Yeni Üyelik
11.
Bölüm

8. Bölüm

@zeytekin

 

 

 

 

 

MERHABALAR ŞEKERPARELERİMM

 

YENİ BÖLÜMÜMÜZE HOŞ GELDİNİZZZ

 

BOL BOL YORUM YAPMAYI VE OY ATMAYI UNUTMAYIN.

 

 

 

 

SAVAŞ TANRISININ KALBİ

 

8. Bölüm

 

 

 

Valeria genel itibariyle oldukça sade ve boş olan odayı ezberleyeli saatler olmuştu. Onun için bir yeri tanıdığını belirten en iyi yol körlüktü. Kendi evinde gözlerini bağlayarak gezer, her nesnenin konumunu ve büyüklüğünü hissederek öğrenir, adım hesabıyla mesafeleri ölçerdi. Çocukluğundan bu yana devam eden körlük oyununu her yıl birkaç kez tekrarlar, hafızasını güncellerdi.

Gözleri kapalıyken yerini yönünü algılayabilecek kadar odayı incelemiş, nesnelerin konumlarını ve büyüklüklerini belirlemişti. Deneyini engelleyen şey ellerinin ve ayaklarının zincirli olmasıydı.

Evet, elleri ve ayaklarında zincirler vardı.

Dokunulmazlığı olan bir kadındı, Valeria. Dünya üzerinde hiçbir ülke toprağında ona kötü muamele edilemezdi. Dünyanın koruduğu bir şahsiyet bodrum katında bulunan bir odaya zincirlenmişti. Açtı, susuzdu. Tansiyonunun verdiği sarsıntılar onu yıpratıyordu.

Ansızin kilit sesi duydu, bakışları kapıya döndü. Kenan Karadağ kapıyı açarak odaya girdiğinde Valeria "Gel!" diye seslendi. "Şu siktiğimin zincirlerini çöz ki seni zincirlerle boğmayayım."

Kenan alayla gülümsedi, kol değneğinden yardım alarak ilerleyip kapıyı kapattı. "Bir kraliçeye göre fazla saygısızca konuşuyorsun."

"Senin yeğenin her aka karalık bulaştırıyor." diye söylendi, Valeria. "Ondan çok şey öğrendim ama öğrendiğim en iyi şey hak edenle hak ettiği gibi konuşmak. Sana benim saygımı hak ettiğini düşündüren şey nedir?" Çenesini havaya dikti. "Eğer bir kraliçenin saygısını hak ettiğine inanıyorsan," alayla güldü, başını iki yana salladı. "Etrafımdaki aptal erkek kontenjanı her geçen gün artıyor."

Kenan yaralı bacağını zorlayarak yatağa yöneldi, güçlükle yatağın yanına oturdu. "Annenin saygısını hak ederdim." dedi. "Yanlış hatırlamıyorsam o da bir kraliçeydi. Senin gibi kibir budalası değildi. Aptal erkeklere de saygı duyardı."

Valeria ona küçümsercesine baktı, alaycı bir ifadeyle gülümsedi. "Dünya ayaklarımın altında, Karadağ." dedi. "Bütün insanlık ayaklarımın altında. Seni bir böcek gibi ezdiğimde kibrin ne olduğunu göreceksin."

Kenan onun zincirli ayaklarına baktı, "Sanırım kibrini gösterebilmek için zamana ihtiyacın var."

Valeria gözlerini devirdi, tahammülsüzce "Anlaştık, çöz beni." dedi.

Kenan ağır ağır başını sallayarak "Anlaştık." derken Valeria'nın yüzüne döndü. "Bu yüzden buradasın." Elini kısa elbisesinin kapatamadığı bacağına yerleştirdi, Valeria teninde hissettiği dokunuşla irkilirken kendisini geri çekmeye çalıştı. "Elini çekmezsen testereyle bin parçaya bölerim. Hangi cürretle bana dokunabilirsin? Uluslararası dokunulmazlığım var benim, ne hukuken ne de fiilen bana yaklaşamazsın, el süremezsin." Kenan onun öfkeyle saldırışına karşın keyifleniyordu. Valerina bacağını okşayan elle aklını kaybedebileceğini hissederken zincirlere rağmen gerilemeye çalışıp öfkeyle nefeslendi, baskın diliyle "Sana emrediyorum!" dedi. "Derhal o elini çek!"

"Sen bir silahsın," Kenan, Valeria'nın yer yer yara izleriyle bezeli olan bacaklarına dokunmaya devam ediyordu. "Ancak bir kadınsın. Bu alemde kadınların silah olabildiği tek yer yatak odasıdır. Benim silahım olmayı kabul ettiğinde geleceğin yer burasıydı." Valeria öfkeden kararan gözleriyle bacaklarında dolanan eli seyrediyordu. "Sen benim silahımsın." diye devam etti Kenan. "Yatağımda olman hedeflerimi gerçekleştirebilmem için yeterli."

Valeria keskin bakışlarını ona çevirdi, "Benim alemimde kadınlar bir silahtır." dedi. "En büyük silahtır çünkü Tanrı yarattıklarına hükmetmesi için onları seçer." Göz ucuyla bacağındaki ele baktı, yeniden Kenan'a döndü. "Yatak odaları erkeklere hastır. Kadınlar bir devlet yönetirken onlara konsortluk yaparlar ancak dönüp dolaştıkları yer kraliçenin yatağıdır. Ben senin alemini tanımıyorum, Kenan Karadağ. Asrın Karaman doğarken öldü. Bu dünya Valeria de Barbòn'un dünyası."

Çenesini dikleştirdi, onu aşağılarcasına süzdü. "Tiksindirici bir adamsın." dedi, burnunu birkaç kez çekti. "Ve kötü kokuyorsun." diye devam etti. Yüzünü buruşturdu. "Ayrıca çok yaşlısın." Gözleriyle bacağındaki elde bulunan alyansı gösterdi. "E tabi bir de evlisin. Benden büyük kızın var." Başını usulca iki yana salladı. "Yatağıma girmeye layık olduğunu zannetmiyorum."

Kenan'ın öfkeden daha da kararan gözlerine baktı. "Ben bir kraliçeyim, Kenan. Benim yatağıma yalnızca krallar girer. Genetiğimi senin leşinle kirletmek istemem." Kenan bacağındaki eli kaldırarak öfkeyle Valeria'nın yüzüne indirdi, Valeria'nın başı sağa savruldu. Çenesini oynattı, alayla gülmeye başladı. "İşte şimdi kendi dilini konuşmaya başladın, Karadağ." Başını çevirerek çenesini dikleştirdi ve onun gözlerine baktı. "Endişelenme, senin gibi adamlarla iyi anlaşırım. Belki dilini senin gibi konuşamam ama emin ol, anlayabilirim. Ve elbet misliyle karşılığını da veririm, iletişimimiz karşılıklı devam eder."

Kenan bacağını zorlayarak yatakta kayıp ona yaklaştı, "Dayaktan uslanmıyorsun değil mi?" diye sordu. "Kağan bahsetmişti, belirli aralıklarla kendini hususi dövdürüyormuşsun."

Valeria başını sallarken alayla sırıttı. "Yılda en az bir kez. Doğru söylemiş sevgili yeğenin, hatta beni bizzat dövmüşlüğü de vardır ancak biz buna sokak ağzıyla dövmek demeyiz. İşkence deriz, içimdeki vahşet iki tokatla terbiye edilmiyor."

Kenan duyduklarıyla bariz şekilde şaşırmıştı. Valeria gerçekten deli yönü olan bir kızdı ve onu kontrol edebilmek için çok fazla şey yapması gerektiğinin farkına vardı. "Sevgili yeğenim söz konusu sen olduğunda her daim bencildi." Yüzüne uzandı, parmaklarının tersiyle kızarık yanağını okşadı. Valeria boş gözlerle onu seyretse de içten içe köpüren bir volkan gibi harlandıkça harlanıyordu. "Seni gördüğümde sebebini anladım. Koca dünyada şu güzelliğine kıyabilecek tek bir insan tanımıyorum."

Valeria gözlerini devirdi, "Sadede gel." dedi. "Ne istiyorsun benden?"

Kenan elini Valeria'nın dalgalı saçlarına yerleştirdi, geriye doğru yatırdı. Valeria anında "Dokunma saçlarıma!" diye uyardı. "O elin nerede geziyorsa gezsin, saçlarıma dokunmasın. Yasak."

Kenan onun saçlarını okşamaya devam ederken "Yasakların beni bağlamayacağını, daha çok cezbettiğini farkedemedin mi?" diye sordu.

"Farkettim." dedi, Valeria. "Ama deldiğin yasakların senin ölüm sebebin olacağını bildiğimden yasaklar sunmaya devam ediyorum. Uzun zamandır birini öldürmüyordum, seni öldürürken zevk almak istiyorum."

Kenan alayla güldü, "Uzun bir zaman daha hiçkimseyi öldüremeyeceksin." dedi. Valeria'nın yüzünü okşayıp ayaklandı ve kol değneğinden destek aldı. "Sana elbise göndereceğim. Hazırlan."

Onu anlayamazken "Ne için?" diye sordu Valeria.

"Misafirlerimiz gelecek." dedi, Kenan. "En güzel halinle karşılamak isteyeceğini düşünüyorum."

"Şu an ki halim çirkin mi?" diye sordu, Valeria. "Terbiyesiz adam, sen bana nasıl çirkin diyebilirsin? Elbisem gayet güzel. Ben de güzelim. Senin sikik misafirlerin için parmağımı kıpırdatmam." Ellerini oynatmaya çalıştı. "İstesem de kıpırdatamıyorum, bence işe şu zincirleri açmakla başlayabilirsin."

Kenan içtenlikle güldü, ona yaklaştı. "Seni temin ederim, Asrın, o zincirler asla açılmayacak." Valeria'nın çenesini kavradı, usulca okşadı. "Evcilleştirilmen gerekiyor. Eski hayatın geride kaldı. Bir kadın gibi davranmaya başlamalısın." Çenesini sıkmaya başladı. "Benimle düzgün konuşacaksın. Ben ne dersem onu yapacaksın. Burada kraliçe değilsin, benim esirimsin. Bana karşı çıktığın her an sana bunun bedelini ödeteceğim." Çenesini kavrayan elini gevşetti, hiçbir tepki vermeyen kızın gözlerine bakmaya devam etti. "Sana elbise göndereceğim. Giyinip süsleneceksin, misafirlerimin karşısında uslu duracaksın."

Valeria ifadesizce ona bakarken "Hala anlamıyorsun, değil mi Karadağ?" diye sordu. "Başımda görmesen de her daim tacımla gezerim, tacım düşmesin diye başımı eğmem." Çenesini dikleştirdi. "Başım hep dik durur. Tokat da atsan, yumruk da atsan, işkence etsen, e pis ellerini de sürsen başımı eğdiremezsin. Benim başım bir devletin başı, sana devletimi ezdirmem." Kıyafetini gösterdi. "Benim tenime herhangi bir kumaşı giydiremezsin. Dünyanın en kaliteli ipeklerini giyerim, en değerli mücevherlerini takarım. Madem bir kraliçeye el koyuyorsun, hakettiği gibi davran."
Göz ucuyla onu süzdü. "Gerçi sen bana hak ettiğim gibi davranabilecek bir adam değilsin, yeterli değilsin." dedi. "Soysuz, köksüz, parası benim nezlimde hiçle değer, gençliğime ve güzelliğime hakaret sayılacak seviyede yaşlı ve çirkinsin. Beni tatmin edecek en ufak noktan yok. Belki aklın yeterli olur, kullanırım diyordum. Kurnaz olmasına karşın katıksız gerizekalıymışsın."

Kenan onun hakaretlerine dayanamayacak yüzüne bir tokat indirdiğinde Valeria'nın başı sola savruldu, gülmeye başladı. Çenesini dikleştirip Kenan'ın öfkeli gözlerine baktı, alaycı diliyle "Aynen böyle." dedi. "Lütfen devam et. Ben senin kız kardeşini öldürdüm. Kalbinden vurdum onu. Bana olan öfkeni, nefretini tahmin dahi edemiyorum. Hıncını çıkart."

Kenan "Manyak mısın lan sen?" diyerek Valeria'nın üzerine yürüdü, bir tokat daha atıp çenesini kavradı. "Dayaktan zevk mi alıyorsun?"

Dudağındaki kanla Kenan'a bakarken keskin diliyle "Askerim." dedi, "İşkenceler en büyük hobimdir. Beni caydıramazsın, beni korkutamazsın." Alayla sırıttı, dişlerine kan bulaşmıştı. "Hanemin kadınlarının deliliğini bilmiyor olamazsın, Karadağ. Ben deli bir kraliçenin kızıyım, Darbelerin Kraliçesiyim. İstersen o darbe bir askeri saldırı olsun istersen basit bir şiddet. Hiçkimseye boyun eğmedim, eğmem."

"Seninle işim bittiğinde başını kaldırmaya dahi korkacaksın, kraliçe."

 

 

 

 

.

 

 

 

 


Pars'ın anlattıklarına kahkahalarla gülerken birden kapı açıldığında duraksadım, odaya giren Ares'e baktım. Keyifle "Hoş geldin!" derken gülümsüyordum. "Pasta yiyoruz, gelsene."

Ares kaşlarını çatarak kapıyı kapattı, "Pasta sevmem." dedi. "N'oluyor?" Omuz silkip basitçe "Muhabbet ediyoruz." dediğimde Ares yanıma geldi, eğilip başımdan öptü. "İyi misin?" Başımı usulca sallayarak Pars'a döndüm. Ares, Pars'la konuşup cam kenarına geçtiğinde Pars yarım kalan hikayesine devam etmeye başladı. Lisede, ev tuttukları ilk an olanları dinlerken kahkahalarla gülüyordum. Kendim için fazlasıyla abartı tepkiler veriyor olmam umurumda değildi. Pars'ın anlattığı en önemsiz şey dahi beynimi oyalayarak o günden uzaklaştırıyordu. Pars da elbet bunu kasti olarak yapıyordu. Kenan muhabbettini hızlıca kapatsa da bendeki etkilerini dağıtmak için çabalıyordu.

Ares sessizce bizi izlerken Pars'la muhabbet ede ede koca pastayı bitirdim, Simay gelip artık Pars'ın dinlenmesi gerektiğini söyledi. Hoşnutsuzca nefeslenirken Pars'a bakıp "Keşke hemen vurmasaydım seni," demiştim. "Daha çok konuşurduk, sonra vururdum. Muhabbetin sarıyormuş, geç öğrendiğim için üzgünüm." Pars alayla gülerken "Manyak ya," dedi. "Yarın da gel bari, yatmaktan sıkıldım. Sen de gelmesem boş boş yatacaktım bütün gün."

"Söz veremem." diyerek ayaklanıp ona yaklaştım, eğilerek yanaklarından öptüm. "Kendine dikkat et," Gerilediğimde Pars gülümsedi, başımı Ares'e çevirdim. "Gidelim mi?"
Ares pervazdan ayrılarak yanıma gelirken "Görüşürüz kardeşim," dedi. "Uğrarım bi' ara."

Pars "Görüşürüz." dediğinde kabanımı giydim, birlikte Simay'la da vedalaşarak hastaneden ayrıldık. Karanlık ormanda yürümeye başladığımızda gerilirken Ares'e baktım. Kolunu uzatıp "Yavru köpek gibi bakma," dedi. "Gel," Hızlıca kolunun altına girdiğimde başımdan öptü, "Korkacak bir şey yok," dedi. "Güvendesin, yalnız değilsin. Ben yanındayım." Ona sıkı sıkıya tutundum. Karanlıktan korktuğumu zannediyordu ancak ben kabuslarımdan korkuyordum. Eve geldiğimizde hazırlanan sofraya oturduk, akşam yemeği servis edildiğinde Ares "Sanırım Pars'la iyi anlaştınız," dedi.

