@zeytekin
|
MERHABA BEYAZ GÜLLERİM, HOŞ GELDİNİZZZ. SAVAŞ TANRISININ KALBİ 6. Bölüm
Odasına girerken asistanından istediği Türk kahvesi geldiğinde yerine oturdu, telefonunu kontrol etti. Evden gelen arama ya da mesaj yoktu. En son toplantı esnasında verdiği on dakikalık molada aradağı Mira'yı yeniden aradı ancak Mira telefonu açmadı. Hat kesildi, arama sona erdi. Mira telefonu açmadı. Belki de onu yüzüncü arayışının üzerinden başka yüzlere ulaşmışlardı ancak ilk kez bir çağrısına yanıt alamıyordu. Onun sesini duyma ihtiyacı iyi olduğundan emin olma ihtiyacının altında kaldı, derince çatılmış kaşlarının altından telefon ekranına bakarken bugünün nöbetini anımsadı. Nöbette Oğuz vardı. Oğuz'u arayacağı an Oğuz onu aradı, aramayı bir saniye dahi bekletmeden hızlıca yanıtladı. "Oğuz, Mira nerede?" Oğuz ifadesiz diliyle "Mira Hanım üzüm yiyor abi." dedi, Ares kısa bir an için duyduğunu kavrayamadı. "Telefonu odada kalmış, ararsan ulaşamazsın diye almamı istedi. O sırada sen arıyormuşsun, açamadan kapattın." Ares rahat bir nefes vererek arkasına yaslandı, gözlerini kapattı. İyi olduğunu bilme ihtiyacı biraz dinse de hala baş gösteriyordu. "İyi mi?" "Gayet iyi abi." dedi, Oğuz. Ares bir kez daha rahat bir nefes aldı, yüreğini sıkıştıran korkuyu def etti. "Biraz hava almak istedi, verandayı brandalarla kapatıp perde çektirttim. Şimdi verandada, tabletten dizi izlerken meyve yiyor. Köpekler de yanında. Kremlerini losyonlarını da sürdük. Bir sıkıntı yok." Ares duyduğu şryi kavrayamadı, kaşları çatıldı. Kremlerini ve losyonlarını sürdük mü demişti? Oradaki sürdük kelimesinin içinde kimlerden bahsediliyordu? Buz gibi bir sesle "Kim sürdü kremleri?" diye sordu. Oğuz duraksadı, tereddütsüzce "Ben sürdüm abi." dedi. Kraliçesine krem sürmeyi bırak ona dokunduğu için hapse atılacağı bir adadan gelmiş olabilirdi ama söz konusu onun sağlığı olduğunda kuralların canı cehennemeydi. Hem burada Madam yoktu, kraliçesinin emriyle hareket ettiği için yanlış bir şey yapmadığına olan inancı tamdı. Tabi, Ares için bunun hoş olmadığının da farkındaydı. "Simay Hanım'ı istemedi, Selma Hanım'ı da istemedi. Bana sürdürttü. Lastik eldiven taktım, anca öyle sürmemize izin verdi." Ares Mira'ya başka bir adamın dokunmasından zerre hoşlanmadı. Bizzat seçtiği koruması da olsa, en güvendiği adamlarından biri de olsa, lastik eldiven de taksa Oğuz sonuç olarak bir erkekti ve siki olduğu sürece Mira için tehlike arz edebilirdi. Korkunun zerresini hissetmesini istemiyordu. Keskin diliyle "Bir dahaki ilaç saatinde gelir ben sürerim. Mira Hanım'a hiçkimse dokunmayacak." dedi. "Lastik eldiven de taksanız ona parmağınızın ucuyla dokunmayacaksınız. Mühim bir mesele olmadıkça mesafenizi koruyun, özel alanına dahil olmayın." Oğuz, Ares tarafından ilk kez azarlandığının farkındalığını yaşadı. Bunun sebeplerini bildiğinden saygıda kusur etmeden "Emrin olur abi." demekle yetindi. Ares ayaklarının altındaki şehre bakınırken boğaza doğru uzanan binalara bakındı. Boğazın güzelliğine yakışmayan çok şey vardı. Mira'ya yakışmayan yaraları geldi gözlerinin önüne, "Yaraları ne durumda?" diye sordu. Elbette kabuk bağlamış yaralar sabahtan öğleye dek iyileşmezdi ancak Ares içten içe en ufak zerresini dahi merak ediyordu. Çirkin binalar yıkılıp ortadan kaldırılabilirdi, izleri dahi kalmazdı ama Mira'nın güzelliğine yakışmayan yaraları o ölse bile bedeninde kalacaktı. "Toparlıyor abi. Güneş görmesin diye elimden geleni yapıyorum." Tek kaşı sorgularcasına havalandı. "En son yemek yiyecekti, yedi mi?" "Yemedi." dedi, Oğuz. "Aslında biraz yedi, ama tavuk çok kuruymuş, kustu. Marine etmeden pişirmişler, sert geldi yiyemedi. Kustum diye ağladı, sonra toparladı kendisini. Karpuz. Önce üzüm, şimdi karpuz. Mira aşermeye mi başlıyordu emin değildi ancak isteklerini çekinmeden dile getirmesinden memnundu. Bebek kendisini belli etmeye başlıyordu, yalnızca Mira bunu farkedemeyecek kadar yaralı ve küçüktü. Küçücüktü. "Ne istiyorsa alın." dedi, onun karnında kök salan bebeği düşünürken. Mira'yı iyileştirirken onu da hayata bağlamış, can vermişti. Artık ellerinin arasında Mira'nın sıcak kanı ve yaraları yoktu, canından bir parça olan bebeği vardı. Anne karnında büyüyen bir bebeğin hayatı göbek kordonunda değil, Ares'in ellerindeydi. Eğer o bebeği korumazsa geri dönüşü olmayacak bir kaybediş yaşayacaklarını bildiğindendi sessizliği, saklayışı. Tereddütlü diliyle "Abi bir de benden sigara istedi." dedi, Oğuz. Aslında bunu söyleyip söylememekte kararsızdı. Ares sağ kulağını kabarttı, Mira'nın kendisine açtığı yönlerini başkalarına da açmaya başladığını farketti. Bundan da hoşlanmadı, onu koruyabilmek için verdiği çaba yetersizleşti. "Ağladıktan sonra biraz zor toparlandı, sigara içmek istedi. Verdim ben de. Hali bir garip oldu, dalıp dalıp gitti. İki tane sigara içti. Üzüm verince dikkati dağıldı, keyfi yerine geldi." Ares sabırla nefeslenirken "Bir daha verme." dedi. "Neden ağladığında beni aramadın?" "İstemedi abi." dedi, Oğuz. "İzni olmadan arayamazdım. Afedersin ama ağzıma sıçardı valla." "Mira hamile, Oğuz." dedi, Ares. Bunu ikinci kez sesli dile getiriyor, birine söylüyordu. Sanki bir yalanmış gibi içten içe reddettiği gerçekle bir kez daha yüzleşti. "Haberi yok, ağzından kaçırma. Dikkat etmen için söylüyorum. Ben yokken sigara isterse, alkol isterse almayın, vermeyin. Bir yerden bulursa da elinden alın. Canı ne istiyorsa gerekirse İstanbul dışına çık, yine de bul. Zaten yemek yemiyor, ne istiyorsa onu yesin. Alerjilerine dikkat etmeniz yeterli." Oğuz kısa bir süre duyduğu şeyi idrak etmeye çalışırken sessiz kaldı, odadaki berjere oturup ceketinin altına giren eldivenli eliyle kalbini tuttu. "Tamamdır abi," dedi, kuru ve cansız sesiyle. Hemen ardından genzini temizleyerek kendisini toparladı. "Duruma göre hareket ederim." Yutkundu, gözleri gardroba ilişti. Kraliçesi kremlendikten bir süre sonra üzerini değiştirmek istemişti ve Oğuz onun gardrobuna bakarken kraliçesine göre gecelik dışında hiçbir şey bulamamıştı. "Abi bu kızın giyecek pek kıyafeti yok, isteği üzerine kıyafetlerini kontrol ederken farkettim. İznin olursa karpuz almaya çıktığımda istediği tarza göre biraz kıyafet de alayım. Mira Hanım aynı şeyi tekrar tekrar giymeyi sevmez." Duraksadı. "Yani eşyaları kontrol ederken öyle demişti." dedi. Bu bir yalandı ve Oğuz kesinlikle yalan söyleme konusunda hiç iyi değildi. Ares'in ses tonundaki değişimi farketmemesinin tek nedeni aklının tamamen Mira'da olması ve geri kalan hiçbir şeyi algılayamamasıydı. Ares sabırla nefeslendi, "Oğlum cebinde kart var." dedi. "Mira Hanım ne istiyorsa neyi nasıl istiyorsa al." Aklına gelenle kaşlarını çatıp duraksadı. Mira tüm gün gecelikle dolaşıyordu ve başka bir adamı gönderip ona gecelik aldırmayacaktı. İhtiyaçlarının arasında iç giyim olması da ayrı bir problemdi. Birer kumaş parçalarından ibaret olsalar da hiçkimse Mira'ya bu kadar dahil olmamalıydı. "Vazgeçtim, alma." dedi, anında. "Ben alırım." "Saten al abi." dedi Oğuz. Kraliçesinin düzenini en temelinden bilen nadir askerlerdendi. Ne sevip sevmediğini en ince ayrıntısına kadar bilirdi. Kraliçesinin konforu için Ares'i yönlendirmekte bir sorun göremiyordu. "Ve ipek. En çok ipek ve pamuk giyermiş. Bir de aman dikkat et polyester falan olmasın, cildinde yaraları var iyice mahveder kızı." Dünyanın en kaliteli el dokuması kumaşlarını giyen kraliçesinin polyesterle hiç tanışmadığına yemin edebilirdi. "Kimono, sabahlık tarzı şeyler istedi evde giymeye. Etekleri uzun, kolları da uzun ve geniş şeyler seviyormuş. Terlik istedi bir de, tüylü terlik seviyormuş. Tabanı yumuşak olsun dedi." Ares, Oğuz'u dinlerken "Anlaşılan kıyafet siparişi vermiş." dedi. Neden kendisine söylemek yerine adamlara söylüyordu? "Telefonunu Mira Hanım'a ver, yanıma gel. Alışverişini birlikte yapacağız." "Emrin olur abi." dedi Oğuz. "Bir saate yanındayım ama önce karpuzunu alıp eve gönderelim. Aç kaldı, en azından karpuz yesin." "Sen gelene kadar bulurum." dedi Ares. Unuttuğu, küllenip kendi kendine sönen sigarasına baktı. Küllüğe attı. Telefonu kapattıklarında Ares yeni bir sigara yaktı, soğuyan kahvesini ve sigarasını içti. Oğuz telefonu Mira'ya götürürken verandanın girişinde kalakaldı. Koltuğa oturmuş, ayaklarını orta sehpaya yaslamıştı. Dizlerinin üzerindeki tabletten dizi izlerken etrafını sarmalayan köpeklerini seviyordu. Hamileydi. Patronu, kraliçesi ansızın kaybolup tesadüf eseri bulunmuştu. Yaralarını görmüştü saatler evvel, sırtındaki yaralarını kendi gözleriyle görmüştü. Şimdi de hamileydi. Daha çok küçüktü onun kraliçesi, daha çocuktu. Ve dahası kendi bedenindeki bebekten haberi yoktu. Mira "Gel, sevgili Oğuz." dedi, kendisine bakma gereği duymadan. Oğuz yutkunarak kendisini toparladı ve ona yöneldi. "Ares Bey'le konuştum, hanımefendi." dedi. Mira başını çevirerek ona bakarken işaret parmağı ekrana dokundu, diziyi durdurdu. "Sancar birazdan geliyor, o size eşlik ederken istediğiniz gibi karpuz alıp göndereceğim." Mira dikkatle ona bakarken "Sen karpuzla gelmeyecek misin?" diye sordu. "Hayır efendim." dedi, Oğuz. "Karpuzunuzu göndereceğim. Benim başka bir planım var." Mira'nın kaşları havalandı, "Karınla planın varsa izinlisin." dedi. "İdare edebilirim." Oğuz içtenlikle gülümseyerek başını salladı, "Karımı akşam evde görmem yeterli." dedi. Eve döndüğünde kapıyı açan karısını görmeyi seviyordu, onun yaptığı yemeklerin kokusu da öyle. Kraliçesine kavuştuğu için günlerdir eve şen şakrak giderken bu gece hüzünle döneceğini en derinlerinde hissediyordu. "Vazife başındayım hanımefendi. Kendisi kesinlikle vazifeme engel olamaz." Şimdi gidip karısına sarılmak istiyordu, küçük kraliçesi için ağlarken bir omza ihtiyacı olabilirdi. Oğuz'un kendisine olan hüzünlü bakışlarını seyrederken "O halde vazifeni engelleyen planın nedir?" diye sordu Mira. "Ares Bey çağırdı, onunla buluşacağız." dedi. "Sizin için giyim alışverişi yapacağız. Bir arzunuz var mı?" Mira hiç düşünmeden "Yok." dedi ve ekrana döndü. "Dikkatli olun. O Kerim'e güvenme, biraz saf gibi. Kenan Karadağ peşinize takılabilir. Her an tetikte ol." Göz ucuyla yeniden Oğuz'a baktı. "Ne giyip ne giymediğimi bilirsin. Kırmızı olsunlar, yeterli. Bedenim 34, ayakkabı numaram 37." Daha evvel alınan ve şu an dolabında duran kıyafetleri anımsarken kaşları hafifçe çatıldı. "Sırtları açık olmasın." dedi. "Ares pansuman yapabilmek için neredeyse her şeyi sırtı açık aldırmış." Oğuz onun yaralarından utandığına kendi gözleriyle şahit olmuştu. Kraliçesi onun bedeninde haksızca açılan yaraların sarılmasından dahi utanıyordu. Pansuman yaptığı süre boyunca elleriyle oynamış, Oğuz'a bakamamış ve hatta tek kelime etmemişti. Sadece sık nefesler alıp vermiş, sürekli yutkunmuştu. "Emriniz olur efendim." diyerek telefonu bırakıp verandadan ayrıldı. Nöbeti Sancar'a devrederek hiçbir şeyi düşünmemek için kendisini zorlaya zorlaya Ares'in yanına geçti. Ares büyük bir marketin soğutuculu sebze reyonunda karpuz seçmeye çalışıyordu. "Abi." dediğinde Ares ona baktı, elindeki koca karpuza döndü. "Bu iyi gibi. Anlar mısın karpuzdan?" Ares karpuzu pek sevmezdi. Çocukken annesi ona eğer karpuz çekirdeklerini yersen karnında karpuz olur dediğinden beri bu koca meyveyle aralarında mesafe vardı. Elbette çocukça bir korku bugün devam etmiyordu ama öyle bir ketum yönü vardı ki çocukken yemediği hiçbir şeyi hala yiyemezdi. Oğuz karpuzu alarak "Anlamam mı?" diye sordu. "Dedem çiftçiydi, bostan tarlaları vardı. Kavundan da karpuzdan da iyi anlarım." Karpuzun yüzeyini, çizgilerini, rengini, baş kısımlarını ve sapını kontrol etti, ağzının içinde cıkladı. "Kelek bu, sapı kurumamış. Bunu gönderirsem Mira Hanım en sonunda delirip hepimizi elinde silahla kovalar. Beğenmeyeceği bir karpuza daha tahammülü kalmadı. Karpuz diye tutturdu durdu." Pekala, Mira'nın karpuzu Ares'ten istediğini biliyordu. Çocukken de ne zaman ilgi istese Türk Çocuğunun dikkatini çekmek için çabalar dururdu. Bazen kasten düşer, yara bandı yapıştırmasını isterdi bazen de saklambaç oynar ve onu arayıp bulması için saatlerce perdelerin ardında gizlenirdi. Karşısındaki insanın kendisine sunduğu zaaflara göre oyunlar kuruyordu. Önce üzüm sonra karpuz bu oyunlardan biriydi. Ares'in bunun farkında olmadığına emindi, olsa kendi elleriyle karpuz götürürdü. Ares kaşlarını kaldırarak alayla güldü, diğer karpuzlara bakındı. "İki günde iyi alışmışsınız birbirinize." Oğuz sessiz kalarak diğer karpuzları yokladı, bir tane buldu. Çakısını çıkartarak onu kesti, içine baktı. "Rengi iyi." Küçük bir parça keserek Ares'e uzattı, Ares isteksizce bıçaktaki dilimi alıp ağzına attı. Karpuzu iğrene iğrene çiğnerken Oğuz bir parça da kendisi için kesip yedi, anında başını sallayarak "Yok." dedi. Ares de aynı fikirdeydi, bu iğrenç bir şeydi. O kadar baskın bir tadı vardı ki şeker komasına girebilirdi. "Suyu az, ağıza pütür pütür geliyor. Bunu sevmez. Buradan bize ekmek çıkmaz abi. Manav bulmamız lazım, marketten meyve sebze alınmaz. Bunu alıp çıkalım." Kestikleri karpuzu alarak çıktılar, Ataşehir'deki manava gittiler. Manavda karpuz yoktu ama istekleri üzerine bir kamyon karpuz getirildi. İkisi de karpuzlara bakarken Oğuz karpuz seçmenin inceliklerini anlatıyordu. İyi görünenleri kese kese kontrol ederken Ares bir tane karpuz seçip kesti, tertemiz parlak yüzeyine bakarken "Çekirdeksiz." dedi. Eğer çocuk Ares bunu görse karnında karpuz büyümesinden korkmadan bayıla bayıla yerdi. Tek bir beyaz çekirdek gördü. "Yani minimal düzeyde." İnce bir dilim keserek tadına baktı, çekirdeksiz olduğundan yiyebildiği için "Bu iyi." dedi. Oğuz ona yaklaşarak kendi çakısıyla kesip yedi, "Bulduk." dedi. "Suyu yerinde, ne tatlı ne tatsız. Çekirdeği de yok. Buna bayılır." Ares kestikleri onlarca karpuza bakarak "Çiftliğe götürsünler bunları." dedi. "Sancar'a söyle, hepsini kontrol etsinler. Buna benzeyenleri toplasınlar, Mira yer. Geri kalanının çaresine bakarız." Oğuz gülerek "Üzümler bi gecede bitti abi, şunları gece vardiyasında bizim çocuklara ver sabahı gördürmezler." dedi. Ares de gülerken başını salladı, "Hepsini kesip yedik." dedi. "Olmaz öyle." "Olur olur." dedi, Oğuz. "Ne yedik sanki. Selma Hanım kesilenleri dilimleyip gonderir, diğerlerine de yarın bakarız. Bu Mira Hanım'a yeter." Ares "Öyle olsun." demekle yetindi. "Keyfinize göre takılın." Karpuzları çiftliğe gönderip alışverişe çıktıklarında Oğuz onu yönlendirmeye başladı. Kraliçesinin giyim tarzına uygun logosuz, desensiz ve kırmızı şeyler almaya özen gösteriyordu ancak ona uygun kıyafet bulmak imkansıza yakındı. Kraliyet terzileri tarafından bizzat üzerine dikilen kıyafetler giyiyordu, İstanbul'da ona uygun bir parça bulabileceğine inanmıyordu. Ares kendi beğendiklerini alıyor, görünüşten ziyade kumaş içeriklerini kontrol ediyordu. Onun için önemli olan Mira'ın yaralarına zarar vermeyecek kumaşlar giymesiydi. "Fazla dar alma." dedi, Ares. "Karnı büyümeye başladı, zaten yakında hiçbiri denk gelmeyecek. Onu sıkacak şeyler alma. Özellikle bileklerini sıkacak kıyafetlerden uzak dur." "Biliyorum abi, dikkat ediyorum." dedi, Oğuz. Ares ona sunulan elbiselere bakınmaya başladı, "Mira Hanım'la çalışmaktan memnun musun?" diye sordu. Oğuz elindeki bluzun içeriğini kontrol ederken gülümsedi, "Memnunum abi." dedi. "Canı sıkıldıkça muhabbet ediyor benimle, arada yanına oturtup dizi izlettiriyor. Meyve yediriyor zorla. Garip huyları var ama iyi kız, seviyorum. Nöbetteyken vakit çabuk geçiyor. Çalışıyormuş gibi hissetmiyorum." Oğuz onunla çalışmak için emekliliğine uzanan primlerini bile sıfırlayabilirdi. Sıfırlamak yetmezdi, prim sayıları eksiye düşebilmeliydi. Yıllar sonra ait olduğu yerde olmaktan memnundu. Ares usulca başını salladı, "İyi." dedi. "Keyfinize göre takılın. Dikkatli olsun, kendine ve bebeğine zarar verecek bir şey yapmasın yeter. Gözünüzü üzerinden ayırmayın. Sancar'ı da uyar, duruma göre davransın. Sizden başkasından duymayayım. Mira hazır olup öğrenene kadar hiçkimse öğrenmeyecek, bilmeyecek." Oğuz ona bakarak "Aman abi, bizden laf çıkmaz." dedi. "Amacını anlıyorum, biz de ona göre hareket ederiz. İçin rahat etsin." Ares uzanıp sırtına iki kez vurdu, "Sana güvenmediğimden değil, sadece uyarıyorum." dedi. "Simay Hanım ve Selma Hanım biliyor sadece. Selma Hanım da yemekleri kontrol ediyor, alerjilerine hassasiyet gösteriyor. Şimdi de siz. Yakın koruma olarak sizi seçti, size güvendi. Ona göre davranın diye söylüyorum." Oğuz ona yaklaşarak "Abi, Kerim?" dediğinde Ares "O da bilmiyor, Oğuz." dedi. "Durumlar neyi nasıl gerektiriyorsa ona göre davranıyorum. Mira biraz daha iyileşsin, o zaman söyleyeceğim. Şimdi hazır değil." Elbiselere döndü yeniden, fazla dekolteli ve kadınsı elbiselerden hoşlanmazken ileride bekleyen çalışana seslendi. Kadın hızlıca yanlarına gelerek "Buyrun Ares Bey." dedi. "Bunlar fazla ağır." dedi, Ares. "Daha sade elbiseler istiyorum. On altı on yedi yaşlarındaki bir kıza uygun olsun. Dekoltesiz olsun. Ve kırmızı. Kırmızı olan her şeyi getirin." Orta yaşlardaki çalışan boş bulunup "Kardeşinize mi bakıyorsunuz?" diye sorduğunda Ares kaşlarını çattı, kadın hemen atılarak "Arya Hanım yeni koleksiyonlardan parçalar ayırtmıştı." dedi. "İsterseniz onları getireyim." Ares "Dediğimi yap, yeterli." diyerek Oğuz'a yöneldi ve ona sunulan kıyafetlere bakınmaya başladı. Uzun ve detaylı bir alışveriş yaptıklarında geriye tek tük şeyler kalmıştı. Oğuz, Ares'i yönlendirerek kraliçesinin zevklerine yönelik şeyler aldırmaya çalışıyordu ancak Ares bunu anlamadığından çoğu zaman kendi beğendiklerimi alıyordu. Ares, Oğuz'u iç giyim mağazına sokmadı, iç giyim ve ev giyim alışverişini kendisi yapmaya başladı. Önce Mira'ya uyacak iç çamaşırlarına bakarken kumaşlarının içeriğine özen göstermişti. Hangisiyle rahat hissedeceğini, bir kadının daha çok neyi tercih edeceğini bilemediğinden her tarzda ürünler aldı. Bol bol gecelik, pijama ve sabahlık aldı, bulduğu güzel kimonoları da seveceğini düşünerek kasaya gönderdi. Kişisel ihtiyacı olabileceği her şeyi kadın çalışanlardan yardım alarak bulup Mira'ya uyacağını, beğeneceğini düşündüğü çeşitlerini