

Amaçlar, gerekçeler, hayaller…
İnsanı insan yapan bütün duygular.
Bir çocuk ne zaman yetişkin olur? Ortaokula başladığında mı?
Yaşı büyüdüğünde mi?
Aşık olduğunda mı?
Hayır. Acı çektiğinde.
Bir çocuk acıyı hissettiği an büyür.
Büyümek zorunda kalır. Çünkü kendine şunu kodlar: Yetişkin gibi davranırsam zarar görmem.
Ve hayatının ilk büyük yanılgısı böyle başlar.
Çocuk ezilir, dışlanır, yaftalanır.
Yetişkin ise sömürülmeye mahkûmdur.
Her güvendiğinde, iliğini o kişinin iyiliği için boşaltır.
Güven… kemikleri kıran duygudur. İlikler çekilir, kemikler zayıflar, küçücük bir darbe bile koca bir bedeni yıkmaya yeter.
Çocuklar tufanın ortasında incinir, kırılır.
Ama yetişkinler bir deprem fırtınasının ortasında paramparça olur.
Enkaz bu kez bedenlerden oluşur.
Kolu yerindedir ama kopmuş gibi hisseder yetişkin.
Kalbi atıyordur ama yok gibidir bir âşık için.
Anne ciğerini taşır ama içi külle doludur.
Baba beynini taşır ama kafası yok gibidir.
Annesiz büyüyen çocuk bir organı eksikmiş gibi dolaşır.
Hangi organ olduğunu bilmez ama hep o boşluğu doldurmaya çalışır.
Babasız çocuk, çatısız bir ev gibidir. Savunmasız, darmadağın. Kendi koruyucusu olmaya çalışır, debelenir. Ama her hamlesi onu daha çok batırır karanlığa.
Gerçekleri belki ölürken anlar, belki hiçbir zaman.
Noksan gelmiştir, noksan da gidecektir.
🪽🪽🪽
Şahin Timi, gelen destek ekibin sayesinde kurtulmuştu hain pusudan.
Hepsi Hakkâri Devlet Hastanesi’ne kaldırılmıştı.
Sıla ve Reyhan ufak sıyrıklarla kurtulmuştu.
Hozan başına aldığı darbe nedeniyle gözetim altındaydı.
Armanç, omzundan aldığı yarayla çok kan kaybetmişti. Ameliyat iyi geçse de vücudu toparlanamamış, yoğun bakıma alınmıştı. Solunum desteğiyle tutunuyordu hayata.
Zelal’in bedenine ait olmayan kalp ise krize girmişti. Kuzgun’un kalbi, ne kendi bedeninde huzur bulmuştu, ne de Zelal’in içinde.
Alkan ve Atahan füzenin sarsıntısıyla savrulmuştu.
Başak ağır yaralıydı; kör kurşunlar karaciğerini parçalamıştı. Yoğun bakımda, solunum cihazına bağlıydı.
Arkın yara almamıştı ama yakınına düşen füze onu savurmuş, balistik parçalar bedenine saplanmıştı.
Serdar ise yoktu…
Telsizler sustuğundan beri ondan haber alınamıyordu. Herkesin aklına tek ihtimal geliyordu: Esir alınmış olması.
En talihsiz olan belki de Kaya’ydı.
Bedeni kurşunlarla delik deşik edilmişti. İç organlarının çoğu ağır hasarlıydı. Sekiz saattir ameliyat masasında canıyla boğuşuyordu.
O hep inatçı bir çocuk olmuştu.
Adını taşırdı. Bir kaya gibi dimdik dururdu hayata karşı.
Hastaneye gelene kadar kalbi iki kez durmuştu. Ama pes etmiyordu.
Ameliyat masasında beş farklı ekip aynı anda savaşıyordu.
Genç cerrahların biri fısıldadı:
“Karaciğer ağır hasarlı… Beyinde majör travma var, çok zorlanıyoruz.”
Ortopedi uzmanı ise sessizliği böldü:
“Omurgayı sıyıran kurşun var… Başarıyla atlatsak bile gazi kalacak.”
O an ameliyathaneye derin bir sessizlik çöktü.
Yaşlı cerrah kalp damarlarını dikti, hemşiresine seslendi:
“Aç kızım bir Yıldız Tilbe… Aç da biraz beyin toplayalım.”
Genç cerrah gülümseyemedi. Masadaki beden taş çatlasa kendinden birkaç yaş küçüktü. Belki geride bekleyen bir eşi, bir çocuğu vardı.
Yaşlı cerrah Kaya’nın çatık kaşlarına baktı, fısıldadı:
“Asık yüzünden belli evlat… Geride bekleyenlerin var. O yüzden direnmek zorundasın.”
O an Yıldız Tilbe’nin sesi doldu ameliyathaneye.
“Çat Kapı” çalıyordu.
Doktorlar parçaya eşlik ederken, ölüm sessizce masanın ucunda bekliyordu.
Kaya’nın gücü tükenmişti, ama direnmeye devam ediyordu.
Ya taştan duvarları yıkılırsa?
Ya ölümün pamuksu yüzeyine boyun eğerse?
İşte o zaman, geride bekleyenler çok daha ağır yıkılacaktı.
🍂🍂🍂
Kucağımdaki Sütlaç’ın ipeksi, kadifemsi tüylerinde usulca gezindi elim. Yorgun gözüküyordu. Karnıma sokuldu. Cılız bir miyavlama kulaklarımı doldurdu. Gülümsedim.
“Yine bahçemize yeni bebek doğmuş sanırım…” diye mırıldandım.