Başımı sallarken "Eğlenceli," dedim. "Hiç durmadan anılarını anlatarak beynimi durdurabiliyor. Şu an ihtiyacım olan son şey beynim, hiçbir şey düşünmek istemiyorum." Ares dikkatle bana bakarken "İyi değilsin, Mira." dedi. "Dinlenmelisin." Sessiz kalarak yemeğimden yedim, yemek biter bitmez "Afiyet olsun," diyip kaçarcasına odama çıktım.

Oğuz odama girerek istediklerimin hazır olduğunu söylediğinde getirdiği kıyafetleri aldım. Oğuz gittiğinde soyunarak siyah kargo pantolonu, siyah bedenime yapışan uzun kolluyu giydim. Ellerime dolgulu eldivenler takarak ayaklarıma postallarımı geçirdim. Saçlarımı toparlayamazken elimde tokalarla evde gezinip Ares'i aramış, çalışma odasında bulmuştum. Ares beni incelerken kaşlarını çatıp "Ne oluyor?" diye sorduğunda ona yaklaştım. "Kusura bakma, rahatsız ettim. Saçımı toplayabilir misin, ben yapamadım." Ares ayaklanarak elimdeki tokaları aldı. "Rahatsız etmen söz konusu dahi olamaz. Ne için hazırlanıyorsun?"

"Antreman yapacağız Oğuz ve Sancar'la." dedim. Ares arkama geçerek saçlarımı elleriyle toparlamaya başladı. "Ne antremanı bu?"

"Dövüş," dedim, basitçe. "Aylardır antreman yapmıyorum, paslandım."

"Sırtın hala iyileşmedi, dikkatli ol. Fazla zorlama kendini."
Başımı sallarken "Bir de örer misin, dağılmasın." diye sorduğumda at kuyruğu yaptığı saçımı örüp diğer tokayla ucundan bağladı. Ares başımdan öperek "Oldu," dediğinde arkama döndüm, uzanıp sol yanağından öptüm. "Teşekkür ederim."

İçtenlikle gülümsedi. "Rica ederim kızıl."

Hızlıca odasından çıkarak bahçeye indiğimde Oğuz ve Sancar'ın hazırlanmış, beni beklediklerini gördüm. Oğuz'un fırlattığı uzun sopayı havada yakaladım, keyifle gülümsedim. Oğuz kenarıda dururken Sancar elindeki sopayla bana saldırdığında onun ataklarını savunurken bir yandan da saldırmaya çalışıyordum. Zannettiğim kadar paslanmadığımı farketmek cesaretimi toplamamı sağlarken saldırılarımın sıklığı ve boyutu arttı, dakikalar sonra nefes nefese kalmışken Sancar'ı yere serdim, sopayı göğsüne bastırdım. "Öldün,"

Sancar gülerken Oğuz öne çıktı. Sancar'ın elinden kavrayarak onu kaldırdım ve Oğuz'la karşı karşıya geldim. Sopaların ahenkle savrulup birleşmesinden çıkan sesleri duyarken eskisi kadar çevik hareketler yapamasam da elimden geldiği kadarıyla kendimi zorluyordum. Sancar'ı yenmek kolaydı, uzun sopa dövüşünde fazla tecrübeli sayılmazdı ancak Oğuz sıkı eğitim almıştı. Saldırmaya zaman bulamazken kendimi savunduğum anlardan birinde kendimi soğuk çimlerin üzerinde buldum, sopanın ucu kalbime yaslandı. "Öldünüz,"

Gözlerine bakarken keyifle gülmeye başladım, ona elimi uzattım. "İşte bu, eğlenceliydi." Oğuz elimden kavrayarak beni ayağa kaldırdı, yerdeki sopamı alıp ellerime bıraktı. "Gardınızı alın, tekrar." Oğuz, ben kazanana dek dövüşmeye devam edeceğimizi gösterirken sopamı sıkıca kavradım, onunla savaşmaya devam ettim. Sırtım onlarca kez yerle buluştu, pes etmeden yeniden ayağa kalktım.

Gökyüzü aydınlanırken güneş doğdu, Oğuz elimi son kez tutup beni ayağa kaldırdı. "Dinlenmelisiniz, güneşte kalmayın." Başımı onaylarcasına sallayarak sopamla birlikte eve girdiğimde yorgun argın odama çıktım, cam kenarından bahçeyi izleyen Ares bana döndü. Kapıyı kapatarak yorgun dilimle "Merhaba," dedim. "Beni mi izliyordun?" Kalçasını pervaza yaslarken başını salladı, kollarını araladı. Hızlıca ilerleyip kollarının arasına girdiğimde bedenimi sıkıca sarmalamıştı. "Buz tutmuşsun," Başımdan öptü, elimdeki sopayı aldı. "Antreman dediğinde böyle bir şey beklemiyordum. Yere çok düştün, canın yandı mı?" Başımı iki yana sallarken geriledim, "Antreman yaparken canım yanmaz." dedim. "En basitinden başladık,"

"En basiti mi?" diye sordu, kaşları çatılırken. "Bileklerin çürük, Mira. Sopayı düzgün tutamıyorsun, defalarca kez düşürdün. Bunları yapabilmek için biraz daha iyileşmelisin." Hala sızlayan bileklerim konuya dahil olduğunda omuz silkerek "Sorun yok," dedim. "Her şeyin bir başlangıcı vardır." Ares elindeki sopayı incelerken "Sana da öğretmemi ister misin?" diye sordum. "Acemi olursun, pek zorlanmam. Benim için en eğlenceli dövüş sanatlarından biridir, bir kılıç kadar olamasa da içine ruhunu katman gerekir."

"Ruh mu?" diye sordu, bana bakarak. Başımı usulca sallayarak sopayı elinden aldım ve biraz geriledim. Avcuma tam oturan sopayı çevirmeye başlarken "Her silahımla bir bağ kurarım," dedim. Ona anlattıkça sopayı ellerimin arasında döndürüyordum. "Bir denge kurmalısın, ancak kendin dengeye kavuşmadıkça sopa dengede durmaz." Sopayı dengede tuttum, parmaklarımla çevirdim. "Kendi uvzun olarak hayal ederek başlayacaksın çalışmaya, ardından bir gün gerçekten kendi uvzun haline geldiğini farkedeceksin. Hızını, gücünü, konumunu ayarlamak senin kontrolünde olmayacak, her şey bir uyum içerisinde kendiliğinden gelişecek."

Ares bana yaklaşırken sopayı ona fırlattığımda irkilerek havada yakaladı, "Ne yapmam gerekiyor?"

"Ormana gitmemiz gerekiyor," diyerek ona yaklaştım. "Ağaçlar güneşi engeller, birlikte çalışırız. Dövüşmek için uygun kıyafetler giymek ister misin yoksa takım elbisen üzerine yapışık mı?" Ares alayla gülerken "Önce biraz dinlenmelisin," dedi. "Kahvaltı yapmalıyız. Sonra ormana gidebiliriz."

"Pekala," dediğimde Ares sopayı bana vererek alnımın kenarından öptü ve hazırlanmak için odadan çıktı. Sopayı yatağıma bıraktım, ihtiyaçlarımı hallederek terlediğim için saçlarımı ıslatmadan bedenimi temizleyip yeni kıyafetler giydim. Oğuz, gardrobumun yarısını antreman kıyafetlerimle doldurmuştu ve bundan fazlasıyla memnundum. Ares beni almak için odama girdiğinde gözlerim bedeninde gezindi. Tıpkı benim gibi siyah bir kargo pantolon giymiş, üzerine kaslarını belli eden bir badi geçirmişti. Onu takım elbise dışında bir kıyafetle görmek komiğime giderken güldüm, "Ne oldu?" diye sordu. "Yakışmamış mı?" Kendi üzerine bakındığında ona ilerlerken "Çok yakışmış," dedim. "Ama senin gibi klasik bir adamda bunları görmeyi beklemiyordum. Beyfendiliğine leke sürmüş gibi olduk."

Gülerek bedenimi kavradığında bir elimi koluna attım, kasını hafifçe sıktım. Ares şaşkınca "Napıyorsun?" diye sordu. "Spora ara verdin geldiğimden beri, kasların erimiş." dedim. "İlk geldiğimde daha iriydi."

Hayretle "İlk geldiğinde kaslarıma mı baktın?" diye sorduğunda omuz silktim. "Mesleki deformasyon diyebiliriz. Sorun yok, seninkiler biraz erimiş benim hiç kasım kalmadı. Birlikte spor yaparız." Ares gülerken kolunu omzuma attı, "Önce düzgün beslen, sonra spor yaparız." dedi. "Eline ağırlık alsan kolun kırılacak, kilo alman lazım." Huysuzca nefeslenirken "Dalga geçme benimle." dedim. Odamdan çıkarken "Öyle bir şey olmayacağını sen de biliyorsun," diye devam ettim. Ares gülerken birlikte salona indik, hazırlanan kahvaltı masasına yerleştik. Sık sık kollarına baktığını ve hafif sıkıp belirginleşen kaslarını kontrol ettiğini farkederken kıkırdadığımda bana baktı, yakalandığını farkedip güldü.

Keyifle kahvaltımızı yaptığımızda Oğuz, Ares için sopa getirdi ve odamdaki sopamı alarak Ares'le birlikte ormana girdim. Ağaçların arasında güneş gelmeyen bir açıklık bulduk. Oğuz ve Sancar benim emrimle gittiklerine Ares'le yalnız kalmıştık.

Karşısında durarak sopayı kaldırdım ve dengesini sağladım. Ares beni taklit ederek denge kurmaya çalıştığında sert dilimle "Tereddüt etme," demiştim. "Düşünme. Ağırlık noktasını bulman lazım, o nokta senin için en önemli şey." Ares dakikalarca uğraşıp sonunda dengeyi sağladığında ona sopayı hangi bölgelerinden ve nasıl tutması gerektiğini gösterdim. Ares büyük bir dikkatle beni dinleyip hareketlerimi tekrarlarken "Önce havayla dövüşeceksin," dedim. "Sopanın hızını öğrenmen gerekiyor. Kullandığın gücün onun üzerindeki etkisini kavramalısın. Bu sopayı elime ilk verdiklerinde bir sene boyunca her sabah havayla antreman yaptım. Hızını kavrayamazsan hiçbir şey yapamazsın."

Hayretle "Bir sene mi?" diye sorduğunda güldüm, "Korkma, sen daha çabuk öğrenirsin," dedim. "Daha çocuktum. Bileklerim bir parmağın kadar falandı. Sopayı dahi tutamıyordum. İlk dövüş deneyimimdi. Öğrenmem ve kendimi geliştirmem uzun zaman aldı."

Ares'e hızını ve gücünü nasıl kontrol edeceğini gösterirken kenarıda durup dikkatle beni izledi. Sıra ona geldiğinde başlangıçta bocalasa da kendisini toparladı, fazlasıyla iyi bir performans sergiledi. Memnuniyetle onu izlerken saatlerce Ares'e denge kurmayı ve sopayı kontrol etmeyi öğrettim. Öğle vaktinde bulunduğumuz alana güneş gelmeye başlarken "Gardını al," dediğim an sopasını kavradı ve hazırda beklemeye başladı. Kendi gardımı alarak "Bana saldır," dediğimde kısa bir an duraksadı, o duraksadığı an Ares'e saldırdım. Fazla sert olmayan hamlelerimi Ares güçlükle karşılarken saldırıdan kaçınıyordu. "Saldır!" diye bağırdım. "Saldıramam." derken ona göre ayarladığım hamlelerimi savurmaya devam ediyordu. "Canını yakarım," duraksadı. "Sana saldırmam ben." Gücümün boyutunu arttırarak Ares'e savunması için fırsat vermeden saldırırken sopayla dizlerine vurdum, onu yere sererek sopanın ucunu göğsüne yasladım. "Öldün."
Ares yere uzanarak nefeslenirken otoriter bir tavırla "Saldıracaksın!" demiştim. "Tereddütlerin olmayacak!" Geriledim, "Ayağa kalk! Gardını al!"

"Güneş geliyor." diyerek nefeslendi, "Eve gitmeliyiz."

"Sen bana saldırana dek eve gitmiyoruz Aladağ,"

Ares bana bakarak ayağa kalktı, sopasını almadı. "Sana saldırmayacağım, Mira. Buraya kadar, eve gidiyoruz." Sert adımlarla ona ilerleyerek yakasından sertçe kavradığımda eğilip bana baktı, "Bana saldıracaksın!" dedim, öfkeyle. "En ufak bir istisna senin zayıflığın olur. Kenan'la savaşmaktan söz ediyorsun, böyle mi savaşacaksın? Bana saldırdıkları an gardını indirip teslim mi olacaksın? Onlara zayıflığını mı göstereceksin?" Yeşillerine kızgınlıkla bakarken yakasını bırakıp geriledim. "Gardını al, saldır bana. Savaşmayı bilmeyen bir adamla savaşa gitmeyeceğim. Zaafların olmayacak, kazanmak istiyorsan gözünü karartacaksın."

Ares asıl amacımı anlarken eğilip sopasını aldı, "Bu yönünden hoşlandığım söylenemez," dedi. "Babamdan bu kadar azar yemedim. Saatlerdir sövüyorsun bana." Gardını aldığında bana karşı bir hamle yapmamasına öfkelenirken ona saldırdım, Ares hızlıca hamlemi savurdu. Saldırılarıma devam ederken Ares hepsini çeşitli şekillerde savunmuştu. Gardlarımızı yeniden aldığımız an Ares beklemeden hamle yaptığında sırıttım, "İşte böyle, Aladağ. Öldür beni." Ares'i fazla zorlamadan beni yenmesi için açıklar verirken ne olduğunu kavrayamadan sırtım göğsüyle buluştu, elimdeki sopanın savrulduğunu hissettim. Ares kollarımı hareket ettirmemi bedenime yasladığı sopasıyla engellerken kulağıma eğildi, "Seni öldürmem," dedi. "Yaşaman için uğruna bütün dünyayı harcarım, ölmene izin vermem." Dudakları saçlarıma değdi, küçük bir öpücük kondurdu. Nefeslenirken başımı çevirip ona baktığımda gözlerimiz birleşti, yeşillerine tutunduğum an beni serbest bıraktı. "Antreman bitti, eve gidiyoruz."

Ağaçların arasına girerek yürümeye başladığında yerdeki sopamı aldım, peşinden ilerledim. "Dövüşmeyi böyle öğrenemezsin." Ares sopasını omzuna yaslayarak rahat tavrıyla "Savaşa elimizde sopalarla katılmayacağız, kızıl. Teknoloji gelişti." dedi. "Daha önemlisi, senin elinde silah da olmayacak. Senin için ben savaşacağım."

Hızlı adımlarla ona yetiştiğimde adımlarına ayak uydurmaya başladım, başımı çevirip ona baktım. "Duru için savaşıyorsun zannediyordum. Yine de teşekkür ederim, uğruma savaşacak adamlarım var. Sen sevgilin için savaş, yeterli."

Keskin diliyle "Sevgilim değil," dediğinde alayla gülümseyerek önüme döndüm, sopamı çevirip onun gibi omzuma yasladım. Ares bana baktı, "Beni terk eden bir kadın sevgilim olamaz." dedi. "Umurumda olan tek şey iyi olması, onu yeniden hayatıma dahil etmek için çabalamıyorum. Hatta, artık yüzünü dahi görmek istemiyorum."