alıyordu. Saten tokalar gördü, onun için çeşitli tokalar da aldı. Mira için çeşit çeşit panduf ve terlik alıp tabanlarını kontrol etti, hepsine özel taban yaptırdı. İstanbul'da Mira için bulabildiği bütün eldivenleri aldı. Sevdiği kuyumculara girdi, günlük kullanabileceği altın takılar bakındı. Her kulağında üçer delik vardı, birbiriyle uyumlu küpe kombinasyonları yaptı. Çeşit çeşit güzel kolyeler aldı, takıp takmayacağını bilemese de beğendiği bileklikleri ve saatleri de aldı. Mira için parfüm arayışı başladı, ona hangi kokunun yakışacağını bulmak için çabaladı ama hiçbir koku Mira için değildi. Onun kendisine has, çiçeksi kokusuna yakışacak parfüm üretilmemiş gibiydi. Hiçbir koku zihnindeki Mira'ya uygun değildi, onu anımsatmıyordu. Vanilyanın baskın olduğu kokular bir nebze daha güzeldi ama Mira için fazla ağırdı. Yaşına ve tenine uygun parfüm bulamadı, beğendiklerinden en makul sayılabilecek olanları aldı. Acil ihtiyacı olabilecek kişisel bakım ürünleri alırken mağazalardaki çalışanlardan bol bol yardım aldı. Bir kadının her türlü ihtiyacı olabilecek şeyleri fazla fazla aldı. Pedlerin olduğu yere geldiğinde kaşları çatıldı. Mira hamileyken bunlara ihtiyacı olur muydu, bilemedi. Simay'ı aradı. Simay "Efendim Ares?" diyerek aramayı yanıtladığında Ares nefeslendi, "Mira adet olur mu?" diye sordu. "Alışverişe geldim, ona göre ped alacağım." Simay duraksadı, "Genellikle hamileler adet olmaz." dedi. "Ama adeti devam edenleri duymuştum. Eve geldiğinden beri adet oldu mu?" Ares "Hayır." dedi. "Banyosunda ped vardı, hiç kullanmadı. Bir ay anca oldu ama, henüz emin değilim. Yedek olarak alsam mı?" "Keyfin bilir." dedi, Simay. "Yaşı küçük, muhtemelen düzenli bile değildir. Hamileliğinin hangi süreçte olduğunu bilmiyoruz." "Alayım o zaman." dedi, Ares. "En iyisi hangisi?" Simay'la konuşarak kişisel hijyeni için gerekli olan ihtiyaçlarını da aldı. "Ares." dedi, Simay. "Çatlak kremi yağı falan da al. Karnı büyüdükçe deri esnediği için çatlaklar oluşabilir. Deniz'e sorar en iyilerini öğrenirim. Yaraları da var ya, merhemlerle birlikte çaktırmadan sürebilirsen iyi olur." "Karnında yarası yok." dedi, Ares. "Nemlendirici krem olarak sürdürebilirim belki. Kutusundan anlar ama." Simay basit bir dille "Kutuyu değiştir." dedi. Ares başını sallayarak "Tamamdır, haber bekliyorum." dedi. "Birazdan eczaneye geçerim, oradan da alacaklarım vardı." "Diş bakımı için de alışveriş yap." dedi, Simay. "Özen göstermesi gerekiyor. Hamilelik sürecinde bebek bütün vitaminleri sömürdüğünden en başta dişler çok etkilenir, kolay hasar alır. Diş ağrısı olursa hamilelik sürecinde herhangi bir işlem yaptıramaz, alerjileri yüzünden anestezi yapılamayacağından söz etmiyorum dahi. Normal diş fırçalarından kullanmasın, şarjlılardan al. Diş macunu da fazla kimyasal içermese iyi olur. Onu da sorarım Deniz'e. Aldıklarının içeriğine bakıyorsun değil mi? Temiz içerikli olsunlar." "Bakıyorum." dedi, Ares. "Ama bulmak çok zor. Her şey zehir gibi. Ne ararsan var." "Maalesef öyle." dedi, Simay. "Hamilelik yüzünden saç dökülmesi yaşanabilir, eczaneden onun için de bir şeyler bak. Saç kremi olur, serumu, yağı olur. Ama dikkat et hamileler her maddeyi kullanamıyor, eczanedekilere danış." Ares ağır ağır başını salladı, "Şu an için bir sorun yok." dedi. "Aksine saçları toparladı, ilk geldiğinde daha çok dökülüyordu. Yine de bakarım. Yara izleri kalmasın diye silikon kremler varmış, onlardan alayım diyordum." "İsmini at, araştırayım." dedi, Simay. Ares onunla vedalaşıp telefonu kapattı, kremi bulup Simay'a attı. Mağazadaki alışverişi de bitirerek her şeyi bulabileceği bir eczaneye geçti. Eczanedeki ürünler mağazadakilere göre daha temiz içerikli gibiydi. Simay'dan haber gelene kadar gözüne kestirdiklerini aldı, daha sonra Simay'ın önerdiklerini de aldı. Eve getirilmesi için birkaç mağazayla anlaştığı giyim ürünleri dışındaki her şey arabaları doldurmuştu. Eczane poşetlerininde arabaya yerleştirdi. Hayatı boyunca kendisi için yaptığı alışverişlerin toplamından daha uzun süren alışveriş sona erdiğinde eve dönerken yorgun ya da bıkkın değildi. Yoğun bir günün ardından eve dönmek iyi hissettiriyordu. Çiftliğe giderken sırtında büyüyen yüklerin yerini bagajdaki ve arka koltuktaki kutular, poşetler almıştı. Göğsünden başlayıp bedenine yayılan bir sıcaklık vardı. Yolcu koltuğuna oturan Oğuz'a hitaben "Geri kalanını yarın eve getirirler." dedi. "Önce yıkanıp temizlensinler, Selma Hanım en ufak parçayla dahi ilgilensin. Baedeni hassas, yaralı. Mikrop kapma riskini alamayız. Her şeyi yüksek derecede ütülesinler. Mira odada değilken yerleştirilsin, bir de o karmaşada kalmasın. Odasında kimseyi görmesin. Sonra odasını detaylıca temzilesinler, toz zerresi dahi olmayacak. Perdeleri yıkasınlar, halıları değiştirsinler. Çok toz topluyorlar. Alerjileri tetiklenmesin. Hava temizleyici aldım, muhtemelen ben işteyken gelir. Odasına kurulumunu yaparsınız." "Emrin olur abi." dedi, Oğuz. "Mira Hanım kendi düzenine ve ihtiyaçlarına yönelik bizi bilgilendirdi, ona göre hareket ediyorum." Ares yalın bir dille "Biliyorum." dedi. "Bu yüzden buradasın. Mira bana kendisiyle ilgili fazla bilgi vermiyor, isteklerini ve ihtiyaçlarını söylemekten sakınıyor. Hakkında neler öğrendiğini anlat." Oğuz zihnini düzenleyerek kendi sınırlarını belirledi, "Güvenlikle ilgili dediklerinde sen de vardın abi." dedi. "Onları biliyorsun. Sonra bugünkü tavuktan sonra ek olarak mutfak düzeniyle ilgili de bilgi verdi. Kahvaltısı için yulaf istedi, yulaf lapası seviyormuş. Tavuk meselesine sinirlenip Selma Hanım için de kendisine göre tarifler oluşturdu, ona verdi. Mutfakla ve yemekleriyle ilgili ondan bilgi almanız daha iyi olur." Pekala, bütün gün Ares'e yalan söylese de şu an dedikleri doğruydu. Mira kustuktan sonra ağlarken bu tavuk neden kuru diye Selma Hanım'a çıkışmış, Selma Hanım yeni yemek hazırlamak istediğinde yaşlı gözlerle marinasyon tarifleri yazıp vermişti. Ares başını sallayarak "Selma Hanım'a iletildiyse fazlasına gerek yok." dedi. "Başka?" "Alışverişle ilgili isteklerini iletti abi." dedi. "Onları anlattım. Bir de dizi izlerken meyve yemiştik ya, hangi meyveyi nasıl sevdiğini anlattı. Portakalı bol sulu ve tatlı severmiş, kesinlikle ne çok yumuşak ne de taş gibi sert olmamalıymış. Zarlarını da hiç sevmezmiş, kalın zarlı portakal almayın dedi. Mandalina hiç sevmezmiş. Portakalın bebeği gibi hissettiriyor bebeğini yemek istemiyorum dedi." "Avokadodan bahsetti abi." dedi. Kraliçesi her sabah avakadolu tost yerdi, tostsuz güne başlamazdı. "Tam kıvamında, yeni olgunlaşmış seviyormuş. Çok olgun ya da ham yiyemiyormuş. Sade yemezmiş ama tost içerisinde hindi yumurtasıyla yemeyi çok severmiş. Mangodan nefret ediyor, aldıklarımız arasında mango da vardı hepsini ayıklayıp bana yedirtti. Kokusu bile midesini bulandırırmış. Ananas seviyormuş, onun da iyi temizlenmesini istiyormuş. Dilimlendiğinde kabuğundan izler kalmamalıymış. Hindistan cevizi için de aynı şey geçerli. Sadece onu kurutmadan yiyemiyormuş, hindistan cevizini şekerde kurutulmuş tüketiyormuş. Suyunu içmeyi severmiş. Kavunu da içi sarı değil beyaz severmiş. Tatlı, sulu olsun istermiş. Kabuğu da ne ince ne de kalın olmalıymış. İnce olunca kenarları zedeleniyor, tadı değişiyor; kalın olunca da yarısını yiyebiliyorum dedi. Tatlıdan kastım da şerbet gibi şekerli değil, normal tatlı. Tropik meyvelere bayılırmış. Hususi olarak yabanmersini, ahududu ve böğürtlen istedi. Yulaf lapasında kullanıyormuş. Bir de zencefil istedi. Bazen suyuna kurutulmuş zencefil atıyormuş. Genelde de limonlu, naneli su içiyormuş. Meyve konusunda yemeklerden daha hassasmış. Aklımda tutamazsam diye her şeyi not aldım, sana gönderirim." Bu da bir yalandı ancak artık yalan söylemekte pek zorlanmamaya ve belli etmemeye başlamıştı. Kraliçesinin konforu için her şeyi programlamıştı ve Ares'i onun hayatına göre yönlendirmek zorundaydı. Ares başını salladı, Oğuz aklına gelenle "Ha bir de bir sürü malzeme ve mutfak eşyası istedi." dediğinde Ares onu anlayamadı, kaşları sorgularcasına çatıldı. "Neden?" diye sordu. "Yulaf lapasında çikolata kullanıyormuş ama çikolatayı kendisi yapmalıymış." dedi, Oğuz. "Hazır çikolata yiyemezmiş. Çikolata yapabilmesi için gerekli olanları aldırdım sabah. Keyfi isteyince mutfağa geçip yaparmış." Ares'in kaşları düzeldi. Çikolata, diye geçirdi içinden. Kendisi yapacak kadar çok seviyordu belli ki. Halbuki Valeria çikolataya ağzını süremezdi. Bazı şeyler değişmişti. Çiftliğe ulaşana dek Mira ve huyları haklında konuştular, Ares onların Mira'yı tanıdığından ve buna göre davranacaklarından emin oldu. Eve girdiğinde Mira'yı salondaki koltukta uyurken buldu. Son günlerde onunla pek ilgilenemiyor, sık sık yalnız bırakıyordu. Bu durumun aralarına duvarlar örmesinden endişe ediyordu ve telefonunu açmayışının ardından gördüğü şey aralarına örülen ikinci duvardı. Bu evde kendi kendine uyuyacak kadar güvende hissetmesi oldukca güzel bir gelişmeydi ancak Mira korkularına rağmen onu beklememiş, uyarılarını umursamamıştı. İşlerinin verdiği yoğunluğun, Oğuz ve Sancar'ın da etkisiyle aralarındaki bağı koparmaya başladığını hissediyordu. Kara onun yanına yatmıştı, Mira'yla birbirlerine sarılmış uyuyorlardı. Koltuğun önündeki orta sehpada bulunan tabakta dilimlenmiş karpuzlar vardı. Yarısından çoğunu yemişti ancak geri kalanını bırakmıştı. Cebindeki telefonunu çıkartarak birbirlerine sarılarak uyuyan Mira'yla Kara'yı çekti, sonra belli bir mesafeden Mira'yı ürkütüp uyandırmayacak seviyede "Kara." diye seslendi. Kara kulaklarını dikti, uyanıp direkt ona baktı. Ares'in bir tehdit olmadığını anlayarak yeniden başını Mira'nın başına yaslayıp uyumaya başladığında Ares onlara ilerledi. Kendisini belli ettiğinden Kara bir tepki vermezken koltuk kenarına oturdu. Sol eli uzandı, her geçen gün bukleleri belirginleşen saçlarını boylu boyunca okşamaya başladı. Mira birkaç mırıltıyla daha derin uyumaya başlamıştı. Yüzündeki yaralara bakındı, kurak bir toprak gibi kutuplaşarak birbirinden ayrılan derisi kendisini toparlamaya başlıyordu. Asıl mesele kollarıydı, kolları yer yer su toplamıştı ve yüzü kadar hızlı iyileşmeyecek gibiydi. Geceliği uzun olduğundan bacakları pek zarar görmemişti ama yüzündeki yaraların minimal düzeyine sahipti. Ayaklarının direkt güneş gördüğünden kolları gibiydi. Boynunda ve gerdanında da yer yer büyük yaralar vardı. "Kızıl." diye seslendi, yumuşacık bir dille. "Hadi uyan, akşam yemeği yemelisin." Mira olumsuz bir mırıltı çıkartarak uyumaya devam ettiğinde Ares "Kara." dedi yeniden, Kara istifini bozmadı ve sadece gözlerini araladı. "Kalk." dedi bu kez. "Mira'yı alacağım." Kara hoşnutsuzca homurtular çıkartarak hareketlendi, başını Mira'nın karnına sürttü ve yavaş yavaş koltuktan indi. Yere yattığında Ares ona dikkat ederek Mira'yı nazikçe kucaklamıştı. Çok zayıftı Mira, bedenini her kavradığında kemiklerini hissediyordu. Yine hissetti, başını olabildiğince nazikçe kendisine yasladı. Mira kıpırdandığında "Şhh," diye fısıldadı. "Uyu güzelim, seni yatağına götürüyorum." Mira başını Ares'in omzuna sürterek nefeslendi, derin bir iç çekip uyumaya devam etti. Serumla kremi komodine koydu, banyoya geçti. Ellerini yıkayarak yeniden eldivenlerini giyip Mira'nın yanına döndü, ayakkabılarını ve ceketini çıkartıp telefonunu sessize alarak yanına uzandı. Mira anında ona sokulurken kısık, hafif boğuk sesiyle "Ares." diye sayıklamıştı. "Buradayım." diyerek onu sarmaladı. Sol kolunu başının altından geçirerek elini beline doğru uzattı, sırtına destek verdi. Yorganla üzerini örttü. "Uyu kızıl." Mira sol kolunun üzerine yatarken başını omzuna yaslamıştı. Sağ elini saçlarına uzattı, usul usul okşayarak yatağa yayılmalarını sağladı. Neden? diye sormuştu Pars. Neden yaralarını sarıyorsun, neden saçlarını tarıyorsun diye sormuştu günler evvel. Kollarının arasındaki varlığına tutundu, ateşten saçlarını uzun uzun okşadı. Neden sorusunun iki cevabı vardı, çünkü o Ares'ti. Sarılmayan yaralarını başka bedenlerde görünce sanki kendi yarasını sararmış gibi özenle sarar, iyileştirirdi. Yalnız kaldığı gecelere düşen olursa onu yalnız bırakmazdı. Bazen bir koltukta, bazen bir berjerde, bazen yerde uyurdu, bazense içine yalnızlığın düştüğü bir yatakta. Düşen birini görürse ellerinden tutulup kaldırılmadığı her an için düşenin ellerini tutup kaldırırdı. Bu sorunun ikinci cevabı da Çünkü o Mira'ydı. Kollarının arasında bir zamanlar ona ait kılınan ancak kaybettiği şeyi tutuyordu. O zamanlar Valeria'ydı ismi, koca bir kalede yaşayan minicik bir kraliçeydi. Hiç anlamazdı onun nasıl kraliçe olduğunu, oyuncak bebek gibiydi. İkisi de ortak hisler ve anılar barındıran geçmişlerinden uzaktaydılar. İstanbul'da, Ares'in yalnızlıklarla ve terk edilmişlikle dolu geçmişinin içerisindelerdi. Belki de bundandı, yalnız geceleri onunla doldurması. Bir berjerde ya da yerde olmaktan çekinmezdi ancak elbette ki yatağı en yumuşak sığınak olmuştu onun için. Ayakkabılarını ve ceketini çıkartarak girdiği bu yatakta savaşlardan sıyrılıyordu. Yatağı ısıtan varlığına tutunuyordu, üzerine örttüğü yorgan onun kalkanı oluyordu. Mira'nın yanında bir kahramandı, bir kahraman olarak kalmak için kuşanabildiği bütün soyut silahlara kuşanmak istiyordu. Somutlarsa yalnızca Mira'yı kendi sığınağından dışarı atardı. Uzun zamandır hislerini, düşüncelerini sorgulamaktan kaçınıyordu. Sonra diyordu kendisine. Düşünmek sonra, hissetmek sonra. Önemli olan amaçlarını gerçekleştirmekti ve bu uğurda eğer hissetmeye başlarsa kolunun kanadının kırıkları kanayacaktı. Kazanmalıydı, belki kazanmak eskiden hayati bir öneme sahip değildi ancak artık Mira nefes almaya devam ettikçe kazanmak zorundaydı. Mira kıpırdandı, geriye doğru uzanmaya çalıştı. Ares ona alan açarak uykusunu dağıtmadan sırt üstü yatırdı. Başı hafifçe kendisine dönük bir şekilde uyumaya devam etti, gözleri yüzünde gezindi. Ufak da olsa bir acı belirtisi arıyordu ancak Mira huzurla uyuyordu. Artık acı çekmeden sırt üstü uyuyabilmeye başlamıştı, yaraları çok çabuk iyileşiyordu. Karnına kaydı gözleri, sağ elini Mira'nın karnına yasladı. Eldiveni ve Mira'nın geceliği bizzat temas etmesini engellese de o hafif tümseği hissediyordu. Mira hamile, mesajını okuduğundan bu yana hislerinde ve düşüncelerinde çok fazla değişim yaşanmıştı. Değişmeyen tek şey kollarının arasında yatan kızın Mira olmasıydı. Elinin altındaki canı okşadı, "Merhaba." diye fısıldadı. Onunla konuşmak istedi ama kelimeler birbirine karıştı, zihni karmakarışık oldu. Kendine dahi ağlamayan Ares, Mira ve bebeği için ağlamıştı. Uğruna yalnızca gözyaşı dökülebilen bir bebekle ne konuşabilirdi? Karpuz geldi aklına, "Sanırım bugün karpuza ihtiyacın vardı." dedi. "Sana en güzel karpuzu bulabilmek için çok çabaladım. Umarım beğenmişsindir." Mira olumlu bir mırıltı çıkarttı, Ares'in gözleri ona kaydı. Uykusunda baş sallayarak "Beğendim." diye mırıldandı ve iç çekip uyumaya devam etti. Ares kendisine engel olamadan güldü, Mira'nın karnını okşamaya devam etti. Bunu bebekten bir dönüş olarak saydı ve içtenlikle "Beğenmene sevindim." dedi. Mira hamile, mesajını okuduğundan beri aklında dolanan yüzlerce ihtimal vardı ancak birisi hepsinden daha beterdi. Ya Mira hala o evde olsaydı, ya bebek şu an o evde olsaydı? Yaşayabilir miydi, hiç zannetmiyordu. "Burada, yanımda olduğun için mutluyum." dedi, bütün içtenliğiyle. "Şu an nasılsın bilmiyorum ama lütfen hayatta kalmak için çabala. Çok yakında seninle tanışacağız, o zamana dek varlığın ikimizin sırrı olarak kalacak." Mira yeniden kıpırdandı ama pozisyonunu değiştirmedi, uykusu hiç bölünmeden uyumaya devam etti. Ares derin bir iç çekti, "Hakkında bildiğim tek şey varlığın." dedi. İri parmakları Mira'nın minik bedenini okşarken bebekle temas kurmaya çalışıyordu. "Ve bu bile harika hissettiriyor." dedi, tam tersi duygular barındırsa da. "Bir mucizesin. Beni mucizelere inandırıyorsun. İyi ki varsın, iyi ki bizimlesin." Ortada bir günah ve bir de o günahın sonuçları vardı. Bir günahın sonucu olarak varolan bebeğe günah muamelesi yapamazdı. Mira'nın ellerini iyileştirirken avuçlarına bebeğinin cesedini bırakmak istemiyordu. Bebek hayatta kalmalıydı, büyümeliydi. Bir günah olarak değil, yalnızca bir bebek olarak varolmalıydı. Ares hayatında ilk defa bir günahı sevebileceğini düşünüyordu, o da günahların en masumuydu. "Biliyor musun," diye mırıldandı, gözleri parmaklarını takip ederken. "Hep bir erkek çocuğumun olmasını hayal ettim. Erkek çocuklarını her zaman daha çok sevdim." Parmakları ufak daireler oluşturdu, "Ama hissediyorum." diye devam etti. "Sen çok güzel bir kız olacaksın çünkü annen çok güzel." Göz ucuyla mışıl mışıl uyuyan Mira'ya baktı, gülümsedi. "Ona benzemelisin." dedi. "Çünkü o bu dünyada gördüğüm en güzel kız çocuğuydu. Ondan sonra hiçbir kız çocuğunu sevemedim." Yeniden karnına döndü, gülümsemesi genişledi. "Sana söz veriyorum." dedi, ant içercesine. "Asla yalnız olmayacaksın. Belki de bu dünyada sevebildiğim ikinci kız çocuğu olacaksın. Seni çok seveceğim, elini tutmak için her daim yanında duracağım." Avcunu Mira'nın karnına yasladı. "Şeref sözü." dedi. Mira yeniden kıpırdandı, bu kez huzursuzlandı. Birkaç oflamalayla bedenini hareket ettirirken eli karnına uzandı, Ares'in elinin üzerine yerleşti. Birleşik ellerine baktı, elini çevirerek Mira'nın minik elini kavradı. Parmakları eldivenin üzerinden elini okşarken Mira usul usul duruldu, uyunaya devam etti. Mira'nın elini sıkı sıkı tuttu Ares, "Onun elini tutmak için yanında olacağım ama senin elini asla bırakmayacağım." dedi. "Sen benim varoluş sebebimsin, uğruna yaşayışımsın." "Ares." diye sayıkladı Mira, Ares başını eğerek elinin üzerinden öptü. "Buradayım." dedi, dolu dolu. "Yanındayım, yanıbaşındayım. Elini asla bırakmayacağım. Uyu." Mira huzurla uyumaya devam ederken Ares onu rahatsız etmemek için bir daha konuşmadı. Mira'ın elini karnına yasladı, avcuyla elini örttü. Biraz olsun bebeğini hissetmesini istiyordu. Mira ona sokulduğundaysa minik bedenini kendi bebeğiymişçesine sarmaladı. Yanında olduğunu fısıldadı, saçlarını okşadı.
