölüm uykusuna yatırmadan önceki uysallığına benziyordu. Yerimde kıpırdandığımı farkedince tabancasını kaparak göğsüme doğrulttu. "Yürü! Sakın aynı cesareti namlu ucunda gösterme, seni öldüremeyiz ama hırpalayabiliriz." Sertçe yutkundum. O ise çatık kaşlarla etrafına bakındı. "Diğerleri nerede?" "Yoklar," Artık direniş gösterecek bir durumda değildim, sesim kısılmıştı. "Yoklar çünkü beni sattılar. Tekim." Alayla güldü. "Beş kişiyi hücreden çıkarmanın en az beş günlük bir acısı olacağını biliyorsundur umarım." Bir anda öne atılarak kolumu sertçe kavradı ve beni hücrelerin olduğu bloglara hırsla, öfkeyle; sürükleyerek ilerletti. Bana dokunmasını istemiyordum, bana yaklaşmasını istemiyordum, insani hukuklarımın bu denli ihlal edilmesini istemiyordum ama şuan buna karşı çıkamıyordum. Doğru zamanı bekle. Kendini savunmak için en önemli husus, doğru zaman olduğunu hissetmen Piraye. Doğru zaman. Doğru zaman. "Robert! Yemekhaneye göz at!" Diye emir verdi Paul. Zaman hızlı akıyordu, ya da ben öyle hissediyordum çünkü hiç bir şeyi idrak edemeden hücrelerin dizildiği koridora gölgelerimiz düşmüştü, hemen sonrasında omzuma uygulanan güçle öne doğru sendeledim ve dizlerimin üstüne düştüm. Hissettiğim acı ve aşağılanmayla dişlerimi sıktım. Meşaleler kıyametin kopacağını hissetmiş gibi sarsılmıştı. Mahzenin büyük demir kapısına yakın bir noktada, taş duvarların küflü buğusuna çarpan kibirli bir kahkaha yükseldi. Gözlerimi yumdum. "Dirayetini bu kadar çabuk yitirmeni beklemezdim." Diyen kişi Jackie Winston'du. Kirpiklerim yavaşça yukarıya kalktı, o ânda ise gözlerim boşlukta takılı kaldı. Bir hücre kapısı açıktı, parmaklıklara öbek öbek kan sıçramıştı; yerde yatan ölü bir tutsak vardı, hemen yanı başında Jackie'nin kanlı jopu gevşekçe sallanıyordu. Midem çalkalanarak boğazıma kadar tırmandı. Nefretle haykırdım. "Onları öldürecek yetkiye sahip değilsiniz bay Winston!" Sesimde acının binlerce tonu vardı. İnsanların istikbal ışıklarının bu şekilde, haksızca söndürülmesine dayanamıyordum. Jackie devasa bir hiddetle üzerime doğru yürüdü. Gözleri delici bir sinirle dolup taşıyordu. Her adımı gözümde büyüyor, kulaklarım uğulduyordu. "Sen asıl ölümü görmemişin soytarı." Kaburgalarıma inen jopuyla zaman yavaşladı, gözlerimin beyaz bir noktaya bakarcasına kör olduğunu hissettim. Sırtımda giderek büyüyen sızıyla iki büklüm olduğumda, kendi bedenime artık sığamıyordum. "Yemin ederim, Yaratıcı cezanı verecek...Jack...Yemin ederim." Ağzımda kan tadı vardı. Az sonra Paul duvardaki meşalelerden birini alarak önümde durdu. Jackie örtümün ense kısmından tutarak dehşetime korku ekledi ve beni olduğum yerde sarstı. "Seni yakacağım! Yer gök şahit olsun ki seni diri diri yakacağım ve bir damla su vermeyeceğim!" Diye gürlemişti. Acıyla haykırdım. "Yakın!" Çırpınarak titriyordum. "Küçük çıra her gün hücremin karanlığını aydınlatıyor, bazen ısıtıyordu..." Jackie baş kaldırmamın öfkesiyle dizini sertçe sırtıma bastırdı ve bedenimi bir çuval misali ayaklarının altına aldı. "Zarar vermez, zarar vermez bana," Diye sayıkladım. "İsterseniz sırtımı yakın, yine önümdeki yolu aydınlatmayı bulurum. Meşaleler zarar vermez bana..." Jackie ve Paul sinirle solumuşlardı. İkisininde yüzü bana dönüktü. Olduğum yerde ağırca karşıma baktım. Öteki bloğa sessiz adımlarla yavaş yavaş ilerleyen kızları gördüm. Kaçıyorlardı. Veronica korkuyla olduğum