Kıskanç kedim bu sözden alınmış gibi kucağımdan sıyrıldı, trip atar gibi. Bahçenin duvarından atlayıp kavurucu güneşin altında dimdik yürüyen adama koştu. Uzun boyu yaşlı ağaçlara meydan okur gibiydi. Gülümsedim.
O hiç yaşlanmıyordu.
Hep aynıydı. Hep öfkeli görünürdü yorgun yüzü ama beni gördüğünde mutlaka tebessüm ederdi. Ben de onun yorgun tebessümüne sırıtarak karşılık verdim. Sütlaç’ı kucağına aldı, tüylerini karıştırdı, kokladı. Ama Sütlaç bu kez onun kucağından atladı ve ters yöne koştu.
“Gel bakalım, yanık Sütlaç.” dedi.
Gülümsemem derinleşti.
Hayatımı kuran ve ayakta tutan iki adam artık yan yanaydı. İkisi de bahçe kapısında, yan profilleri neredeyse aynı görünüyordu. Kaşlarımı çattım.
Aralarında sessiz bir meydan okuma vardı. Yenilen taraf Kuzgun oldu; kollarını açıp Alkan’a sarılmak istedi.
Sütlaç ayaklarımın dibine yatmıştı, sanki gitmemem için beni uyarıyordu. Alkan, Kuzgun’un açtığı kollarına baktı. Yüzlerini net görememek içimi kemiriyordu. Bir adım atmak istedim ama bacaklarıma batan dikenler beni olduğum yere mühürledi.
Gökyüzü aniden kararmış mıydı? Yoksa hep mi karanlıktı? Seçemedim.
Acı bir karga sesi yankılandı.
Alkan bakışlarını Kuzgun’dan çekip bana dikti. İçten bir tebessümle ağır adımlarla yaklaşırken ben bacaklarımdaki acıya rağmen gülümsedim.
Yanımıza ulaştığında Kuzgun’un yüzü bize dönmüştü. Ama… Hayır!
O adam Kuzgun değildi.
Sarı saçları siyaha döndü. Gözleri denizi değil, dipsiz bir kuyuyu andırıyordu. Alkan, bacaklarıma dolanan dikenleri elleriyle çözdü. Parmaklarının arasından kan sızdı.
Karga bir kez daha inledi.
Alkan’ın kanlı elleri yere damlıyordu. Dudaklarımı aralamak, sorular sormak istedim ama yapamadım. Dudaklarım dikilmiş gibiydi.
Elini tutmak istedim. İzin vermedi. Kanlı ellerini arkasında kenetledi. Öfkeli bakışlarını o siyah takım elbiseli adama dikti.
Adamın üzerinde siyah bir takım vardı. Ayakkabıları çamurluydu, geldiği yolda iz bırakmıştı. Ayaklarının dibinde kanlar içinde yatan bir beden vardı. Gözlerim istemsizce yerdeki metale, oradan da adamın kanlı ellerine kaydı.
Alkan hızla kanlı bedene yöneldi. Ben de peşinden.
Yerde yatan Kuzgun’du. Üzerinde kanlı bir kamuflaj vardı. Benim üzerimde ise sarı bir elbise…
Tıpkı o gün gibi.
Alkan yardım etmeye çabaladı. Dudaklarından anlaşılmaz mırıltılar dökülüyordu. Kuzgun kana bulanmış elini kaldırıp yüzüme uzattı. Kısık bir iniltiyle nefes aldı. Tıpkı o gün gibi.
Dudakları aralandı, kelimeler zorla döküldü.
“Sana… sana bir kalp verdiler, Zelal. Ama o kalbin nasıl attığını kimse söylemedi…”
“Zelal! Aşkım!”
Yüzümde ellerini hissettim. Çenem hafifçe sarsıldı.
“Bitanem, uyan!”
Alkan’ın sesi kulağımda yankılanıyordu. Bilincim açılmıştı ama gözlerimi aralayamıyordum. Göz kapaklarımın üstüne taşlar bırakılmış gibiydi.
“Canı acıyor!” diye inledi Alkan.
“Sus ve dışarı çık!” dedi bir kadın sesi, sertçe.
Yüzümü tokatladılar, sarstılar ama gözlerim açılmadı. Çenemi okşayan nasırlı ama sıcak parmaklar hissettim. Biri göz kapağımı kaldırdı, ışık tuttu. Gözlerim sanki cam parçalarıyla dolmuş gibi acıdı.
Sol avucumda sıcak, hafif ıslak bir dokunuş hissettim. Yumuşak, yakıcı… Parmaklarımda gezindi. Uyku, tenimdeki dokunuşlarla karışıp sıcak bir yuvaya dönüştü. Ve ben direnmeyi bıraktım.
🍂🍂🍂
Sıla pansumanlarını yaptırıp ayağa kalktığında adımlarını durduramadan ameliyathanenin kapısına taşımıştı.
İçini kemiren suçluluk ve susmak bilmeyen bir vicdan vardı. Ameliyata girmek istemiş ama izin verilmemişti. Kapının önündeki koltuğa çöktü, yüzünü ellerine gömdü. Her şeyin suçlusu kendisiydi.
Babasının sözünü dinleyip biat etseydi, hiçbir şey böyle olmayacaktı.
Saatlerce o kapının önünde bekledi. Başak çıkmıştı, ameliyatı başarılı geçmişti. Armanç da saatler önce çıkmıştı ama Kaya hâlâ içerideydi.
Dudaklarını kemirdi. Zaman geçmiyordu, saatler durmuş gibiydi. Telefonu defalarca çaldı, sustu. Hiçbirini açmadı. Nihayet yanına kısa boylu ama dikkat çekici derecede yakışıklı bir adam geldi. Açık bir telefonu zorla eline tutuşturduğunda Sıla direnmişti. Almak istemiyordu. Ama kimin aradığını biliyordu.