.
Denizin kıyısında, ufak bir iskelenin üzerindeydim. Ares olmadan ilk kez evden çıkmış, onun beni bulmasını bekliyordum. Kaçmıştım. Kendi adamlarımı kullanarak Ares işteyken evden kusursuz bir planla kaçmıştım. Üzerimde kırmızı bir elbise ve siyah bir deri ceket vardı. Ares'in dün akşam özenle şekillendirip kuruttuğu saçlarım rüzgarda savruluyor, buklelerim birbirinden kopuyordu. Uzaktan gelen arabanın sesini duydum, iskelenin girişinde durdu. Kapı hızla açılırken Ares "Mira!" diye bağırmıştı. Evden sabaha karşı kaçmıştım, şu an güneş batmak üzereydi. Ares Aladağ beni çok geç bulabilmişti. Bana şemsiye tutan korumama el işareti verdiğimde geriledi ve şemsiyeyi kapattı. Kısa süre önce dinen sağanak yağmurun ardından tekrar başlayan çiseleyen yağmurun taneleri bedenimde yer bulurken arkama dönerek endişeyle bana bakan adama baktım, iskeleye çıkarak ahşap zemini sallayacak sertlikte yürüdü ve bana yaklaşır yaklaşmaz belimden kavrayarak kendisine çekti. Kollarım boynuna dolanırken sanki içine sokmak istercesine sarılışına karşın gülümsedim. "Sana bir şey oldu sandım." diyerek saçlarımdan öptü, kokumu soluduğunu hissettim. Bu, zannettiğim gibi olmadı ve suçluluk hissiyle kavruldum. Sadece ufak bir eğlence isterken bu denli korkmasını, göğsüme yaslanmış kalbinin bu denli korkuyla çarpmasını hiç istememiştim. Dudakları defalarca kez saçlarımla temas ederken "Çok korkuttun beni." dedi. "Seni buldu sandım, seni benden aldığını zannettim." Şaşkınlığımı bastırmakta zorlanırken ellerimden birini saçlarına daldırmıştım. "Şhhh," diye mırıldandım. "İyiyim. Bir sorun yok. Senin gelmeni bekliyordum." Ares gerileyerek yüzüme anlamsızca baktı, ardından kaşları çatıldı. "Napıyorsun, Mira?" diye sordu, öfkeli sesiyle. Korkusunun bana kavuştuğunda silindiğini ve yerini öfkenin doldurduğunu anlarken sakince "Ben biraz oyunbaz bir kızımdır." dedim. "Acaba beni bulabilir misin diye merak ettim, çok geç kaldın savaş tanrısı. Güneş doğdu, tüm göğü kapladı ve battı. Çok geç geldin, çok geç buldun beni." Ares kaşlarını daha derin çatarken hiddetle "Oyun mu oynuyordun?" diyerek geriledi, bedenimle olan teması kesilirken havada kalan ellerimi indirmiştim. "Dalga mı geçiyorsun Mira?" diye yükseltti sesini, bir adım gerilesem de yüreğimde filizlenen korkuyu bastırdım. "Sabahtan beri neler yaşadım haberin var mı? O piç herif seni buldu, gelip benden aldı sandım. Sana yine dokunacağını düşünürken kafayı yiyordum lan! Oyun mu oynuyordun?" Öfkesini sakinlikle karşılarken arkamı dönerek bekleyen yata ilerledim. "Benimle gel." Yata ilerledim, ancak peşimden gelmedi. Onu görmezden gelerek yanımda ilerleyen korumamın eldivenli elini tuttum ve yata bindim. Ares'ten korkmaya cesaretim yoktu, onunla korkunun yan yana gelmemesi için arkama dönüp kaçmaya razıydım. Yatın girişindeki mutfağa girerek marine ettiğim balıkları cam kutudan çıkartıp fırına koymuştum. Dakikalar geçti, Ares yata bindiğinde beni aramış ve mutfağa girmişti. Uysalca "Akşam yemeğimizi hazırlıyorum." dedim. "Her sabah ve her akşam deniz kenarında yemek yerim ben, iştahımı açar. Evde pek yiyesim gelmiyordu. Güzel bir yemek yiyelim dedim." Gözleri fırına kaydı, yaklaşıp camın ardındaki balıklara baktı. "Balık mı yapıyorsun?" "Evet." diyerek gülümsedim. Kutulardaki mezeleri cam tabaklara aktarıyordum. "En sevdiğim yemek balıktır. Çiftlikte hiç balık yapmıyorlar." Ares gözlerini bana çevirerek "Mezeler nereden çıktı?" diye sordu. "Seni beklerken yaptım." diyerek tabakları ufak tezgaha dizdim. Yıkadığım pirinçlerden pilav yapmak için bir tencere aldığımda Ares "Amacın ne Mira?" diye sormuştu. "Günlerdir garipsin, tek derdin korumalar ve köpekler. Birden bire değiştin, maske taktın yüzüne. Bugün evden kaçtın şimdi karşımda yemek hazırlıyorsun. N'apıyorsun kızım sen?" Yeniden öfkelenmesiyle ona kısa bir bakış attım. "Babamın yolundan gidiyorum." diyerek tencereye sıvıyağ döktüm. "Benim babam kaptandır. Ne zaman seferden gelse elinde en sevdiğim balıklar olurdu. O balık pişirirdi, Barlas meze hazırlardı. Pilavı çok severim, Kağan'a da pilav yaptırırdık. Babam, Barlas, ben, Kağan, bazen de Can. Hep birlikte otururduk yata, mükemmel bir sofra kurardık. Yanında da rakı. Tabi, çocukken içirtmezdi bana Barlas. Hatta onlarla aynı masada hiç rakı içmedim. Bazen babamla gizlice içerdik, bazen Kağan'la barda içerdik. Can zaten içince sapıtır, onunla hayatta içmezdim." Şehriyeleri kavurmaya başladığımda Ares bunları neden anlattığımı anlayamazken konuşmaya devam ettim. "Babam, ölen eşini ve çocuklarını o sofrada yad ederdi. Unuturdu demiyorum, onun hafızası bendim ve beni asla bırakmazdı. Barlas şehit babasını, şehit annesini ve ölen kız kardeşini o masada unuturdu, Kağan annesini ve sevgilisini unuturdu, onu hayatından silmiş kız kardeşini unuturdu. Can ölen babasını unuturdu, ölen annesini unuturdu. Anlayacağın kimsesizliklerinin buluşturduğu herkes bir masada kimsesizliğini unuturdu." "Sen neyi unuturdun?" diye sorduğunda yutkundum, "Hiçbir şeyi." dedim. "Sevdiklerimi kaybettim ama hiçbir zaman onları unutmadım. En görünür yerde, gökyüzünde sakladım. Kimsesizliğimi unutmak istemedim." Gözlerimi ona çevirerek "Bu yemek senin için." demiştim. "İlk kez birisine ellerimle sofra hazırlıyorum, kıymetimi bilmelisin. Bunun ne kadar özel bir muamele olduğunu anlayamazsın." "Eski sevgilimi mi unutturacaksın?" diye sorduğunda gözlerine baktım. "Bilmiyorum." dedim, dürüstçe. "Unutup unutmamak sana bağlı. Ben sadece sana kendi yolumu açıyorum. Belki unutmazsın ama anlatmak istersin. Eğer anlatırsan dinlerim, yargılamadan dinlerim. Belki de hiçbir işe yaramaz, sadece akşam yemeği yemiş oluruz." Pirinçleri dökerek iyice karıştırmaya başladığımda Ares nefeslendi, öfkesini dindirmeye çalışırken "Peki bu aksiyona gerek var mıydı?" diye sordu. "Evden kaçarak ne yapmaya çalışıyordun? Yata gidelim, denize açılalım desen seni getirmeyecek miydim?" Omuz silkerek "Bilmem ki." dedim. "Buna alışsan iyi olur Aladağ. Ben kaçarım, hep kaçarım. Zaten eğer kaçmasaydım ne o gece Kenan beni yakalayabilirdi ne de sen beni bulabilirdin. Hapsedildiğim her yerden kaçarım." Ares ona taş attığımı farkederek hayretle dolu sesiyle "Seni hapsetmedim Mira." dediğinde ona alayla baktım. "Öyle mi dersin, Ares? Kendini çok mu zeki zannediyorsun?" Gülümsemem soldu. "Pars da sen de beni günlerdir oyalıyorsunuz. Sizinle konuşmamızın üzerinden bir hafta geçti ve defalarca kez görüştünüz. Bana savaşına dahil olacağımı söylediğinde sana inanmıştım çünkü sana güveniyordum. Bekledim, bekledim." Tencereye ılık suyu döktüm. Çıkan sesler dindiğinde köklenmeye başlayan bir öfkeyle "Ama sen beni kandırabileceğini zannettin." demiştim. Öfkemin kaynağı neydi bilemiyordum, Ares'in beni kendi meselelerinden uzak tutmak istediğini en başından beri biliyordum. "Sorun değil, hiç sorun değil. Ben zaten o savaşa gireceğim. Seninle ya da sensiz, hiç farketmez. Hala farkında değilsin, eğer ben yoksam öyle bir yenilgi alacaksın ki Kenan seni silecek. Seni yok ettiğinde ne olacağını zannediyorsun? Beni bulacak, alacak. Ben yine aynı kabusu yaşacağım, o cehennemde yanacağım." Alayla güldüm. "Buna asla izin vermem. İlki benim bedelimdi, ikincisi ölümüm olur. Kendi yeminlerimi dahi çiğnerim. Gerekirse boynumu bükerim ama bana bir daha dokunmasına izin vermem. Ha, eğer dokunursa anca cesedime dokunur." Ares kaşlarını çatarak keskin, sert diliyle "Sana bir daha asla dokunamayacak. Ne dirine ne ölüne. Dirini de ölünü de benden alamaz." dedi. "Ve yalan söylemedim, Mira. Seni kandırmıyorum. Pars'la tek işimiz Kenan değil. Her şeyden öte o benim arkadaşım, sadece Kenan'la ilgili görüşmüyoruz. Henüz bir savaş yok, bu nedenle dahil değilsin. Olmayan bir savaşta nasıl savaşacaksın?" Göz ucuyla ona bakarak pilavın kapağını kapattım ve ateşi kıstım. Pilav pişerken mutfak dolaplarını kurcalamaya başlamıştım. İkimiz için servis malzemeleri ayarlayarak tabakları, bardakları, çatal kaşık ve bıçakları kenarıya ayırdım. Ares sessizliğimi izleyerek en sonunda "Burada olman tehlikeli." dedi. "Güvenlik zayıf, bunca saat bulunabilirdin. Neden kendini riske atıyorsun?" "Kendimi riske atmıyorum." dedim sakince ve eteğimi sıyırarak Ares'e bacağımı gösterdim. Ares anlamayarak bacağıma baktığı an gördüğü silahlar ve bıçaklarla afallamıştı. Diğer bacağım da aynıydı ancak o sadece sol bacağımı görüyordu. Eteğimi serbest bırakarak deri ceketimi iki yana açtım, içindeki farklı boyutlu ceplere yerleştirilen silahımı ve bıçaklarımı gösterdim. "Merak etme, savaş tanrısı. Elbet kendimi korurum. Bir katliam yapar denizi kızıla boyardım yine de buradan ayrılmazdım." Ares'e sırtımı dönerek güvereteye çıktım. Masayı hazırlamak için aklıma bir plan kurarak mutfağa dönmüş, servisleri taşımaya başlamıştım. Ares yardım etmek istese de ona izin vermedim, ilk kez tek başıma sofra kurmak istiyordum. Bir kraliçe olmaktan çok uzaktaydım, yapmama asla izin verilmeyecek şeyleri gerçekleştirmek için fırsatım vardı. Bir unutma yemeği değil, teşekkür yemeği hazırlamak istemiştim. Yemeğin sonuna dek Ares'in haberi olmayacak olsa da bu benim teşekkür yemeğimdi, iyileşen ve iyileşmeye devam eden yaralarımın teşekkürüydü. Sarıp sarmaladığı ruhumun teşekkürüydü. Basit bir teşekkürdü ama ben hiç teşekkür etmezdim, ona öpmek dışında nasıl teşekkür edebileceğimi bilmiyordum. Yemek sofrası protokolde temel bir prosedürdü, söz konusu devlet olmasa da o devletin temsilcisinin yaralarıydı. Yemek sofrası bir teşekkür olabilmeliydi. Servisleri açarak her şeyi hazırladım, karşılıklı oturmamızı sağladım. Bilerek planladığım için yağmur bitmiş, rüzgar bu saatlerde dinmeye başlamıştı ve geldiğimde dalgalı olan deniz şu an çarşaf gibiydi. Belirmeye başlayan yıldızlara kısa bir an baktım, gülümsedim. Adım sesleri gelirken güverteye çıkan Ares'e "Otur lütfen." demiştim. "Balıklar pişer pişmez yiyeceğiz. Gün boyu marine ettim, çabuk pişerler." Ares karşılıklı sandalyelerden birisine oturduğunda mutfağa girdim ve vazodaki beyaz güllerin suyunu döktüm. Saraydaki gül vazoların hepsinin içinde buz olurdu, çok fazla vazo devirdiğimden yerlere saçılan buzlarla karşılaşıyordum. Bir bildikleri vardır diyerek vazoya koyduğum ve eriyen buzları tazeleyerek yeniden su doldurup masaya götürdüğümde Ares güllere baktı, alayla "Mum da getirecek misin?" diye sordu. "Rakı sofrasından ziyade romantik bir masa olmaya başladı." "Benim oturduğum her sofrada gül olur." diyerek kenarıya gülleri koydum. "Beyaz güller olur. Rakı sofrasında da olur, tek başıma yediğim akşam yemeklerimde de. Çay saaetlerimde de. Eğer o sofrada gül olmazsa, evi yerle bir ederim. Bu yüzden yemekten önce güllerim yerlerini alır." Dediklerim ilgisini çekti, benimle ilgili yeni bir bilgi edindiğinden memnundu ama gözlerinde farklı bir ifade belirdi. "Çiftlikte neden bunu söylemedin?" diye sordu. Sanki aklı almıyormuş gibiydi. Sanki oturduğumuz sofralar benimdi, beyaz gül olmalıydı. Sanki o ev benimdi, sofrada beyaz gül yoksa yerle bir etmeliydim. Çiftlik benim evim olabilecek kadar tanıdık, içinde Ares yokken huzur bulamadığım kadar da yabancıydı. "Orası senin evin, Aladağ." dedim. İçten içe o çiftliğin evim olmasını isterdim, bana ait hiçbir evde bulamadığım huzuru veriyordu. Ama benim değildi, olamazdı. "Benim değil. Her evin kendi kuralları vardır, ben sadece senin evinin kurallarına uydum." Verdiğim yanıtlar hoşuna gitmedi, etrafına bakındı ve yeşilleriyle güllerimi işaret ederek "Peki yatın ne farkı var?" diye sordu. Meraksızdı, ev benim evim değilse de yat benimmiş gibi sofraya gül koymam fazla normal gelmişti. Bir yanıt beklemiyordu. "Fark, sofrayı Selda Hanım'ın ya da senin değil benim kurmam." diyerek ona beklemediği yanıtı verdim "Hayatımda ilk kez ve muhtemelen son kez sofra kuruyorum, lütfen detayları görmezden gel." Eksikliklerimi ve fazlalıklarımı konu dışı ettim. "Hem, romantik bir masa ne alaka? Saray terbiyesiyle büyüdüm ben. Masam şamdanlarla dolu olurdu. Elbette mum koyacağım." Ares içtenlikle gülerken hafif alaycı bir ifadeyle "Gül var, şamdan gelecek, gül yaprakları da olacak mı?" diye sordu. "Bu kesinlikle rakı sofrası değil, şarap sofrası kızıl." Şarap mı? Ne bir şarap sofrasında ne de romantik bir sofrada hiç bulunmamıştım. Ares böyle diyorsa bir bildiği vardı ancak bildikleri ve geri kalan insanların oluşturduğu düzen umurumda sayılmazdı. "Şaraba bayılırım!" diye şakıdım. Yalan değildi ancak şimdiye kadar yalnızca kraliyetin protokol yemeklerinde tek kadehten fazla içmezdim. O mayalı, buruk tadını severdim ama tek kadeh dahi hafiften başımı döndürüp beni sarsıyordu. Kolayca sarhoş olacağımın bilincinde olduğumdan tadımlık doldurulan şarabımı dahi bitirmekten çekinirdim. "Hem, kim belirliyor sofra ayrımlarını? İster şarap içeriz ister rakı. Kime ne?" Kaşlarım çatıldı, işaret parmağımı ona doğrulttum. "Benim sofram bu, biraz daha laf edersen seni denize atarım." Ares arkamdan gülerken mutfağa girdim ve hazırladığım mezeleri taşımaya başladım, mutfağa birkaç gel gitle hepsini masaya yerleştirdim. Ares dikkatle mezeleri incelerken etkilenmiş gibi "Tüm dünya mutfaklarından esintiler var." dedi. "Denemediklerim de var hatta. Merak ettim." Çatalı kavrayarak mezeye uzandığında aniden eline vurdum. "Sakın. Sofra tamamen kurulmadan tırtıklanmaz öyle." Kendimi bir an Madam gibi hissetsem de hemen sildim o dürtüyü. Dilimden dökülen tırtıklama kelimesini nereden duyduğumu dahi bilmiyordum. Bilinçsizce anlamını zihnimde korumuştum. Ares ona vurmamla afalladı, sinirle "Annem mi oldun Mira?" diye sorarak sabırsızca arkasına yaslandı. "Kahvaltı bile etmedim seni arayacağım diye, açım. Ne olurdu şu balığı fırına erken koysan?" Hayretle yüzüne bakarken "Müneccim miyim ben?" diye sordum. "Kahin miyim? Beni ne zaman bulacağını nereden bilebilirim?" Ares yeniden nefeslenerek etrafa bakındı, "Aç kalamıyorum ben." dedi, sinirli sesiyle. "Tepem atıyor." Yeniden bana bakarak adeta yavru köpek bakışları attı. "N'olur mezelerden yesem? Ekmeğe sürüp yerim, bir şey olmaz. Düzeltirim sonra yediğim de belli olmaz. Bu yolun sonu yeni gelin sunumu artık, tatlı gelinler grubunda fotoğraf paylaşmayacaksan eminim yememin hiçbir önemi olmaz." Kıkırdarken dediklerine anlam veremesem de dayanamayarak "Aman." dedim. "Ye. Kıyamadım. Sırf benim yüzümden aç kaldın diye izin veriyorum bak." Ona verdiğim tavizler kaf dağına uzanırdı, verdiğim yeni tavizi de eklememek için kıvırıyordum ancak pek umurunda olduğu söylenemezdi. Ares sırıtarak sabırsızca dilimlenmiş ekmekten aldı, böldü. Bıçak yerine çatalıyla mezeden akarak ekmeğe sürdüğünde başımı iki yana sallamıştım. "Türk erkeklerinde bıçak kullanmamak ırksal bir özellik sanırım. Çatalla yenmez ki o, bıçakla almalısın. Gerçi bunca yıl Barlas's öğretemedim sen hayatta öyle yemezsin." İştahla ekmeğini yerken çocuk gibi omuz silkti. Ares'in iştahlı iştahlı yemesiyle ağzım sulanırken ben de ekmekten aldım, kendi bıçağımla en sevdiğim mezeden sürdüm. Onu yemeye başladığımda Ares gülmüştü. "Sen de yemek yemedin, değil mi?" diye sordu. "Zaten ben bile zorla yediriyorum. Gün boyu aç bıraktın kendini." Omuz silkerek "Yiyesim yok. Son zamanlarda içimde iştah bulamıyorum. Adeta her sabah bavulunu toplayıp alıp başını gidiyor, dönüp dönmediği meçhul." dedim. "Ama evet, acıkmışım." Ayak üstü mezelerden yiyerek mutfağa geri dönüp pilavı ve balıkları kontrol etmiştim. Halatları çözdükten sonra iki yanı açık kaptan köşküne girerek yatı hareket ettirdiğimde Ares "Mira!" diye seslendi. "Sakin ol." diye bağırdım. "Seni kaçırıyorum sadece." Ares merdivenleri çıkarken dümeni çevirmiştim. İskeleden ayrıldığımızda Ares "Denize neden açılıyoruz?" diye sordu. "Koruma yok yanımızda. Bir sorun olsa silahım da arabada kaldı." Gözlerimi denizden ayırmazken eteğimi sıyırarak bacağımdaki silahı banttan çıkartıp Ares'e fırlattım, havada yakaladı. "Sağ ol." Ceketini sıyırarak silahı beline yerleştirdiğinde eteğimi düzeltmiştim. Yanıma gelerek "Nasıl öğrendin yat kullanmayı?" diye sordu. "Kim öğretti?" Sakinliğime rağmen içten içe gururlu çıkan dilimle "Babam." dedim. "Benim babam kaptan. Çocukken evden kaçar onun yanına giderdim. Bizi bulamasınlar diye denize açılırdık. Bir keresinde denize düştüm, boğuluyordum. Bana yüzmeyi öğretti." Usulca