"Seni terk ettiği için mi yoksa ihanet ettiği için mi?"

"Aşkın ihaneti affedilir," dedi, "Ama aşkımı terk etmesi affedilemez."

Keskin tavrıyla "İhanet affedilmez," dediğimde bana baktı, "Kağan'ı affetmez misin?" diye sordu, ardından önüne döndü. "Aşıksın ona, affedersin."

"Aşık değildim, seviyordum," dedim, geçmiş zaman ekini vurgulayarak. "Hala sevsem dahi benim nezlimde ihanetin affı yoktur, bedeli ölümdür. O bir yeminim olduğu için hayatta kalacak ancak hiçbir zaman affetmeyeceğim. Ailemden olmaya devam etse de içten içe nefret edeceğim ondan, bana yaptıkları için tiksineceğim."

"Henüz onunla görüşmedin," dedi. "İşkence görmesi dahi mahvetti seni, yüz yüze geldiğinizde hala aşık olduğunu anlayacaksın ve onu affedeceksin. Çünkü onu çok seviyorsun, ihanetine rağmen uğruna gözyaşı dökecek kadar çok seviyorsun." Duraksadığımda Ares birkaç adım daha atarak durdu, arkasına dönüp bana baktı. Göz göze geldiğimizde "Yalan mı?" diye sordu. "Seni her gün biraz daha tanıyorum ve seni tanıdığım her gün aslında o ana dek hiç tanıyamadığımı anlıyorum. Yalnızca bir yönünü en başından beri tanıyorum, Kağan'a olan aşık tarafını. Onu bana anlatırken bile seni düşündüğünü ve kurtarmak istediğini söylüyorsun. Kendi içinde aklıyorsun onu, nefret söylemlerin yalandan ibaret. Kalbin hala sana ihanet eden bir adam için çarpıyor."

Kalbin hala sana ihanet eden bir adam için çarpıyor.

Duyduğum şeyle afallarken "Sen izledin," dediğimde kaşları çatıldı. "Salonda söyledim bunu, karşıma geçmiş aynı şeyi söylüyorsun." Ares'e doğru yürüdüm. "Kamera kayıtlarını izledin, değil mi?" Ares'in kaşları biraz daha çatılırken "Ne kaydı?" diye sordu. "Ne kamerası? Anlamıyorum." Kaşlarım çatılırken şüpheyle "Salonda kamera vardı," dedim. "Orada toplantı yaptım ben, senin dediğini söyledim. İzlemedin mi?"

"Salonda kamera yok, Mira." dedi, beni anlamakta zorlanırken. "Evde kamera yok."

"Var, gördüm. Senin haberin yoksa," duraksarken sertçe yutkundum. "Gökhan'ın haberi var. Kamera kayıtlarını o izlemiş olmalı. Savaşacağımızı biliyor."

Bakışları değişti, "Kenan'a o mu söyledi?" diye sordu.

Başımı iki yana salladım. "O söyleseydi Kenan diğer evleri de bilirdi ve almamıza engel olurdu, tek evle yetinmezdi. Sadece bizim rotamızı biliyordu, etrafımızdaki adamlardan birisi söyledi. Her adam yalnızca kendi görev yeriyle ve göreviyle ilgili bilgilere sahipti. Tek fire verdik."

Ares arkasına döndü ve sert adımlarla eve doğru ilerledi. Onun peşinden adeta koştururcasına ilerlerken kolundan yakaladım. "Ne yapacaksın?" Bana doğru döndü, sinirle "Kameraya bakacağım." dedi. Ona sırnaştım, uysalca "Sakin olmalısın." dedim. Korkuğumu zannedecek olacak ki ifadesi anında dağıldı, derin bir nefes aldı. "Müdahele etmek isteseydim farkettiğim ilk an müdahele ederdim. Gökhan salonda konuştuklarımı duyduysa Kenan'ın tarafında yer almayacaktır."

Gökhan'a olan güvenimi anlayamadı, kaşları çatıldı. "Neden senin tarafında yer alsın?"

"Çünkü o benim vaftiz babam." dediğimde duraksadı, hayretle doldu. "Ne?"

"Gökhan annemin en yakın dostuydu." dedim. "Ben vaftiz edildiğimde Gökhan'ı vaftiz babam, Victoria'yı da vaftiz annem olarak seçmiş. Ben çocukken sürekli ziyaretime gelirdi, severdim onu. Gökhan da beni sever, öğrendiklerinden sonra bana ihanet edeceğini düşünmüyorum." Kolunu bıraktım, elimi yanağına yaklayarak usulca okşadım. "Elbet onun da yeri ve zamanı gelecek, fevri davranma. Bizimle mi yoksa Kenan'la mı işbirliği yapacağını öğrenmemizin en güvenli ve kesin yolu bu. Bana güven, bilmezden gel."

"Kamerayla bizi izlediğini söylüyorsun ve bunu görmezden gelmemi mi istiyorsun?"

Başımı salladım. Ares sıkıntıyla nefeslenerek yanağındaki elimi kavradı, hafifçe sıktı. "Öyle olsun. Ama evde başka kamera olup olmadığına bakmam gerekiyor."

Hızlıca "Oğuz ve Sancar baktı." dedim. "Sadece salonda var."

Gözleri etrafımızda gezindi, sıkıntıyla iç geçirdi. "O güzel aklından geçenleri bi' anlayabilsem." Başını eğdi, şakağımdan öptü. "Bi' anlatsan bana neler düşündüğünü." Başımı hafifçe kaldırarak gözlerine baktım, omzuna yasladığı sopayı yere bıraktı, belimden kavrayarak hafif bir kuvvetle beni kendisine çekti. Yüzüme uzandı diğer eli, yanağımı kavradı. Başparmağı usul usul tenimi okşuyordu.
"Anlat, Mira." dedi, gözlerimin en içine güven vermek istercesine bakarken. "Düşlerini anlat, senin için en güvenli haliyle gerçek kılayım."

Savaşımın bana zarar vereceğini, buna engel olmasını istemediğim için onu kenarıda tuttuğumu düşünüyordu. Benim amacım ellerini temiz tutmaktı, kendi ellerim kan denizine batsa da artık bir anlamı yoktu.

"Düşlerim," diye mırıldandım, gözlerim yüzünde gezinerek yeniden yeşillerine tutundu. "Benim düşlerim sensin, Ares." Kaşları hafifçe havalanıp indi, belimi tutuşu sıklaştı. Elimi uzatarak yanağını kavradım. "Savaş bir düş değil, gerçekleşecek bir kader ve bu kaderi biz yazacağız. Benim düşüm seni koruyabilmek, seni kirletmelerine engel olabilmek. Seni koruyabildiğim bir ihtimalin hayalden ibaret olmasından korkuyorum. Bu düşümü benim için gerçek kılabilir misin?"

Yanağımdaki eli boynuma indi, başparmağıyla çenemin altından baskı uygulayıp başımı kaldırdı. Tıpkı ona yaptığım gibi yüzümü inceledi uzun uzun, yeşilleri her zerremde dolandı. "Dilin ayrı, gözlerin ayrı söylüyor. Bunu benden isterken dahi gerçekleştirebileceğime inanmayarak bakıyorsun." Gözlerimin içine baktı, yüzünü yüzüme yaklaştırdı. "Eğer benden dileğin buysa sana söz veriyorum düşünü gerçekleştireceğim."

Gözlerimi hafifçe kırpıştırdım, "Uğruma öldürmeyeceksin o halde?" dediğimde başını iki yana salladı. "Uğruna ölürüm." dedi, keskin diliyle. "Uğruna öldürürüm."

Kaşlarım anlamsızlıkla çatıldı, onu anlayamadım. Söylediklerinin çelişkisini kavramaya çalışırken Ares yeniden çenemden kavrayıp dikkatimi ona vermemi sağladı. "Yalnızca bir savaş." dediğinde kaşlarım havalandı. "Bir savaş hakkı veriyorum sana." Kaşlarım hızla çatıldı, "Hiçbir şeye müdahele etmeyeceğim, tıpkı arzu ettiğin gibi kenarıda duracağım." dedi. "Ellerim temiz kalacak, Kenan'ın bana saldırmak için ne sebebi ne de fırsatı olacak." Yeniden yüzümde gezindi bakışları, belimdeki eli sırtıma doğru uzandı. "Kenan'ı öldürmek için sana bir şans veriyorum, Mira. Sözüm yalnızca bunun için geçerli."

Söylediklerinden hoşlanmadım, ona itiraz edercesine "Amacım onu öldürmek değil." dedim.

Keskin diliyle "Benim amacım onu öldürmek." dedi. "Planlar umurumda değil, fuhuş umurumda değil, uyuşturucu umurumda değil." Yüzümü ellerinin arasına aldı. "Umurumda olan tek şey sensin." Gözlerine tutuklu kaldım, öylesinde derin bakıyordu ki ona kapılıp gideceğimi hissediyordum. "Benim savaşım sensin." dedi. "Kazanıp kaybedebileceğim tek şey sensin ve ben seni kaybetmek istemiyorum."

"Kaybetmeyeceksin."

Hafifçe gülümsedi, alaydan ziyade acı bir gülümsemeydi. "Söz verebilir misin?"

Söz veremezdim, sessiz kaldım. Sessizliğim acı dolu gülümsemesini önce genişletti sonra soldurdu. Elleri başımın iki yanına yerleşti, "Tek savaş." dedi. "Tek şans." Gözlerime dikkatle bakıyordu. "Kenan hayatta olmaya devam ederse benim savaşım başlayacak ve seni temin ederim dünyanın sonuna kadar ellerimi yakasından çekmeyeceğim. Seni korumak için bütün varlığımla savaşacağım. Uğruna öldüreceğim, uğruna öleceğim." Geriledi, elleri usulca iki yanına düştü. "Düşler gerçekleşmek için yalnızca bir an'a ihtiyaç duyar, o anı sana sunuyorum. Nasıl değerlendireceğin senin tercihin."

Eğilip sopasını aldı ve yeşilleri son kez üzerimde gezindi. Bana arkasını dönerek sert adımlarla eve ilerlemeye başladı. Onun ardından bakakaldım, hemen yakınımdaki ağacın eteğine oturdum. Ağaç beni kendi gölgesinde saklarken bir müddet sonra köpeklerim beni buldu, kucağıma yatan Kara'yı sevmeye başladım.

Tek bir şans, diyordu. Bu savaşta en büyük gayem haline gelen şeyi gerçekleştirebilmek için bir şansım vardı. Adım sesleri geldi kulağıma, köpeklerim anında tetiğe geçip duruldular. Oğuz'un sesini duydum. "Müsaade var mı efendim?"

Başımı hafifçe sallamakla yetindim. Yanıma oturdu, elindeki kupayı bana uzattı. "Papatya çayı, iyi gelir." Kupayı alarak sıcak çaydan bir yudum aldım, sıkıntıyla iç geçirdim.

"Derdiniz nedir hanımefendi?" diye sordu, ilgiyle. "Sizin Barlas'ınız olmuştum, dertlerinizi benimle paylaşabilirsiniz. Bir Türk Çocuğu edemesem de kanımda Türklük var."

"Elinde bir silah var." diye mırıldandım, parmaklarım Kara'ın tüylerinde gezindi. "Karşında düşmanların. Hepsini teker teker avlıyorsun, son kurşununu bütün bu kaosun merkezine saklıyorsun. Ancak başka bir ihtimalde tek bir hakkının olduğunu öğreniyorsun. Karşında düşmanların var, silahında tek kurşun. Kıyılarında yürüdüğün kaosun merkezine ulaşmak zorundasın." Başımı ona çevirdim, "Ne yapardın?" diye sordum. "Hangi ihtimali gerçekleştirirdin?"

"Buna bir asker olarak mı cevap vermeliyim?" diye sordu. "Yoksa yüreğinde derin bir sevgi ve bağlılık taşıyan biri olarak mı?" Başımı hızlıca önüme çevirdim, yutkundum. Derin bir iç çektiğimde Oğuz "Savaşarak doğdunuz, savaşarak öleceksiniz." dedi. Gözlerimi ona çevirdim. "Savaş sizin mayanız, dünyaya geliş amacınız. Milyarlarca insan varoldu bu topraklarda, binlerce kral doğdu. Yüce amaçlar doğrultusunda seçilenler sizinle aynı kaderi paylaştı. Siz bu dünyaya aşk uğruna savaşmak için gelmediniz, bir millet uğruna savaşmak için geldiniz. Kenan Karadağ'ı öldürmek belki sizi kurtaracak ama binlerce insanı tutsak etmeye devam edecek. Bize öğrettiklerinizi hatırlayın, majesteleri. Iskalama ihtimali olan tek kurşun dünyayı değiştiremez ama sizin ellerinizde harcanacak bir şarjör binlerce insan için dünyayı daha güzel bir yer haline getirebilir."

Kara'nın gece kadar siyah tüylerinde gezindi gözlerim, "Ya binlerce insan ıskalama ihtimali olan o tek kurşundan daha kıymetli değilse?"

"Geri kalan milyarlarca insan dahi o tek kurşundan daha kıymetli olamaz." Başımı çevirerek ona baktım, usulca gülümsedi. "Bazen yalnızca iki ihtimal yoktur, majesteleri. Seçenekler vardır, seçtiğiniz şey size onlarca ihtimal sunabilir. Tek kurşunu mu seçiyorsunuz yoksa bir şarjörü mü?"

"Buna bir asker olarak mı cevap vermeliyim?"

Hafifçe güldü, başını salladı. "Bir komutan olarak cevap vermelisiniz. Ne yazık ki ayaklarınızın altında kurtarılmayı bekleyen, düşmanın milletimizin kanıyla suladığı bir vatan topağı var. O toprağı ezip geçmeyin, hele ki aşk için." Başını yeniden iki yana salladı. "Annenizi öldüren şey vatanı değil, aşkıydı. Bir hükümdar olmanın bedeli belki de aşktır. O bedeli ödeyemezseniz uğruna savaşmanız gereken her şeye sırt döneceksiniz. Tıpkı şu an ailenize ve vatanınıza sırt döndüğünüz gibi."

Hafifçe hareketlendi, ayağa kalktı. Hizaya geçerek düz diliyle "Ares Bey sizi yemeğe çağırıyor hanımefendi." dedi. "Lütfen benimle gelin."

Kara'yı kaldırdım, uysalca ayağa kalktım. Bitki çayımdan içe içe eve doğru yürürken Oğuz da sopamı almış peşimden geliyordu. Orman bitiminde durdum, karşımdaki eve kaydı bakışlarım. "Neden ona aşık olduğumu düşünüyorsun?" diye sorduğumda Oğuz bir adım gerimde durmaya devam etti. "Düşünmüyorum hanımefendi, biliyorum." dedi. "Ancak size Ares Bey'e aşık olduğunuzu söylemiyorum." Onu anlayamazken başımı çevirip gözlerine baktım. "Aşkın ateşi yüreğinize düşmüş." dedi. "Bunu harlamak ya da söndürmek sizin elinizde. Benim bildiğim bu."

Yeniden eve döndüm, ellerimin arasındaki kupayı kaldırıp çayımdan içtim. Sıcak çay boğazımı ısıtıp iniyordu, sanki boğazım vücudumun merkeziymişçesine gevşiyordum. "Onu seviyorum." dedim, yalın bir dille. "Ailemden sayacak kadar seviyorum ama bu sevginin söz ettiğin gibi bir şey olduğunu düşünmüyorum. Öyle hissetmiyorum."