tarafa atılacakken, Sofia avucunu onun ağzına yasladı ve beklemeden kollarınıda kıstırarak güçlükle çekip götürdü. Biraz sonra karanlıkta, gözden kayboldular. Robert'i atlatmışlarmıydı? Gardiyanların bütün dikkati bendeydi, onlara biraz daha vakit kazandırmalıydım. "Siz bayım, sizide ateşe verecekler. Andım olsun ki küllerinizi kendi ülkeme satacağım." Jackie'nin dudaklarından ağır bir sövgü taştı, tuttuğu çırayı yüzüme yaklaştırdı. Sıcaklık peçemden tenime sirayet ediyordu. Bu korkunç vartayı seyre dalan bir kaç tutsak huzursuzca kıpırdansada seslerini çıkaramıyorlardı. "Şimdi o dilini yakacağım!" Yüzümle buluşmaya hazırlanan çıplak ateşle tir tir titredim. Lütfen yetişin, lütfen. Koridorun öteki ucundan zeminde koşturan adım sesleri duyunca, Jackie duraksadı. Robert nefes nefese karanlıktan çıkıp geldiğinde, başımdan aşağıya kaynar sular döküldü sanki. Her şeyi deşifre edecekti! Fakat, "Tutsaklar," diyecektiki kimsenin beklemediği bir şey oldu. Sütunun ardından fırlayan Rebecca, iki elinde bir çember misali tuttuğu zinciri öne doğru savurup; henüz ondan haberi olmayan Robert'in başının üstünden geçirerek boynuna sardı ve onu kendine çekti. Gardiyan şokla geriye doğru yalpaladı. "Dizlerinin üzerinde ne işin var Piraye? Yanmaktanmı korkuyorsun, o zaman ateşini herkese sıçratacaksın." Dudaklarım aralandı, bana yardım ediyordu. Rebecca şuan bana yardım ediyordu. Elinin altında çırpınan adamın suratı kıpkırmızı kesilmeye başladı, kuvvetle boğuluyordu. "Yapma," Diye inledim. "Kalk!" Dedi Rebecca bağırarak. "Seni öldürecekler! Git Rebecca, diğer bekçiler gelmeden git!" Onun yüzündende vicdan azabı çekmek istemiyordum. Ondan nefret ediyordum ama insafiyetim, nefretimden büyüktü. Paul bütün kontrolünü yitirerek, "Hukukada, sizede başlarım. Geberteceğim hepinizi." Diye neredeyse göğsünü şişiren bir hengameyle kükredi ve önümden çekildi. Belinden çekip çıkardığı tabanca saniyeler içinde Rebecca'ya yöneldi, canhıraş bir patlama sesi duydum; sonrasında ardı ardına kurşun kovanları havaya savruldu fakat Rebecca, gardiyanı kendine siper ettiği için dört kurşunda Robert'e saplandı. Paul öfkeyle bağırıp, bir kez daha üst üste ateş etti. Ancak Rebecca o kadar çeviktiki, bedenini sütunun ardına atmıştı ve hiç zorlanmadan gardiyanı önünde tutmaya devam etmişti. Robert'in ağzından ince bir şerit halinde kanlar akmıştı. Bir lahza sükûnet oldu; etrafımıza sinen ruh kokusu, Robert'in gözleri açık, ayakta sallanan ölü bedenine aitti. "Seni geberteceğim!" Diye bağırdı Jackie. Paul'amı yoksa Rebecca'yamı gürlemişti belirsizdi. Rebecca, Robert'i bıraktı. Karanlığın içinden cansız gardiyandan kaptığı tabancayı Paul'a doğrulttu. Paul bir adım dahi gerilemedi. Namluların arasında mesafeler vardı, buna rağmen karşı karşıyaydılar. Rebecca kurnazca güldü. "Tabancanda sadece iki kurşun var salak Paul. Rus ruletini biliyorsun değilmi? Bir kurşun daha sıkarsan, diğeri sadece şansa bağlı." Paul öfkeyle aşağıda kalan yumruğunu sıktı. Rebecca bu kezde bütün bu olanları izleyen tutsaklara şiddetle, balkon konuşmasından hallice bir sesleniş yaptı. "Susmayın, durmayın öldürülecek olanlar! Bana yardım edeni hiç yarı yolda bırakmadım!" O ân ufak bir ses bile çıkarsa, büyük bir felakete sahip olabileceğini farkettim. Hücrelerde ayaklanma meydana geldi. Herkes bunu bekliyormuş gibi tezahüratlar yapmaya ve parmaklıklardan her türlü