nefeslendim. "Sonra sarhoş olmuştu, eve geri dönemedik ve ben ceza aldım. Yanına gitmek istedim, gidemedim. Gemileri kullanmayı öğretti. Ne zaman istersem ona gidebilmek için, mutlu olduğum anlar uğruna cezalandırılmamam için. Yanımda o olsa da olmasa da kullanmamı istedi." "Baba konusunda kafam karıştı." dedi. "Sanki iki farklı kişiden bahsediyorsun." Kuruyan dudaklarımı ıslatarak "İki babam var benim." dedim. "Biri bana baba olan bir yabancı, diğeri bana baba olmayan ve kendi kanımdan olan bir canavar." Bu ayrım bile Ares'in aklındaki karmaşaları çözmüştü ancak doğru iplerin ucunu yakalayamadı. "Annen tekrar mı evlendi?" diye sorduğunda başımı iki yana salladım. "Kendi babamı kendim buldum. Baktım babamın bana baba olacağı yok, vaftiz babam da meydanda yok ben de kendime bir baba buldum. Kaptan benim babam." Gururla konuştuğumda Ares buruk bir ifadeyle gülümsemişti. "Vaftiz baban da mı var?" Başımı iki yana sallarken "Annem rica etmiş." dedim. " Hem vaftiz annem de vaftiz babam belirlenmiş. Kendi annemle babama bir şey olduğu taktirde bana sahip çıkmaları için." "Vaftiz annen kim?" Babamı sormadı, neden sormadı bilmiyordum ama muhtemelen onun da ayrı bir yara olduğunu farketti. İyi ki sormadı. Buna nasıl cevap vereceğimi bilemiyordum. Yanaklarımın içini ısırarak "Victoria." dedim. "Annemin en yakın arkadaşı. Tabi bir de İsabel var, o bir arkadaştan ziyade annemin kardeşi sayılırdı. Victoria'dan da annemden de daha çok anne oldu bana." "Onlar nerede şimdi?" diye sorduğunda "Victoria İngiltere'de." diye yanıt verdim. "Amerika'da, Avrupa'da. Asya'da, Afrika'da. Her yerde." Ares "Dünyayı mı geziyor?" diye sorduğunda gülümsedim, aradığım şeyi bana sunmasıyla "Tam olarak dünyayı geziyor." dedim. "Victoria yeni yerler görmeyi, gezmeyi sever. Biraz da çapkındır, gittiği her yerde bir sevgilisi olur. İz bırakmayı sever, iz bırakamayacağı topraklara ayak basmaz." Ares hafifçe gülümserken "Ona çekmemişsin anlaşılan." dediğinde kıkırdayarak "Barlas çok kıskançtır." dedim. "Yanımda hiçkimseyi görmek istemez. Kağan'a olan sevgimi dahi gizlemiştim ondan. Barlas'tan gizlediğim ilk ve tek şey de buydu. Tabi, muhtemelen o anlamıştır ama bana bildiğini hiç belli etmedi." Denizde oldukça ilerlediğimizde yatı durdurdum. "İsabel de evimde," dedim. "Neden kız kardeşi gibi olan İsabel yerine Victoria'yı seçmiş?" diye sordu. Bunu neden merak ettiğini anlayamadım, ona baktım. "Çünkü İsabel bana anne olamazdı." dedim. "Beni koruyamazdı. Victoria'nın sahip olduklarına sahip değildi." Bir arkadaşın kardeş sayılana tercih edilmesini anlamıyor olacak ki "Victoria nerelere sahipti?" diye sordu. Onun kardeş saydığı çok insan vardı, can bağına takıntılı ve aksini kabul etmiyor gibiydi. "Dünyaya sahipti." dediğimde Ares'in kaşları havalandı, beni anlayamadı. "Bütün dünya onun ellerinde oyuncaktı. Eğer bir kukla yarattıysan onu en iyi koruyacak kişi kuklacıdır, annem de beni tanıdığı en güvenilir kuklacıya emanet etti. Onun oyuncağı olmayacağımı biliyordu." Bu kez kaşları çatıldı. "Sana kukla olduğunu düşündüren şey nedir?" Yalın bir dille "Nefes alıyor olmam." dedim. "Kalbimim atıyor olması." Yaşıyor olmam bir kukla olduğumun en büyük kanıtıydı. Beni öldürme fırsatı varken hayatta bırakan herkesin amacı ortaktı, iplerimi ele geçirip kendi ellerine bağlamak istiyorlardı. Ancak kuklaların ipleri olurdu, ancak kuklalar kontrol edilebilirdi. İplerim kimin ellerindeydi bilmiyordum ancak kuklacı henüz iplerimi kavramamıştı, o ama dek yeni dünyamda yaşamak istiyordum. Daha fazla konuşmak istemediğimden mutfağa indim. Ares peşimden gelirken balığı kontrol ettim. Piştiğini görerek yemek servisi yaptığımda Ares de rakıları doldurdu, benim bardağımın yarısından daha fazlasına su koyduğunu farkederken gözlerimi devirdim. Demek bu yüzden rakı şişesini benden kapmıştı. Kadehi alarak kafama diktim, büyük yudumlarla suya damlatılmış rakıyı içerek masaya sertçe bıraktım. "Doğru düzgün koy, Aladağ. Su içmeyeceğim." Tek kadeh bile sayılmayacak şarap zihnimi bulandırırken bir şişe rakı etki etmezdi. İçkiye karşı garip bir dengem vardı, kederin tacı olan rakı herkesin acılarını uyuştururken benim zihnimi berraklaştırıyordu. Acılarım zihnimin sahnelerinde yer alıyor, art arda perde açıyorlardı. Ares kaşlarını çatarak tahammülsüzce "Bunu bile içmemen lazım." dedi. Aklı almıyormuş gibi kınarcasına çıkışmaya başladı. "Sendeki bu içki sigara aşkı ne? Hiç düzgün alışkanlıkların yok. Nerenin hanımefendiliği bu? Hangi sarayın terbiyesi? İçtin işte rakını." Şişeyi uzaklaştırdı. "Su iç artık. Küçük bir çocuğa alkol vererek suç işlemeyeceğim, hapse girmek için çok merhametliyim. Sana kıyabilsem o rakıyı koklamana dahi izin vermem!" Sabırla nefeslenirken "Ares!" diye bağırmıştım. "Annem babam mısın sen benim? Karışma ya. Ver şunu." Uzanarak elindeki şişeyi almaya çalıştım, "Küçüksün daha!" diyerek kızdı bana. "Kola varsa kola iç." Diz kapağına tekme attığımda Ares duraksarken zıplayıp havaya kaldırdığı şişeyi alarak geriledim. Beni kolayca alt edebilirdi ama buna kalkışmadı dahi, ona saldırdığım an karşı çıkmak yerine izin vermedi. "Otur yerine. Ben sofra kurdum yemek yeriz dedim bozuyorsun her şeyi. Küserim bak, yatı da çalıştırmam burada kalırız." Ares çatık kaşlarının altından bana bakmaya devam ederken üzgünce "İlk kez sofra kurdum." dedim. "Hevesliydim sen söndürüyorsun hevesimi. Bebek değilim ya ben. Uyuşturucu deneği olmuş insanım rakıyı mı saklıyorsun?" Küskünce sandalyeme oturduğumda Ares'in sert yüz ifadesi dağıldı, yanıma gelerek eğilip başımdan öptü. "Özür dilerim, söz hiçbir sorun çıkartmayacağım. Ne kadar içmek istiyorsan iç, keyifli bir yemek yiyelim. Küsme bana." Balığıma sabitli gözlerimi ona çevirmedim, Ares biraz daha eğilerek yüzünü yüzümün önüne getirdi. "Affettin, değil mi?" Gözlerimi kaçırdığımda Ares gözlerimi takip edip yeniden ona bakmamı sağlamıştı. "Beni affetmezsen oturmam sofraya, soğur yemeklerimiz." Bana tıpkı benim gibi karşılık verdiğini farkederken omuz silktim. "Soğusun, yemeyiz." Ares bir sofra kurmanın, o sofradaki kullanılıp atılacak bir peçetenin dahi benim için ne denli önemli olduğunu anlayamadı. Kalemin koca yemek salonuna sürüklendim, bir başıma oturduğum o metrelerce uzayan masanın başköşesinde durdum. Her yer altındı, her yerde mumların minik alevleri vardı. Avizeler kocamandı, masaya kadar uzanan koca avize taşlarla kaplıydı ve ışıldıyordu. Metrelerce uzayan o altın renkli masa onlarca çeşit yemekle donatılmıştı. Tek bir kişi için, çocuk için ziyafetler verilirdi ancak o çocuk her şeyi belirli ölçüde ve sayıda yiyebilirdi. Her yeri donatmış, dünyanın en değerli vazolarını dolduran beyaz güllerimin kokusu yemek kokularını bastırırdı. Altın çatal kaşıklar, ellerimde zorla dururdu. Sevgisiz yemekler yerdim ama karnım hiç doymazdı. Annemin yemeklerini isterdim, her akşam yemeğinde sofraya bakar ve annemin yemeklerini arardım. Tek başıma yemek yediğim akşamlar yediğim her lokma bir taş gibi otururdu yüreğime. Bugün, sevgiyle bir sofra kurmuştum. Neye sevgi duyuyordum bilmiyorum ama yemekleri yaparken yüreğimde sevginin kabardığını biliyordum. İlk kez yiyebileceğim bir yemek yapmış, sevgisiz sofralarımın yarasını kapatacak bir sofra kurmuştum. Ares beni bilmese de anlar demiştim, belki cennet bahçemde sardığı yaralarıma ben de yardım eder ve birini sarabilirim demiştim. Aptallıktı. Annem yokken yabancı bir adamla karnımı sevgiyle doyurabileceğimi zannetmem aptallıktan başka bir şey değildi. Sadece sofralarda ailem olurdu, yalnızlığımı o yemek salonlarının kapısının ardında bırakırdım. Bugün sofraya bir adamla oturuyor olsam da bir daha asla ailemle birlikte olamayacaktım. Yüzlerce kişinin oturduğu masalarda dahi yalnızlığımla doyacaktım. "Boşversene," derken hissizdim. "Aptallıktı." Ares'in kaşları çatılırken sandalyemi geriye çektim, "İzninle," diyerek masadan kalktım. Ares yürümeme fırsat vermeden kolumdan kavrarken rakı şişesini masaya koydum ve elini sertçe ittim. Uyguladığim güç bileklerimi acıtırken "İçmiyorum, rahat olabilirsin." dedim. "Karaya geri dönelim, eve gitmek istiyorum." Sert adımlarla dümen başına geçtiğimde Ares peşimden gelirken "Tamam, özür dilerim." dedi yeniden. "Gel, yemeğimizi yiyelim. Çok güzel yemekler yaptın, yemeyecek misin?" Yatı yeniden çalıştırırken ifadesizliğimin maskesini takmadım, ifadesizliğime büründüm. "Vazgeçtim." dedim. "Mutfağa girmem dahi saçmalıktı. Bunu ben yapmamalıyım, benim yerime yapacak insanlar var. Sofra kurmak yakışmaz bana, sadece kendimi lekelemeye devam ediyorum. Utanç verici bir durum. Kendimden utanmalıyım." Ares bedenimden kavrayarak kendisine çekerken yüzümü uysalca avuçlarının arasına aldı, gözlerime baktı. "Mira, lütfen aşağıya inip yemeğimizi yiyelim. Özür dilerim seni bu kadar zorlamamalıydım, sadece kendine zarar vermeni izlemek istememiştim. Hadi gel, yemek yiyelim. Ne kadar içmek istiyorsan iç. Sadece gülümse, olur mu? Sen gülümsersen ben de gülümserim. Sofraya inelim, birlikte gülümseyelim. Hadi güzelim." İfadesiz gözlerle yeşillerine bakarken "Hayır." dedim. "Ellerini üzerimden çek, iznim olmadan bana dokunma." Geri çekilmek için bir hamle yapmadım, istediğim gibi Ares ellerini yüzümden çekti ve bir adım gerileyerek benden uzaklaştı. "Ne yapabilirim beni affetmen için?" Çaresizliğini yakaladım, şu an içerisinde bulunduğu durumu anlamlandıramıyor ve kurtuluş yolu bulamıyordu. Neye uğradığını şaşırmış gibiydi. Acımasızca "Konu sen değilsin Aladağ." diyerek yeniden koca dümeni kavradım. "Konu benim, hala anlamadın mı bencil bir insan olduğumu? Senin için kendi heveslerimi söndürür müyüm zannediyorsun? Oynuyorum sadece. Tıpkı senin ve Pars'ın dediği gibi küçük bir kız çocuğuyum ben. Hepinizin benim oyunumdasınız, hepinizle oynuyorum." Gözlerine baktım. "Anla artık bunu. Ben ne istersem onu yapıyorsun, şu an bile." Dediklerimi nasıl algıladığını ya da ne düşündüğünü bilmiyordum. Ares az önceki tavrını kaybetmişti, düz bir ses tonuyla "Seni üzdüm." dedi. "Karşılığında beni üzmeye ya da canımı yakmaya çalışıyorsun ama bunu bu yolla yapamayacağını bilmelisin. Seni istemeden üzmüş olmak canımı fazlasıyla yakıyor." Başımı ona çevirerek donuk bakışlarımı gözlerine sabitledim. "Eğer seni üzmek isteseydim karşımda ağlamanı sağlardım Ares. Bu bir intikam değil, karşında gerçek Mira var. Bugüne dek gördüğün kızın sahte olduğunu bile anlamadın. Oynadım, kandın. Bu kadar." Bakışlarımı yatın ışıklarıyla belirli bir noktaya dek aydınlanan karanlık sulara çevirirken hiçbir şekilde gökyüzüne bakmıyordum. Ares beni anlayamazken sessiz kaldı, dikkatle yüzümü incelemeye devam etti. İskeleye geldiğimizde Kerim'in şaşkınca yata baktığını farkederken motoru kapattım ve yatı iskeleye bağladım. Oğuz'un eldivenli elini tutarak yattan inerken Kerim "Bir sorun mu oldu efendim?" diye sormuştu. "Hayır, eve gideceğim." dedim, ifadesiz dilimle. Omzumun üzerinden yattan inen adama baktım. "Yalnız." Başımı çevirerek yürümeye başlarken Oğuz da ağır adımlarla üç adım gerimde ilerliyordu. Ona tahsis edilmiş siyah araca ilerlediğimde hızlıca kilidi açtı ve arka koltuğun kapısını açtı. Elimi tutarak yolcu koltuğuna otururken kapımı kapatmıştı. Arkadan dolanarak sürücü koltuğuna geçti, arabaya bindi. Sessizce emniyet kemerini takıp arabayı çalıştırdığında filmli camların ardında kalan adamlara bakmıştım. Ares bulunduğum arabaya bakarken bir sigara yaktı, gözleri gökyüzüne çevrildi. İstediğim gibi yalnız gideceğimi o an anladım, gelmeyecekti. Gelmemeliydi. Araba harekete geçtiğinde gözlerimi önüme çevirdim. Oğuz "İyi misiniz hanımefendi?" diye sorduğunda dikiz aynasından bana baktığını gördüm. "İyiyim, Oğuz." "Erken döndünüz." diye konuşmaya devam ederken bizi anayola çıkartmıştı. "Yatta bir sorun mu oldu?" "Evet." diyerek ufak bir nefes aldım. "Soframda kim olursa olsun bana yalnız hissettireceğiyle yüzleştim." Oğuz sıkıntıyla nefeslenirken "Anneniz," diye mırıldandı. "Onu mu özlüyorsunuz?" Gözlerim karanlık yola sabitlenirken "Onu her zaman özlüyorum." dedim. "Bunca zaman sonra bile, her an onun bana hissettirebildiklerini hissetmek için çabalıyorum. Olmuyor." "Ares Bey size karşı bir hata mı yaptı?" diye sordu bu kez. Sesindeki şüphe doğrulandığı an Ares'i öldürmek isteyeceğini biliyordum, onların hammadesinde ben vardım. "Hayır, ben hata yaptım." dedim. "Çiftliğe gidelim Oğuz. Yol üzerinde bir tekele ya da markete gir. Viski al bana." Oğuz "Emredersiniz." dediğinde gözlerimi kapatmış ve başımı arkaya yaslamıştım. Saniyeler süren sessizliği yine Oğuz bozdu. Sabahtan bu yana Kerim beni bir an yalnız bırakmadığı için hala konuşamamıştık. "Bunca zaman o evde miydiniz, hanımefendi?" diye sordu. "Barlas Bey hepimize ulaştı, aylarca sizden bir iz aradık. Ares Bey o evden sizinle çıkana dek her yerde sizi arıyorduk. Sizden emir almadan söyleyemedim Barlas Bey'e." "Aferin, Oğuz." diyerek nefeslendim. "Eve çok yakında döneceğim ve döneceğim güne dek Barlas hiçbir şey bilmemeli." "Orada mıydınız efendim?" diye sorduğunda yutkunmuş ve "Evet Oğuz." demiştim. "En başından beri oradaydım. Sakın beni bulamadığın için kendini suçlama." Oğuz sessiz kaldı, emrime rağmen kendisini suçlayacağını biliyordum. Yol üzerinde bir markette durdu, arabadan inerek kapımı açtı. "Markete gelmek ister misiniz hanımefendi?" Sorusuyla birlikte afallarken "Ben hiç markete girmedim." dediğimde gülümsemişti. "Biliyorum." Elini bana uzattı. "İstediğiniz abur cuburlardan da alırız." Tereddütte kalırken bir anda elini kavradım, arabadan indim. Oğuz'un beni arabada yalnız bırakmamak için bunu teklif ettiğini bilsem de görmezden gelmiştim. Kapıyı kapattı ve arabayı kilitledi. Önünde yürümek yerine koluna girerken "Burada sadece Mira'yım." demiştim. "Önünde olmama gerek yok. Ya abur cuburlarda alerjim olan bir şeyler varsa? Nasıl alacağız?" Oğuz "Alerji ilaçlarınızın hepsi yanımda." dedi. "Ne isterseniz yiyebilirsiniz." İstemsizce gülümserken sensörlü cam kapı bizi algılayarak iki yana açılmıştı. Markete girdiğimizde Oğuz bir sepet aldı, elinde tuttu. Neye benzediğinden dahi haberimin olmadığı markete bakınırken kendimi zaman yolculuğu yapmış gibi hissetmiştim. Oldukça büyük bir yerdi, her şey vardı. Ev eşyaları bile. Kendi hayatımın ötesinde bir dünya gibiydi. Taştan evler yoktu, altın ve ahşap eşyalar yoktu. Hiçbir şey antika değildi. Başımı kaldırarak Oğuz'a bakarken "Biraz gezebilir miyiz?" diye sorduğumda başını salladı. "Elbette gezebiliriz. Sadece Mira olabilirsiniz efendim ama hala benim komutanımsınız. Lütfen, benden izin almayın. Ne yapmak istiyorsanız onu yapalım." Yutkunarak kuruyan dudaklarımı ıslattım, etrafa bakınmaya devam ettim. İnsanlar vardı, bazılarında sepet bazılarında market arabaları vardı. Yalnız insanlar vardı, aileler vardı, çocuklar vardı. Ellerinde oyuncaklar ve çikolatalar olan çocuklar vardı. Markette özgürce gezen ve istediklerini alabilen çocuklar vardı. Yeniden yutkunurken Oğuz'la birlikte marketi gezmeye başladığımda mutfak eşyalarını, ev eşyalarını, elektronik cihazları geçmiştik. Kişisel bakım reyonuna geldiğimizde kolundan çıkarak dikkatle bakındım, eski hayatımda kullandıklarıma benzeyen şeylerden almaya başladım. Ares benim için fazlasıyla detaylı bir alışveriş yapsa da kendi rutinime göre eksiklikleri vardı. İhtiyacım olan bakım malzemelerini sepete atarken "Bunları size tanımladığımız karttan geçme." demiştim. "Takip ediliyor, ya senin kişisel harcalamaların için kullandığını zannederler ya da benimle olduğunu anlarlar. Her iki durumda da başın belaya girer. Kendine ait hesaptan öde, eve döndüğümde fazlasıyla geri öderim." Oğuz "Lafı bile olmaz, efendim." dedi. "Neye ihtiyacınız varsa alın. Geri ödemenize gerek yok. Zaten fazlasıyla maaş ve ikramiye alıyorum." Omuz silkerek "Olsun." dedim ve gözüme kestirdiğim bir diğer şeylerden almaya başladım. Saç ve cilt bakımım için her şeyi alırken Oğuz "Bunları kullanabilecek misiniz?" diye sormuştu. "Eğer arzu ederseniz kalenin deposundan kendinize ait eşyalardan getirtebilirim." Başımı iki yana sallayarak "Hepsi özel üretim Oğuz." dedim. "Benim ismimle üretiliyorlar. Ares hiçbir şey anlamamalı. Kim olduğumu bilmiyor." Yeni şeyler alarak sepete koyarken "Hem, hayatımda bir kez olsun sıradan bir kadın gibi hissetmek istiyorum." dedim. "Ya