Kağan'a olan hislerimi anımsadım, Ares'e olan hislerimden çok uzaktı. Ona aşık olmadığımı da anımsadım. Hikayelerini dinlediğim, hayalini kursam da bir gün hissetmekten kaçındığım aşk tam olarak neydi, nasıl hissettirirdi bilmiyorum. Ares'in iliklerime kadar hissettirdiği sevgi, ilgi ve güven aşkın içerisinde miydi? Bana bütün dünyadan değerli olduğumu hissettirebildiğinde, uğruma savaşılmaya uğruma ölüp uğruma öldürmeye değer gördüğünde kalbimde canlanan duygular nereye aitti? Bütün o nezaketi, naifliği, şefkati beni hayatta tutan yegane güç olmuştu. Bana hissettirebildiği şeyler kalbimde nasıl yankı buluyordu?

Verandada beliren bedene baktım, Ares anında bizi gördü. Verandadan bahçeye inen merdivenlere yöneldi. Yine siyah kumaş pantolonu, siyah gömleği vardı üzerinde. Merdivenlerden ağır ağır indi, çimlerin üzerinden geçip ormana yönelen taşlı patikaya girdi. Yeşillerini üzerime sabitlemişti, bütün odağı bendim.

Papatya çayımdan koca bir yudum aldım, bu kez beni rahatlatmak yerine yaktı. İstemsizce nefeslendim.

Yanımıza yaklaştığında düz sesiyle "Sen dinlenebilirsin Oğuz." dedi. Oğuz benden onay beklediğinde gözlerimi Ares'ten kopartıp ona çeviremedim, parmaklarım oynadı. Oğuz Ares'in geldiği yoldan geri dönerken Ares yamacıma geldi, yanıma geçip sırtımdan kavradı. Bakışlarım onu takip ettiğinden başımı çevirdim. "Sofra hazır." Sesi az önceye nazaran yumuşacıktı. "Yemeklerimiz soğumadan eve geçelim mi?"

Gözlerinin yeşili o kadar canlı ve parlaktı ki, arkasındaki koca ormanın rengi silikleşiyordu. Başımı hafifçe salladım, boğazım yanmaya devam ettiğinden ses çıkartmadım. Birlikte taşlı patikadan eve doğru ilerlemeye başladık. "Papatya çayı mı o?" diye sordu. "Keşke yemekten önce içmeseydin, şimdi ben aç değilim diye yemek yemeyeceksin."

"Açım." dedim, hızlıca. Ares afalladı. Daha sakin bir tavırla "Antreman yaptım ya, acıktım." diye devam ettim. Acıkmış olmam dahi büyük bir hayret unrusu olmuştu. "Ayrıca yemeklerden önce çay içerim." diye devam ettim. "Midem biraz hassas, rahatlatıyor."

"Bitir o zaman."

Kupayı dudaklarıma yaslayıp çayımdan biraz daha içtim, "Oğuz çok yapmış." diye yakındım. "Küçük çay fincanında içerim normalde."

"Hepsini içmek zorunda değilsin."

"Oğuz yaptı, içmem lazım." Hızlıca bir yudum daha aldım.

"Oğuz'a olan bu sevgin nereden geliyor?"

Kaşlarım çatıldı, başımı çevirerek ona baktım. "Anlayamadım?"

"Sevgili diyip duruyorsun adama." dedi. Yüz ifadesi bie duvar kadar düzdü, ses tonundan hoşlanmamıştım. "Çay yaptı diye zorla içmeye çalışıyorsun. Sürekli etrafında."

Onu anlamakta zorlanırken uysalca "Özel korumam, başka nerede olabilir ki?" diye sordum. "Sevgili Oğuz diyorum, çünkü Oğuz'u seviyorum. Sevdiğimiz insanlara öyle demez miyiz? Mektup yazarken de Sevgili diye hitap ederek başlarız. Görev tanımında olmasa da, istemesem de benim için çay yapmış, çöpe dökmek emeğine yazık olur."

"Sosyal hayatta hiçkimseye sevgili demeyiz." dedi. "Oğuz'u sevme sebebin ne? Çok kısa süredir yanında, ne çabuk sevdin onu?"

"Sancar'ı da seviyorum." dedim. "Ama Oğuz genellikle sabah nöbetinde olduğundan onunla daha çok vakit geçiriyoruz."

Yüz ifadesi nihayet dağıldı ama bu kez kaşlarını çattı. Bundan hiç hiç hoşlanmadım. "Biz seninle daha çok vakit geçiriyoruz, bana sevgili demiyorsun."

Hayretle dolarken dudaklarım istemsizce aralık kaldı, gözlerimi kırpıştırdım. "Sana da mı sevgili diye hitap etmemi istiyorsun?"

Kaşlarını düzelterek "Hayır." dedi. "Ama onları sevdiğinden sevgili diyorsan ve bana demiyorsan sanırım beni sevmiyorsun? Halbuki ben beni sevdiğini zannediyordum. Hiç mi sevmedin? Ben seni sevmiştim."

Ares'e buna benzer şeyler dediğimi anımsarken güldüm, hafifçe sırıtıp yeniden aynı yüz ifadesine döndü ancak gözlerine yerleşen o eğlence parıltılarını saklayamadı.

"Sen onlarla bir değilsin ki." diyerek ona yanaştım. "Aramızda resmi ilişki bulunan insanlarla öyle konuşurum. Ailemden olanlara sevgili diye hitap etmem. Onlara verdiğim değeri daha farklı yollarla gösterebilirim. Hitabet sözcüklerine ihtiyacım olmaz."

Dediklerim aklına yatmış olacak ki yüz ifadesi fazlasıyla yumuşadı, "Ailenden miyim?" diye sordu.

Gözlerine bakarken gülümsedim, "Ailemdensin." dedim. Ona yaklaştım, parmak ucumda yükselerek yanağından öptüğümde adımlarımız durdu. Ares hafifçe bana doğru döndü, sırtımdaki elini başıma çıkartarak saçlarımı usulca okşadı. Ares içtenlikle gülümsedi, beni kolunun altına alıp eve doğru ilerletmeye başladı. "Bence aranızda resmi ilişki bulunan insanlara karşı farklı hitabet sözcükleri bulmalısın."

"Sevgili bence çok güzel bir hitabet sözcüğü." dedim. "Yalnızca ismini söylemek fazla basit, Bey diye hitap etmek de fazla resmi. İkisi de onlara verdiğim değeri göstermiyor ve bu dünyada ailemden sonra en çok değer verdiğim şey adamlarımdır. Onlara olan sevgimi belirtmek isterim, ne yazık ki belirtilmeyen her şey zamanla silinir. Onlara olan sevgim asla silinmeyecek yegane şey."

Başımdan öptü, "Anlaşıldı, ortalıkta herkese sevgili diyerek dolanmaya devam edeceksin." dedi. "En azından sadece Oğuz ve Sancar'a yap. Benim adamlarıma sevgi beslemene lüzum yok. Ben severim onları."

Kıkırdayarak ona baktım. "Ucundan bi kıskançlık mı sezdim?" Merakla ona bakmayı sürdürdüğümde bana bakmaktan sakınarak "Ne alakası var?" diye sordu.

Alayla güldüm, "Sevgili Ares." diyerek sağ kolumu beline doladım. Ares hayretle bana baktığında yüzümü buruşturdum. "Senin ismine hiç yakışmadı, sana mektup yazıyormuş gibi hissettim. Sana olan sevgim için fazla soğuk ve resmi bir hitabet oldu. Kesinlikle yakışmadı."

Ares ufak bir kahkaha atarak sağ elini yüzüme attı, yanaklarımı sıktı. "Haklısın yakışmadı, ben de sevmedim." dedi. "Sevgili sözcüğünün ardından ismim gelmemeli." Kıkırdadım, Ares yanaklarımı serbest bıraktı. Birlikte eve girdiğimizde çayımı bitirdim, salona kurulan sofraya geçtik. Ares sandalyemi çekerek beni oturttu, hemen karşıma yerleşti.

Onun yönlendirmesiyle yemek servisi yapıldığında sessiz sedasız yemek yemeye başladım. "Bugün işe gitmedin, yarın gidecek misin?"

Ares başını hafifçe salladı, "Giderim." dedi. "Bugün seni yalnız bırakmak istemedim. Ben yokken Pars'ın yanında fazla kalma. Yüzüne gülmesi sana kinlendiği gerçeğini değiştirmiyor. Zarar verecek bir şey yapmaz ancak onunla fazla muhattap olmanı istemiyorum."

Rahatça "Kin mayasında yok." dediğimde Ares duraksadı ve bana anlamsızca baktı. Omuz silkip çorbamdan bir kaşık aldım. "Pars'ın kindar biri olmadığına eminim." İçimdeki ses buna alayla gülüyordu. Ata Tekin bu alemde görüp görülebilecek en kindar insandı ve Pars onun oğluydu. Bitmek bilmeyen kinleri beni buraya getiren en büyük sebepti.

Kendinden emin bir şekilde "Pars kindar biridir." dedi. "Hayatımda ondan daha kindar hiçkimseyi görmedim. Kırk yıl da geçse kendisine yapılanı unutmaz. İntikam onun için büyük bir tutku."

Kaşlarım ilgiyle havalandı, "İşte şimdi ilgimi çekti." dedim. "Ortak tutkularımız varmış." Ares'in yüz ifadesi bir anda değişti, kaşları çatıldı.

"Ortak tutkularınızın olması neyi değiştirir?"

Basitçe "Bir çok şeyi." dedim. "Belirli amaçları olan ve bu amaçları gerçekleştirmek için emek harcayan insanları severim." Çorbamı bitirdim, ana yemek servisi yapıldı. Ares sessizce yemeğini yerken sık sık beni izliyordu.

Göz ucuyla ona baktım. "Aklındakini sorabilirsin."

"Aklımda sorular yok." dedi.

Kaşlarım havalandı. "O halde neden sürekli bana bakıyorsun?"

Beni taklit ederek kaşlarını kaldırdı. "Sana bakmak için sebebim mi olmalı?" Yanıt beklemedi, başını iki yana salladı. "Hiçbir sebebe ihtiyacım olmadan yapacağım en güzel şey sana bakmak olabilir."

Bariz bir şekilde afalladım, dudaklarımı ıslatarak tabağıma döndüm. Bakışlarımı yeniden ona çevirdim, kaçamak bakışım yakalandığında arkama yaslanıp omuzlarımı dikleştirdim. Yeşillerine takılı kalmıştım, bana olan kesintisiz bakışlarını uzun uzun seyrettim. "Amacın ne?" diye sorduğumda gerçekten merakla doluydum.

Bana anlamsızca baktı. "Bir amacım yok."

"O zaman neden böyle yapıyorsun?" diye sordum.

Merakla bana baktı. "Ne yapıyorum?"

"Flört ediyormuş gibi davranıyorsun."

Gülümsedi, benim gibi arkasına yaslanarak duruşunu dikleştirdi. Yeşillerinde gezinen eğlence parıltılarını gördüm, usul usul beni inceledi. "Oradan baktığında seninle flört ediyormuşum gibi mi görünüyor?"

"Kimi zamanlar."

Sağ kaşını sorgularcasına kaldırdı. "Hangi zamanlar?"

"Bana iltifat ettiğin zamanlar."

Kaşları yalandan çatıldı. "Yalnızca flört amacıyla iltifat edebileceğimizi bilmiyordum." Dirseklerini masaya yaslayıp yemeğine yöneldi.

"Başka hangi sebepten iltifat edilebilir ki?"

Çatalını bana doğrulttu, gözlerimim içine bakarken "Sana iltifat etmek için de hiçbir sebebe ihtiyacım yok." dedi. Gülümsedi. "Konuşmamız uzadıkça sebepsizce yapabileceğim güzel şeylerin listesi uzuyor. Lütfen muhabbetimize devam edelim, kısa listelerden hiç haz etmem."

İstemsizce güldüğümde güldü, "Sonunda seni güldürebildim." dedi. Gözleri gözlerime sabitlendi. "Gülmek sana çok yakışıyor dersem de flört eder miyim?"

Kıkırdayarak başımı iki yana salladım, "Resmen benimle oyun oynuyorsun." diye söylendim. "Çok mu keyif alıyorsun?"

"Çok."

Gözlerimi devirsem de gülmeye devam ettim, başımı sağ omzuma doğru eğerek ona baktım. "Yani benimle flörtleşmiyorsun?"

Kaşları çatıldı. "Neden seninle flörtleşeyim?"

"Neden aksini yapasın?" diye sordum.

Yalın bir dille "Çünkü sen Mira'sın." dedi, anlayamadım onu.

"Mira olmamın nasıl bir engeli ya da etkisi var? Mira olmak ne demek?"

"Bunu daha uzun bir vakitte konuşmalıyız." diyerek tabağına döndü.

"Benim vaktim bol." dedim. "Senin bana ayıracak vaktin yok mu?"

Duraksarken gözleri gözlerimle birleşti, başını hafifçe kaldırdı ve yüzüme baktı. "Dilersen zaman kavramını hiç varolmamış sayarak sonsuza dek sürecek bir konuşmaya başlayabiliriz. Ömrümün geri kalanını sana ayırabilirim."

Yeniden gülmemek için çabaladım, yüz ifademi zar zor sabit tutabildim. "O halde bana Mira olmanın ne anlama geldiğini anlat."

Birkaç saniye boyunca beni inceleyerek sorguladı, "Bu anlatabileceğim kadar basit bir şey değil." dedi. "Hatta anlatabileceğim bir şey de değil."

"Neden?" diye sordum. "Çok mu zor, çok mu karmaşık?"

"Ne zor ne de karmaşık." dedi. "Mira olmak en saf yönün."

"Saflığı mı anlatamıyorsun?"

"Senin saflığını anlatamıyorum."

Dediği şeyle kaşlarım çatıldı, bütün dikkatimi ona verirken çatalımla bıçağımı bıraktım. Ares yemeğinden yedi, onu çiğnerken yeşilleri gözlerime sabitlenmişti. Ağzındaki lokmayı yuttuğunda "Kelimelerle anlatılabilecek birisi olduğunu düşündüren nedir?" diye sordu. "Güzelliğinden başlıyorum söze, herkesin gördüğü dile getirilebilirse geri kalanını da yaparım zannediyorum ancak kelimelerim güzellliğine dahi yetmiyor."

Dilim damağım kururken uzanıp kadehimi alarak içerisindeki sudan içtim. "Herkesin gördüğü, bildiği kıymetli değildir."

"Kim demiş?" diye sorduğu an yeniden göz göze geldik. "Herkesin gördüğü, bildiği de kıymetlidir hiçkimsenin görmediği, bilmediği de. Söz konusu sen isen senden daha kıymetli hiçbir şey yok." Gözleri gözlerimden kopmazken yemeğinden yedi, usul usul çiğnedi.

Çenemi hafifçe kaldırdım, "Beni kıymetli kılan şey ne?" diye sordum. "Kenan'ın hazinesi olmam mı yoksa Mira olmam mı?"

Sorgularcasına "Kenan'ın hazinesi?" diye tekrarladı, gülümsedi. Gülümsemesi hızla soldu.

"Hazine olduğun doğru ancak Kenan'a ait değilsin. Onun hiçbir şeyi olamazsın. Günahı dahi olamazsın."

"Buradayım." dediğimde başını onaylarcasına salladı. "Burada kime aidim?" diye sordum. "Kiminim?"

Kaşları çatılırken keskin diliyle "Hiçkimseye ait değilsin Mira." dedi. "Sen sadece Mira'sın, seni korumak dışında üzerinde bir yükümlülüğüm yok. Beni ailenden sayıyorsun, ailen olurum. Ancak ailen olmam seni bana ait kılmaz. Hiçkimse hiçkimseye ait değildir."