atıkları fırlatmaya başladılar. Rebecca'nın gülüşü daha tehlikeli bir hâl aldı. Paul bir adım geriye çekilmek zorunda kalmış, Jackie beni tamamen unutmuştu. Adım adım geriye siniyordum. "Aylarca hakkımızı yediniz!" "Rebecca ve arkadaşları bizi doyurdular!" "Türk kızına zarar verirseniz, bizde durmayacağız!" "Gardiyanlara ölüm haktır!" Her bir ağızdan farklı bir sözcük dökülüyordu. Jackie öfkeyle jopunu taş duvarlara vursada sesi, elli kişinin sesini bastırmaya yetmemişti. "Kesin şunu! Onlarda tutsak, size yardım edemezler. Hepinizi yakarım, kesin!" Kalabalık ses furyası, bir giriftten farksızdı. Tam bu zaman diliminin karambolündeyken, birden hücreden fırlayan kör çivi Paul'un boynuna yakın bir noktaya saplandı. Gözleri iri iri oldu ve yalpalayarak ardındaki demirlere çarptı. Rebecca bu boşluktan yararlanarak Paul'un şakağına bir kurşun sıktığında, gardiyan olduğu yere devrildi. İki gardiyanı öldürmüştü. Jackie çileden çıkarak kolumu kavradı ve tabancasını kafama bastırdı sertçe. "Dur! Arkadaşını öldürürüm, duydunmu beni Rebecca!" Rebecca alayla güldü ve eğilip Robert'in cebinden asma kilitlerin anahtarlarını aldı. "Türk kızı birazdan senin sonun olacak ahmak, hâlâ farkında değilsin..." Ancak devamını getiremedi. Nereden çıktığını anlayamadığım bir bekçi, ensesine tabancasını geçirdiğinde; Rebecca'nın dudakları titredi hemen ardından kireç kesilmiş bir suratla öne doğru tökezledi ve bir iki adım atamadan gürültüyle beton zemine yığıldı. "Rebecca!" Diye istemsizce bağırıp öne atılmaya çalışsamda, Jackie nefretle omzuma asılmıştı. Vakti gelmişti, öfkeyle yere düşürdüğü ve farketmediği jopunu kavrayıp ardıma savurdum, burnuna denk gelen darbeyle küfrederek geriye çekildi. Hızla ayağa kalktım. Tutsaklar bu kezde ihtiras çığlıkları atıyorlardı. Koridorun sonundan çıkan iki bekçi onları durdurmaya çalışsalarda, ipin kayışı kopmuştu. Bizi farketmemişlerdi bile. "Gel buraya!" Jackie kaçtığımı farkettiğinde, üzerime atıldığı sırada o açık olan hücre kapısının hemen önündeyken parmaklıklı kapıyı suratına doğru ittim. Kapıya toslayınca durdu, dengesi sarsakladı. Bende durdum. Durmak zorunda kaldım. Çünkü mahzenin dışında, mahşer konvoyunu andıran hiddetli bir yankı duyuldu. Öyle ki, ayaklarımızın altındaki zemin sarsılmıştı. Afallayan Jackie öne doğru savruldu. Bekçilerin ve tutsakların serseme dönen ifadelerini fırsat bilerek, koşturdum ve kendimi güç bela öteki bloğa ait olan sütunun ardına attım. "Neler oluyor!" Jackie korkuyla demir kapıya bakıyordu. Demir kapı tek bir kurşunla söküldü, gümüş tokalı postallar tarafından ittirilerek taş duvara çarptı. Burrows Anderson oradaydı. On adım uzağımda; sırtının ardında düzinelerce piyade ordusu ve ellerindeki uzun menzilli tüfekleri bizi hedef alıyordu. Doğru zaman gelmişti. Kaçmam gereken ân, tam olarak bu ândı. Jackie Winston'la karanlığın içinden son bir defa göz göze geldim. "Benim gibi tutsaklar dizlerinin üstündede zafere ulaşır Bay Winston, ancak sizinki bastığınız toprağın dibini görmek üzere."
-Bölüm Sonu-
Aslında bu bölüm, bütün planı okuyacaktık fakat çok uzun oluyordu. İlk bölümlerde 4bin kelimeyi aşmamaya çalışıyorum. Bu yüzden böldüm.
Aster, Rebecca ve Sofia'da bu hikayede önemli bir rol aldığı için, onları tanıyın istedim. Hikayenin kilit noktaları... Bu yüzden asıl aksiyon diğer bölüme kaldı :D
Oy ve yorumlarınızı esirgemeyin lütfen.
|
0% |