da kız, hiç farketmez. Ares inatla benim bir kız çocuğu olduğumu söylüyor, bunun beni aşağılaması gereken de hiç öyle hissetmiyorum aksine benden alınan şeyleri anımsatıyor." Yürümeye başladığımda ve şampuanlara ulaştığımda Oğuz peşimden gelirken "Kız çocuğu olmak zannettiğim kadar kötü hissettirmiyor." dedim. "Sıradan bir kız çocuğu olma fikriyse gözüme çok hoş görünüyor." "Sıradan bir hayat yaşamıyorsunuz, efendim." dedi. "Önceki hayatınıza ve sizi bekleyen hayatınıza kıyasla fazlasıyla sıradan olabilir ancak dünya geneline göre Ares Bey'in kanatları altındaki yaşamınız dahi size lüks sunuyor ve diğer insanlardan ayırıyor." Dediği şeyler hoşuma gitmese de doğru olduğunu biliyordum. Belki de sözlerinin doğruluğu hoşuma gitmiyordu. Şampuanları incelerken kendi saç tipimin ne olduğunu bilmediğimi farketmiştim. Neye göre şampuan alabilirdim ki? Oğuz "Sizin kanınızda var, efendim." diyerek konuşmaya devam etti. "En güçsüz anınızda dahi yüreğinizde milyonlarca insandan daha fazla güç var. Nerede olursanız olun kanınızın getirdikleri sizi karşılayacak ve yüceltecektir." "Bu şampuanları neye göre ayırıyorlar?" diye sorarak Oğuz'a baktım. "Hepsi birbirinden farklı. Neye göre seçim yapacağım?" Oğuz afallarken "Bilmiyorum hanımefendi." dedi. "Ben senelerdir aynı şampuanı kullanırım, ayrımları ve kadın şampuanları hakkında da bir bilgim yok." Sıkıntıyla nefeslenerek rengarenk plastik şişelere baktım. "Kokularını merak ediyorum. Koklamamda bir sakınca olur mu?" "Koklayın, hanımefendi." dedi. "Eğer sorun olursa hepsini satın alırız, evde seçersiniz en beğendiğinizi." Alayla gülümseyerek dikkatimi çekenlerden birini elime aldım, kapağını açarak kokladım. Buram buram hindistan cevizi kokuyordu. "Bunu çok beğendim." diyerek kapağı kapattım ve sepete attım. "Daha önce hiç hindistan cevizi kokusu kullanmamıştım. Madam her daim çiçek kokuları kullanmam gerektiğini söylerdi. Sanırım değişiklik zamanı geldi." Şampuanlara uygun saç kremleri olduğunu farkederek şampuanıma uygun olanı buldum ve onu da sepete attım. Saç yağlarına, kremlerine ve köpüklerine bakarken bir anlık hevesle hepsinden almıştım. Oğuz dolup taşan sepete bakarken gülümsedim. "Ares benim saçlarımı kuruturken şekillendiriyor. Belki bunlar işini kolaylaştırabilir." "Sanırım bir araba almalıydık." dedi. "Ve eminim Ares Bey'e yardımcı olacaklardır." Gezinmeye devam ederken Oğuz bir araba bulmuş ve sepeti içerisine koymuştu. Dikkatimi çeken her şeyi incelerken beğendiklerimi ya da merak ettiklerimi sepete atıyor, gördüğüm her şeyi Oğuz'a soruyordum. Daha önce denemediğim abur cuburların hepsini arabaya atarken marketin kapatılacağına dair anons geçildiğinde afallamıştım. "Ama daha yarısını gezmedik!" diye sitem ettiğimde Oğuz "Eğer isterseniz yarın geliriz." demişti. "Eğer sıradan biri olmasaydınız marketi açık tutabilirdik ancak sıradan insanlar bunu yapamazlar. Kurallara uymaları gerekir." Oğuz'un dediği şeyle gülerken işaret parmağımı hafifçe salladım. "Kesinlikle kurnazsın." Oğuz da gülerken birlikte kasaya ilerlemiştik. Oğuz aldıklarımı kasadan geçirerek ödemeyi yaparken ben merakla ne yaptığını izliyordum. Fişi verdiklerinde kendi elime alarak üzerinde yazanları incelemeye başladım. Oğuz ellerinde poşetlerle yanımda ilerlerken duraksamış ve "Viski almadık!" diyerek ona dönmüştüm. "Viski almak için girmemiş miydik markete?" Oğuz afallarken "Marketi gezerken onu unuttuk efendim." dedi ve kepenkleri yarıya kadar indirilmiş kapıya baktı. "Son müşteri bizdik, kasayı kapattılar." Yeniden bana döndü ve ellerindeki poşetleri hafifçe kaldırdı. "Abur cuburlar viski yerine geçer umarım. Ancak ısrarcıysanız bir tekel bulup alabiliriz." Bileğindeki saate baktı. "Ancak tekellerde alkol satışı saat onda yasaklanıyor, Türkiye bu konuda çok katı kuralları olan bir ülkedir. Tüm tekeller kapanır, kapanmış olmalılar. Kesinlikle açık tekel bulamayız." Başımı uysalca iki yana sallarken "Abur cuburlar yerini doldurur mu bilmem ama beni viskiden daha uzun süre oyalayabilir." dedim. Oğuz'un telefonu çalmaya başlarken arabanın bagajını açarak poşetleri koydu ve bagajı kapattı, cebindeki telefonunu çıkarttı. Aramayı yanıtlayarak kulağına yaslarken "Buyrun Ares Bey." demişti. Ares'in ismini duyarak dikkat kesildiğimde Oğuz onu dinleyerek "Evet efendim henüz çiftliğe geçmedik." dedi. "Mira Hanım markete girmek istedi, şimdi çıktık çiftliğe geçiyoruz. Gittiğimizde size haber veririm." Gözleri bana kayarken "Keyfi yerinde." demişti. "Gayet iyiler." Ares ne dediyse duraksadı, afallayarak "Şu an gülmüyorlar." dedi. "Az evvel gülüyorlardı." Kaşlarım çatılırken Ares'in benim korumama gülüp gülmediğimi sorduğuna inanamıştım. Oğuz sanki Ares'i görüyormuş gibi baş sallayarak "Emriniz olur Ares Bey." dedi ve telefonu kapattı. Merakla "Ne dedi?" diye sorduğumda telefonu cebine koyarak arka koltuğun kapısını açmış ve bana elini uzatmıştı. "Siz yatarken camları kontrol etmem gerektiğini söyledi. Bir de gece lambanız açık, odanın lambası kapalı olacakmış. Yatmadan hemen evvel ilaçlarınızı içmeliymişsiniz." Elini kavrayarak arabaya bindim, Oğuz kapıyı kapattı. Arkadan dolanarak sürücü koltuğuna bindiğinde yeniden elimdeki fişe döndüm. Buruşmuş kağıdı incelerken her türlü bilginin yazdığını farketmiştim. İlk market alışverişime ait olan fişi katlayarak üzerimdeki ceketin cebinde koydum, bunu kesinlikle saklayacaktım. Çiftliğe giriş yaptığımızda giriş kapısındaki korumaları göz ucuyla kontrol etmiştim. Ares'in yanında bıraktığım adamlar yoktu, yani Ares evde değildi. Oğuz poşetlerle peşimden gelirken odama çıktığımızda her şeyi yatağıma döktüm ve ayıklamaya başladım. Oğuz banyoya ait bakım malzemelerini banyoma taşırken abur cuburları kenarıya ayırıyordum. Aldığım kokulu ve kokusuz mumları da bir kenarıya ayırarak geri kalanı kontrol etmeye başladım. Yatağımdan kalkarak odamdaki komodinlerin ve şifonyerin üzerine mumlar yerleştirmiştim. Oğuz çakmağıyla tüm mumlarımı yaktığında gördüğüm alevler beni gülümsetebilmişti. Yatağıma ilerleyerek en ortaya oturdum, "Çekilebilirsin Oğuz." dedim. "Lütfen istediğin bir şeyi al ve öyle git." Oğuz bana karşı itiraz etmemesi gerektiğini bildiğinden koca yatağımı kaplayan atıştırmalıklardan bir paket cips seçti. O odadan çıktığında her şeyin içeriğini kontrol ederek keyifle yemeye başlamıştım. Aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmezken kapım açıldı ve odaya Ares girdi. Baygın bakan yeşilleri odamda gezinirken önce bana bakmış sonra mumlarıma bakınmıştı. Gözleri etrafımdaki paketlerde gezindi ve yatağın ortasında oturan bana baktı. Kapıyı kapatışından dahi bedeninin sallandığını anlarken kısa sürede alkol kokusunu almıştım. Zar zor dönen diliyle "N'apıyorsun?" diye sordu ve sarsak adımlarla yatağa yaklaştı. Ağzımdakini yutarak "Abur cuburları deniyorum." dedim. "Sen neden buradasın?" Ares yatağıma oturarak etrafındaki paketleri eliyle itti, bedenini yatağıma devirdi. Sesli nefes sesini duyarken "Bilmem." demişti. Odamda sızıp kalacağını anladım, yataktaki abur cuburları yeniden poşete koyarak boş paketleri de başka poşete doldurdum. Yatak temizlendiğinde komodindeki sürahimden su doldurmuş, kana kana içmiştim. "Neden sarhoş olacak kadar için?" Bardağımı yeniden doldurdum. Ares halsiz çıkan sesiyle "Sarhoş değilim." dediğinde alayla güldüm. Gözlerini araladı, bana baktı. "Sarhoş değilim, Mira. Sadece çok içtim. O kadar." Gözleri kendiliğinden kapandığında suyumu içtim, bardağı komodine bıraktım. Ona yaklaşarak kedi gibi uysalca yanına iliştim ve başımı yastığa yasladım. Yorgun yüzünü seyrederken burunlarımız arasında neredeyse birkaç santim mesafe olmasını umursamamıştım. "Neden bu kadar çok içtin?" Birkaç saniye sessiz kaldı, anca idrak edebildi. "Yemek yedim." diye fısıldadı, bir sır verircesine. Sanki dediklerini birine duyurmaktan sakınıyordu. "Rakı sofrasında içmek gerekir, gerekeni yaptım." Soframa oturduğunu anlarken elimi kaldırarak yüzüne yerleştirdim. Kırpikleri kıpırdadı ama gözlerini aralamadı. "Sakın bir daha öpme beni." dediğinde kıkırdayarak "Öpmem." dedim. "Özellikle de sarhoş bir adamı öpmem. Her ne kadar o adam benim yatağıma gelmiş olsa da." "Uyuyamıyorum." diye mırıldandı, "Kendi yatağımda uyuyamıyorum. Bu evi hiç sevmiyorum, sen olmasan bir gece dahi kalmam." Çiftliği neden sevmediğini anlayamasam da sorgulamadım, iyice uykuya kapılmak üzere olduğunu bildiğimden iyice alçalttığım sesimle "Burada uyu, Ares." diye fısıldadım. "Yanımda uyu." Parmaklarım kirli model dedikleri kısa sakallarında gezinirken başparmağımla yanağını okşuyordum. Bana yaklaştı, başını eğerken yatakta da biraz kaydı ve başını göğsüme yasladı. Şaşkınca onu seyrederken yorganı zar zor üzerine örttüm. "Göğsümde mi uyuyacaksın?" "En son annemin göğsünde uyumuştum." diye sayıkladı. "Seneler geçti, bir daha o kadar güzel bir uykuya dalmadım. O zamanki kadar güzel rüyalar görmedim." Bir kolu bedenime dolanırken bana iyice sokulmuştu. "Bir kız çocuğusun ama şu an annemin yanındaymış gibi hissediyorum. Sadece onun göğsünde uyumak istiyorum. Onun gibi kokmuyorsun ama olsun." İlgiyle "Nasıl kokardı annen?" diye sorarken parmaklarımı saçlarının arasında gezdirmeye başlamıştım. "Ben nasıl kokuyorum?" diye sorduğumda derin bir nefes alırken kokumu soludu ve "Çiçek gibi." dedi. "Hangisi bilmiyorum ama çiçek gibi." Hafifçe gülümserken "Benim annem de çiçek gibi kokardı." dedim. "Beyaz gül kokardı." "Neden annenin göğsünde uyumak istiyorsun?" diye sordum. Ares Aladağ gözlemlerime göre ailesine pek düşkün bir adam değildi. Annesinin koynunda uyuyacak bir çocuk da değildi, onu tetikleyen şey neydi? Ares biraz kıpırdanarak göğsüme iyice yerleşti, birkaç yorgun nefes alıp verdi. "Canım acıyor." diye sayıkladı. Sesindeki kederle buz kestim, onun canını acıtan şeyi anlayamadım. Ben miydim can acısı? "Canını yakan şey nedir?" Bir müddet sessiz kaldı, zihnimdeki düşünceyi dile dökmek istediğimden "Ben mi yakıyorum canını?" diye sordum. "Hayır." dedi, içim hafifledi. "Canım yanıyor." dedi, acı dolu sesiyle. "Ama kaynağı sen değilsin." Onu üzen şeyi anlayamazken merakla "Kim yakıyor canını?" diye sordum. "Kenan." dedi, kanımın donduğunu hissettim. Kenan, Ares'e saldırıyor olabilirdi. Beni ondan almak için çabalayacağını biliyordum. Ares'e ne yapıyordu? Beni korumanın bedelini nasıl ödetiyordu? Belki de Duru'ydu mesele. Kenan ondan Duru'yu almıştı, Ares de ondan beni. Eli kolu bağlanmıştı, Duru'yu kurtarmak için çabalayamıyordu. "Kenan senin canını yakıyor." dedi, acıyla. "Seni öldürüyor." Duru yoktu acısında, ben vardım. Güçlükle yutkundum, "Kenan artık yok." dedim. "Canımı yakamıyor." "Kabuslarında var." dedi. "Canını yakıyor, sana dokunuyor, seni öldürüyor. İçinde yaşıyor. Seni Kenan'dan aldım, Kenan'ı senden alamıyorum. Alamam." Sıkıntıyla iç geçirdim. Ares'i yıprattığımın farkındaydım ancak bu kadarını beklemiyordum. Buklelerini gizlediği dağılmış saçlarını okşamaya devam ettiğimde hafifçe gülümsediğini gördüm. "Küs değil miydin sen bana?" diye sordu. "Ehliyetsiz bir adama küs değilim." diyerek dudaklarımı yumuşak saçlarına bastırdım, şampuanından kalan mentollü kokuyu soludum. "Sarhoşsun şu an. Yarın ayıldığında her şey aynen devam edecek. Gurursuz değilim, ufak bir ara veriyorum." "Evet sarhoşum." dedi. "Yarın da sarhoş olurum belki. Yarından sonra da sarhoş olmaya devam edebilirim. Sen gidene kadar her gün sarhoş olurum. Bir daha öyle bakma bana, yeter." Hafifçe gülerken alaycı dilimle "Görende bana aşıksın sanacak." dedim. "Hem sarhoş olmaman gerekiyor, unuttun mu bizi bekleyen bir savaş var." Ares omuz silkerek "Sen bana öyle bakma diye içerim." dedi. "Zaten sen öyle bakınca da içtim. Galiba beni alkolik bir adam yapacaksın." Onun içine oturan taşı anlayamadım, "Nasıl baktım sana?" diye sordum. "Yabancı gibi." dedi, kederle. Acıyla iç geçirdi. "Küskün baktın, hayalkırıklığıyla baktın. Her daim ailen gibi bakarken birden yabancı gibi baktın." "Yabancı olmak istemez miydin?" diye sordum. "Hayatını alt üst ettim, belki de yabancı biri olmam sana daha iyi gelir." Olumsuz, huysuz bir mırıltı çıkarttı, "Hayatıma çiçekler ektin." dedi. "Yabancı olursak o çiçekler solar. Hem ben artık sana yabancı olamam." "Neden?" diye sordum, içten bir merakla. "Her şeye rağmen hala yabancıyız birbirimize." "Ben seni tanıyorum." dedi, yeniden iç geçirdi. "Bütün dünya karşımda dursa milyarlarca insanın içinden seni saniyeler içerisinde bulabilecek kadar tanıyorum." "Ben de seni tanırım." "Nasıl tanıyabilirsin?" diye sordu. "Yabancıymışsın bana." Sesindeki çocuksu alınganlık gülmek isteyişimi sağladı, kendimi güçlükle tuttum. "Bazen birbirine yabancı iki insan da birbirini ezberleyebilir." dedim. "Ben seni ezberledim. Değil bütün dünya nüfusu, diğer gezegenlerin milletleri de gelse seni tanırım." Ares alayla güldü, "Bi zahmet uzaylılardan ayırt et." dedi. Kaşlarım anlamsızlıkla çatıldı. "O nedenmiş?" "Uzaylılar yeşil olur. Beni yaratıklardan ayıramıyorsan çok ayıp." Koca bir kahkaha attım, "Uzaylılar yeşil mi olur? Sanırım çok fazla uzaylı dostun var, bu fiziksel özelliklerinden haberdar değildim." Başını kaldırıp yüzümde yer edinmeye devam eden gülümsememe baktı, "Dünya genelinde kabul gören görüş budur." dedi. "Uzaylıların normal insan olduğunu iddia edebilirsin ama genel görüş yapamazsın. Uzaylılar yeşildir." Kıkırtılarla güldüm, "İnsanlar da siyah ve beyazdır." dedim. "Uzaylılarla neden tek renk paleti var?" "Yeşilin tek tonu mu varmış?" diye sordu bu kez. Kahkahalarla gülmeye devam ettim. "Bazıları açık yeşil bazıları koyu yeşil olabilir. Neon yeşili de vardır belki." Göğsümdeki baskısına rağmen kahkaha ata ata güldüm, adeta gülme krizine girdim. Ares yüzümün hemen yakınında alttan alttan bakarken benim gülmemden hoşnut bir şekilde gülümsüyordu. "Neon yeşil uzaylılar hakkında araştırma yapacağım." dedim, hala gülmeye devam ederken. "Astronot olmayı hiç istedin mi?" diye sordu, bir yandan alakasız bir yandan baya alakalı bir şekilde. Başımı iki yana sallayarak "İstemedim." dedim. "Ama uzaya gitmek isterdim. Benimle dünyanın her yerine geleceğini söyledin, uzaya da gelir misin?" Ciddiyetle "Başka bir gezegene mi yoksa sadece uzay boşluğuna mı?" diye sordu, bir kahkaha daha attım. "Aralarındaki fark ne?" Ciddiyeti devam ederken "Başka gezegene gideceksek evi taşıyacağım." dedi. "Sadece ikimizin olduğu bir gezegene yerleşebilirim." İçtenlikle gülümserken "Bunu gerçekleştirebilirim." dedim. "Sabah ayık kafadayken hala aynı fikirde olursan uzay mekiği çalışmalarına başlayacağım." Bu kez Ares de güldü, "Sen ister miydin?" diye sordu. Gözlerine dikkatle baktım, "İsterdim." Sanki yepyeni bir gezegen gibiydi gözleri, dünyamdan çok uzakta bakıyordu. Hala yerini koruyan bir masumiyeti vardı, en son kimin gözlerinde masumiyet gördüğümü dahi anımsamıyordum. Belki bize yeni bir gezegeni simgeleyen neon yeşil değildi ama yeşilin varolabildiği en güzel tondu. "Ya gittiğimiz gezegende uzaylılar varsa?" diye sordum. Ciddiyetle "Yanımızda silah da götürürüz." dedi. "Bilim insanlarının canlı yaşamı var diye gezegenimize gelme ihtimalini göze alamam." Şaşkınca "Gezegendeki canlı nüfusunu mu bitireceğiz?" diye sordum, başını salladı. "Sadece ikimiz kalana kadar bir ırkın sonu olabilirim." dedi. "O halde gideceğimiz gezegenleri araştırmalıyız. Yeni bir koloni kurmak kolay olmasa gerek." Ares güldü, başını salladı. "Zor olması imkansız olmasından iyidir." Kalkmaya yeltendiğinde "Nereye?" diye sordum. "Bilgisayarımı getireceğim." dedi. "Gezegen araştıralım. Umarım kırmızı bir gezegen bulabiliriz." Yeniden kahkaha atarken doğruldum, uzanıp onu tuttum. "Sabah araştırırız, kırmızı bir gezegen olduğuna eminim. Gel şimdi." Kolayca ikna oldu, yeniden uzandık. Başını göğsüme yaslar gibi yattı, ardından yeniden bana baktı. Kaşlarına uzanan kıvrımlı kirpiklerine bakındım, bir tabloyu sararcasına gözlerinin yeşilini çerçeveliyor gibiydi. "Gidemezsek ne olur?" diye sordu. "Kendi dünyamızda yaşamamız gerekir." "Kendi dünyamız çirkin." dedi. "İnsanlığın kirletmediği kara parçası bulamayız." "Kendi dünyamızda yaşarsak insanlığın uğramadığı bir yer bulmamıza gerek kalmaz." dedim. "Bu dünyada varoldukça kendi vatanıma dönmem gerekir." Birden "Kal." dediğinde afallamıştım. "Kalayım mı?" diye