@zeynepsara
|
GİRİŞ Yepyeni bir serüvene hoşgeldiniz ♡ 6 Ay Önce / Ankara Devasa Opera binasının önünden hızlıca geçen siyah makam aracını, hemen gerisinde üstün sayıda zırhlı araçlar takip ediyordu. Soğuk hava, ışıltılı ve asi bayrakların neredeyse iki adımda bir plazaların tümseklerine asıldığı caddede, şehire ses getiren araçlar nedeniyle saygı duruşunda bekleyen ve tir tir paltosuna sarılan insanların buğulu nefeslerini bir bıçak emsali kesiyor ve buharlaştırıyordu. Burrows Anderson, daima sağ omzunda duran ürkütücü gri tüylere sahip baykuşuyla birlikte ruhsuz gözlerinin ardından bu görüntüye vurduğunu süratle yere çarpan bir mavzer kurşunu kadar yargılayıcı bakışlarla seyre dalmıştı. Makam aracının arka cephanesinde, karşısında şahsi korumalığını yaptığı Dışişleri bakanı Vaha Soylu ve eşi Maria Soylunun yüzlerinde vakur bir ifade, dudaklarında tılsımlı tebessümler hakimdi. Burrows, Türk heyetlerine hizmet etmeyi artık garip bulmuyordu. Nitekim, başardığı askeri komuta görevleri neticesinde; yabancı uyruklu olması şöhretinin bir parçası hâline gelmişti. Vaha Soylunun, sivri ve keskin fısıltısından, "Burrows," Lafzını duyduğunda ifadesiz bakışlarını karşısına yönlendirdi. "Sizi dinliyorum, efendim." "Medeniyet," Dedi Bakan, hemen sonra sözcüklerini dikkatle dinleyen eşine tutkulu bir bakış attı. "Topluma bozuk para değerinde satılmış bir medeniyet, geri alınabilir mi?" Burrows, biçimli ve kavisli kaşlarını belli belirsiz çattığını hissetti. Omzundaki baykuş, Bakan'a huysuz bakışlarla dik dik bakıyordu. "Bağışlayın efendim, size halkınızın bakış açısıylamı yoksa hukuki değerlerlemi cevap vermeliyim?" Yaşı, ellisine bir kaç basamak kalmış Bakanlık üyesi gözlerine ulaşmayan bir kibirle güldü. "Halkın açısından, lütfen." Bay Anderson, yüzünde tek bir mimik dahi kıpırdatmamıştı. "Değer, belirlenebilir bir ölçüdür. Teraziye ağır gelen bir ölçüyü, bozuk para maliyetine satmak onun asli değerini değiştirmez. Bu nedenle değeri bozuk parayla satılan bir uygarlık; antikacıda içi altın dolu fakat dışı çamurdan bir çömlek gibidir, efendim. Saklandığı yerden alınabilir." Vaha Soylu, bu cevaptan memnun olmamıştı. Koruması dürüst bir adamdı. Doğruların daima farkında olur, yanlışları tercih ederdi. Politikaya hizmet etmek bunu gerektirirdi; daima devlet ardında yapılan kirli hazneleri saklamalı ve bütün şartlarda halk tarafından bilinmeyenlere dahi hizmet etmeliydi. "Güç," Diye devam etti bu kez Bakanlık, içindeki düzenbazlığı tatmin edecek cevaplar istiyordu. "İnsanların cezalarla sınandığı, söylenilene sorgulamadan boyun eğdiği bir Mecliste güç sana neyi temsil ediyor?" Burrows'un şekilli dudaklarının sol tarafı küçümseyici bir kıvrılmayla havalandı. "Cesaretin bastırıldığı ve acziyetin hür olduğu bir toplulukta, güç sadece gösteriştir efendim." Biraz önce kış ayazında, kendilerinin herhangi bir hakkını savunmayan Dışişleri Bakanı için saygı duruşunda bekleyen halka; konforlu bir araçta göz ucuyla bile bakmayan