"Herkesin ait olduğun bir yer vardır." dedim. "Dünyaya geldiğimde haneme aittim, büyüdüm ve çocukluğum bitti. Ait olduğum farklı yerler oldu. Son durağım Kenan'dı." Gözlerinin içine baktım. "Herkesin kendisine ait olanı almaya hakkı vardır. Onun beni alma hakkı var mı?"

Bakışları değişti, gözlerinde harlanan öfkeye baktım. Başını hafifçe iki yana salladı, "Onun hakkı olan tek şey ölüm." Yeşilleri üzerimde gezindi, yeniden gözlerime döndü. "Sen benim hakkımsın."

Kaşlarımı kaldırarak "Sen kimin hakkısın?" diye sordum.

Usulca gülümsedi ve yeniden arkasına yaslandı. "Duymak istediğin şey ne?"

Dudak büktüm. "Ait olduğum yerin nereye ait olduğu." Kollarım masaya yaslandı, ellerimi birleştirerek çenemi yasladım. "Ben sana aidim, sen kime aitsin?" Kaşlarım sahte bir merakla havalandı. "Kenan'ın ait olduğu yere mi?"

Ares yeniden beni taklit etti, dirseklerini masaya yaslayıp ellerini birleştirdi. Yeşilleri gözlerime sabitliydi. Parmağı hafifçe hareket etti, "Buraya gel." diyerek arkasına yaslandı. Sandalyesini gerilettiğinde yerimden kalktım ve ağır adımlarla ona ilerledim. Attığım her adımda gözleri beni takip ediyordu. Ona yaklaştığımda eldivenli elini uzattı, usulca kavradım. Beni kendisine çekti, kalçamı masanın kenarına yaslamamı sağladı. Başparmağıyla elimin üstünü okşarken başını kaldırmış gözlerime bakıyordu.

Samimiyetle "Korktuğunu biliyorum." dedi. "Korkmandan daha doğal hiçbir şey yok, Mira. Ama ben buradayım, seninleyim." Elimi hafifçe sıktı. "Elini tutuyorum." Elimi kendisine çekti, gözleri gözlerimden ayrılmazken üzerinden öptü. "Ve tuttuğum eli asla bırakmayacağım."

Masadan ayrılarak ona yanaştım, elini bırakıp sol dizine oturdum. Dizlerimi kendime doğru çekerken Ares bedenimi sarmaladı, başımı boynuna gömdüm. Sol eli bedenimi kavrarken sağ eli başıma yerleşti, saçlarımı öpüp okşadı. "Kalbimi say." dedi, uysal diliyle. "Kenan'dan korkmayana kadar kalkma göğsümden." Gözlerimi kapattım, kokusunu içime çektim. "Odama gidebilir miyiz?" diye sordum, fısıltıyla.

Sağ kolunu bacaklarımın altından geçirdi, beni kucaklayarak ayağa kalktı. Boynuna sarıldım, ona sıkıca tutundum. Ares salondan ayrıldı, merdivenleri yavaş yavaş çıktı. Odama girdiğimizde Sancar arkamızdan kapıyı kapattı, Ares yatağa ilerledi.

Beni bırakmadı, ayakkabılarını çıkartıp yatağa oturdu ve beni bacaklarının arasına çekti. Dizlerim sağ dizinin üzerinden diğer tarafa sarkarken sırayla botlarımı çıkartıp yere savurdu. Kolları etrafıma dolandı, sımsıkı sarmaladı. "Kaç oldu? Gelirken sayabildin mi?"

"Saymaya ihtiyacım yok." dedim. "Ona olan korkum asla dinmeyecek. Geçti zannedeceğim, karşıma çıktığında yine her şey başıma yıkılacak." Derin bir iç çektim. "Geçmesin." dedim, güçlükle. "Geçerse unuturum, cesaretimi yitiririm."

"Hiçkimse hakkım olanı benden alamaz." dedi, keskin diliyle. "Kork ya da korkma, Kenan'ın seni benden almasına izin vermem. Evini yaktım, seni aldım. Dünyayı yakarım, yine de seni almasına izin vermem."

Başımı kaldırdım, gözlerine baktım. "Gerekirse bütün dünyayı yak." Sırtımdaki elini başıma yerleştirdi, saçlarımı nazikçe okşadı. "Yine de beni almasın." Gözlerinin en içine baktım. "Gerekirse o yangında ben de yanayım ama eli bir daha bana değmesin."

Elini boynuma indirdi, başparmağıyla çenemi kaldırıp yüz yüze gelmemizi sağladı. "Parmağının ucu dahi sana değmeyecek." Öyle bir kararlılıkla bakıyordu ki, her sözcüğünü yemin edercesine dile getiriyordu. Başını iki yana salladı. "Benim olanı alamaz."

"Duru'yu almadı mı?" diye sorduğumda bakışları değişti, ifadesi sarsıldı. Sertçe yutkundu, "Duru onun kızıydı." dedi. Gözlerime baktı. "Benim hakkım değildi."

"Ben de babamın kızıyım." dedim. "Nasıl senin hakkın olabiliyorum?"

"Babanın sana sahip çıkmak için bir şansı vardı." dedi. "Bu şansı kendi ellerinle verdin. Baban şansını değerlendiremedi." Saçlarımı okşadı. "O gece beni bırakıp gittin, Mira." Omuzlarım düştü, diğer eliyle daha sıkı sarmaladı bedenimi. "Ben de ona gitmene izin vererek babana bir şans verdim, peşine düşmedim. Sabırla bekledim. Baban, benim ona verdiğim şansı da kullanamadı. Artık onun hakkı kalmadı." Alnımdan öptü. Başımı hafifçe eğdiğimde alnım Ares'in çenesine yaslandı, usul usul nefeslendim. Başparmağıyla yanağımı okşamaya başladı, "Ben vazgeçmem, Mira." dedi. "Her şeyden vazgeçerim ama senden asla vazgeçmem." Başını eğip saç diplerimden öptü, beni boynuna gömdü. Yanağı başıma yaslandığında iç çekerek ona sokuldum. "Kalbini saymasam da böyle kalabilir miyiz?" diye sordum.

"Kalbim atmaya devam ettikçe böyle kalabiliriz. İster say, ister sayma."

Yorganı kavrayarak üzerimizi örttüğünde gözlerimi kapattım. Sol elim göğsüne yerleşti, parmaklarım gömleğinin yüzeyinde gezindi. Saçlarıma öpücükler kondurdu, usul usul okşadı. "Sen bensin, ben de sen." dedi. "Sen benim hakkımsın, ben senin hakkın. Ait olduğum yer Meclis değil, eğer bunu merak ediyorsan."

Ares beni kendisine ait kılarken kendisini de bana ait kılıyordu. Meclis'e ait değildi, onların karanlık dünyalarına ait değildi. Buradaydı, benimleydi, benim elimi tutuyordu.
"Sevindim." dedim, içimden geçenleri en yalın haliyle dile getirerek. "Hakkımız olanı koruyalım." Birbirimizi koruyalım. "Yeter."

Saçlarımı öptü. "Ben senin hakkını da korurum." dedi. Kendisini de koruyacağını, onu korumak için çabalamamam gerektiğini söylüyordu. Kendisini nereye kadar koruyabilirdi? Benim uğruma ölecekken benim uğruma öldürecekken kendisini nasıl koruyacaktı?

"Hakkımı ben korurum." diyerek ona sarıldım. "Kimseye bırakmam. Sen kendini hakkını koru, yeter."

"Çok fazla hak kelimesi kullandık." diye söylendi. "Ve hak kelimesi seni tanımlamak için fazla soluk. Hoşlanmadım." Kıkırdadığımda güldüğünü işittim, "Hah şöyle." dedi. "Racon moduna yaklaşmayalım, kuş gibi cıvılda. Böyle çok güzelsin."

Başımı kaldırarak çatık kaşlarımın altından ona baktım. "Racon modumda çirkin miyim?"

Yüzümü okşayarak "Ne münasabet?" diye sordu. "Çirkinlikle sen yan yana dahi gelemezsin." Burnumun ucundan öptüğümde ifadem dağıldı, yeniden kıkırdadım. Göz göze geldik, gözlerime dikkatle baktı. Bir şey söyleyecek oldu, yuttu. Bana yeniden sarıldı, sıkıca sarmaladı. "Yat burada, dinlen." dedi. Başımı boynuna gömerek kokusunu soludum.

Kolayca uykuya kapılırken "Biliyor musun?" diye mırıldandım.

Kulağıma yöneldi, parmak uçları kulağımın etrafındaki saçlarımda gezindi. "Neyi?"

"Seni sevdiğimi." diye sayıkladım, elektrik çarpmışçasına irkildi. "Bu yüzden benim hakkımsın."

Bedenimi daha sıkı sarmaladı, uzunca bir müddet sessiz kaldı. Saçlarımda gezinen eliyle uykuya dalmak üzereyken ansızın "Nasıl seviyorsun beni?" diye sordu.

Uykuyla iç geçirdim, "Sadece seviyorum." diye fısıldadım. "Nasıl sevdiğimi bilmiyorum." Ona sıkıca sarıldım. Bir müddet daha sessiz kaldı. Uysal diliyle "Biliyor musun?" diye sordu.

"Beni sevdiğini mi?" diye sorduğumda gülme sesi geldi, "Hayır." dedi. "Seni çok sevdiğimi."

Uykulu uykulu güldüm, uyuyakalmamak için direniyordum. "Biliyormuşum."

Hayal meyal "Bilmiyorsun." dediğini duydum, uykuya kapıldım.

 

 

 

.

 

 

 

 

Ormanda yürüyüşe çıkalı ne kadar zaman oldu bilmiyordum ama ağaçların gölgesinde ve yemyeşil doğada valit geçirmek iyi hissettirse de fazla yorucuydu. Üzerimde siyah taytım, sporcu sütyenim Ares'in siyah kapşonlu hırkası vardı. Spor ayakkabılardan nefret ettiğimi bir kez daha anladığım şu sıkıcı günde elimde kırmızı su mataramla yürümek hoş değildi.

"Eve ne zaman döneceğiz?" diye sorduğumda kolundaki silikon kordonlu spor saatine baktı, "Yürüyüşe çıkalı 10 dakika oldu, Mira." dedi. "Sekiz yüz metre anca yürümüşüz." Başımı çevirerek ona baktım, ofladım. Ares siyah eşofman ve siyah bir tişört giymişti. Dışarıya eşofmanla çıkabilmesi benim için çok şaşırtıcıydı. "Yürümekten nefret ediyorum." diye söylendim. "Spor rutinimden çıkartmak için salonumdaki koşu bantlarını kasten bozduğumdan bahsetmiş miydim? Hep tamir ederler ya da yenisini alırlar, hep bozarım."

Alayla güldü, "Koşuya çıkmadığımız için sevinerek yürüyüşün güzel yanlarını düşünebilirsin." dedi. "Sürekli oturuyorsun ya da yatıyorsun. Beni de kendine benzettin. Hiç sağlıklı değil."

"Pek de sağlıklı insanlar değiliz." dedim. "Sigara içiyorsun, alkol kullanıyorsun. Spor yapmanın ne faydası var?"

"Zararlı alışkanlık sahibi olmam etkilerini azaltmak için hiçbir şey yapmayacağım anlamına gelmez." dedi. "İnsanın doğası budur."

Burun kıvırdım. "Milattan önceki insanların spor yaptığını hiç zannetmiyorum."

Yeniden güldü, "Yaşam koşullarının milattan öncesiyle aynı olmadığına eminim." dedi. "Belki modern çağ öncesi insanlar spor yapmazdı ancak yaşamlarını sürdürebilmek için beden gücü kullanırlardı. Barınmak için, beslenmek için, korunmak için tek yol bedenleriydi. Eminim hayatlarını devam ettirebilmek için kullandıkları beden gücünü modern dünyada spor yaparak kullanabiliriz. Canlının doğası harekettir, mikroorganizmalar dahi hareket eder. Nereye hareketsiz yaşayabilirsin?"

Huysuzca "Ölene kadar." dedim. "Hareket etmek için yürüyüş yapmak zorunda değiliz. Spor salonuna gidip birlikte spor yapabiliriz. Yüzebiliriz, ata binebiliriz."

Ona sunduğum ihtimalleri hiç düşünmeden "Yaralısın, yapabileceğimiz tek spor yürüyüş." dedi. "Yaraların iyileşme sürecinde, sırtını zorlayacak hiçbir aktiviteyi yapamayız."

Gözlerimi devirerek yeniden ofladım, su mataramdaki limonlu naneli suyumdan içtim. "Hayat yürüyüş yapmak için fazla hareketli ve hızlı. Uzun zamandır muhabbet ediyoruz. Kaç dakika olmuş?"

Bedenini bana çevirdi, "Muhabbet etmek için durdun, Mira." dedi. "Hala sekiz yüz metre yürüdük. Konumumuzu koruduğumuz sürece dakikaların ilerlemesi yürüdüğümüz mesafeyi arttırmıyor."

Pekala, sık sık durup Ares'le muhabbet ediyor olabilirdim ama bu benim suçum değildi. "Haklısın ben yaralıyım, yatıp dinlenmeliyim." diyerek geldiğimiz yola doğru döndüm. Ares yavru kedi yakalar gibi ensemden yakaladı, beni durdurdu. "Nereye gidiyorsun, kızıl?" Tahammülsüzce nefeslenerek one döndüm, yürümeye başladık. Bir süre daha tempolu yürüdüğümüzde dayanamadım, durup "Koşu yarışı yapalım mı?" diye sordum.

Ares beni umursamadan yürümeye devam ederken "Hayır." dedi. "Yürü." Koşuşturarak ona yetiştim, aynı tempoda yürümeye devam ettim. "Ne kadar yürümemiz gerekiyor?"

"Beş kilometre." dediğinde hayretle doldum ve durdum. "Ney? İki buçuk kilometre ilerleyip iki buçuk kilometre geri döneceğiz, değil mi?"

Durup bana dönerek "Hayır." dedi. "Beş kilometre ilerleyip beş kilometre de eve geri döneceğiz."

"Yani on kilometre!" dedim, inanamazken.

Sakince "Evet Mira." dedi. "Yürü hadi." Yürümeye devam ettiğinde hafif koşturup ona yetiştim, "Aklımla zorun mu var?" diye sordum. "Yoruldum."

"Yorulmak için erken kızıl." Saatine baktı. "Bir buçuk kilometre olmuş daha. Sekizinci kilometrede yorulabilirsin, anlarım."

"Şimdi de anlamalısın!" dedim. "Evden bir buçuk kilometre uzaktayız! Bir de geri dönüşümüz var."

Alayla güldü, "Dalga geçiyorum Mira." dedi. "İki kilometre yürüyeceğiz, yaklaşık dört yüz metre sonra dinlenip geri döneriz. Seni çok yormam."

Rahat bir nefes aldım, hızlıca yürümeye başladım. "Hemen dört yüz metre yürüyelim, eve dönmek istiyorum." Ares gülerek peşimden geldi, yan yana yürümeye devam ettik. İki kilometre olduğunda Ares durdu, dinlenmem için bana alan tanıdı. Suyumdan içerek oturduğum yerde soluklanıyordum. Ares eve dönmeye hazırlanmamı beklerken bedenini esnetecek egzersizler yapıyordu.

Neredeyse yarım saat boyunca yerde oturmaya devam ettiğimde "Mira, hadi gidelim." dedi. Başımı iki yana salladım. "Hala yorgunum." Kollarımı uzattım. "Kucağında götürsen eve hemen şimdi dönebiliriz. Yoksa biraz daha oturmak istiyorum."