sordum anlayamazken. "Neden?" Sessiz kaldı, dakikalar sonra daha uyuşuk çıkan sesiyle "Bilmiyorum." dedi. "Gidecektin, gitmeni istemedim. Neden bilmiyorum. Sanki sen gidersen her şey değişir gibi, ben değişirim gibi." "Ben hiçkimseyim Ares." dedim. "Senin hayatında bir yerim yok. Ben gidersem hiçbir şey olmaz, özgür olursun. Benim için kendini hapsettiğin bu çiftlikten kurtulursun." "Olsun, sen yine de kal." dedi, içli içli. Saçlarından öperek "Uyu hadi," diye mırıldandım. "Güzel rüyalar gör." "Uyumak istemiyorum." diye sayıkladığında kaşlarım merakla havalandı. "Uyumak için yatmadın mı göğsüme?" "Evet," dedi. "Ama sen konuşmaya başladın, sesin dünyanın en güzel melodisi gibi. Konuşsan olmaz mı? Ben dinlerim seni, sonra uyurum." Hayatımda aldığım bütün sahte ve gerçek iltifatları bir kenarıya koydum, sesimin dünyanın en güzel melodisi olduğuna inandım. Belki bunu başka biri dese inanmazdım, her daim söylenilen iltifatlardan sayar hatta duymazdım bile. Ares'e duyduğum güven bunu ne denli içten söylediğini bilmemi sağlıyordu. Parmaklarım saçlarını okşarken ilgiyle "Ne konuşalım?" diye sordum. İşte beni yumuşatmak, mutlu etmek bu kadar kolaydı. Gerçeklere tapardım, sahte dünyamdaki her geçerlikle kendimi mutlu hissederdim. Bu gerçeklik kötü de olsa güzel de olsa beni mutlu edebilirdi çünkü içerisinde yalanlar ve sahtelikler yoktu. Söylediği şeyse hayatımda aldığım en güzel iltifattı. Minik, hapsedilmiş yüreğimi titretebilecek kadar heyecanlandıran bir iltifattı. Sesim dünyanın en güzel melodisiydi ve ben artık sürekli konuşmak istiyordum. Hiç susmadan sonsuza dek konuşmak istiyordum. "Mira'yı anlat bana." dedi. "Eski Mira'yı, on beş yaşındaki Mira'yı." Tüm güzelliklerim durdu, kanıma karışan mutluluğum söndü. Sertçe yutkunurken beni cehennemime döndürmek isteyişime karşın nefeslenmiştim. "On beş yaşındaki Mira." diye mırıldandığımda "Evet." dedi. "Ve daha öncesi. Var oluşuna dek anlatabilirsin, hiç sıkılmam dinlerim." On beş yaşındaki Mira ve daha öncesi, geçmişi. "Bana kim olduğumu mu soruyorsun?" dediğimde ağzının içinde cıklayarak "Nasıl biri olduğunu." dedi. Yeniden kıpırdandı ve yorganı aşağıya çekiştirdi. "Çok sıcak zaten, örtme. Yanıyorum." Hafifçe gülerken "Tamam, örtmem." dedim. Ares soğuğu seviyordu, odam zaten sıcacıkken alkolün de etkisiyle ateş bastığına emindim. Ares yeniden yerleşerek sadece nefes alıp vermeye başladığında karnımda yankı bulan kalp atışlarını hissediyordum. Çocuk gibi neredeyse tamamen kucağıma çıkmıştı. Bu göğsüme yatmak değil üzerime yatmaktı. "Mira değildi o." dedim. "Başkasıydı, senin yanında yeniden Mira oldum. O ismi en son beşinci yaş günümde kullanmıştım." Sıkıntıyla nefeslenirken beni ezen bedeni yüzünden rahat bir nefes dahi alamadığımı farketmiştim. Göğsümde yatan adam Ares'ti, hatta onun saçlarını okşuyordum. Bu korkutucu bir şey değildi ancak uzun zaman sonra ilk kez biriyle bu denli temas kuruyordum. Ona sarılmak dahi şu anki yapışıklığımıza ulaşamıyordu, sanki bedenlerimiz birbirine yapıştırılmış gibi hissediyordum. "Neydi ismin?" diye sordu. "İsimlerim senin için bir sır, savaş tanrısı." diyerek saçlarından öptüm, hayatımda ilk kez birinin saçını öptüğümü farkederek yutkundum. Saçlar ruhun sarmaşığıdır, demişti İsabel. Ruhun ne kadar ağırsa saçların o kadar ağırlaşır, hafiflemek istersin. Her saç teli hafiflemeden sevilmeyi hak eder. Ares'in saçları belki ağırlaşacak kadar uzun değildi ancak bir erkeğin saçlarına bakarak ruhunun ne denli ağırlaştığını çoğunlukla göremezdik. Belki ağır belki hafifti. Kısa, uçları kıvrılan ve ışıkta güneş gibi parlayan saç telleri ne hafiflemeden ne de tamamen ağırlaşmadan sevgiyi hak ediyordu. Onlara hak ettikleri sevgiyi verdim, bir kez daha öptüm."Tek bir ismim yok. Ailemden gelen isimlerim var, Mira annemin armağanı. Nedendir bilmem, burada sadece annemin minik yıldızı olmak istedim." Gözlerim mumlarının alevleriyle aydınlanmış saçlarında gezinirken her teline ayrı ayrı bakıyor ve parmaklarımla okşuyordum. Tıpkı onun saçlarımı öptüğü gibi saçlarını sürekli öpme isteğiyle dolup taşıyordum. Burnuma dolan şampuan kokusunu soludum, denizin tuzlu esintisi üzerine sinmişti. "Bir soyum vardı, soyadım vardı." diyerek anlatmaya başladım. "Olmam gereken bir kişi vardı. Kusursuz, diğer insanlardan daha yüce biri olmalıydım. Sıradan insanlardan farkım vardı ancak bu yeterli değildi. Her şeyde en iyisi olmalıydım." Burnumu hafifçe çektim. "Diller öğrendim," dedim. "İki anadilim oldu, dokuz dili anadilim gibi öğrendim. Enstürmanlar çaldım. Piyonada ve kemanda ödüller alacak kadar geliştirdim kendimi. Silahlar tutuşturdular ellerime. Dünyanın en küçük silahlarından en büyük silahlarına dek hepsini kullandım, şimdiye dek üretilmiş her silahı öğrendim ve ezberledim. Karşımdaki herkesi yenebilmeliydim, dövüşmeyi öğrendim. Resim yapardım, sergilere çıkan tablolarım oldu. Hapsedilmiş ruhumu yansıttım her eserimde. Buz pateni yaptım, madalyalar aldım. Baledeydim, onlarca gösterinin baş dansçısı oldum. Binicilik yaptım, yine madalyalar ve ödüller aldım. Nefes alabildiğim tek bir an olmadı, tüm bu eğitimlerin arasında kendime bir aile kurabildiğimi zannetmiştim. Geceleri özgürdüm ama uyumazdım, mecbur olduğum değil kendi sevdiğim şeyleri yapardım. Ailemle vakit geçirirdim, harap ettikleri benliğimi mutlu etmeye çalışırdım ama neyde iyi olduysam, neye heveslendiysem hep bir yarışın içine itildim. Elimin değdiği her şey dünyanın en iyisi olmalıydı. Sıradan olamazdım, dokunduğum her yıldız dünyanın geri kalanından daha fazla parlamalıydı." Ares gittikçe ağırlaşmaya başlarken uykulu sesiyle "Bir insan değil, robot gibi yetiştirmişler seni." demişti. "Ama yeteneklerin var, hayran kalınası yeteneklerin var." "İnsan değil ama robot da değil." diyerek yutkundum. "Bir askerdim ben, ne emrettilerse yaptım. Bundan pek şikayetçi değilim, asker olmayı ve dünyayla savaşmayı seviyorum ama ben bir komutan olmak istiyorum. Emir alan değil, emirler veren bir asker olmak istiyorum. Bir gün gerçekten asker olacağım." "Hayalin asker olmak mı?" diye sorduğunda başımı salladım ama bunu farkedemediğini bildiğimden hemen ardından "Evet." dedim. "Barlas gibi asker olmak istiyorum." Başını güçlükle kaldırdı, baygın gözlerle beni izlerken "Üniforma sana çok yakışırdı," diye sayıkladı. "Söz ver, asker olursan yanıma üniformanla geleceksin. Hayalini gerçekleştirdiğini göreceğim." İçtenlikle gülümserken başımı sallayarak "Eğer asker olursam zaten görürsün." dedim. Ordumun başına geçtiğimde yalnızca Ares değil, bütün dünya görecekti. Ares gülümseyerek başını yeniden göğsüme gömdü, "Vazgeçme hayalinden." diye mırıldandı. "Eğer vazgeçersen bir daha kendini bulamazsın, eksik kalırsın. Adamlarımın karşısında dahi bir komutan gibiydin, içinde var bu." Bunları duymak beni memnun ederken "Asla vazgeçmem." dedim. "On sekizinci yaşıma bastığım gün giyeceğim o üniformayı. Her şey planlı, tüm savaşım planlarımla kuruldu. Asker olmam dahi bu savaşın bir düğümü." Ares dakikalar içerisinde göğsümde sızıp kaldığında yarım saat boyunca saçlarını sevmeye devam etmiş, iyice uykuya kapıldığında bedenini yatağıma nazikçe bırakarak yatağımdan kalkmıştım. Çıplak ayaklarım sıcak zeminle temas ederken oldukça hafif adımlarla kapıya ilerledim, büyük bir sessizlikte kapımı açtım. Kapımda bekleyen Sancar, saat on iki itibariyle nöbet değişimi yapıldığını ve Oğuz'un yerine geçtiğini belirtirken konuşacağı an elimi kaldırarak onu susturdum. Benim odam sıcacıktı ancak koridor buz gibiydi. Odadan gelen sıcaklığa dönmek istiyordum. İçimi ısıtan sıcaklığa geri dönme isteğimi bastırmak adına kapıyı sessizce kapattım. Ona yaklaştım ve fısıltıyla "Oğuz seninle konuştu mu?" diye sordum. Başını sallarken gözleri duvardaydı, "Evet efendim." dedi, aynı sessizlikle. "İstedikleriniz salonda. Salon perdeleri ve girişleri kapatıldı." Başımı onaylarcasına sallayarak "Burada kal." demiştim. "Kulağın Ares'te olsun, sana emanet." Sancar başını sallayarak beni onayladığında ağır adımlarla karanlık koridorda ilerledim ve merdivenleri indim. Evdeki tüm çalışanların mesai saatleri bittiğinde evlerine gittiğini biliyordum. Hiçbir korumanın eve yaklaşmadığını da biliyordum. Tek sorun Kerim'di, onu da tıpkı patronu gibi mışıl mışıl uyutuyorduk. Salona girdiğimde karşımda kendi adamlarım belirirken karşımda ufak bir hilal oluştururcasına dizilen askerlerime bakmıştım. Hepsi karşımda saygıyla baş eğip beni selamlarken keyifli dilimle "Hola." dedim. "Sizleri yeniden görebilmek çok hoş." Gözlerim üzeri evraklarla ve haritayla doldurulmuş yemek masasına kaydı. Masada bir şamdanlıkta mumlar vardı, koca salon bu mumların ışığına muhtaçtı. Adımlarım masaya ilerlerken baş köşeye oturdum ve elimle sandalyeleri gösterdim. Beş adamım sandalyelere yerleşirken yer yer karanlığa kapılan yüzlerini izliyordum. "Sancar şu an da olduğu gibi Ares'in canından sorumlu. Bu nedenle yalnızca beş kişi olacaksınız." Kırmızı kalemi ve beyaz bir sayfayı çekerek mahkumiyetim boyunca duyduğum ve zihnime kazıdığım her şeyi hızlıca yazmaya başladım. Yazı yazmak, özellikle Türkçe yazmak beni zorlasa da sürekli Oğuz'dan destek alarak idare edebiliyordum. Oğuz, kalem kullanmanın verdiği zorlukla Türk alfabesiyle olan karmaşamı izlerken "Türkçe derslerinizi ne zamandır asıyordunuz?" diye sordu. "İspanyol alfabesiyle Türkçe yazmaya çalışıyorsunuz. Bu bir felaket!" Oflayarak "Oldukça uzun zamandır." dedim ve suçlulukla ona baktım. "Türkçe öğretmenimi ayarttım. O sessiz kalıyor ve ben de gırtlağını kesmiyorum." "Madam Türkçe konuşmanıza katlanamadığı için yalnızca Türkçe derslerinize eşlik etmiyor." dedi. "Sanırım bundan fazlasıyla faydalanmışsınız. Ana dilinizi unutacak kadar." "Teorik olarak baba dili." dedim ve kağıda döndüm. "Sesler ve harflerin etrafındaki çizgiler aklımı karıştırıyor o kadar. Bir yıldır neredeyse tek kelime dahi etmedim, konuşmayı anımsamam bile mucize sayılabilir. Bunun için beni durmadan konuşturan Ares'e teşekkür etmelisiniz." "Keşke biraz da yazı yazdırdaymış." dedi, Nihat. "Kalem tutamıyorsunuz." Beni yargılayışına karşın ona yargılayıcı bir bakış attım, göz ucuyla süzdüm. "Keşke sana spor yaptırtsaymış, kas kütlen küçülmüş. Adaya bu halde ayak basamazsın!" Diğerlerine de bakındım, dikkatle inceledim. "Ayağa kalkın ve soyunun." Kısa bir an duraksadılar, ardından hepsi ayaklandı. Önce blazer ceketlerini çıkartıp koltuklara koydular ardından siyah kravatlarını ve beyaz gömleklerini çıkarttılar. Pantolonlarına uzandıkları an "Tamamen değil." dedim, durdular. Arkama yaslanarak hepsinin kaslarını yoklarken sırayla hepsini döndürdüm. "TANRIM!" diye yükseldim. "Bu bir felaket! Beni öldüreceksiniz." Oğuz'a baktım, o biraz olsun beni rahatlatıyordu. Hayret dolu ifademle "Kaslarınıza ne oldu?" diye sordum. "Nerede benim kaslı adamlarım? Türkiye'de spor salonu mu yok? Spor salonu yoksa orada koca bir orman var!" Elimle cam ardındaki ormanı gösteriyordum ancak kapalı perdeler görmelerine engel olabilirdi. "Ares Aladağ belli ki size iyi bakmıyor." dedim, huysuzlanırken. "Sağlıksız mı besleniyorsunuz?" Oğuz "Mesaimiz fazla, hanımefendi." dediği an başımı ona çevirdim. "Türkiye'nin çalışma koşulları İspanya ile bir değil, spora ayıracak fazla vaktimiz kalmıyor. Ne yazık ki bu Ares Bey'le ilgili değil." "Mesailerinizin fazla olduğunun farkındayım, nöbet listesini ben hazırladım." dedim. "Ancak bu kendinizi zayıflatmanız için geçerli değil! Hepinizi öldürmek istiyorum!" Öfkeli halime karşın hepsi gerilirken "Giyinin!" diye çıkıştım. "Kas görememek beni çok üzüyor." Oğuz "Benim kaslarım var." diyerek elleriyle göğsünü gösterirken kendisini kasıp kaslarını belirginleştirdi. Gözlerimi devirerek yıkılırcasına koltuğuma oturdum, elimle başıma masaj yapmaya başladım. "Tanrı benimle dalga geçiyor olmalı. Mizah anlayışı korkunç." Gülme sesleri geldi, hepsi hızlıca gömleklerini giymeye başladı. "Spora vakit ayırmaya çalışacağız." dedi, Sedat. Mehmet onu destekleyerek "Kas yaparız." dedi. Yasin zerre duraksamadı, "Hiçkimse kraliçenin askerleri kassız diyemez." dedi. "Biscolata erkeği olma potansiyelimiz var." Biscolata erkeği de neydi? Oğuz'a baktığımda zihnimdeki soruları anlayarak gömleğinin son düğmesini de ilikleyip kravatını aldı. "Çikolata pazarlayan yakışıklı ve kaslı erkekler." dedi. "Yani hayal ürünleri. Endişe etmeyin, biscolata erkeklerinden daha iyi olabiliriz." Hayretle "Dünya şampiyonlarıyla yarışmak yerine çikolata pazarlayan sahtekarla mı yarışacaksınız?" diye sordum. "Kalp krizi geçirmek üzereyim, Ares Aladağ benim adamlarımın yalnızca kaslarını değil beynini de çürütmüş." Yasin alıngan bir ifadeyle bana baktı, "Biscolata erkeği olmak dünya şampiyonu olmaktan daha mühim." dedi. Kravatanını düzeltti. "Kızlar buna düşüyor." Sandalyeye ardılan ceketini aldı. "Düşürmeniz gereken tek kız benim!" diye yükseldim. "Ve boktan bir çikolata markasının reklamını yapan kaslı erkeklere düşeceğimi zannetmiyorum." Öfkeyle nefeslendim. "Türk erkekleri beni delirtmeye ant içmiş! Hepinize kas yaptırana kadar canım çıktı, benden kurtulur kurtulmaz sporu bırakmışsınız! Bu kadar mı bıktınız benden? Ares'in yanında keyfiniz iyi galiba. Kalın da yağ tulumuna dönüşün." Yasin güldü, Sedat ona vurup sessizce "Dur lan." dedi. "Oturup ağlayacak gibi, fazla içerledi." Ona öfkeyle bakarken "Duyuyorum!" diye çıkıştım. Hepsi tamamen giyindiğinde "Oturun." dedim. "İspanya'ya dönünce hepinizin canına okuyacağım." Kindar ifadem hepsinin gerilmesini sağlarken Mehmet "Ares Bey'in bize ihtiyacı olacaktır." dedi. Sahte bir sevinçle sırıttım. "Neyse ki Ares Bey İspanya'da yaşıyor." "Zorbasınız." dedi, Mehmet. En az benim kadar alıngandı. "Çalışma koşullarımız spora fırsat vermiyor, biraz fazla etkilendik o kadar. Kaslarımızın olmaması bizi işe yaramaz yapmaz." Oğuz başını sallayarak "Gayet işe yararız." dediği an Sedat "Sen sus." dedi, Yasin de hızlıca "Kapat çeneni, senin kasların duruyor." dedi. "Nasıl duruyor onu da anlamadık. Kesin bizden gizli spor salonlarında sürtüyor." "Benim karım var!" dedi, Oğuz. Herkes kalakalırken Oğuz da duraksadı, kaşlarını çatarak "Siktirin." dedi. "Ondan değil. Ha bire bahçe işi kitleyip duruyor." "O zaman benim villam var, de." diye bir öneri sundu Mehmet. Yasin başını sallayarak "Ve bahçıvana verecek param yok de." diye ekledi. Oğuz sabırla nefeslenirken kaşlarımı çatıp "Ne demek parası yok?" diye sordum. "Sizi piç kuruları. Şirket açtım lan size. Siz görevdeyken aileleriniz rahat etsin diye binlerce insan çalışıtırıyorum. Bahçıvana para vermek de ne demek? Fakir miyiz biz?" Kimseden ses çıkmazken duraksayıp Oğuz'a baktım. "Fakir miyiz? Bir yıldır banka hesaplarıma bakamıyorum. Paramız var mı?" Çekingen bir ifadeyle "Pek sayılmaz." dedi, Oğuz. Kaşlarım yeniden çatıldı. "O ne demek?" diye sordum. "Paramız mı yok? Devletimiz var ama paramız mı yok?" Tereddütle "Kraliyet tüm hesaplarınıza el koydu." dediğinde kaşlarım düzeldi, öfkeyle "Başka bir rezalet daha!" diye bağırdım. "Parasız kraliçe mi olur? Atalarım mücevherleriyle gömüldükleri mezarlarında beni lanetleyecek." Duruldum, sabırla nefeslendim. Oğuz başını sallayarak "Türk Çocuğu şimdiye dek bir yerden para bulup herkesin maaşını ödedi." dedi. "Bize yansıtmamaya çalışıyor ama kalede her şey hızlı yayılır. Bütçe sıkıntısı sürüyor, orduya su gibi para akıyor. Haliyle şirketler sıkışık durumda." Barlas'ın bunu nasıl yaptığını anlayamasam da fazlasıyla taktir etmiştim. "Umarım hazinemi soyuyordur. Dünya bankalarına borçlanmak istemiyorum, paramız üzerinde hiçkimse hakimiyet sahibi olmamalı." Önümdeki kağıtlara döndüm. "Şu işi sona erdirip evimize döneceğiz, o zamana dek tatilin tadını çıkarın. Adaya döndüğümde kaybettiğiniz her kas kütlesini iki katına çıkarttıracağım." Parmaklarım oynadığında hepsi yerlerine geçti, Oğuz "İspanya'daki gelişmeleri öğrenmek ister misiniz?" diye sordu. "Başka bir kıtadaki batık ülke şu an umurumda değil." dedim. "Onu Valeria düşünsün, ben Mira'yım." Yasin sessizce "Acaba kişilik bozukluğu mu var?" diye sordu. Kağıtlara doğru dönük olan başımı oynatmadan delici bakışlarımı ona çevirdim. Yanındaki Nihat onu dürttü. "Kişilik bozukluğu değil, duygu bozukluğu var." dedi. "Kapa çeneni yoksa bizi öldürüp sonra öldük diye ağlayacak." Sabırla