Adamın kemikli eli boğazına sarıldığında göz göze geldiler.
“Al şu telefonu!” diye tısladı. “Yoksa bu hastane havaya uçar.”
Sıla, boğazına sarılan ele karşılık veremedi belki ama gözlerindeki inatçı direniş yeterince güçlüydü. Sonunda telefonu aldı, kulağına dayadı.
“Sürprizimi beğendin mi canım kızım?”
Babası Nail Baltacı’nın sesi duyulduğunda dişlerini sıktı, cevap vermedi. Dudaklarından sadece sert bir nefes çıktı.
“Bu, söz dinlemeyen küçük kızıma sadece uyarıydı. Aklını başına topla.”
Sıla alaycı bir kahkaha kopardı.
“Ne yani, ben Bihter Ziyagil miyim baba?”
Nail Baltacı kızının hâlâ meydan okuduğunu anlamıştı. Telefonu fırlattığında Sıla’nın duyduğu son şey, duvara çarpan cihazın tıkırtısı oldu. Genç kadın telefonu adama geri uzattı. Yorgun bir gülümseme yayıldı dudaklarına.
“Babama selam söylersin.”
Adam hızla uzaklaşırken Hozan merdivenlerden iniyordu. Genç adam hızla hozanın omuzuna çarptı. Çatlak omzuna aldığı darbeyle dişlerini sıktı, Kürtçe bir küfür savurdu. Sonra gözleri Sıla’yı buldu.
“Nerdesin sen, Allah’ın delisi!” diye çıkıştı.
“Sus be bay akıllı…” dedi Sıla, geriye yaslanıp gözlerini kapatırken. “Asıl senin gözetim altında tutulman lazım.”
Hozan sızlanarak yanına oturdu.
“İnanmayacaksın ama bu koltuk o yataktan daha rahat.”
Sıla yorgunca gülümsedi. “Ölürsen kalp masajı yapmam, haberin olsun.”
“Öyle bir şey olursa uğraşma. Yıllardır bekliyorum zaten.”
Sessizlik saatlerce koridoru esir aldı. Sonunda yaşlı bir cerrah göründü. İki genç umutla ayağa kalktı.
“Nasıl?” diye sordu Sıla, nefesi titreyerek.
Doktor gözlerini kaçırmadı.
“Üzgünüm. Çok uğraştık ama elimizden fazlası gelmedi.”
Sıla’nın boğazından yırtıcı bir çığlık yükseldi.
“Hayır! Ölmedi!”
Sesi boş koridorlarda yankılandı. Dizlerinin bağı çözüldü. Hozan çöktü, gözlerinden bir damla yaş süzüldü.
“Bak kızım—” diye başlayan cerrahın cümlesini Sıla'nın onu itmesiyle yarıda kaldı.
“Kapıyı aç!” diye haykırdı.
“Mümkün değil.”
“Yalvarırım! Onu kurtarabiliriz!”
Bir doktor çıkmak için kapıyı açtığında fırsatını buldu, içeri fırladı. Hemşireleri, teknisyenleri aştı. Kaya’nın başında genç bir cerrah vardı, tüpler çekiliyordu.
“Hayır!” diye bağırdı Sıla, bütün beden acısını hiçe sayarak.
Bir tabure çekip kalp masajına başladı. Bir yandan hemşirelere emirler yağdırıyordu:
“Aspiratörü çalıştır, oksijeni yükselt! Hadi!”
“Diren lanet olası!” diye haykırdı Kaya’nın solgun yüzüne.
“Uyan! Kaya, yalvarırım…”
Yaşlar ardı ardına aktı, Kaya’nın göğsüne düştü. Dakikalarca uğraştı, nefesi kesilene kadar savaştı. Sonunda tükenip başını Kaya’nın omzuna yasladı, hıçkıra hıçkıra ağladı.
“Benim yüzümden…” diye fısıldadı.
“Benim yüzümden öldün.”
Göğsünü yumrukladı.
“Allah belanı versin!” diye haykırdı.
“Bok vardı ölecek… adi herif! Nolur yaşa!”
Ama Kaya’dan bir ses gelmedi.
Koridorlarda yankılanan tek şey, genç kadının hıçkırıkları ve vicdanının kemiren susmaz sesi oldu.
🪶🪶🪶
3 gün sonra.
Birkaç saat sonra tekrar gözlerimi araladım. Bu kez oda boştu. Kendimi yeniden koca bir hiçliğin ortasında gibi hissettim. Neler olduğunu hatırlamaya çalışmadım. Bu benim Mementom'du. Kötü anıları sil. Yok et ve bir sandığa tıkıştır.
Doğrulurken ağzımdan bir inilti kaçtı. Kısık, sessiz; tıpkı bir ölüm gibi. Net yarayı nereden aldığımı kestiremedim. Tüm bedenim sızlıyordu. Atılan füze çok yakınıma inmişti; muhtemelen etkisiyle savrulmuştum.
Sızlanarak kalkıp tuvalete adımladım.
İhtiyacımı giderip aynanın karşısına geçerken homurdandım. “Ulan Arkın, az daha uyanmasan sikin patlıyacakmış lan.” Kendi kendime kızdığımda pantolonumun her yerinin yırtık olduğunu fark ettim.
“Ananın...” Anında arkama dönüp aynadan götüme baktım. Şükürler olsun, götümde yırtık yoktu. Derin bir nefes aldım. Göt önemliydi.