Bakan'a ve eşine, bunun sadece paranın verdiği bir cesaret olduğunu üstü kapalı dile getirmişti Burrows Anderson. Bakan'ın eleştirel bakışlarına değin, eşi Maria'dan küstah bir kahkaha döküldü. Yaşı ilerlemesine rağmen güzellik algılarına meydan okuyan bir yüze sahipti. "Gerilme tatlım," Eşinin yüzüne anaç bir ifadeyle gözlerini değdirip geri çekti. "Burrows, her zaman açık sözlüdür. Bize taraf olunduğu sürece, halka yönelik iyimser cümleler gereksizdir." Dediğinde, kendisine dümdüz bakan korumaya göz kırptı. "O'na ödediğimiz bütçeler, fikirlerini satın alan en büyük sebebiyet nede olsa." İma ettiği cümle açıktı. Burrows'un belirli bir meblağ karşılığında yapmayacağı hiç bir kötülük yoktu. İnsanlar tarafından, bilinen ve görünen buydu. Ancak genç adam, yürek arzusunu; eylemlerine yansıtmazdı. Maria nazik pırlantalarla süslenmiş ince parmaklarını kadehinin kenarlarında dolaştırıyordu. Karşısında oturan genç korumaya rağmen, oturuşu pervasız ve rahattı. Kızıl saçları omuzlarına bukle bukle yayılmıştı. "Onur," Diye ekledi bu kez. "Gücün rekabet haline getirildiği ve yükselmek için gurur tahtının sarsıldığı bir Mecliste onur sana neyi temsil ediyor?" Bay Anderson, saygının omuzlarında ev sahipliği yaptığı duruşunda rahatsız bir dürtü hissetti. Kendi milletlerinin üzerine kurdukları hakimiyetin telef edilmiş bir onursuzluktan ibaret olduğunu biliyordu. Biraz önce aşağılandığı gerçegini umursamadan zihninin kapılarını tekrar araladı. "Onur, bir halkın öz geçmişiyse," Dedi, ardından bir müddet sustu. Türkçe dilini kullanmakta zorlanmazdı fakat bazen kendisini izah ederken yabancı aksanı kelimeleri anlaşılır bir lisanla devam ettirmesinden onu men ediyordu. "O'nlara boyun eğen bir avuç ordu değil, hükümetin verdiği her türlü zorluğa göğüs geren birer savaşçı denir efendim. Çünkü onur, değerli bir hazinedir." Halkı küçümsememeleri gerektiğini savunduğunun bilincindeydi. Aracın içerisinde gergin bir sessizlik oluştu. Maria Soylunun ifadesi bocalamıştı. Aynı zamanda Vaha Soylunun da yüzünde, korumasından duyduğu sözcüklerle tokat etkisi yapan bir sarsılma meydana geldi. Bakan'ın dudakları gerilip ince bir çizgi halini aldı. Buna her zaman salt bir güvenle inanırlardı. Burrows Andersonun düşünceleri daima kendilerine aykırıydı; ancak dokuz yıllık hizmetinde hiç bir zaman çiğnenen yasaları, ezilen hukukları ve adaletsiz seçimlerde dahi kamuyu teyit ettirmeden söylenilene itaat etmişti. Buda onu vicdanı henüz körelmemiş fakat kötülüğe karşı zaafı olan sadık bir adam yapardı. "Doğrular, kasten yanlış kararların alındığı bir hükümette değersizdir Bay Anderson." Sert bir mizaçla korumasına göz dağı veriyordu Vaha Soylu. "Yanlışlar ise doğruların tabi tutulduğu bir hukukta ziyadesiyle aşağılıktır. Demem o ki," Hafifçe öne doğru eğildi. "Doğru yerde bizi savunacak, yanlışlarımız gün yüzüne çıktığında doğruları sileceksin." Burrows hiç bir tepki vermedi. Yirmi yedi yıllık hayatının dokuz yılını hükümetin yanlışlarına teslim