nefeslenerek listeleri oluşturmaya devam ettim. "Mehmet, sana verdiğim adresleri belirle." Mehmet tableti çekerek bize güzergah oluşturmaya başladığında Yasin'e döndüm. "O listedeki herkesi araştır." Yasin de beni onayladığında bakışlarım Sedat'a döndü. "Kenan Karadağ'ın destekçileriyle arasında olan bağını öğrenmek istiyorum. Ellerindeki kozları ve ortak amaçlarını benim için bul." Sedat da beni onayladığında gözlerim Nihat'a kaydı. "Pars Tekin senin sorumluluğunda." dedim, keskin dilimle. "O adamın gözlerinde şüphe var. Şüphe ve kuşku; hataları ve ihaneti beraberinde getirir. Ares'e ihanet etmesinden endişe ediyorum. Ortak bir amaçları vardı ancak oyuna girişim planlarını değiştirdi, sekteye uğrattı. Bu savaştaki yerini ve amaçlarını öğren, onu gözetim altında tut. Ares'e karşı olabilecek düşmanlığını ve ihanetini önceden belirle, belirle ki engel olabileyim. İstanbul karargahından ihtiyacın olan adamları temin etmene izin veriyorum. Kumandanla görüştükten ve ayarlamaları yaptıktan sonra harekete geçebilirsin." Nihat "Emredersiniz hanımefendi." dediğinde gözlerim Oğuz'a kayarken istemsizce gülümsedim. "Bu savaşın İstanbul cephesinde sana biraz ağır yükler vereceğim sevgili Oğuz. Benim Barlas'ım olacaksın, cephede süren savaş boyunca sağ kolum olacaksın. Canın bana emanet, canım sana emanet. Tek bir kayıp istemiyorum. Unutmayın," Bakışlarım diğerlerinin yüzünde gezinmeye başlarken gülümsemem solmuştu. "Bizim savaşlarımızda düşmana vereceğimiz tek bir can dahi zafer sevincimizi yasa boğar. Kazanırken kaybederiz. Sizler benim canımsınız, birer organım gibi sahip çıkıp yetiştirdiğim askerlerimsiniz. Tek bir can dahi kaybedersek kazanmak için girdiğimiz savaştan yenilgiyle ayrılırız." Adamlarım beni onaylarken Sedat "Merak etmeyin, hanımefendi." demişti. "Ordunuz on bir aydır sizi bekliyor. Barlas Bey ve Komutan'dan gizleyerek savaş başlatmak sınırlarımızı zorlayıp bizi kapana sıkıştırsa dahi bu savaştan zaferle ayrılacağız." Nihat dikkatle bana bakarken "Neden Kenan Karadağ'a karşı bir savaş başlatıyoruz?" diye sormuştu. Onları tam da bu şekilde yetiştirmiştim. Sadık bir köpek gibi boyun eğen köleler değil, sorgulayan vahşi kurtlar yetiştirmiştim. Zihinlerindeki her sorguyu çözmek benim sorumluluğumdu, onlara savaşmak için neden vermeliydim. Amaçsız bir savaş, yenilgi bayrağını çekmekten farksızdı. "Önceliğiniz size ait olanlardı. Meclis ikinci sıradaydı. Bu tüm dengeleri alt üst edecek bir değişim. Yokluğunuzun konuyla bir ilgisi var mı?" Yutkundum, Oğuz'a kısa bir bakış atarak ayaklandım. İfadesizliğime bürünürken karşılarında olmam gerektiği gibi dimdik durmuş ve ellerimi karın hizamda birleştirmiştim. "Kenan Karadağ tarafından 21 Aralık gecesi kaçırıldım." dedim. "On ay boyunca onun esiriydim. Dövüldüm, işkence gördüm ve insan onuruna aykırı çok daha kötü şeyler yaşadım. Ares Aladağ bana özgürlüğümü geri veren ve bedenimde haksızca açılmış yaraları saran adamdır. Onun savaşı uğruna bizim savaşımızın dengeleri değişti ve şu an Ares Aladağ'ın savaşına hazırlanıyoruz." Mehmet "Eğer onun için savaşıyorsak Ares Bey de sahip olduğu her şeyle savaş hazırlığına katılmalı." dediğinde diğerlerinin onu onayladığını görerek "Ares Aladağ kim olduğumdan habersiz, Mehmet." dedim. "Onu bu hazırlığa dahil etmem demek sizi ve gücümün bir kısmını ifşa etmem demektir. Ares bana özgürlüğümü sunan adam olabilir ancak Meclis kurucularından Aladağ hanesinin varisi. Fazlasıyla amcası Gökhan'ın etkisi altında. Bu savaş Meclis'e sıçrayacak ve temellerinden birini sarsacak. O an, Gökhan Aladağ ve Cengiz Karaman bana karşı birlik kuracaklar, Kenan Karadağ'ı Meclis uğruna koruyacaklardır. Yani, Ares'i bize katmam demek aramıza tarafı belli olmayan, deneyimsiz ve bilinçsiz birini almamız demek. İhaneti oldukça olası birini kendime katarak risk almayacağım. Ona olan güvenim ancak kendimi canımı emanet edebilmemi sağlar. Bu dünyada hiçkimse uğruna sizleri riske atamam." Yeniden oturarak sandalyemi biraz önce çektim ve açık bulunan laptobu kendime yaklaştırdım. "Görevlerinizin başına dönebilirsiniz. Lütfen öncesine bana içecek bir şeyler getirin." Herkes hareketlenirken laptoptan kendi sistemime giriş yapmış ve kendimi gizlemiştim. Hayalet kullanıcı olarak Barlas'ın ve ulaşabileceği herkesin erişimini engelleyerek kendi hesabıma giriş yaptım. İstanbul'da kurduğum karargahımın kumandanına arama gönderdiğimde Oğuz benim için bitki çayı getirdi. "Papatya çayı hanımefendi." Ona gülümseyerek baktım ve "Teşekkür ederim." dedim. Bu esnada elindeki kupayı kenarıya koydu. "İki saat sonra yeniden buluşacağız efendim, lütfen yakalanmayın." Ona göz kırptığım an açılan kamerayla karşımda kumandan belirmişti. Benim kameram her türlü ihtimali engelleyebilmek adına siyah bantla kapatılmıştı. Kumandan bana saygıyla selam vererek "Hanımefendi." dedi. "Sizden bir haber alabilmeyi ne kadar uzun zaman beklediğimi tahmin edemezsiniz." "Sevgili kumandanım." diyerek gülümsedim. "Uzun bir ayrılık oldu ancak askerlerimle ve tabi sizinle yeniden kavuşmak beni fazlasıyla mutlu etti. Şimdi, anlamsız iltifatlarınıza bir set çekerek ertelemek istiyorum. Güneşin doğuşuyla savaşımız başlayacak ve maalesef vaktimiz fazlasıyla kısıtlı." "Ne savaşından bahsediyorsunuz efendim?" diye sordu beni anlayamazken. Arkasındaki duvara asılı Atatürk portesine, üzerindeki askeri üniformaya baktım. Gözlerim yakasındaki Türk Bayrağına kayarken istemsizce gülümsemiştim. Kumandan her daim vatanına ve milletine bağımlı biriydi. Diğer askerimin aksine uğruma can vermezdi ancak vatanı uğruna can vermekten hiç çekinmez, gözünü dahi kırpmazdı. Zaten, onu bana getiren şey de vatanına olan sevgisiydi. "Meclis'i hatırlıyorsunuz, değil mi Sevgili Kumandanım?" diye sordum. "Bana eşlik ettiğiniz çay saatlerimden birinde bahsetmiştim. Türkiye'nin beka sorunu olan, bir örümcek misali ülkemize ağlarını ören karanlık örgütten haberiniz var." Bakışları sertleşirken keskin diliyle "Elbette anımsıyorum." dedi ve eliyle alnına iki kez vurdu. "Buraya mıhlandı o örgüt. Gururla gülümserken aradığım ruhun bu olduğunu anlamıştım. "Meclis üç ana haneden ve kaleden oluşuyor Sevgili Kumandanım." dedim. "Karamanlar, Aladağlar ve Karadağlar. Cengiz Karaman, Gökhan Aladağ ve Kenan Karadağ üç soylu ailenin, Osmanlı'nın kuruluş tarihine uzanan paşaların çocukları. Saray soyundan gelme üç genç bir olup devlet içinde devlet kurmaya kalktılar ancak bu basit ve anlamsız bir güç oyununa döndü. Kim olduğumu bilen nadir Türklerdensiniz, ailemle Kenan Karadağ'ın garip bir ilişkisi var. Hem geçmişe dayanan kanlı bir husumetleri hem de güç savaşlarına fayda getirecek dostlukları bulunmakta. Bu dostluk seneler evvel bana sıçramıştı, şimdiyse husumetleri sıçradı." Derin bir enfes alarak dikkatle karanlık ekrana bakmaya devam eden adama döndüm, çayımdan içtim. İçtiğim sıcak çayın etkisitle yanan boğazıma karşın yutkunarak "Kaçırıldım." dedim. "Türk topraklarında esir edildim, Sevgili Kumandanım. Kenan Karadağ tarafından tutsak edildim ve işkence gördüm. Şu an size kendimi gösterememin sebebi bu işkencelerin sonucudur. On ay süren esaretime Meclis'in Aladağ kolunun varisi, Ares Aladağ tarafından son verilmiştir. Öğrendiklerime göre Ares Aladağ, Kenan Karadağ'a karşı bir savaş planlamakta. Kenan Karadağ'ın fuhuşa olan ilgisini biliyorsunuz. Zannımca Ares Aladağ'ın amacı bu fuhuşu ortadan kaldırarak fuhuşa zorlanan, satılan kadınları, erkekleri ve hatta çocukları kurtarmak. Bizim savaşımız Ares Aladağ'ın savaşıdır Sevgili Kumandan'ım." Bitki çayımdan yudumladım. "Ares Aladağ, varisliği nedeniyle hanesine sıkı sıkıya bağlı bir adam. Henüz farkında değil ancak adamlarının çoğu hain ve o bu hainleri kendisi seçti. Gözlerine değil, ellerine ve güçlerine baktı. Asıl sadakat kalptedir ve tıpkı söylendiği gibi gözler kalbin aynasıdır. Sizin gözlerinizde vatanınızı görüyorum, kalbinizin vatanınız için attığına en yürekten hislerimle inanıyorum. Bir elçi gönderdim sizin için, isteklerimi ileten mektubu size teslim edecektir. Zaman, savaş zamanıdır. Milletinizin kurtarılmaya ihtiyacı var Sayın Kumandan. Bu savaşta sahip olduğunuz bütün güçle bizimle misiniz?" Kumandan'ın bedeninin gerildiğini hissettim, söylediklerimin öfkesi gözlerine yansırken "Kadın, erkek ve hatta çocuk," dedi. "Tek bir vatandaşımız dahi kötü ellerde kalmayacak. Savaşınız her daim olduğu gibi benim de savaşımdır. Eğer bunu Türkiye için yapıyorsanız yakanıza bayrağımızı iliştirin ve kendinizi aziz bayrağımızla taçlandırın. Eğer insanlık için yapıyorsanız savaşmayın, kenarıda durun ve askerleriniz sizin için savaşsın. İsminizin geçtiği her savaş sizin için bir kozdur, bu kozu kimseye vermeyin. Ben ve birliğim kanımızın son damlasına kadar savaşacağız." Memnuniyet dolu sesimle "Güneş doğacak." dedim. "Ve savaş başlayacak. Savaş meydanında sizinle karşılaşmak için sabırsızlanıyorum Sevgili Kumandanım. Yakama iliştireceğim Türk Bayrağıyla yalnızca sizi değil, kendimi de onurlandıracağımdan hiç şüpheniz olmasın. Bu topraklar benim de vatanım, eğer vatanım uğruna savaşmazsam kanımın ne anlamı kalır?" Kumandan keyifle arkasına yaslanırken "Ah şu cesaretiniz." dedi. "Türk milleti isminizi hiç bilmeyecek olsa da size ve hizmetlerinize minnettar kalacaktır." "Savaş meydanında görüşmek üzere." diyerek aramayı sonlandırdım. Hemen yanımda Oğuz gururlu bakışlarla beni izlerken "Büyüyorsunuz, efendim." demişti. "Ancak hiç değişmiyorsunuz." Gülümseyerek arkama yaslandım, kupayı dudaklarıma yaslayarak çayımdan bir yudum içtim. "Yeni başlıyoruz, Oğuz. Fiziksel esaretim biteli bir ay oldu ancak asıl esaret bu gece bitiyor. Güneş doğacak ve ben tüm zincirlerime rağmen bu savaşta özgür olacağım. Özgür olmayı bekliyorum, Oğuz." "Özgür olduğumuzda ne yapacaksınız?" diye sorduğumda dudaklarımda tehlikeli bir tebessüm oluşurken "Bir yavru aslanı alırsın." dedim. "Bir kafesin içerimde büyütürsün, hep o kafeste kalacak zannedersin ve kendin onu hayatta tutarsın. Aslan büyür, birden o kafesin kapıları açılır. Ormanın kralı olduğunu görür, gücünün parmaklıklar ardına hapsedildiğini anlar ve aslında onu hayatta tutan kişinin onu kullandığını ve öldürdüğünü anlar. Aslan bir hayvandır, kolayca canavara dönüşebilecek bir yaratıktır. Saldırdığı ilk kişi onu büyüten kişiler olur, onun kafesler arasına hapsedilişini izleyen ve bundan memnuniyet duyan insanlar olur. Savaşır, kazanır. Savaşı sona erdiğinde hakettiği gibi ormanının kralı olur." Sandalyemi geriye çekerek ayağa kalktım. "Ben o aslanım, Oğuz. Her ne kadar boğa olsam da şu an o aslanım ve ormanların hem kralı hem kraliçesiyim. Kafesimi Ares aldı ancak kapıyı benim dışımda hiçkimse açamaz. Güneş doğacak ve o kafes açılacak." Oğuz zevkle gülümserken "Güç değil, zeka savaşları başlıyor o halde." demişti. "Karşınızda hangi zeka durabilir bilmiyorum ancak güneş doğacak ve biz kazanacağız." Savaş zevkin usulca dindi, "Eve ne zaman döneceksiniz?" diye sordu. "Türk Çocuğu sizi bekliyor. Sadece o da değil, bütün askerleriniz dönmenizi bekliyor." Sıkıntıyla nefeslendim, "Eve dönmeye hazır değilim." dedim. "Türk topraklarına kök saldım, ya o kökleri kopartacağım ya da söküp beraberimde götüreceğim. Şu an ikisini de yapamıyorum. Kenan Karadağ köklerimden de mühim bir mesele, benim için bir tehdit. O sürüngenin başını ezmeden gidersem geri dönmem çok uzun zaman alır, savaşmak zorundayız. Meydanı terk edemeyiz." "Burada kaldığınız her gün ayrı bir tehdit." dedi. "Türkiye üzerimize çullanmak için fırsat kollayacak, hiçbir ülke bir başka ülkenin devlet başkanını korumaz." Keskin bir dille "Türkiye korumak zorunda." dedim. "Gerekirse bütün gücüyle beni koruyacak, baba toprağımla savaşmak istemiyorum. Beni buna mecbur bırakırlarsa Türkiye için korkunç bir kader yazacağım." "Aklınızda ne var?" diye sordu. "Kıyamet var, Sevgili Oğuz." dedim, buz gibi bir dille. "Tanrı'nın lanetini çok yağdırdım, artık kıyameti getirme vaktim geldi. Tahtımdaki tüm hakların tek sahibi olana kadar Türkiye defterini kapatmalıyım, İspanya'yı tekrar yaratırken bu topraklardan doğrultulacak bir silah bırakamam. Vaktimiz az, bir yılımız var. Bu kez sert savaşacağınız." "Ya savaşmak için karşımıza engel çıkarsa?" diye sordu. "Ortadan kaldıramayacağımız bir engel doğarsa?" Bunu hiç düşünmemiştim. "Beni ölüm bile durduramaz, Oğuz." dedim. "Eğer savaşamazsam öldüğüm taktirde yalnızca İspanya'yı değil, Türkiye'yi de yok etmeniz gerekir. Tek saniye bile düşünmeden düşmanca "Tek damla kanınız için dünya üzerindeki herkesi kendi kanlarında boğarız." dedi. "Bu endişelenmeniz gereken son şey, cesediniz soğumadan bütün dünyayı yerle bir ederiz." İçtenlikle gülümseyerek çayımın geri kalanını içtim. "Askerlerime her geçen gün biraz daha hayran kalıyorum. Lütfen beni kendinize hayran bırakmaya devam edin. Mektubum nerede?" "Kumandan'a ulaşmak üzere." dedi. "Ulaştığı an isteklerinizi bir emir olarak algılayacak ve gerçekleştirecektir. Kendi ordunuzu kullanmamanız her ne kadar risk teşkil etse de bunun Türk Ordusunun bir operasyonu olması Kenan Karadağ'a korku salacaktır." Dikkatle beni izlerken "Ares Aladağ'a da güç verecektir." demişti. "Ve sanırım istediğiniz şey tam olarak bu. Ares Aladağ'ı kendi içinize değil devletin içine katmak." "Şeytana tutulmuş insanların devrinde temiz bir yürek bulmak zordur, Oğuz." diyerek dudaklarımı ıslattım. "Ares Aladağ yönlendirmelere çok açık. Kendi fikirleri var ancak amcası her daim onun önünde. Gücü, Gökhan'dan geliyor. Ares'e Gökhan'dan bağımsız ayrı bir güç kazandırmalıyız. Devletimize karşı değil, devletimizle savaşmalı. Onun yüreği hainliğe yakışmaz, onun dini şeytan olamaz. Bu nedenle evet haklısın, Ares'e güç vermek istiyorum ancak bunu ait olduğu Meclis gibi kirle değil tertemiz bir şekilde, onurlu bir şekilde yapmak istiyorum. Ona bu yakışır." "Ares Bey'e karşı olan ilginizin nedeni minnet mi?" diye sordu. "Bu ilgiyi en son Kağan Bey'e karşı göstermiştiniz." Önümdeki belgelere yöneldim, kurcalamaya başlarken "Kağan hiçkimseydi." demiştim. "Yaralı bir kuştu ve ben ona uçmayı öğrettim, yaptığı ilk şey uçup beni terk etmek oldu. Ares onun gibi değil, soylu bir ailenin tek varisi. Her ne kadar o soy kire batmış durumda olsa da Ares hala bembeyaz bir ışık. Yaralı da değil, bilgisiz de değil. O Kağan'dan çok üstün. İkisini kıyaslamak dahi başlı başına bir hata." "Elbette öyle efendim." dedi. "Ancak bu üstünlüğün yalnızca zihninizde olduğunu ve kalbinize ulaşamadığını söylüyorsunuz. O halde nasıl Ares Bey üstünlük kurabiliyor? Hele de kalbiniz hain bir adam için çarparken?" Ona alttan bakarak "Sana benim Barlas'ım ol derken tıpkısının aynısı ol dememiştim." dedim. "Barlas'a kıyamazdım ancak sana kıyabilirim Oğuz. Bana imalar yapma, dürüstçe söyle aklındakileri." "Ares Bey'le olam samimiyetinizden bahsediyorum efendim." dedi, hiç çekinmeden. "Belki de henüz hislerinizi anlayamıyorsunuzdur. Ares Bey'e olan ilginiz bu savaştan ibaret değil." Kaşlarım çatılırken gözlerimi dosyaya indirdim, "Gerçekten Barlas oldun şu an." diyerek sıkıntıyla nefeslendim. "Ondan etkilendiğimi ya da ona aşık olduğumu mu zannediyorsun? Eminim ki Barlas da şu an öyle zannederdi." "Ares Bey size uygun değil." dedi. "Tıpkı Kağan Bey gibi. Temiz bir ışık olabilir ancak sizin karanlığınızda kaybolur." Bakışlarımı ona çevirerek kadehimi doldurdum, oğuz hemen sağ çaprazımdaki sandalyeye oturdu. "Ares Bey benim için her zaman iyi bir patron oldu." dedi. "Onu kötüleyecek en ufak bir yön dahi bulamam. Sizin ilginizi çekebilecek bir adam, yaşı da Kağan Bey'e oranla daha uygun. Size karşı olan ilgisi ve tavırları ortada. Bundan etkilenmenizden daha normal bir şey olamaz." "Eğer ondan etkilenseydim yatağımda bırakıp gelmezdim, Oğuz." dedim keskin dilimle. "Bana her ilgi gösterene aşık olacak kadar sevgisiz ve ilgisiz büyütülmedim. Evet, çoğu zaman kimsesizdim ancak Barlas vardı ve o bir erkeğin bana verebileceği bütün sevgiyi verdi. Belki o olmasaydı dediğin gibi bunlar beni etkileyebilirdi ancak şu durumda inan bana kalbimin ritmini dahi değiştirmiyor. Ben aşktan yeterince zarar gördüm, hayatımda hiçkimseye yeniden kalbimi sunabileceğimi zannetmiyorum. Elbette hayatıma birileri girecek ancak bunlar ya izleri silmek için ya da görevimi tamamlamak için olacak." Oğuz