Aynadan sırtıma baktım; bandaj doluydu. Göğsümünde sırtımdan farkı yoktu. Kollarımda da ufak tefek bandaj ve sargılar vardı. Sol göğsümü saran sargıyı fark ettiğimde bir küfür yuvarladım. “Eh be Arkın. Götü kurtardın ama memiş gitmiş galiba he?”
Gür bir kahkaha attığımda telefonumun sesi odanın bir köşesinden geldi.
Hızla içeri girip telefonumu buldum, camı araladım. Ilık bir rüzgâr yüzümü yalarken sigarama bakındım. Telefonumu alıp cama ilerledim. Bir bildirim gelmişti.
Bilinmeyen numara: Ankara'da bugün hava bulutlu. Bazı hayvanlar çiçek bahçelerini eşeliyor.
Kaşlarımı çattım. Sigaradan bir dal çıkarıp ateşliyecektim ki ne yaptığımı farkına varıp büyük adımlarla kendimi yangın merdivenlerine attım.
Mesajı okumadan önce sigaramı ateşledim.
Ankara'da bugün hava bulutlu, bazı hayvanlar çiçek bahçelerini eşeliyor.
A, H, B
A, H açılımı Arhan Soykan’dı. B ne olabilir diye geçirdim içimden. Düşün Arkın düşün oğlum. Hadi lan hadi.
Parmaklarımı şakağıma iki kez vurdum. B. Çiçek bahçeleri. Lan! Mezar.
Eşelemek. Kodu yanlış çözmüş olmayı diledim ancak doğru olduğuna emindim.
Sigaranın gri dumanıyla ciğerlerimi birleştirdiğimde havaya bakındım. Ankara'ya gelmiş olmalıydık. Meslekteki yerimiz ve yeni düzenlemelere göre Ankara'nın askeri hastanesinden başka bir hastanede uzun süre kalamazdık. Bu, siviller için oldukça tehlike arz eden bir durum olurdu.
Çevreme bakındığım sırada yanılmadığımı anladım. Ankara GATA Hastanesi'ndeydik. Havayı kokladım. Acı bir ölüm gibi kokuyordu. Yangın merdivenlerinden aşağıya inerken üst bedenimin çıplak olduğunu yeni anlamsamıştım. Umursamadım. Burası bir hastaneydi. İnsanlar buraya içlerinde bir umutla gelir, şifa ararlardı. Ancak şifa yalnızca Tanrı'dan inerdi. Tanrı eşit davranmazdı.
Kimini kendi canıyla, kimini sevdiklerinin canıyla sınardı. Bazıları ise fakirlikle sınanırdı. Fakirlik her zaman sanılan gibi parayla belli olan bir şey değildi aslında. İnsanların duyguları da fakir olabilirdi. Ancak insan bunu anlayamayacak kadar bencil bir varlıktı.
Dünyaya geliş sebebimiz bir şeylere alışmaktı. Ölüme, öldürmeye, kaybetmeye ve kazanmaya. İnsan her duyguya en hızlı adapte olan tek varlıktı. Bu bazen bir lütuf, bazense yalnızca zulümdü. İnsan hiçbir zaman lütuf tarafını görmez; yalnızca zülüm olan kısımdan bakardı. Oysa kimse bilmezdi kendi doğasının en bencil varlığının insan oğlu olduğunu.
Düşünceler ve düşler beni boğardı. Bir kez içine düştüğümde bir daha çıkamaz, kendimi kaybederdim. Bu yüzden her zaman güler yüzlü olur, her felakette kendime şaka yapacak bir ip bulurdum. Hayat tesadüflere değil, felaketlere gebeydi. Acı verici olansa felaketler zincirinde boğulmaktı.
Ben boğulmamak için görmezden gelen bir adamdım. Belki bu zincir bir gün beni de diğerleri gibi boğacaktı; belki de boğuyordu ama ben farkında değildim.
Hastanenin bahçesinde gördüğüm yüzlerle boğulduğumu anlamış oldum. Ailem...
Ailem olarak göremediğim biyolojik ailem hepsi buradaydılar. Onları görmeyi beklemiyordum. Annem Nilay, annenin koluna girmiş onu dik tutmaya çalışıyordu.
Ebru ablam kenarda ağlıyordu. Nazende çöktüğü yerde sigarasından havaya akan zehire tutunuyordu.
Yeğenlerim ne olduğunu anlamaya çalışıyor; teyzeleri Nazende'nin yanında oturuyordu. Sol tarafta gördüğüm beden tüylerimi diken diken etmeye yetti. Abim Batıkan Kiraz kucağında Ebru ablamın en küçük çocuğu olan Rüya'yı tutuyordu. Sol omuzunu bir ağaca dayamış, duygusuz gözlerle etrafı izliyordu.
Tabii ki yanlarına gitmek gibi bir niyetim yoktu. Abimden haz etmezdim. Eminim o da benden haz etmiyordu.
Telefonum bildirim sesiyle etrafıma bakındım. Beni gören olmadığı için rahattım. Kuytuya çekilip gelen mesaja baktım.
Bir plaka yazılıydı.
06 AKR 126
Hay sikeyim.
Otoparka geçebilmek için sevimsiz ailemin yanından geçmeliydim.
Neyse Arkın yaparsın koçum. Kendimi gazlayıp dikkatli adımlarla onlardan olabildiğince uzak bir şekilde hastanenin arka tarafına adımladım. Otoparkın girişine geldiğimde güneşin etkisiyle gözümü kıstım.
Açık otoparkta güneşli havada plaka aramak zordu. Ancak bir anda arkamdan gelen ses beni daha büyük bir zorluğa itmiş oldu. “Arkın?” Hay sikeyim. Ne işi vardı burada bu kızın?
Onu duymuyormuş gibi adımlarımı hızlandırdım. Peşimden tekrar bağırdı. “Hey! Nereye gidiyorsun?”