olmakla geçirmişti. Avuçlarında daima kan kokusu olurdu. O iyi bir adam değildi, çok uzun zamandır. Araç, Şehitler Anıtı Derneğinin önünde durdu. Halkın gümüş tokalı, kırmızı şeritlerle iki yakaya ayrıldığı ve sivil toplumun arasında basın mensuplarının dankleşörlerinden flaşların patladığı standın girişindeki basamaklara kırmızı halı serilmişti. Burrows, başını arkaya çevirip şoföre kısa bir bakış attı. Şoför, koltuğundan inerek komutaya uymuş ve hızlıca aracın kapısını aralamıştı. Yağmur çiseliyordu. Burrows, baykuşun kafasını okşayarak araçtan indikten sonra hızlıca etrafını gözetledi. Siyah şemsiyesini açarak Bakan'a ve eşine kibar bir jestle yol verdi. Maria Soylu, boynunda duran siyah tül şalı saçlarına örttü. Yüzüne sahte bir hüzün ifadesi eklemesi gecikmedi, sanki yaşadığı yas ona ayakta bile durmakta güçlük çektiriyormuş gibi mecalsizce eşinin koluna yaslandı ve şemsiyenin altına girdiler. Dışişleri Bakanlığına ulaşmak isteyen yağmacı insanları pekiştirerek onları içeriye yöneltti Burrows. Nihayet artık durması gereken bir noktadaydı. Özel korumaların sırayla dizildiği lojmanda bekleyecekti. "Kapıya sırtını dönmemelisin Papi," Hemen yanındaki tanıdık sese döndü. Yüzündeki aptal sırıtışla iki yıllık kıvırcık saçlı dostu Stephan'ı gördü. "İlk saldırı her zaman kapıdan gelir." Bay Anderson gözlerini devirerek önüne döndü. "Tehlike her zaman içeridedir," Türkçeyi telaffuz etmekte zorlanmadığı nadir bir zaman dilimiydi. Dernekte ki çoğu göz; omzundaki baykuşta, zifiri karanlık gözlerinde ve bronz tenli boynunda sallanan haç künyesinde dolaşıyordu. Sarsılmaz bir duruşu vardı, içine giydiği çelik yeleğin eseriyle tıpkı bir sopa misali dimdik duran heybetli bedenine her zamanki etkilenmiş bakışlarından atıyorlardı. Biraz sonra, "Türklerin darbeleri belirsizdir, her ân avizeden halatla inen bir bedenle alnının çatısına kurşun yiyebilirsin dostum." Diyen arkadaşına göz ucuyla baktı. Stephan Slywerin'in yanlarına dizilen Türk kadın korumayla düşüncelerini hızla döndürmesi, Burrows'un damağına huylandırıcı bir gülüş vurdu. Bunu bastırması ise kolay olmuştu. Millet Vekillerinin, Polis genel müdürlüğünün, Bakanların, T.C Büyükelçiliği müsteşarının, göğüs kafeslerinde ufak Türk bayrağı arması taşıyan Generallerin ve Polis memurlarının doldurduğu dernek; sessizlik ve kederli bir dinginlik içerisindeydi. Dışişleri Bakanı Vaha Soylu, bu kabinede kamu üstünlüğü en büyük diplomatik görevliydi. Bu nedenle eşiyle birlikte gelme nezaketinde bulunup kürsüde ona ayrılan mezbahaya doğru ilerledi. Biraz sonra Şehitler Marşı seslendirildi ve bir dakikaya yakın sürede saygı duruşuna duruldu. Bakan, tekrar çöken sessizliğin ardından sahte bir iç çekişle söze başladı. "Değerli davetliler; bugün buraya katılım nedenimiz, Meclise yapılan saldırıda bizleri korumak için canını feda eden sekiz polisimizin kaybı neticesindedir..." Duraksayarak mendiliyle alnını sildi. "Şehit polislerimizin geride bıraktıkları genç eşlerine destekte