sessiz kalırken bana sunulan dosyaları inceledim, kısa bir süre sonra duraksayarak "Ares'i öptüm." diyerek ona baktım. Oğuz bir an afalladı, sonra anlamsızca baktı. "Teşekkür etmek için, yakın hissettiğim için." diye devam ettirdim. "Bana kızdı. Meğer öpmek Türk kültüründe yokmuş. Neden bana bunu daha önce söylemediniz? Kendimi çok kötü hissetmemi sağladı, belki bilsem öyle davranmazdım ve karşılığında canımı yakabilecek şeyler duymazdım." Oğuz bahsettiğim öpmeyi anlayarak gülümserken "İlk gördüğümde ben de şok olmuştum." dedi. "Hepimiz şok olmuştuk ancak zamanla bunun sizin için gelenek olduğunu anladık. Her milletin ve her ailenin kendi gelenekleri vardır. Size tavsiyem, kendi aileniz dışındaki hiçkimseye yakınlığınızı böyle göstermeyin. İnsanlar amacınızı ve içinizi bilemezler. Eminim ki Ares Bey o şokla yüksek bir tepki vermiştir, anlayış göstermelisiniz." Düşünceli bir ifadeyle "Bunun bir istismar olabileceğini söyledi." dedim. "Yani durumu ona açıkladığımda ve ailemde böyle bir şey olduğunu söylediğimde beni istismar ettiklerini söyledi. Kızması göz ardı edilebilir ancak bu biraz benim anlayışımı aşıyor. Bizzat yakın korumalığımı yapmışlığın var. Dedemi tanıyorsun, dayılarımı ve kuzenlerimi de öyle. Sence böyle bir durum söz konusu olabilir mi? Bu durum birkaç gecedir aklımı kurcalıyor ve beni huzursuz ediyor." Oğuz sıkıntıyla nefeslenirken "Dürüst olmamı ister misiniz?" diye sordu. Altından bir şeyler çıkacağını anladım, duraksamadan "Her daim." diye yanıt verdiğimde arkasina yaslanarak "Dedeniz hakkında bir yorum yapamam." demişti. "Onun bu samimiyetinin bir sapkınlık derecesinde olduğunu söylemem yeterli olur diye düşünüyorum. Sağlıklı değil ancak size özgü de değil. Hükümet onun dudaklarından kaçmanın yollarını arıyor." Gözlerimi kapatarak dirseğimi masaya ve elimi alnıma yasladım. Oğuz konuşmaya devam etti. "Dayılarınız için bu gelenekten ibaret, hakları olanı çaldığınız için sizden nefret ettiklerini düşünürsek bu sevgi geleneğini devam ettirmekten memnun olduklarını zannetmiyorum." Onun gibi arkama yaslanırken "Aile yemeklerinde yüzümü görmeye dahi katlanamıyorlar." dedim. "Evet," diyerek beni onayladı. "Ancak erkek kuzenleriniz için bu durumun farklı olduğunu düşünüyorum. Ailenizin geçmişi nedeniyle göreviniz olan evliliği içlerinden biriyle gerçekleştirme ihtimaliniz var. İçlerinden biri gücünüze ortak olabilir, aralarında bunu savaşı sürüyor. Ares Bey bahsettiği istismar konusunda yalnızca kuzenleriniz için haklıdır." Sertçe yutkundum. "Neden bana daha önce söylemediniz bunları?" "Dinler miydiniz?" diye sordu. "Madam her daim üç adım arkanızdaydı. Gelenekleriniz vardı ve bunlar asla bozulmamalıydı. Eğer sizinle konuşursak gerçekleri görürdünüz ve yalnızca sizin canınız yanardı. Benim görevim sizi korumak. Gerekirse sizi kendinizden de korumak. Eğer kuzenleriniz bu yarışta size daha fazla zarar verseydi inanın bana gözümü kırpmadan onları öldürür ve ömrümü hapishanede geçirirdim. Küçüktünüz ve bunu ifade edemezlerdi. Eve geri döndüğünüzde tamamen genç bir kız olacaksınız. Asıl yarış o zaman başlayacak. Neyse ki Ares Bey gözlerinizdeki perdeyi aralamış." Yerinden yavaşça kalkarken sandalyenin zemine sürtünen sesini duydum. Son kez bana bakarak "İşleyişle ilgilenip size güncel haberleri sunacağım." dedi ve baş onayı verdiğimde salondan ayrıldı. Sıkıntıyla nefeslendim. "Hainler, şerefsizler ve canavarlar." diye sayıkladım. "Yeniden kendi dünyana hoş geldin Valeria." Belgeleri tamamen gözden geçirirken Oğuz yeniden geldi ve adamlarım yeniden toplandı. Hepsinin sunularına bakarken kafamda bir plan oluşturdum ve bunu Kumandana ilettim. Sabah olmak üzereyken "Bu kadar yeterli." dedim. "Nöbet değişimi olacak, o esnada dağılın ve görev yerlerinize geçin. Selda Hanım ve diğer yardımcılar gelmeden burayı da toparlayın. Hiçbir iz kalmamalı." Hepsi beni onaylarken yorgun argın odama çıkmış, kapıdaki Sancar'a kısa bir bakış atarak sıcak odama girmiştim. Yoğun alkol kokusu burnuma doldu. Yatağın ortasında, yüzüstü yatmaya devam eden adama bakarken kalın perdeler yüzünden odanın hala karanlık olduğunu biliyordum. Hala yanan mumlarım da o karanlığa ışık oluyordu. Perdeleri aralayarak odaya ışık girmesini sağladım. Mumları nefesimle söndürerek yatağa ilerlemiş ve Ares'in yanına uzanmıştım. Onu göğsüme çektiğimde Ares hareketlenirken "Şhhh." diye fısıldadım. "Uyumaya devam et koca bebek. Sadece tuvalete gidip geldim, sana yerini geri veriyorum." Ares homurdanarak yeniden göğsüme uzandı, bedenime yüklendi. Ağrıyan gözlerimi kapatarak halsizce nefeslenirken parmaklarımı yeniden saçlarına daldırdım. "Güneş doğuyor, savaş tanrısı. Umarım ismin gibi savaşçısındır yoksa seni korumam çok zor olacak." Fısıltıyla dökülen kelimelerimi kendim dahi zor duymuştum. Uzanarak yeniden saçlarını öptüm, kokusu burnuma doldu. İstemsizce gülümsediğimde zihnime Oğuz'un sözleri gelmişti. Kağan'a aşık olduğum zamanı anımsıyordum. Yaralıydı, onu yaralı bir halde bulmuştum. Gizlice evime almış ve onu iyileştirmek için çabalamıştım. Kağan'ı gizliyor olmak ve onu gizlice ziyaret etmek garip ve beni tatmin eden bir aksiyon veriyordu. Soluğu onun yanında alıyordum, çok fazla şey konuşuyor ve zar zor ayrılıyorduk. Onunla geçen saatlerim cehennem çukurumdaki en güzel anlara dönüşmüştü. Kendimi mutlu hissedebildiğim nadir anlardı. Kağan dünyaya açılana dek benden hoşlandığını zannetmiştim, aramızdaki yaş farkı umurumda olmamıştı. Onu aydınlığa kavuşturduğumda ve dünyama ayak bastığında birden benden kopmuştu. Kağan'ı askerlerim gibi eğitiyordum ama ne bundan zevk alıyor ne de onunla eski muhabbetlerimize devam edebiliyordum. Bir gün, onu yemeğe çağırmak için evi olmuş mağaraya girdiğimde bir kadınla görmüştüm. Beni farketmeden birlikte olmaya devam etmişlerdi ve Kağan onu sevdiğini söylüyordu. Kağan, o kadından sonraki her kadına aynı cümlerleri kurmuştu ancak duyduğum o ilk anda gerçekten o kadını sevdiğini zannetmiştim. Üzülmüştüm, ağlamıştım hatta. Benden hoşlandığını zannettiğim adam hiçbir zaman o kadınlara baktığı gibi bakmamıştı bana, dokunmamıştı da. İlk günkü hayalkırıklıklarımı bastırarak kendime hakim olmuştum. Elbette dokunamazdı bana. Daha çocuktum ve onun arzularını, ihtiyaçlarını karşılayamazdım. Kağan'ın bana karşı en ufak bir yönelimi onu sapkın yapabilirdi. Doğru olan, diğer kadınlardı, çocukça hislerim bir yana itilmeliydi. Madam elbette Kağan'la olan ilgimi farketmiş ve ağladığım gece yanıma gelmişti. Erkekler ikiye ayrılır kızım, demişti. Birinin tek ihtiyacı sevgidir, diğerinin tek ihtiyacı ilgi ve zevktir. Birincisini bulmak imkansızdır, bu dünyada karşına çıkan çoğu erkek ikinci gibi olarak seni bedenin için isteyecektir ve kendi zevkleri uğruna kullanacaktır. İkisi olabilen erkekler en nadiridir ve onlar kötü kadınların ellerinde çürürler. Bizim gibi kadınlara hep haksızlık edilir. O an, annemin ölümünden sonra benimle duygusal bir bağ kurduğu, hislerimi önemsediği ilk andı. Bunun sebebi bana olan sevgisi değil, bir hata yapmamdan korkmasıydı. Eğer bu Kraliyet tarafından duyulursa korkunç şeyler yaşanacağını biliyordu. Daha çocuksun, demişti. Büyüyeceksin, gelişeceksin. Güzelliğin senin lanetin olacak, karşına çıkan tüm erkekler güzelliğine tapacak ve onu arzulayacaklar. Senin dünyanda sevgiye yer yok, sevgi yalnızca şanslı insanlara uğrar. Haklıydı da. Güzelliğim benim lanetimdi ve Kağan tam da ikinci gibi bir adamdı. Onu memnun eden, tatmin eden herkesi sevebilirdi, hayat veren ve ona nefes olan beni sevemezdi. Göğsümde yatan, kalp atışlarının tüm bedenimde yankı bulduğu adam hangisiydi? Birinci mi yoksa ikinci mi? Buna karar veremesem de kadınlara olan ilgisinin yalnızca cinsellikten olmadığını çok iyi biliyordum. Hassastı, nazikti, ilgiliydi. Kadınlara karşı iyi yetiştirilmişti, bir kadına nasıl davranacağını ve yaklaşacağını biliyordu. Bir kadına nasıl değerli hissettirebileceğini biliyordu. Oğuz'un imaları ve düşünceleri yersizdi. Şu an Ares'e en yakın olduğum andaydım ve ne hissettiğim kalp atışları ne teninin tenimle teması ne de elbisemin dekoltesi nedeniyle göğsüme çarpan sıcak nefesi beni etkileyemiyordu. Tensel temaslardan ve yakınlıklardan etkilenmeyişim Kenan'ın eseri olabilirdi, onun izi olabilirdi. Peki ya tek bir sözle bana hissettirebildiği şeyler ne olacaktı? İltifatından etkilenmediğimi inkar edemezdim, Ares'e olan ilgimin nedeni neydi? Yolu nereye gidiyordu? Ne kadar süre geçti bilmiyorum, zihnimin düğümleriyle ilgilendiğim anlar devam ederken Ares kıpırdanarak uyanmıştı. Nefes alışverişi değişti, kalp atışları da dinginliğini kaybetti. Birkaç dakika daha göğsümde yatarak bulunduğu durumu idrak etmeye çalışmış, daha sonra eliyle başını tutarak güçlükle doğrulmuştu. "Günaydın." dediğimde kısık, uykulu bakışları bana döndü. Yutkunduğunu farkettim, hala bulunduğumuz durumu idrak edemediğini farkederken kıkırdayarak alayla "Merak etme öpmedim seni." demiştim. "Öyle bakma, ırzına da geçmedim. Zaten uzun süre kimseye dokunacak halde değilim, güvendesin." Ares hafifçe gülerek başını çevirirken "Ben de acaba beni öptü mü diye düşünüyordum." dedi. Alay dolu sesi uykuyla ve acıyla yüklüydü. Başı ağrıyor olmalıydı, anlaşılan Aladağ içkiye pek dayanıklı değildi. Yeniden gülerken gözleri bana kaydı, dikkatle yüzümü inceledi. "Uyumadın mı hiç? Çok yorgun görünüyorsun?" O beni uykularımda hiç yalnız bırakmazken ben onu bırakmıştım. Bu gerçek bir anda yüreğime ağır gelirken "Uyumadım." diyerek başımı iki yana salladım. "Ezildim altında, zar zor nefes aldım. Nasıl uyuyabilirdim ki? Bir ara bedenlerimiz birleşti sandım, tutkalla yapıştık sandım." Ares gülerken "Kusura bakma." demişti. "Fazla içmişim, normalde bilirim ayarımı." Üzerime eğilerek alnımın kenarından öptü. "Hadi hazırlan, kahvaltıya inelim. Duş alıp geleceğim ben de, biraz toparlanmam lazım." "Benim de banyo yapmam lazım." dedim. "Selda Hanım sofrayı biraz geç kursa sorun olmaz herhalde. Güzel bir banyoya ihtiyacım var. Bir de geç hazırlanırım, bugün keyfim yerinde. Oyalana oyalana hallederim işlerimi." Arws beni anlayamazken "Nereden geliyor bu keyif?" diye sorduğunda derin bir iç çekerek gülümsedim. "Güneş doğdu. Bu yeterli bir neden." Ares beni yine anlayamayarak yataktan kalktı, zar zor denge kurarken kapıya ilerledi. "Dikkatli ol, bir şey olursa haber ver. İşim biter bitmez gelirim yanına." Doğrularak bağdaş kurdum, kapıyı açışını ve odamdan çıkışını izledim. Yataktan kalkarak alkol kokusunun çıkması için pencereleri açmış ve banyoya girmiştim. Keyifli, uzun ve detaylı bir banyo yaparken yeni aldığım malzemeleri kullanmıştım. Bornozumla odama girdiğimde beni bekleyen Oğuz'la karşılaştım. Yatağıma bırakılmış kıyafetleri göstererek "Savaş elbiseleriniz." dedi. "Türk Bayraği rozeti var, yakanızı süslemeyi bekliyor." Başımı sallayarak "Teşekkürler." dedim. "Uzun zamandır uykusuzsun, git uyu. Savaşta uykulu ve dikkatsiz bir adam istemiyorum. Birkaç saat korumasız idare edebilirim." Oğuz beni onaylayarak odamdan çıktığında Ares odaya girmişti. Duş almış, jilet gibi duran takım elbisesini giymiş ve fazlasıyla ayılmıştı. Yine de hafif kızarık gözlerindeki baygınlık onu açığa çıkartıyordu. Bana bakarken "Anlaşılan baya keyif yapmışsın." dedi. "Otur, saçlarını kurutayım öyle giyin." Gözleri dağınık yataktaki kıyafetlere kayarken "Onlar da ne?" diye sordu. "Sana böyle kıyafetler aldırdığımı hatırlamıyorum." "Ben aldırdım, Oğuz aldı." diyerek banyoya geri döndüm. "Kıvırcık saçlar içinmiş bunlar." diyerek yatağa oturdum ve elimdekileri bıraktım. "Belki daha kolay şekillendirirsin saçlarımı. Onları da kullanır mısın?" Ares yanıma yaklaşırken "Bi' bakarım." dedi. Yatağıma oturduğunda başımdaki havluyu çekerek saçlarımın sırtıma yerleşmesini sağladım. Saçlarımı özenle taradı, önümdekileri alarak incelemeye başladı. "Bu krem durulanmıyormuş." dedi. "Isıdan koruyormuş, kolay şekillendirme ve uzun süre kalıcılık sağlıyormuş ama diplere sürülmemeliymiş. Sadece uçlara ve boylara sürecekmişiz." Bana doğru eğilerek "Eldivenlerimle yapamam." dedi. "Sorun olur mu?" Başımı iki yana salladığımda eldivenlerini çıkartarak eline kremden sıktı ve saçlarıma özenle sürmeye başladı. Parmaklarıyla şekillendirmeye başlarken "Hepsini aynı anda kullanamayız." dedi. "Kuruttuktan sonra da yağdan süreceğim. Diğerlerini başka zaman deneriz." "Tamam." Ares uzunca bir süre saçlarımı parmaklarıyla şekillendirmiş ve daha sonra daha uzun sürede kurutmuştu. En sonunda yağ sürerek son dokunuşlarını yaparken "Gerçekten ise yarıyorlarmış." dedi. "Çok güzel oldu saçların." Gülümseyerek "Teşekkür ederim." dediğimde sırtıma pansuman yaptıktan sonra saçlarımden öperek yataktan kalktı. Ares eşyaları banyoya götürürken ve kasten oyalanırken hızlıca giyinmiştim. Siyah kargo model denilen bir pantolonum vardı. İçimde beyaz askılım ve üzerinde siyah gömleğim bulunuyordu. Dün gece çıkartarak aynası örtüyle kapatılmış makyaj masamın önüne dizdiğim silahlarımı kuşandım. Pantolonumun her cebine silah yerleştirmiştim. En sonunda üzerime içini silahlarla donattığım askeri kabanımı giyerek belimdeki silahları gizlemiştim. Siyah postallarımı giydim, içine çakı yerleştirdim. Ares bunca sürede giyindiğime emin olarak banyodan çıkmış ve beni görür görmez durmuştu. Eldivenlerimi değiştirdim, deri eldivenler giydim. "Bu hazırlık ne için?" Armamı yakama takarken "Savaş için." dedim ve komodinden toka aldım. Buz tutmuş sesimle "Hazırlan Aladağ." demiştim. "Güneş doğdu, savaş başlıyor. Silahlarını kuşan, bir savaş meydanına çıkacaksın." Odamdan çıktığımda ellerimi arkaya atarak saçlarımı ensemden zar zor topladım. Merdivenleri inerken Ares arkamdan "Ne yaptın Mira?" diye sordu "Dün gece anlamayacağımı zannettin ve gittin. Ne yaptın?" Durarak bedenimi ona çevirdim, merdivenlerin tepesindeki adama baktım. "Planımı uygulamaya döktüm. Sen mışıl mışıl uyurken ben savaş kurdum. Hazırlan, Ares. Bu son ikazım, yoksa o savaş meydanında can verirsin. Kendi adamların dahi koruyamaz canını." Sert adımlarla merdivenleri inmeye devam ederek salona girdim. Saatler evvel savaş kurduğum masa kahvaltılıklarla donatılmıştı. Masanın ortasındaki vazoya kondurulmuş beyaz güller çekti dikkatimi, bunu Ares'in istediğini anlayarak gülümsedim, uzanıp gülleri kokladım. Selda Hanım servis arabasıyla geldiğinde beni farkederek "Günaydın Mira Hanım." dedi. "Gülleri beğendiniz mi? Ares Bey artık her sofrada beyaz gül olmasını istedi." Ares Aladağ bunu bir özür olarak mı yapıyordu yoksa bütün sofraları bana ait mi kılıyordu? Burayı benim evim yapmaya çalışıyor gibiydi. Başköşeye geçerek "Çok güzel kokuyorlar." dedim. "Cennet gibi." Yerime yerleşerek "Ares Bey bizi biraz bekletecektir." dedim. "Henüz hazırlanmadı. Çay servisi alabilir miyim?" Salda Hanım porselen çaydanlıkla yanıma gelerek çay servisi yaptığında ona teşekkür ettim. Gözlerim daha evvel pek detaylı incelemediğim salonda gezinirken tıraş dilim limonlu çayımdan içiyordum. Gözlerim perdelerin en köşesine kaydı, oradaki minik bir ışık dikkatimi çekti. Gözlerim kısılırken görüşüm keskinleşmiş ve oraya yerleştirilmiş kamerayı tamamen algılayabilmiştim. Evde kamera vardı, salonda kamera vardı. Savaş kurduğum salonda, Ares'in içindeki ajanlarımın toplandığı salonda kamera vardı. Gizli kalması gereken her şey kayıt altına alınmıştı. Gözlerim salona giren adama kayarken onu dikkatle inceledim. Takım elbise giymeye devam ediyordu ancak silahlandığından emindim. Karşıma oturduğunda Selda Hanım onunla da günaydınlaşarak servise başladı. Kahvaltımı yapmaya başlarken gözlerim beyaz güllere kaymıştı. Onları incelerken başlattığım savaşta karşıma çıkabilecek her şey düşünüyor ve kendimi hazırlıyordum. Savaşımın ilk cephesi açılıyordu, ilk kan dökülecekti ve ilk kayıplarla birlikte yengilgi ya da zaferle karşılaşacaktık. Bugün benim hala esir olduğum o kül olmuş evden ve hapsedildiğim adadan gerçekten çıktığım gün olacaktı. O aslan olacaktım, beni aşağılayan herkes karşımda boyun bükmek zorunda kalacaktı. Tüm bunlardan da öte, hayatımda ilk kez suçluları ve günahkarları değil masumları kurtaracaktım.
⚔️
VE SİZLERE BURADA VEDA EDİYORUZ.
BÖLÜM VE KARAKTERLERİMİZ HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZİ PAYLAŞMAYI İHMAL ETMEYİN.
ÖPÜLDÜNÜZZZZ💋💋 |
0% |