“Cehennemin dibine!”
“Gidemezsin!” Sebep neydi ki? Ayrıca her şeyden önce onu ne ilgilendiriyordu?
“Git başımdan!” diye bağırdım. Babası şerefsiz.
Sırtımda hissettiğim ağırlıkla hızla arkama döndüm. Ne yapıyordu bu? “Bana bak bebe, doktoru defol git başımdan. Saçını başını yolarım şimdi.”
Sırtıma bir yumruk vurdu. “Sen nasıl üç gün sonra aniden ayaklandın.” Tam olarak onu ne ilgilendiriyordu? “Sanane, babası orospu!”
“Ne demek sanane? Senin Kaya'nın durumundan bilgin var mı?” Senin babanın yediği çoklardan haberin var mı demek isterdim ama diyemedim. Çok gizli bilgiydi.
“Henüz yok; gelince öğrenicem inşallah.”
“Hem sen nereye gidiyorsun cıbıl cıbıl?” Hay Allah'ım taktı amına koyayım. “Manitam çağırdı. Hazır cıbıl kaldım, bi uğrayıp geleceğim. Hem soyunmaya da vakit harcamayız diye düşündük. İstersen sen de bize katıl.”
Nihayet sırtımdan inmişti. Karşıma geçti. “Şerefsiz.”
“Gerçekten nereye gidiyorsun? Bu kadar erken ayaklanman çok tehlikeli bir şey.” Göz devirdim. Aklıma gelen hainlikle munzırca gülümsedim. Sıla'yı kedi enceği gibi ensesinden kavrayıp ilerletmeye başladım. Kalabalığa çıktığımızda elimden kurtulmaya çalıştı. “Bıraksana be!” Umursamadım. “Bir kırk boylarında kahverengi saçlı, ergen kız çocuğu kaybetmiş olan varsa hemen gelip alsın.” diye bağırdım.
Ayağıyla arkaya doğru tekme atmaya çalışıyordu. “Bırak beni Allah'ın manyağı!” diye bağırdığında birkaç çift göz bize dönmüştü. “Bakın, son kez söylüyorum: Hafif esmer kız çocuğu kaybeden var mı?”
Daha demin Batıkan'ın yaslandığı ağacın önü boştu. Sıla'yı kolumun altına sıkıştırıp ağacın dibine götürdüm. Hâlâ direniyordu. “Bırak diyorum, anlamıyor musun?”
“Beklersen bırakacağım.” Ona hafif bir azar çekip zorla ağacın dibine oturttuğumda birkaç insan bize garip bakışlar attı. “Bekle burada; annen, baban gelip alacak.” Dedim. Kalkmaya çalışırken bağırıyordu. Ayağımla ayağa kalmasını engelledim.
“Ergen kız, bebesini ceviz ağacının altına terk ettim. Ailesi gelip alsın diye,” diye bağırdım. Yerden bulduğu taşı yüzüme attığında çevik bir hareketle yüzümü son anda kurtarmıştım.
“Ben çocuk değilim.” Sanki tek sorun buydu. Omuz silkip gidecektim ki otuzlu yaşların başındaki bir adam yanımıza geldi. “Hayırdır gardaş?” Ağzını yayarak konuşmasından onun bir Angara bebesi olduğunu anlamıştım.
Onun gibi ikinci kanala geçiş yaptım. “Hayırlar bayırdır gardaş, buyur.”
Gözünü hayırdır der gibi kırptığında, yüzüme üzüntümü belli edecek bir iz bıraktım. Herif bu kez Sıla'ya döndü. “Hayırdır bacım, bu herif seni rahatsız mı ediyor?” Sıla'nın bir şey demesine fırsat vermeden lafa atladım.
“Yok be gardaşım. Sorma, başımıza gelenleri.” Derbeder bir ifadeye büründüm. “Ne oldu gardaş?” Herifin gözleri Sıla'yla ikimizin arasında gelip gitti. Sıla'yı işaret ettim ona. “Gız, gardeşim Makbule. Babamız öldükten sonra şizofren oldu. Sürekli hayal görüyor.” Ağlamaya hazırlanıyor gibi başımı eğip burun kemerimi sıktım.
Sıla şoke olmuş bir şekilde harika oyunculuğumu izliyordu. “Makbule kim ya?” diye bağırdı. Evet, babası şerefsiz tek sorunumuz Makbule isimli kadının kim olduğu. “Yapma gardaş la.” Diyen adam üzülmüşe benziyordu. “Baksana, adını bile unutuyor.” Dedim kahrolur gibi.
“Zormuş gardaşım. Allah kolaylık versin.” Dediğinde Sıla bağırarak konuşan adama kaşlarını çattı. “Ne diyorsunuz siz be?”
Herif zerre bozuntuya vermedi. “Anlıyorum bacım. Benim eniştem de şizofrendi.” Dediğinde Sıla daha fazla çattı kaşlarını. Ağzı hafif aralık bir şekilde hayat hikayesini anlatmaya başlayan herifi izliyordu. “Şizofren insanla yaşamak hiç kolay değil. Bizim enişte duvarları döverdi.” Bunun da hayatını anlatası varmış amına koyayım.
Telefonum çaldığında hafifçe uzaklaşıp aramayı yanıtladım. “Nerdesin lan?” diyen Akrep'ti. “Geliyorum. Peşime kedi takıldı.” Dedim, geçiştirmek ister gibi. “Fazla dikkat çekiyoruz, gel artık.” deyip yüzüme kapattığında bağırdım. Sanki telefon hiç kapanmamış gibi. “Buldum abi, buldum. Makbule yanımda, ceviz ağacının altına bıraktım; şimdi sizi almaya geliyorum.”