Alayla gülümsedi, dalga geçtiğimi bilmesine rağmen yanıma geldi. Eğilip bedenimi kavrayarak beni kucakladığında mataramı zar zor alabilmiştim. Yüzüne bakarak "Eve kadar taşıyabilir misin beni?" diye sordum.

"Deneyelim." diyip yürümeye başladığında kıkırdadım, "Deneyelim." dedim. "Bakalım ne kadar güçlüsün." Göz ucuyla bana bakıp sol gözünü kırptı. "Sadece boynuma sarıl." dedi. Su mataramı kucağıma bırakıp boynuna sarıldım. "Senin için zor bir test. Yorulursan dinlenebilirsin, bir kıyak geçip dinlenmedin sayarım."

"Kahraman olmak kolay değil." dedi. "Ama eminim ki küçük bir kızılı hiç zorlanmadan taşıyabilirim."

Kıkırdayarak uzanıp yanağına koca bir öpücük kondurdum. "Kahramanım benim!" dedim, coşkuyla. "Aferin, taşı beni."

Ares alayla gülerken yeşilleri yüzümde geziniyordu. "Ben çocuk değilim diyorsun ama bebek gibi kucakta geziyorsun, ne kadar da tutarlı bir insansın öyle?"

"Çocuk değilim dedim, bebek değilim demedim. Bebeksi güzelliğimle başka ne olabilirdim ki?"

Ares ufak bir kahkaha attı, "Pars'la fazla yalnız bırakmışım seni." dedi. "Demek bebeksi güzellik? Yanlış hatırlamıyorsam onun da bebeksi bir yakışıklılığı vardı."

Başımı hafifçe salladım. "Bebeksi güzelliğim yok mu?"

Rotamıza odaklanan gözleri yeniden yüzüme kaydı, "Olmaz olur mu?" diye sorarak beni biraz yukarıya doğru kaldırdı. "Minicik bir bebeksin sen." Yanağımdan öptü, kendime engel olamazken kıkırdadım. "Güzelliğinden söz etmiyorum dahi."
Ona alttan alttan bakarken istemsizce sırıtıyordum.

Bir anda ormandan çıkarak çiftliğin bahçesine geldiğimizde afalladım, etrafa bakındım. "Nasıl? Eve mi geldik? Ama beş dakika anca oldu."

Ares alayla güldü, "Seni evden iki kilometre uzaklaştıracağımı düşündüren şey nedir?" diye sordu. "Çiftliğin etrafında yürüyorduk. Sınırlarından çıkmadık dahi."

Hayretle ona döndüm. "Ne yani, beni mi kandırıyordun?"

Rahatça "Motivasyon olur diye düşünüyordum." dedi. "Silahsız korumasız seni çiftlikten çıkartmam."

Somurttum, huysuzca "Beni iki kilometre taşıyacağını zannetmiştim." dedim. "İki kilometre yürütmenin intikamını alacaktım. Böyle olmamalıydı." Ares gülerek başımın tepesinden öptü. "İki yüz metre de taşırım, iki kilometre de. Kendinle intikam alamazsın."

Merakla "Neden?" diye sorduğumda yüzünü yüzüme yaklaştırdı, "Çünkü sen benim minik bebeğimsin ve ben de minik bebeğimin biricik kahramanıyım." dedi. "Senin için yapacağım hiçbir şeyden kaçınmam." Dikkatle beni izleyen yeşillerine bakarken içtenlikle gülümsedim, uzanıp yanağından öptüm. Uysalca "İndir o zaman beni." dedim. "Eve yürüyebilirim."

Ağzının içinde cıklayarak "Eve kadar götüreceğimi söylemiştim." dedi. "Çocuk kelimesine bu kadar sinirlenen biri bebek olmayı nasıl sevebilir, hiç anlamadım."

Keyfim darmaduman olurken yutkundum, "Belki de bebekliğine sahip olabildiği içindir." dedim. "Hiçkimse sahip olamadığı bir şeyi sevmez." Kısa bir an gözlerime baktı, alnımın kenarından öptü. "İnsanlar sahip olamadıklarının peşinden koşarlar, Mira. Sahip olduklarının kıymetini ancak kaybedince anlarlar."

"Sahip olduklarımın kıymetini bilirim." dedim. "Sahip olamadıklarımın peşinden koşmam ancak sahip olabileceğim şeyler için de çaba harcarım." Boynuna daha sıkı sarıldım. "Bebek muamelesi görmekten hoşlandığım söylenemez, amacım sana eziyet çektirmekti. Başarısız oldum." Alayla güldü, birlikte eve geçtik. Merdivenleri çıkarak beni yatağıma bıraktığında gülmeye başladım. "Gerçekten beni eve getirecek kadar güçlü bir kahramanım varmış. Kurnazlığından hiç söz etmiyorum, tam bir profesyonel." Eğilip yanağıma koca bir öpücük kondurdu, "An itibariyle kahramanlığa ara veriyorum." dedi. "Koşuya gidiyorum, ben gelene kadar anca dinlenirsin."

Kaşlarım çatıldı, "Koşu yarışı yapalım dediğimde beni reddettin!" diye söylendim.

"Yaraların tamamen iyileşsin, yarışırız." dedi ve geriledi. "Çiftliğin dışında koşarım. Dikkatli ol, bir şey olursa Oğuz'a söyle."

Ayakkabılarımı çıkartırken "Keşke on kilometre yürüseydik." diye söylendim. "Yalnız kalacağım. Hoşlanmadım. Pars'ın yanına giderim."

"Tamamdır." dedi. "Direkt oraya gelirim."

Ares odadan çıktığında ayakkabılarımı yeniden giyerek ayaklandım ve mataramda kalan suyu içip mutfakta meyve tabağı hazırlayarak Oğuz'la birlikte hastaneye geçtim. Pars'ın odasına girdiğimde Oğuz kapıda kaldı, "Selam!" dedim.

Pars çölde su bulmuşçasına sevinçle "Gel gel." dedi. "Otur. Patladım sıkıntıdan." Elimdekileri gördü. "Ayy, meyve de getirmiş. Birtanemsin."

Meyve tabağını ona vererek berjeri çekip oturdum. "Ben de sıkıldım."

"Sen niye sıkıldın?" diye sordu, huysuzca "Ares'le yürüyüşe çıktık." dedim. "Çok sıkıcıydı. Yürüyüş ne yani?" Pars ufak bir kahkaha atıp ağzına elma attı, onu çiğneyip yuttu. "Dünyanın en sıkıcı aktiviteleri Ares'tedir. Kesinlikle sana katılıyorum. Yürüyüş yapmak tam bi emekli işi. Ruhu yaşlı herifin. Eğlenceden kaçıp mal mal aktiviteler yapıyor."

Burun kıvırdım, "Bu konuda sana katılıyorum." dedim. "Ya film izliyoruz ya yemek yiyoruz ya da uyuyoruz. Hiçbir şeye izin de vermiyor. Tabi kendisi evden çıkıp dışarıda takılıyor, beni hiç düşünmüyor."

Pars güldü, "Düşünmez." dedi, bir elma daha aldı. "Kendi keyfine rahatına düşkündür o, bağımsızdır. Aynı evde olmamıza rağmen anca yemeklerde görüyordum herifi."

"Öyle biri gibi durmuyor aslında." dedim, sorgulamaya başlarken. "Genellikle yanımda etrafımda oluyor, iş harici hep birlikteyiz. Keyfine rahatına düşkün olduğunu da hiç görmedim. Bana göre yapıyor her şeyi."

"Sana öyle." dedi, Pars. "Ares ailesine bile vakit ayırmaz. Dünya ondan ibarettir, onun etrafında döner. Normalde kimseyi umursamaz. Bu yüzden garip geldi ya halleri tavırları."

Kaşlarım usulca havalandı, Pars onunla muhabbet ettiğimi zannederken zihnini dökmesi için sorgulamaya devam ettim. "Ama dünya benim etrafımda dönüyormuş gibi davranıyor. Sen niye böyle düşünüyorsun ki?"

"Çünkü Ares'i tanıyorum." dedi. "Ares sabah kalkar, koşusunu yapar. Sonra bizimkilerden o saatlerde uyananlar olursa birlikte kahvaltı yaparız. Gizem konuşturtmadıkça sesi soluğu çıkmaz. Sabahları ayrı bi agrasiftir. Sataşmaz kimse. Okula giderse derse girip çıkar, sınıftan birkaç arkadaşı dışında kimseyle muhattap olmaz. Ders aralarında bile okul kütüphanesinde bağımsız takılır. İşe gidiyorsa da ayrı bir gergin olur, mükemmelliyetçiliği tutar. Şirketteki herkesin ondan illallah ettiğine yemin edebilirim. İşten ya da okuldan sonra spor salonuna gidip sporunu yapar. Sonra eve gelir, akşam yemeğini hazırlarız. Yemekten sonra da odasına çekilir. Ya işle ilgili dosyalarla uğraşır ya bölümüyle ilgili projelerle ilgilenir ya da mücevher yapar. Balkonda sigara molası verdiği anlar dışında hiç görmeyiz."

Onu anlayamazken "E bu normal bir insan yaşamı." dedim. "Ne olmasını bekliyorsun ki?"

"Bizimle bir yerlere kahve içmeye, yemek yemeye gelebilir.
Akşam evde oyunlar oynayabiliriz, içip muhabbet edebiliriz. Gecelere akabiliriz. Mekan mekan gezebiliriz." Elmasından yedi. "Ama hiçbirini yapmıyoruz."

"Ares'i bencil yapan şeyler bunlar mı?" diye sordum.

Kaşlarını çatarak "Ares bencil demedim ki." dedi. "Sadece benmerkezci."

Onu yine anlayamadım. "O ne demek?" diye sordum.

"Aslında benmerkezcilik bir psikolojik durum." dedi. "Bencillik gibi ama Ares'i bu psikolojik rahatsızlıktan ayırıyorum. Onun için kendi düşünceleri ve duyguları ön planda oluyor, kendi isteklerine göre insanları yönlendiriyor, farklı düşünceler ve istekler onun ufkunu açmıyorsa ya da ona fayda sağlamıyorsa duymazdan geliyor. Umursamıyor, dikkate alınmaya kaydadeğer görmüyor. Onun rutinleri her şeyden kıymetli. Sadece aramızdan birinin özel günüyse ya da kötü günüyse vaktini ayırır. Dünyadaki en değerli şey vaktidir. Yarın öleceğini bilse yine de o sporu yapar o işe gider, o projelere bakar. Hayattan zevk almayı bilmiyor."

"Zevk denilen şey bireye özgüdür, herkes aynı şeylerden zevk alsa hayatta farklı olan ne kalırdı?"

Gözlerini devirdi, mandalina yedi. "Zevkler ve renkler kesinlikle tartışılır. Gece boyu proje incelemek nasıl bir zevk olabilir ki?"

"Zevk değil, hayattır." dedim. "Hayat güzel bir şaraptan ve muhabbetten çok daha fazlası, daha az renklisi ve çok daha sessizi. Mecburiyetleri onu bencil," duraksadım. "Benmerkezci yapmaz. Hiçbirinizin okulla birlikte yürüttüğü bir işi yok, yönetmesi gereken bir şirket de yok."

"Hayatın renksiz olması onu renklendirmen için mükemmel bir fırsat sunar."

"Belki de onun rengi mücevherleridir." dediğimde kaşları çatıldı. "Yakutun kırmızısı, safirin mavisi, zümrütün yeşilidir.
Belki de zannettiğinin aksine rengarenk bir insandır, senin gözlerin onun renklerine kördür."

Pars ağırca başını salladı, "Fazla edebi." dedi. "Onlar sadece kadınlara özgü pahalı taşlar. Kendisi için bir şey yapsa anlayacağım. Taş oyup duruyor."

"Bazen bir taşı oymak düşüncelerini ya da duygularını yontmak olabilir." dedim. "İnsanlar dokundukları her şeye kendi izlerini bırakırlar. Her temas bir iz bırakır. Onun izleri de yontulmuş parlak taşlardır." Bir bacağımı diğerinin üzerine attım. "Ares derin bir adam." dedim, uysalca. "Sen de onun tam aksine yüzeyselsin. O yüzeye çıkamaz, sen derine inemezsin. Bunca yıl nasıl arkadaş kaldınız?"

"Güzel yemek yapıyor." dedi, Pars. "Akşam yemeğimi Ares'in elinden yemek için evlense dahi evlatlığı olarak hayatıma devam etmek istiyorum. O herifin bir restoran açması lazım, dünyaca ünlü bir şef olabilir."

Hafifçe güldüm, başımı iki yana salladım. Pars meyvelerinden biraz daha yedi, "Bence Ares derin değil, düz bir adam." dedi. "Her şeyi düz, basit, sıradanlaşmış."

Kaşlarım anlamsızlıkla çatıldı, "Ne?" diye sordum.

"Baya düz." dedi, omuz silkti. "Olayı yok yani. Kazık gibi dümdüz bir insan. Gizem yaratmıyor, heyecan vermiyor, sana bir şeyler katmıyor, senin için kılını bile kıpırdatmıyor, kendisinden vereceği her şeyde bencil. Bi para konusunda cömerttir, lisedeyken son beş lirası bile kalsa ev ihtiyacı için verirdi. Hala öyle."

Hayretle "Sen Ares'i tanımıyor olabilir misin?" diye sordum.
"Evet arkadaşsınız ama aynı evde yaşamanıza rağmen onu tanımıyorsun."

Pars alayla bana baktı, "Sen çok mu iyi tanıyorsun?" diye sordu. "Anlat o zaman."

Afalladım, kısa bir an etrafa bakınıp zihnimdeki Ares'i ön plana çıkartarak yeniden ona döndüm. "Öncelikle Ares gördüğüm en fedakar üçüncü insan olabilir." Sözümü keserek "İlk iki kim?" diye sorduğunda duraksadım, yutkunarak "İlki annem." dedim. "Benim için hayatını feda etti, ailesinden vazgeçti ve kaçtığı dünyaya hapsoldu." Ellerimi karnımda birleştirdim. "Diğeri Barlas. Benim yanımda yaşayabilmek için asker oldu."

"Ares de seni kurtardı, iyileştiriyor."

Başımı iki yana salladım, "Ares beni yaşatıyor." dedim. Gözlerim ellerime indi, iç geçirdim. "Sadece öylesine bir şeyler söylüyor, bir şeyler yapıyor ve bana yaşamak için sebepler veriyor. Bana elini her uzattığında ölümden biraz daha çekip koparıyor." Ona döndüm, kuruyan dudaklarımı ıslattım. "Bütün çabası beni iyileştirebilmek için, bütün vakti benim için. Aslında sanki bütün varlığı benim içinmiş gibi. Hiçbir şey yapmasa da varlığıyla yetebilirmiş gibi." Başımı usulca iki yana salladım. "Ares söz ettiğin o adam değil. Ne basit ne sıradan ne de düz. Ona ne verirsen sana onu veriyor. Işık gibi, yansımalarla varoluyor. Ayna gibi, ona ne sunarsan sana onu gösterir. Şekilden şekle, renkten renge girebilir."

"Bukelamun mu bu herif?" diye sorduğunda kıkırdadım.

"Tam anlamıyla bir bukelamun. Ama bunu kendisini saklamak ve korumak için yapmıyor. Bazı insanlar böyledir, onlara adanan şeyler yoksa verilen şeylere bürünürler." Ayaklandım, yatağa ilerleyip meyve tabağından portakal aldım. "Ares'in dedikosunu yeterince yaptık." diye söylendi. "Ortak noktada buluşamayacağız gibi görünüyor, en iyisi konuyu kapatalım."