bulunmak ve tarihi daima gururla yâd ederek kaybımızı sahiplenmek bir onurdur..." Gerisini dinlemedi Burrows. Görevleri neticesinde ilk defa şahit olduğu bir katliamın vicdan sorgusunda boğulduğunu hissetti. Kürsüde edilen sözler vefadan ve sadakatten uzak; kurmaca birer cümleydi. Midesine kadar tırmanan yakıcı his, soluk borusuna hunharca abanmış bir kaşıntı lobu vurmuştu. Yaşadığı suçluluk dakikalarının karambolündeyken, tam bu esnada başlangıç ânı belirsiz bir zaman dilimi yaşandı. Tuhaf bir karmaşa, içeriye doluşan basın mensupları ve ensesine enteresan bir ürperti gönderen O kadının sesini işitti. "Yalan söylüyorlar!" Diye bağırıyordu. Hemen yanından hızla geçip gitmiş, takım elbisesinin sıkıca sardığı omzuna çarpmıştı. Kısa bir ân sendeleyen omzundaki baykuşu tıpkı onun gibi suratsız ve hareketsiz kalmıştı. Bir kaç saniye sonra yaşanacak korkunç gerilimi farketsede, Burrows harekete geçmek için hiç bir şey yapmadı. "Size ihanet ediyorlar! Onlar şehit düşmediler, hepsi canice öldürüldü!" Dernekten huzursuz bir uğultu sesi koptu. Aynı zamanda güvenlikler çırpınan ve sesiyle biraz önceki sakin atmosferi ikiye bölen kadını zaptetmek için harekete geçmişlerdi. "Beni dinleyin, bu bir katliamdı!" Burrows şaşkındı, fakat bunu o ân için engellemek istemiyordu. Belkide ilk defa vicdanının sesini dinlediğindendi. Flaşların patlayan ışıkları gözlerini kamaştırdığında, üst üste kulaklarında çınlayan klips sesleri bile kadının sesini bastıramıyordu. Kadının kim olduğunu bilmiyordu fakat doğruları söylediğinin bilincindeydi. "Derhal genç kadını uzaklaştırın, ilgi çekmek için protesto edeceği bir haber için burada değiliz!" Diyen Vaha Soylu nun sesi, öfkeyle mikrofona çarpmış ve lüks dairenin tavanına yükselerek yankı yapmıştı. Maria Soylunun yuvarlak suratı kireç gibi bembeyaz kesilmişti. Eşinin kan sıçrayan ve hiddetle gürleyen tavrına değin, oldukça sarsılmış bir ifadesi vardı. Gözlerini bu olayı şekillendiren ve bir anda ortaya atılmış genç kızdan ayıramıyordu. Hukuk müşavirleri, bu temaya ses getirecek olan, şehitlerin sivil yakınlarına savunma sözleri yapmak yerine oldukça şaşkın görünüyorlardı. Sonra onu gördü Burrows. Kalabalığı yararak sesini duyurmak için çaba sarfeden genç kadını. Kesik kesik nefesler alıyor, arada bir hıçkırıkları nüksediyordu. "Bu aşağılık kompleksi protesto ediyorum, evet!" Diye haykırdı. Bakanlık Vaha, genç kızı konuşturmamak konusunda kararlıydı. "Bu bir lise illüzyon gösterisi değil! Delili olmayan, ağır suçlanmaların hukukta cezası olduğu bir konuyu kimseyi etkilemek için kullanamazsınız. Derhal, dışarı çıkarın!" Dedi gürleyerek. Genç kadının kızarık gözlerinde insanların boğazını düğümleyen görkemli bir hayalkırıklığı büyüyordu. İki güvenlik görevlisi silahlarını savunmasız bedenine doğrulttuğunda bile dik omuzları düşmedi. Bildiği ve gördüğü doğruları diretmekte kararlı görünüyordu. "Emirlere itaat edin bayan, sizin için kaba kuvvet kullanmak zorunda-" Kadından beklenmeyen bir