Herif bir şeyler anlattığı Sıla'dan gözlerini anlıp bana baktığında “Gardaş, bunun başında bekler misin? Kaçmasın, ben büyük biraderi alıp geliyom.” Herif anında havaya girdi. “Tamam gardaşım, aklın kalmasın; bacımız bana emanet.” Nereden bacımız oldu be amcık demek isterdim ama olmadı. Son bir kafa selamı verip uzaklaştım. Büyük adımlarla daha demin gördüğüm ancak babası şerefsiz yüzünden gidemediğim aracın dibine vardım. Sprinter model araç oldukça dikkat çekiciydi. Camları film kaplı ve opak bir görüntüdeydi.
Sürgülü yan kapı açıldığında arabanın içinin karanlık olmasına kaşlarımı çattım. “Ne bekliyon oğlum, binsene,” diyen sesin sahibini çıkaramadım.
Aracın içine bindiğimde ilk koltukta oturan yüz oldukça tanıdıktı. Biraz daha yaşlanmış; gözleri biraz daha çökmüştü ancak hala aynı bakıyordu. Gözündeki o intikam hırsı hiç sönmemişti. Gerçek ismini hiçbir zaman öğrenememiş olsam da namını iyi bilirdim. Kulaksız derlerdi ona. Kuzgun'un eski bir tim arkadaşıydı. İntikama duyduğu açlık hiçbir zaman geçmemişti. “Hoşgeldin,” diyen sert sesinde hafif bir hırıltı vardı. Kafamla selam verdiğimde gözlerim diğerlerinin üzerinde gidip geldi.
Kısa saçlı genç kız anında dikkatimi çekti. “Oha Arkın bu mu?” dedi; sesi çok abartılı bir meraka ev sahipliği yapıyordu. Yanındaki genç oğlan avuç içini alnına vurduğunda onun kim olduğunu anladım. Büyümüştü. En son gördüğümde kaç yaşında olduğunu hatırlamasam da Kurt'un oğlu olduğunu ve aynı zamanda Armanç'ın erkek kardeşi olduğunu biliyordum.
Akrep gür bir kahkaha attığında jetonunun köşeli olduğunu anlamıştım. “Arkın demeyeceksin, Dora. Kod adı: İt Boğan. Öyle diyeceksin.”
İt Boğan kod adımı duyduğumda istemsiz gerildim. Bu beni sağaya çıkarma ihtimalinin olduğunu gösteriyordu. Yoksa kod adım daha farklıydı. Bana yalnızca saha görevlerinde İt Boğan derlerdi.
Akrep uzanıp şöför çocuğun koluna bir kez vurduğunda araç çalıştı. Yerime oturduğumda tüm gözler üzerimdeydi. Oldukça rahat bir şekilde Akrep'in yanındaki koltuğa oturdum. Karşımda Kulaksız ve Şef vardı. Şefin gerçek adını bilmezdim. Tanıdığım insanların hiçbiri bilmezdi. Yaşlı bir adamdı. Kır saçları gölgeli ve deformeli bir yüzü vardı. Onların arkasında siyahla mor ışıltılara sahip küt saçlı bir kız vardı. Tüm bedeninde renkli dövmeler vardı. Üzerinde kısa, yırtık pırtık bir şort ve yine yırtık gri bir tişört vardı.
Siyah takım elbiseli oğlan onun yanında oturuyordu. Tıpkı kız gibi o da dövmelerle kaplamıştı tenini; yani en azından görünen her yerinde vardı.
Kızın ne renk olduğunu çözemediğim gözleri sürekli bedenimi süzüyor, sanki bir şeyler olmasını bekliyordu. Aracın içi aydınlandığında gözlerimi kıstım. Zehir takım elbisenin yakasını düzeltip geriye yaslandı.
“İt Boğan, anlat bakalım ne var ne yok?” sorusuyla gözlerim ona döndü. “Aynı işte, gördüğünüzden bir farkım yok.” Ona yaralı bedenimi işaret ettim.
Ciddiyetim beni ipek bir kaftan gibi sarıp sarmalamıştı.
Bir süre daha Akrep dışındaki herkes tarafından göz hapsinde tutulduğumda ağır bir hareketle öne doğru eğildim. “Beni bakışmak için almadığınızı düşünüyorum.”
Kaya'nın ve timin geri kalanıyla ilgili bir bilgim yoktu. Merak ediyordum; kardeşim dediğim insanların ne durumda olduklarını. Gerildiğimi anlayan Zehir buzu andıran açık mavi gözlerini bana dikti. “Beklemeyi bil.”
Sakinliğim bir bıçak darbesiyle bedenimden ayrıldı. “Ayı, arabayı durdur!” Sesim sert ve otoriterdi. Nadir sinirlenirdim. Ancak öfke patlamalarım tehlikeli olurdu. Araç aniden durduğunda Zehir'in gözleri öfkeyle kısıldı. “Ben dur demeden durmak yok; Ayı devam et.” Ayı tereddüt ederek gaza bastığında. Sinirle soludum. “Pars ve bu garip kızın burada ne işi var?”
Zehir boğazını temizledi. “Pars'ın yeraltı dünyasındaki gücünü biliyorsun. Bize yardım etmek için burada.” İşte MİT'in karanlık dünyasında en kıymetli ve en tehlikeli durumu buydu.