"İstesek de ortak noktada buluşamayız." dedim. "Çünkü ikimizin Ares'i birbirinden farklı."

Portakalı ağzıma atarak kapıya yöneldim. "Sen Ares'ten daha sıkıcısın Pars. Yüzeyseliğe bu kadar tahammül edebiliyorum. Hoşçakal!"

Pars "Görüşürüz." dediğinde odadan çıktım ve peşime takılan Oğuz'la bahçeye geçtim. Köpeklerimle vakit geçirip oyunlar oynarken Ares koşudan kan ter içerisinde döndü, "Napıyorsun?" diye sordu.

Kucağımdaki Kara'nın tüylerini tararken "Gördüğün gibi oturuyorum." dedim. "Çocuklarımın bakımıyla ilgileniyorum. Diğerleri tarak gelir gelmez kaçtı, Kara gelip kucağıma yattı. Bayılıyor taranmaya."

Ares eşofmanının cebinden sigara paketi ve çakmak çıkarttı ve çaprazıma oturup bir dal yaktı. "İki saattir yokum, neler yaptın?"

"Pars'la oturup senin dedikodunu yaptım." dediğimde afalladı, ardından güldü. "Bence Pars'la arkadaşlığını sona erdirmelisin." diye devam ettim. "Çok sığ bir adam, onunla anlaşabilmek imkansıza yakın."

"Bazen sığ olmaya da ihtiyacın olur." dedi. "Benimle de Pars'ın dedikosunu mu yapacaksın?"

"Fena olmazdı." diyerek Kara'ya döndüm. Sırt üstü yatıp bacaklarını açarak bana gövdesini sunuyordu. Gözleri kapalı, ağzı açıktı ve kuyruk sallayarak keyifle homurdanıyordu. Çenesinin altını okşadığımda kıçını bir sağa bir sola sallayarak sırıttı. Kıkırdadım, eğilip başından öptüm. "Dön hadi, iki saattir göbeğini fırçalatıyorsun." Onu döndürmek için çabaladım, tüylerini taramaya devam ettim. Ares beni izlerken sessiz sedasız sigarasını içti, ayaklandı. "Duş alıp geliyorum, o sırada sofrayı hazırlarlar. Yemek yeriz."

"Olur." demekle yetindim. Başımın tepesinden öperek eve geçti, Oğuz ve diğer korumalara köpekleri yakalatıp hepsini sırayla taradım. Koca bir minderi doldurabilecek kadar tüyü topladığım poşeti bağlayarak Oğuz'a teslim ettim. Eve geçip temizlendim, kıyafetlerimi çıkartıp pijamalarımı giydim.

Sofraya pijamayla inmek hayatım boyunca hiç yapmadığım bir şeydi. Her sabah elbise giyer, mücevherlerimi takar ve süslenirdim. Kahvaltı, öğle ve akşam yemeklerine önem verilirdi. Gün içerisinde daha sade kıyafetlerle bulunsam da yemek öğünleri için hususi hazırlanırdım. Burada beni hazırlayacak insanlar yoktu, Ares bunu anlayamazdı ve anlasa da yapmasını istemezdim. Üstelik pijamalarımla kahvaltı yapmaya, yemek yemeye bayılıyordum.

Sofrada buluştuğumuzda sessiz sedasız yemeğimizi yerken ansızın "Nasılsın?" diye sordu. "Fazla sessizsin, aklında bir şeyler mi var?"

Başımı iki yana sallayarak "Pijamalarla yemek yemenin rahatlığını düşünüyorum." dedim, göz ucuyla ona baktım. "Bence muazzam bir şey." Salatamdan yerken Ares'in kısa bir an afalladığını, ardından güldüğünü gördüm. "Pijamalara fazla değer veriyorsun." dedi. "Rahatlığı tartışılmaz ancak sürekli giyilecek kadar güzel oldukları konusunda şüphelerim var."

"Gün boyu rahatsız edici klasik elbiseler ya da seni boğan korseli elbiseler giyseydin pijamalara şiir yazardın Aladağ." Elimle üzerimdekini gösterdim. "Hayatımda ilk kez burada pijama giyiyorum ve beni rahatsız eden en ufak bir detayı dahi yok. İçinde çok rahatım."

Ares kaşlarını çattı, "İlk defa pijama giyiyorum da ne demek?" diye sordu. "Neyle uyuyordun?"

Uysalca "Gece elbisesiyle." dedim. "Genelde ipek, askılı, uzun etekli gece elbiselerim olur. Bir hanımefendi uyurken de güzel görünmeliymiş." Gözlerimi devirdim. "Onlarla uyumak rahatsız edici oluyor. Yataktan kayıyorum, etekleri ya dolanıyor ya da yukarıya sıyrılıyor, askıları hep düşüyor."

Kaşları hafifçe havalandı, başını ağır ağır salladı. "Onlara benzer gecelikler de almıştım, giymeme sebebin anlaşıldı. İlk fırsatta daha rahat pijamalar alırım."

"Yanlış anlama, gün içerisinde onları giymek çok rahat ama uyurken hoşuma gitmiyor." dedim. "Elimden gelse çıplak uyuyacağım, o derecede her şeyden nefret ediyorum."

Ares hafifçe güldü, başını iki yana sallayarak yemeğinden yedi. "Nefret ettiklerin listesinden bahsetmeye ne dersin?"

"Her şeyden nefret ediyorum!" diye söylendim, abartılı bir ifadeyle. "Liste kabarık."

Yeniden güldü, "Umarım benden de nefret etmiyorsundur."

Ağzımın içinde cıkladım. "Sen sevdiklerim listesindesin, nadidesin." Gülümseyerek bana bakarken suyundan içti, "Anlat lütfen." dedi. "Kabarık listeler ilgimi çeker."

"Yürüyüşten nefret ediyorum." dediğimde içtenlikle güldü. Yemeğimden yedim, "Merdiven çıkmaktan da rampa çıkmaktan da nefret ederim. Eğimli yolları buldozerle düzleyesim gelir." Ares gülerek beni dinlemeye devam ederken yemeğini yiyordu. "Beni rahatsız hissettiren kıyafetlerden de nefret ederim." diye devam ettim. "Mücevhersiz, takısız kalmayı hiç sevmem. En basitinden küpelerim ve kolyem eksiksiz olmalı. Gerçi kolyemi hiç çıkartmam." Yemeğimden biraz daha yedim. "Banyo yapmadığım günden hoşlanmam, kirli hissettirir. Baharatlı ve odunsu parfümler kusma isteği uyandırıyor. Topuklu ayakkabılarım ve evde giydiğim topuklu tüylü terliklerim dışındaki bütün ayakkabılardan nefret ederim. Yağmurlu bir günde ıslanamamaktan, güneşli bir günde güneşin tadını çıkartamamaktan, denize özgürce açılamamaktan, gözümü acıtan beyaz ışıklardan, kara hiç dokunamamış olmaktan, dünyada görmediğim binlerce yer varken bir kara parçasına hapsolmaktan, insanların aileleriyle oturduğu ziyafet sofralarında yalnız kalmaktan ve çok daha fazla şeyden nefret ediyorum." Duraksadım, gözlerimi tabağıma indirerek "Lavantalardan da nefret ederim." diye ekledim. Sertçe yutkundum. "En çok lavantalardan nefret ederim."

Ares birkaç saniye sessiz kaldı, "Sevdiklerinden oluşan listeyi de dinlemek isterim." dedi. "Pijamaları ve beni çok seviyorsun, geri kalanı ne?" Keyifsizce gülerek ona baktım, "Pijamalarımı ve seni çok seviyorum." dediğimde güldü. "Bugün içimde daha fazla sevgi uyandıran olmadı." Duraksadım. "Çocuklarımı da seviyorum." diye ekledim. "Evet, bu kadar."

Ares güldü, "Listene bayıldım." dedi.

Hevesle "O zaman sıra sende." dedim. "Ya nefret ettiklerini anlat ya da sevdiklerini. Kendi listelerini sun bana."

"Mantar yemeğini ve seni çok seviyorum." dediğinde önündeki mantar yemeğine bakarak kıkırdadım. "Ve tabi yürüyüş yapmayı da." dedi. Arkama yaslanarak gülmeye devam ederken burun kıvırdım. Yemeğinden yedi, "Benim listem de bu kadar." dedi. "Güzel yemekler, birlikte yaptığımız aktiviteler ve sen. Ötesi olmasa da olur."

Hafifçe güldüm, "Şu an beni fazla kaba biri olarak gösteriyorsun." diye söylendim. "Yürüyüşten nefret etmelisin." Ares içten gülümsemesiyle bana bakarken salatamdan biraz daha yedim. "Yemekten sonra işin var mı?"

"Var." dedi. "Sakarya'ya gideceğim."

Afallarken "Anlayamadım." dediğimde Ares uysalca "Sakarya Türkiye'nin bir şehri." dedi. "Çiftliğe bir buçuk saat uzaklıkta. Orada bir toplantım var. Toplantıdan hemen sonra geri döneceğim."

Dediği şeyden zerre hoşlanmadım, aklıma gelenle meraksızca "Meclis toplantısı mı?" diye sorduğumda bakışları değişti. Başını sallamakla yetindi. Meclis üyelerinin tamamı İstanbul'da ikamet etseler de toplantılar hiçbir zaman İstanbul'da yapılmazdı. Sırası gelen üye misafirlerini kendi memleketinde ve konutunda ağırlardı. Genelde bu toplantılar birkaç gün sürebilirdi. Otuz kişinin dahil olduğu ağda toplantılar çok sık yapılırdı.

"Kenan da orada olacak, biliyorsun değil mi?" diye sordum. "Seninle olduğumu biliyor. Seni öldürmek isteyebilir. Gitmemen daha güvenli."

Keskin diliyle "Toplantıda beni öldürürse infaz edilir." dedi. "Endişelenmen gereken son şey benim canım. Liderlerin arasına kan girmesini göze alamaz."

Kenan Karadağ bir ülkenin devlet başkanını kaçıran adamdı, dahil olduğu örgütün varisini kaçırmaktan çekinmezdi ancak bunu Ares'e anlatamazdım. Sıkıntıyla nefeslendim, iştahım kesildiğinden çatal bıçağımı bıraktım ve arkama yaslandım. "Gitme." dedim, uyarırcasına. "Üye değilsin, varissin. Gitmesen de olur."

O da yemeğini bırakarak arkasına yaslandı, "Gitmeliyim." dedi. "Endişelenme, hiçbir sorun olmayacak." Kendime engel olamazken iç geçirip ayaklandım, ona yöneldim. Ares sandalyesini gerilettiğinde sol dizine oturdum, kollarımı boynuna dolayarak ona sıkıca sarıldım. Kolları bedenime dolandı, başımdan öptü. "Korkma, hiçbir şey yapamaz."

"Ne yaparsam gitmezsin?" diye sordum, sessiz kaldı. Ne yaparsam yapayım gidecekti. Ona daha sıkı sarılarak kokusunu soludum, "Sana hiçbir şey yapamaz." diye sayıkladım.

Kendimi telkin ettiğimi zannederken uysalca "Evet." dedim Bir eli saçlarımda gezinmeye başladı. "Kendini korkutma, benim için endişelenme. Pars'ın yanına gidebilirsin, dizi izleyebilirsin, köpeklerinle oynayabilirsin. Ben gelene kadar istediğini yap, uyuma yeter."

Başımı onaylarcasına sallayarak ona biraz daha sokuldum. "Gitmeden önce banyo yapsam, saçlarımı yapsan olur mu?" diye sordum. "O kadar vaktimiz var mı?"

"Olmaz olur mu?" diye sorarak elini bacaklarımın altından geçirdi ve beni kucaklayıp ayaklandı. "Yürüyebilirdim." dediğimde "Yürüyebileceğini biliyorum." dedi. "Benim dışımdaki bütün insanlığın yanında yürüyebilirsin." Kıkırdadım, beni odama çıkartarak banyo tezgahına oturttu. Ellerini iki yanıma yaslayıp üzerime eğilerek gözlerime baktı. "Güzel bir banyo yap, rahatla." Başımı hafifçe salladığımda yanağımdan öpüp geriledi. "Tabi rahatlarken fazla oyalanma." dedi. "Saçlarını yapmak vaktimizi alacak."

Onaylarcasına bir mırıltı çıkarttım, Ares kapıyı kapatarak banyodan çıktığında tezgahtan indim. On dakikamı bile almayan hızlı bir banyonun ardından odaya döndüm, iç çamaşırlarımı giyip üzerime bir gecelik geçirdim ve kendimce cilt bakımlarımı yaptım. Ares odaya geldiğinde saç bakım ürünlerim, tarağım ve kurutma makinesiyle yatağın ortasında oturuyordum.

Beni görür görmez gülümsedi, kapıyı kapattı. Üzerine dikildiğini belli edercesine bedenine tam oturan siyah takım elbisesine baktım. Kol düğmeleri, kravat iğnesi, siyah yaka mendili, kemeri ve şu an göremesem de kolunda olduğuna emin olduğum saatiyle fazla şık, asil görünüyordu. Ares'e aksesuar yakışıyordu. Sadece kıyafet giyip dışarıya çıkabilecek bir adam değildi. En temelinden saati vardı. Seçtiği bütün aksesuarları kendisine özgüymüş gibi mükemmel bir uyum içerisindeydiler.

Yanıma geldi, "Kenarıya yaklaş." dedi. "Oturursam takımımın ütüsü bozulur."

"Arabada yatarak mı gideceksin?" diye sorduğumda güldü. "En azından yumuşak bir zemine ölçüsüzce oturmayacağım." dedi. Ceketini çıkartıp düzgünce yatağa bıraktı, eldivenlerini de çıkarttı. Yatağın kenarına geçerek ona sırtımı döndüm ve ihtiyacı olan her şeyi teker teker vermeye başladım. Kremlediği saçımı usul usul tararken "Yeni bir tarağa ihtiyacın var." dedi. "Bu sana yakışmıyor."

"Nesi var ki?"

"Plastik." dediğinde onu anlayamadım.

"Altın taraktan pek bir farkı yok, aynı işlevi görüyorlar."

"Aynı değerde değiller." Başımın tepesinden öptü. "Sana yeni bir tarak yapacağım. Özellikle istediğin bir şey var mı?"

"Mira yazabilir." diye mırıldandım. "Ya da sadece baş harfim olabilir."

"Oldu bil." Parmaklarıyla buklelerimi belirginleştirmeye başladığında ellerimi izliyordum. "Nasıl yapacaksın tarağımı?" diye sordum.

"Altından." dedi. "Fırçanın kılları hakkında araştırma yapmam gerekiyor, daha önce hiç tarak yapmadım. Şekli elde edersem gerisi kolay. İstediğin sembolleri ekleriz, istediğin taşlarla donatırız."

"Evdeki tarağım öyle." diye sayıkladım. "Gökhan'ın doğum hediyesiymiş. Saçlı doğdum diye saç fırçası almış. Altın, minik işlemelerle dolu. Soyadımın baş harfi yazıyor, ufak yakutlar safirler ve elmaslar var. Kasamda saklarım onu, küçük bir saç fırçasıdır. Beş altı yaşlarımdayken aynısının daha büyük halini göndermişti. Hala onu kullanıyorum."

"O halde amcamın görevini ben devralıyorum." dedi. "Sana yakışacak bir tarağa ihtiyacımız var, plastik saçlarını çok yıpratıyor. Elektriklendiriyor." Eğilip ıslak saçlarımdan öptü. Şekillendirmeyi bitirerek özenle kuturmaya başladı. Gitmesi gerekse de beni biraz olsun ihmal etmeden her şeyi en ince ayrıntısıyla yapıyordu. Saçlarım kuruduğunda biraz yağ sürdü, elleriyle buklelerimi düzenledi. "Çok güzel oldu saçların." Burnunu başıma yaslayıp saçlarımın kokusunu soludu. "Bitti."