şiddetle sözleri bölündü güvenliklerin. "Ancak yaratıcıya itaat ederim! Zorba hükümleriniz size boyun eğmem için tanrısal bir malikiyet değil!" Diye duvarları inleten bir kuvvetle bağırmıştı. Kalabalıktan dehşetli iç çekişler yükseldi. Olaya muktedir olan halk, suskun ve pervasızca seyre dalmıştı bu garip vartayı. Nihayet Maria Soylu, "Kimse ahlaki değerleri yeniden öğrenmeyi arzulayan bir sebeple burada değil. Aklı başında olmayan genci uzaklaştırın!" Diye, tiz bir sesle eşine katıldı. 1998 yılıydı. Büyük bir karmaşanın, ihtilalin, uyanışın ve skandalın başlangıcıydı. Güvenlikler, iktidara güvenerek genç kadının kollarına asıldı. Ancak yozlaşmış yasalara aykırı davranmayı ve baş kaldırmayı çoktan göze almıştı genç kadın. Keder dolu bir ağlayışla direnerek öne atılmaya çabalıyordu. Dernekten atılmadan önce politikacıların dikkatini çekmek için elindeki son kozu daha yüksek bir çığlıkla dile getirdi. "Hayır! Anne, Baba! Hayatımı mahvettiniz, onları katlettiniz! Anne, bir kez olsun dürüst ol!" Salonda buz gibi bir atmosfer oluştu. Vaha ve Maria Soylunun yüzlerindeki bütün kan çekilmişti. Kalabalıktan bu kezde şaşkınlık nidaları döküldü. Bu şaşkınlıktan faydalanarak ileriye atıldı genç kadın. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu, kürsüye doğru uzanmaya çalıştıkça engelleniyor ve hırpalanıyordu. "Ben Piraye Soylu değilmiyim anne? Çığlıklarını susturduğun ve inançlarına saygı duymadığın kızın değilmiyim! Baba, o polisleri neden öldürdünüz... Yardım et baba!" Omuzlarına kaba kuvvet uygulanıyordu, can acısıyla inleyerek dizlerinin üzerine yığıldı. Feryat ettikçe, darp edilecekti. Flaşların dankleşörleri yüzüne doğru ışık huzmeleriyle patlıyor, ortalık karışıyordu. "Bu doğrumu?" Diye bağırdı Millet Vekillerinden biri. Hemen ardından, Şehitlerin kaybını önemseyen General Öktem Tankurt müdahale etmeye gönül verdi. "Genç kadını yargılamadan önce belkide dinlemeliyiz!" Adaleti gözetleyen bir kaç sima, saldırıya geçmekte gecikmemişti. Genç kadın, siyasi kanundan ziyade dernekte bulunan Milli İstihbarat Teşkilatının ilgisini çekmek istiyordu. Bir kaç gün sonra mahkemede yargılanacak olsa, Mit ajanlarının bu olayı incelemeden kapatmayacağını biliyordu. Ertesi gün, gazete kupürleri santim santim bu haberle çalkalanacaktı. Yıllardır gizlenen ve sır gibi saklanan Piraye Soylu, ailesini ifşa ediyordu. İddia ettiği katliam, Mecliste büyük bir sarsıntı meydana getirecek ve günlerce gündemden düşmeyecekti. "Doğru! Söylesene anne? Dinim için infaz edildiğimi, beni mahzende tutsak ettiğinizi anlatsanıza! Baba, sekiz polisi nasıl darp ettiğinizi söylemeye yüzün yokmu! İtibarınız için herkesin hayatını mahvettiniz!" "Hayır!" Diye güçsüzce bağırdı Vaha Soylu. Sesi sendeliyor, gözbebekleri titreşiyordu. "O benim kızım değil, bizim hiç evladımız yok." Elini göğsüne yasladı, söylemekte zorlanıyor ve inkar etmenin eşiğinde tökezliyor gibiydi. "Bu katliam iddiası için yapılan sözlü bir saldırıdan başka bir mühimmat