Bir yeraltı liderini yıkmak için başka bir tehlikeli liderle iş birliği yapılır. Günün sonunda iki lideri de kelepçelerle ya gömer ya da kodese tıkardınız. Güven bir bedeni bir kez terk ederse bir daha geri gelmez, derdi babam. Haklı olduğunu erken yaşta aile evinde anlamıştım. Güven kişilere özel değildi. Topluma özeldi. Bir insan bir kez güven duygusunu kaybederse bir daha başka bir insanı da güvenemezdi. İşte tam bu yüzünden karşımdaki genç adama asla güvenemeyeceğimi aklımın köşesine not aldım.
“Peki kız?” Sert sesim. Aracın içinde yankı buldu. Kulaksız ve Akrep pusuya yatmış, Zehir ve aramdaki sessiz anlaşmazlığı izliyorlardı.
“Dora, Kulaksız'ın kızı.” Ne yani, sırf Kulaksız'ın kızı olduğu için mi buradaydı. Sinirle yüzümü sıvazladım. “Sanırım burada olmamdan memnun olmadı,” diye homurdandı kız.
Yumruk olan elim sertçe kendi bacağıma indi. “Ya siz beni delirtmeye mi çalışıyorsunuz?” Genç kızın yüzü kasıldı. “Bana bir şey derse dalarım,” diyen homurtusuna karşılık en ölümcül bakışımı yolladım. “Kuduz olabilir mi bu?” diye sordu Pars'ı dürtüp. “Sus artık,” diye homurdandı Pars.
Dora bu kez babasının omuzuna yaklaştı. “Bence bu it boğan kuduz.” Kulaksız sevimsiz kızını tek eliyle itekledi. Ama kız durmadı. “Pardon it bey, ay aman it boğan bey. Kuduz aşınız mevcut mu?”
Zehir tepkisizdi. Akrep kıkırdadı. Ayı sessiz bir kahkaha patlatıp direksiyona iki kez vurdu. “Çok iyi ya,” diyen mırıltısı kulaklarıma ulaştı. Kulaksız sinirle yüzünü sıvazladı. “Kapa çeneni, Dora,” diye homurdandı Pars.
“Ama kuduz gibi bakıyor,” diye homurdanan kız Pars tarafından dirseklenince geri yaslandı. “Yanlış anlama, kuduz gibi bakıyor gözlerin,” dedi yüksek sesle. “Kuduz olmak istemiyorsan o ağzını kapat.” diye bağırdım. Parmağımı tehditkâr bir şekilde yüzüne sallarken.
“Bence kuduz.” Bir süre köşeye sinip sustu. O sırada Zehir yarım kaldığı yerden devam etti. “Dora yalnızca babası MİT'te olduğu için bizimle değil. Aynı zamanda eğitim görüyor. Ağzı sıkı. Tıpkı senin gibi çocukluktan yetişme. Analitik zekası yüksek. Boşuna bizimle değil. Daha önce görevlerde bulundu.” Dora sindiği köşeden çıktı. Yumruk yaptığı sol elinin üzerine sağ avucunu vurup gür bir ses çıkartırken “Kapak olsun!” diye bağırdı.
Geriye yaslanıp tehlikeli bir gülümseme sundum. Karşımdaki genç kız karşısındaki adamı pek tanımıyordu anlaşılan. “Biri şu liseli bebeyi susturacak mı? Yoksa ona İt Boğan kod adının nereden geldiğini göstereyim mi?” Kulaksız bıkkınca yüzünü sıvazladı; yüzü acıyla kasıldı. Ama Şef verdiğim mesajı almıştı. Geriye dönüp arkasındaki kıza baktı. “Dora kapa çeneni.” Kız ağzını açmıştı ki Şefin otoriter sesi onu baskıladı. “Bu bir emirdir.”
Geriye yaslanıp ölümcül bakışlarını bedenimde gezdirmeye başladı. Henüz bu tarz operasyonlar için çok gençti. Kanı hızlı akıyor, onu özgür olması için teşvik ediyordu. Gelen her emire karşı gelme isteği ile dolup taştığına emindim. Çünkü onun yaşındayken ben de aynı durumdaydım. Geçmiş zihnimde canlanmaya başladığı sırada kafamın içindeki geçmişi susturdum. Ne yeri, ne de zamanıydı. İstediğim tek şey bir an önce şu mezar eşeleyen köpekleri gebertip hastaneye dönmekti.
Telefonumu çıkarıp timin bulunduğu gruba bir mesaj attım.
Arkın: acil işim çıktığı için hastaneden ayrıldım. Durumlarınız nasıl?
Mesajın gitti iletisini aldığımda telefonumu titreşime alıp cebime iliştirdim. O esnada bir telefonun zil sesi araba motorunun sesini bastırdı. Akrep aceleci tavırlarla cebindeki telefonu çıkardı. Zehir'e yani Şef'e bakıp onay aldığında telefonu açtı. Anlaşılan güvenli hatta değil, gündelik kullandığı hatta ait biri aramıştı.
“Efendim.” Dediğinde bir süre sessizce dinledi. Kaşlarının çatıldığını ve ağzının aralandığını gördüm. Gelen telefonun canını sıkmış gibiydi. “Anlıyorum, müdür bey. Benim biraz işim var. Şu an şehir dışındayım. Sizinle iletişime geçmesi için birilerini göndereceğim.” Karşı taraf onay verdiğinde iyi günler dileyip telefonu kapattı.
“Hay sikeyim ya,” diye homurdandığı sırada birini aramaya çalışıyordu. Arkamdan aracı kullanan Ayı'nın eğlenen sesi geldi. “Hayırdır Akrep, yine mi senin bıcırık bir şeyler yapmış?”
“Hiç sorma Ayı.” diyen Akrep'in sesi bezmiş gibiydi. “Rahat dursun diye Enstrüman kursuna yazdırdım. Kemanla çocuğun kafasını yarmış.” Birini aradı. Telefon uzun uzun çaldı. Açan olmadı. Kısık küfürlerini ben ve Ayı dışında kimse duymasada Akrep'in de ağzı hayli bozuktu.