Başımı ona doğru çevirirken bedenimi de hafifçe döndürdüm, yüzüne baktım. "Teşekkür ederim." Uzanıp yanağından öptüm. "Gerisini ben halledebilirim, geç kalma." Sağ eliyle yüzümü kavradı, yeşilleri gözlerime sabitlendi. "Sakın korkma, olur mu? Sabah olmadan döneceğim, birlikte uyuyacağız." İçtenlikle gülümseyerek başımı salladım. "Beni merak etme, tek başıma halledebilirim."

Eğilerek alnımdan öptü, gözlerim usulca kapanıp açıldı. Birbirimize bakarak gülümsedik, ceketini ve eldivenlerini alıp odadan çıktı. Kapı önünden sesleri gelirken Oğuz'la konuştuğunu anlamıştım. Yatağı toplayarak hızlıca gardrobuma ilerledim, kıyafet bakınmaya başladım. Siyah mini bir elbise giydim. Uzun kollu, kayık yakalıydı. Herhangi bir dekoltesi yoktu. Etek boyu hareketlerimi kısıtlayacak seviyede değildi. Siyah kilotlu çorap da giyip topuklu çizmelerimi geçirdim. Şifonyer çekmecesindeki silahlarıma kuşanarak üzerime deri trençkot giydim.

"Oğuz!" diye seslendiğimde kapı açıldı, Sancar odaya girdi. "Saat dokuz çeyrek efendim, Oğuz'un nöbeti on beş dakika önce bitti."

Göz ucuyla ona bakarak "Gitti mi?" diye sorduğumda "Çıkmıştır." dedi.

"Ara, dönsün." diyerek siyah bir çanta alıp içine el silahı koydum. "Korumalara söyle, hazırlansınlar. Sakarya'ya gidiyoruz."

"Anlayamadım efendim." dedi. "Ares Bey'in yanına mı gidiyoruz?"

"Kenan ona saldıracak." dedim, gözlerine bakarak. "Burada oturup beni almaya gelmesini beklemeyeceğim. Ares'in konumunu öğrenin, Meclis toplantısına gidiyoruz. Herkes hazırlansın."

"Emriniz olur efendim."

Sancar odadan çıktığında takılarımı takıp parfüm sıktım. Aynaya bakamayacağımdan makyaj yapamadım. Bunun yerine güneş gözlüğü alarak çantama attım.

On dakika içerisinde bütün korumalar hazırlandı, Oğuz da geri döndü. Evin ön bahçesindeki adamlara bakınırken "On kişi çiftlikte kalsın." dedim. "Eğer başarısız olursak Kenan Karadağ beni almak için buraya gelecektir. Odamın ışıkları açık kalsın, biriniz odamda beklesin. Sizin canınız söz konusu olmadıkça hiçkimseyi öldürmeyin! Burası Türk toprakları, devletle karşı karşıya gelmeyeceğiz!" Ares'in korumalarına da bakındım, "Ne pahasına olursa olsun Ares'i koruyacağız. Kendimizi belli etmeden, Kenan'a görünmeden onu koruyacağız."

"Emredersiniz efendim."

Herkes son hazırlıkları yaparken araçlara bindik. Transit araçta Oğuz ve Sancar'la birlikte oturuyordum. Oğuz yanımda Sancar karşımdaydı. Aracı Nihat kullanıyordu. Silahlarımı kontrol ederken fazla uzun sürmeyen bir yolculukla Sakarya'ya geldik, Nihat arabayı durdurdu ve aradaki paravanı açarak "Hız cezası yedik hanımefendi." dedi.

Gözlerim Sancar'a kaydığında "Ben hallederim hanımefendi." dedi. "Ares Bey'in görmesini engeller cezayı öderim."

"Güzel." diye mırıldandım, perdeyi aralayarak karanlık ormana bakındım. "Ne kadar yakınız?"

"Bir kilometre." dedi, Nihat. "Ares Bey'in korumalarından biriyle iletişim kurduk. Üyelerin adamları evin etrafında nöbet tutuyor. Daha fazla yaklaşamazdık. Teftiş için bir ekip göndereceğim."

"Kenan Karadağ'ın adamlarını avlayacağız." dedim. "Oğuz, Demir'e haber gönder. Meclis toplantısına gelen adamlarımıza bildirim göndersin. Kenan Karadağ'ın adamlarını meydana çıkartsınlar."

"Emriniz olur." diyerek arabanın kapısını açtırıp indi. Sancar'a baş işareti vererek "Arabalardan birini al, Ares'in yanına git." dedim. "Kerim'in yanında dur, benim gönderdiğimi söylersin. Olası bir saldırıda Ares'in canı sana emanet. Ne pahasına olursa olsun koru, gerekirse bir katliam yap."

"Emredersiniz efendim." dedi ve arabadan indi. Kapı kapandığında Nihat'tan sigara istedim, verdiği dalı yakıp sıkıntıyla içmeye başladım. Kapı açıldı, Oğuz içeriye gireceği an beni görüp "Hanımefendi?" diye sorguladı. "Sigara mı içiyorsunuz?" İçinde dehşet barındıran hayretine anlam veremezken sakince "Evet." dedim. "Oradan bakınca su içiyorum gibi mi görünüyor?"

Ansızın "Ares Bey yasakladı." dedi, sonra duraksadı ve kaşlarını çatıp ofladı. Ona dikkatle baktım. "Ne demek yasakladı?"

Mahçup ve çekingen bir ifadeyle kendisini açıklamaya çalıştı ancak ayrı bir sıkıntıyla dolmuştu. "Sigara isterse vermeyin, alkol isterse almayın dedi." Sık sık elimdeki dala bakıyordu. Rahatça "Sana yasaklamış." dedim. "Senden sigara istemedim." Sigaramdan derin bir nefes aldım. Oğuz bir bana bir sigaraya bakarken sabırla nefeslendim. "Ares'in emirlerine bu kadar dikkat ettiğini bilmiyordum."

"Ares Bey hala patronum." dedi. "Sizin yanınızda kaçak işçi konumundayım. Denge kurmak çok zor."

Alayla gülerken gözlerimle karşı koltuğu gösterdim. "Otur." Oğuz arabaya binip karşıma oturduğunda Nihat kapıyı kapattı. Sigaranın külünü araç içi küllüğüne döktüm. "Gelişmeler?"

"Üyelerin hepsi konutta, liderler henüz gelmedi efendim." dedi. "Ares Bey de Gökhan Bey'le birlikte gelecek. Kenan Karadağ ve Cengiz Karaman hakkında henüz bilgi edinemedik. Adamlardan haber bekliyoruz." Sigaramın son nefesini alıp söndürdüm. "Diğer varisler de toplantıya katılacak mı?"

"Evet hanımefendi." dedi. "Gurur Karaman ve Nevra Karadağ birlikte havalimanından geliyorlar. Liderler de onları bekliyor."

Sıkıntıyla nefeslendim, o esnada telefonum çalmaya başladı. Çantamdan telefonumu çıkartarak gelen aramaya baktım. Ares arıyordu. Hızlıca aramayı yanıtlayarak "Efendim." derken telefonu kulağıma yaslamıştım.

"Mira." dedi, yumuşak bir tavırla. "Nasılsın?"

Onun uysallığı bana da bulaşırken "İyiyim." dedim. "Bir sorun olmadı, değil mi?"

"Hayır, daha toplantıya gitmedim. Sadece sesini duymak istedim." dedi. "Sancar geldi şimdi, peşimden göndermişsin. Senin yanında kim var?"

"Oğuz yanımda." dedim. "Sancar yanında olursa, onunla iletişim kurabilirsem içim daha rahat olur."

"Kalabilir." dedi. "Napıyorsun?"

"Oturuyorum." demekle yetindim. O esnada arkadan Gökhan'ın sesi geldi. "Gururlar gelmiş, çıkıyoruz." Ares bir iki saniye sessiz kaldı, "Geliyorum amca." dedi. Yeniden sessiz kaldı, ardından "Toplantıya gidiyorum kızıl." dedi. "İçini rahat tut, korkma. Ve ben gelene kadar dikkatli ol."

Usulca gülümsedim, "Dikkatli olması gereken kişi sensin, Aladağ. Ben yalnızca koltuğumda oturuyorum."

"Ben de yalnızca koltuğumda oturmaya gidiyorum."

"Benim koltuğum Kenan Karadağ'in masasında değil."

Keskin bir dille "Olamaz da." dedi. "Toplantıdan çıkınca ararım, görüşürüz."

"Görüşürüz."

Telefonu kapattığımızda sıkıntıyla nefeslenerek Nihattan bir sigara daha aldım. Oğuz kınayan gözlerle elimdeki sigaraya bakıp endişeyle bana dönüyordu. Duygu karmaşasını yalnızca gözlerinden değil mimiklerinden de kavrayabiliyordum.

İkinci sigaramı içerken Oğuz gelen mesaj sesiyle telefonuna baktı, "Cengiz Karaman, Gurur Karaman'la eve geçiş yapmış." dedi. "Kenan Karadağ da Nevra Karadağ ile eve girmek üzere. Gökhan Aladağ ve Ares Bey henüz meydanda değil."

"Gökhan şovları sever." dedim. "Bahse girerim ki her toplantıya en son katılıp gövde gösterisi yapıyordur."

"Sahip olduğu şey değerli." dedi, Oğuz. "Yanında Ares Bey var. Bu alemde Ares Bey denirse akan sular durur."

Ona ilgiyle bakarken "Sebep nedir?" diye sordum. "Neden diğer varislerle bir değil? Onu değerli ve önemli kılan şey ne? Aralarında Ares'ten daha güçlü varisler vardır."

"Mevzu güç değil, hanımefendi." dedi. "Mevzu ahlak." Dediği şeye anlam veremedim, kaşlarım çatıldı. Oğuz açıklamaya başlarken sigaramdan içtim. "Ares Bey bu alemin en sağlam adamıdır. Uzlaşmacıdır, arabulucudur. Üyeler arasında bir mesele olursa ya Ares Bey'i dahil ederler ya da ona danışırlar. Yaşının çok genç olması önemsizdir, hiçkimse onun yaşına bakmaz. Doğru olduğu, dürüst olduğu herkes tarafından bilinir. Onun adaletine güvenirler. Bunlar onu örgütün geri kalanından ayıran şeyler." Sigaradan bir nefes daha aldım, pür dikkat onu dinliyordum. Oğuz sigarama attığı o yargılayıcı ve kötücül bakışlara devam ederken "Ancak ondan korkulur da." dedi. "Ares Bey'in sert ve uç sınırları vardır. Eğer bir olaya müdahele ediyorsa en adil şekilde çözüme kavuşturur ancak bunu yaparken sonuna kadar ileriye gidebilir. Herkesle anlayacağı dilden konuşur, karşısındaki insana göre bütün kişiliği değişip şekillenir. Sunduğu adalet uğruna yapılması gerekenler bu alemde pek hoş karşılamaz, yapılması kolay da değildir. Sözünün aksi yönde hareket edenin bileti bizzat Gökhan Bey tarafından kesilir. Varisinin sözüne itaat etmeyeni yaşatmaz."

Duyduklarımı sorgularken sigaramı bitirdim, meraklı bir tonda "Bir örnek ver." dedim.

Oğuz birkaç saniye boyunca düşündü, "Üyeler arasında husumetli iki kişi var." dedi. "Meclis'in ilk yıllarından beri aralarında bir husumet var. Geçen yıl taraflardan biri diğer tarafın karısını öldürmüş. Diğeri de karısının intikamını almak için düşmanının kızını düğünden kaçırmış. Öldürmekle tehdit ediyormuş. Ares Bey'e geldi adam, kızını kurtmak için Aladağ ailesinden yardım istedi. Ares Bey gidip kızı kurtardı ancak yaptığının bedeli olarak adamın karısını düşmanına verdi ve öldürmesine izin verdi. Hiçkimse bu karara itiraz edemedi."

Dehşet içerisinde kalakaldım, "Ne?" diye sordum. "Bir kadının ölümüne mi sebep oldu?"

"Bu dünyada söz konusu intikamsa kadın, erkek, çocuk, yaşlı farketmez hanımefendi." dedi. "Ares Bey girdiği kabın şeklini alır. Söz konusu kan davasıysa cinsiyetler de hukuk da bir kenarıda durur."

"Kadın suçsuzdu. Masumdu."

Meraklı bir ifadeyle "Nereden biliyorsunuz?" diye sordu. "Kadının ailesi vurdu diğer kadını, iki aylık hamileyken öldürdüler. Kendi aralarında dernek içi rekabet söz konusuymuş. Ares Bey ölen bebeğin kanı için başka bir masum evladın öldürülmesine izin vermedi ama saçma bir dernek liderliği için hamile bir kadını öldürten o kadına cezasını verdi."

"Devlet bu işin neresinde?"

Oğuz sıkıntıyla nefeslenerek "Devlet yok, majesteleri." dedi. "İspanya'da devleti silen bir savaş var ancak Türkiye çok daha korkunç bir vaziyette. Hiyerarşik bir düzenle birlikte korku imparatorluğu kuruluyor. Ne yazık ki bunu yıkmak için bir iç savaştan fazlası lazım. İspanya sizin ellerinizde yeniden dirilebilir, Türkiye nasıl ayağa kalkar bilemiyorum."

Camdan dışarıdaki karanlık ormana bakındım, "Devlet dediğin bir gecede yıkılmaz, Oğuz. Bir gecede de ayağa kalkmaz. Gözünle gördüklerine aldanma, devlet çıplak gözle görünmez. Ne hiyerarşi ne de korku imparatorluğu kökleri sağlam bir devleti yıkmaya yetmez. Hiyerarşi basamaktır, biri yıkılırsa diğerleri de yıkılır. Korku bir duygudur ve hiçbir duygu sonsuza dek sürmez. Onlar köksüz olanlar, biz ise kök salanlarız. Endişe etme, fırtınada kökü olanlar varolmaya devam eder. Gerisi hiçliğe karışır."

Oğuz'un telefonu çaldı, "Affedersiniz." diyerek hemen yanıtladı. "Dinliyorum."

Birkaç saniye boyunca karşı tarafı dinledi, ardından "Anlaşıldı." diyerek telefonu kapattı ve bana baktı. "Kenan Karadağ ve Cengiz Karaman varisleriyle birlikte eve giriş yapmışlar. Karadağ'ın korumalarını belirmeye başlıyoruz."

Başımı salladım, "Ares eve girene kadar harekete geçmeyin. Bu gece algıları açık olacaktır, dikkatini çeken en ufak hamlede ortalık karışır."

"Emriniz olur efendim."

Aladağlar da toplantıya katılana kadar bekledik, bilgisayarım ve ses sistemi hazırlanırken Kenan Karadağ'ın korumaları bir bir avlanmaya başladı. Dördüncü sigaramı içerken Demir'den gelen onayla birlikte bilgisayarı devraldım ve mikrafonu yakama taktım.

Oğuz ayarlamaları hallederken sigaramı bitirip söndürdüm, su içtim. İçimde korkunç bir his vardı, ciğerlerimi kurutmak istercesine nefes alışverişimi engelliyordu. Onay geldiği an sistemin sesini açtım, "Merhaba sevgili Meclis üyeleri, ben Asrın Karaman."

 

 

⚔️

 

 

Ve, finito

 

Düşüncelerinizi alalım.

 

Öpüldünüzzzz.

Loading...
0%