değil!" Genç kız yürek burkan bir haykırışla güvenlik kuvvetlerinden kurtulmaya çalıştı. "Baba... baba! Bana bunu yapmaya hakkınız yok! Beni bir kez daha öldürmeye hakkınız yok!" Burrows Anderson oradaydı, dört adım uzaklığında; kaskatı kesilmiş bir duruşla olan bitene tepkisizce bakıyordu. Zifiri karanlık gözlerini genç kadından ayıramıyor, zihnini bir mahkeme salonunda dolaştırıyordu. Gerçekler, çarpıcı ve bütün mevcudiyetiyle en çirkin halindeydi. Piraye, dedi içinden adını zikrederek. Dokuz yıldır şahsi korumalığını yaptığı Bakan'ın bir kızı olduğunu herkesle birlikte yanlış bir zaman diliminde öğreniyordu. Yanlışlar, diye fısıldadı ihtiyatla. Yanlışlar onu rahatsız eder miydi? Peki ya doğrular, daha önce hiç doğrulara kulak asmışmıydı? Midesi çalkalandı, beyaz bir noktaya bakarcasına kör olduğunu ve kulaklarının tiz bir çınlamayla dolduğunu hissediyordu. O gün dernekte, uyanış yaşayan ilk adam Burrows Andersondu. Dışişleri Bakanlığı'nın, müdahale etmesi için kendisine bakışlarıyla baskı uygulayan gözlerine bakarak bir adım geriye çekildi. Durdurmak istemediği bu felaket, onun kıyameti olacaktı. Buna rağmen genç kadının protestosuna engel olmadı. "Yaratıcı bu yaptıklarınız için sizi cezalandıracak!" Diyen Piraye'nin sesi, boynundaki haç kolyesini bir urgana dönüştürmüş; nefeslerini boğazına bir hançer misali dayamıştı. Piraye....Beyaz ışıklar yüzündeydi. Yıldızları infilak ederek sönmüş gözleri, kızarık ve asi tutumundan taviz vermeyen hırçın bakışlarla parlıyor, insanı tesiri altına alan berrak mavileri bir çok kişiye vicdanını sorgulatıyordu. Bahsettiği din, İslam dini olmalıydı. Vücut hatlarını geniş bir kıyafetle saklayarak örtmüş, yüzünü siyah bir peçeyle örtmüştü. Kaşlarının ve göz kapaklarının arasındaki boşluk, bembeyaz ve dikkat çekecek kadar pürüssüzdü. Burnunun kusursuz kavisi görünüyor, kıvrak ve ıslak kirpikleri, gözlerinin çevresine kadar örtülen peçenin üzerine düşüyordu. Sadece gözleri ve kaşları görünüyordu. "Ben başımı örttüm, gözlerimi açık bıraktım. Sizlerse gözlerinizi örtmüş, kötülüğü göremiyorsunuz!" Genç kadın daha fazla konuşamadan yaka paça dışarıya doğru sürüklendi. Hemen öncesinde, gözleri Burrows Andersonun zifiri karanlık gözlerine çarptı. Genç adam, can kafesinde bir burkulma hissetti. Piraye Soylunun gözleri; baykuşunda, boynundaki altın zincirli haç kolyesinde gezindi. Başını iki yana doğru salladığına şahit oldu; sanki genç adamın akıbeti içinde göz yaşları döküyordu. Bu onu ilk gördüğü andı fakat son olmayacaktı. -Bölüm Sonu- Kurgu; gerçek kurum ve kuruluşlarla bir değildir ve tamamen hayal ürünüdür!
Şunu belirtmek isterim ki bu bir giriş bölümüdür ve altı ay öncesini konu almıştır. İleriki bölümlerde; siyasi partiler, örgütler ve distopik bir evren olmayacaktır.
Bu bir polisiye kurgusudur ve baş karakterlerimizin inançlarıyla, yanlışlara meydan okuma muharebesidir. Saygılar.
Lütfen satırlarda başka kitaplardan bahsedip, imalarda bulunmayın. Bu epey kırıcı oluyor :) |
0% |