“Siktimin piçleri,” diye yükseldi aniden. Ayı gür bir kahkaha attığında Zehir Şef geriye yaslandı. Kaşları çatık olsa da Akrep'in bu durumundan eğlendiği belli oluyordu. Başka birini aramış olmalı ki telefon tek çalışta açıldı.
“Deha, o Keremşah orospusu nerede?”
Sinirle yüzünü sıvazladı. “Sikerim, onun uykusunu. Küçük piçlerimiz yine kursu birbirne katmış.”
Çak yakın olduğumuz için bu kez telefondan gelen sesi duydum. “Ne bok yemişler yine?” diyen ses bezgindi.
“Peri sınıf arkadaşının kafasında kemanı kırmış. Cihanşah'ta başka bir çocuğu darbukayla dövmüş.” Gür bir kahkaha attı karşıdaki adam. “Darbuka mı? İsimlerini yanlış verdik; bu çocukların. Yunus ve Pembe olmalıydılar. Cennet Mahallesi artık bizim evde.” Kahkahasını yinelediğinde Akrep sinirle bağırdı.
“Kapat telefonu lan göt herif. Gidin alın onları kurstan.” Cevap beklemeden telefonu kapattığında burnundan soluyordu. Telefonuma baktığımda hâlâ mesajımın cevap almadığını görüp sinirle arkamda araç kullanan Ayı'ya döndüm.
“Ayı, daha varmadık mı amına koyayım?”
“Vardık abi.” Diyen Ayı'nın sesiyle motorun çıkardığı o uğultulu ses son buldu. Aracın kapısı açıldığında ilk inen ben olmuştum.
Gözümü alan güneşe kısık gözlerle baktım. Etraf boştu; tenha ve ıssız. Eski bir depo vardı; sadece yıkık dökük. Diğerleri de araçtan indiklerinde en önde Zehir Şef vardı. Onun arkasından Kulaksız ve Akrep içeri girdi; onları takip ettim. Zehir Şef içeri girip demir bir rafı kenara itti ve gerisinde açılan kapıdan içeri daldı. Peşi sıra içeri giren Kulaksızdı. Bu kez Akrep'ten önce içeri daldım. İs, pas ve metal kokusu karanlığı sarmıştı. Gözün gözü görmediği bir karanlıkta bir kat merdiven indik. Genzimi yakan o ağır pas kokusuyla öksürdüm.
İçeriye girdiğimizde loş bir ışık etrafı aydınlattı.
Ağrı kesicilerin etkisi azalmaya başlamış olacak ki tüm bedenimde şiddetli ağrılar vardı. Odanın tam ortası aydınlık olduğu için köşeler karanlıktı ve sol köşede, karanlığın içinde bir gölge gibi gözüken biri vardı. Kaşlarımı çattım. Odanın ortasındaki iki sandalyeye Kulaksız ve Zehir Şef kuruldu. Akrep onların iki adım önünde, tam karşımdaydı. Gölge gibi duran adam ise tam arkalarında.
Burnuma gelen pis kokular sinirlerimi altüst etmişti. Dora ve Pars'ın indiğimiz merdivenlere oturduğunu fark ettim.
Zehir hiç uzatmadan lafa girdi. “Arkın, sana gönderdiğimiz kodu çözdüysen eğer olaylara az çok hakimsin demektir.”
Kafamı sallarken gölge gibi duran adamı işaret ettim. “Herhalde o herifi tek gören ben değilim?” Elimle adamı işaret ettim. “Kim bu?” Zehir Şef alnını sıvazlarken, Pars'ın homurtusunu işittim. “Acaba öğrendiğinde ilk tepkisi ne olacak?” Dora devam etti. “Eğer bize saldırırsa bu kuduz herifi vururum.”
“Hey! Dayı, söylesene; kimsin sen?” diye sordum.
Zehir Şef elini sertçe bacağına vurdu. “Sakın ol Arkın, anlatacağım.” Sinirle yüzümü sıvazladım; yaralarım acıyordu ve bandajlarım kan içinde kalmıştı.
Yaramı tutup sakin kalmaya çalıştım. “Evet, dinliyorum.”
Zehir Şef hiç sapmadan konuya girdi. “Ankara başsavcısı... Yani Nail Baltacı. Uzun yıllardır Aybeyin örgütüne bağlı olduğunu hepimiz biliyoruz.”
“Evet, ve buna rağmen hâlâ görevden alınması için hiçbir şey yapılmıyor.” Ani çıkışım Akrep'in bana karşı bir adım atmasını sağlamıştı. Kulaksız onu bir kafa işareti ile durdurdu.
“Bağlantıları işimize yarıyor. Ama bu kez ayağımıza sağlam bir pranga bağladı ve bizi ateşe atmak için hazırda bekliyor.”
Cevap vermedim. Yalnızca dinledim. Sıkılmış yumruklarım tırnaklarımın avucuma batmasını sağladı. Avuçlarımda hissettiğim o ince sızı, genzimi yakan pas kokusuyla birleştiğinde sanki bedenim uyuşuyordu.
“Alkan'ı bitirmeyi kafaya koydu ve bunun için farklı yollar deniyor. Farkındaysan eğer eskisi kadar sık operasyon emri almıyorsunuz. Bunun sebebi Nail'in üstlerinizden biri ile olan bağı. Yaptıkları usulsüzlükler artık çok daha ciddi boyutta. Amacı Alkan'ı meslekten men edip...”
Kulaksızla göz göze geldi. “Zelal'i, Alkan'a öldürtmek.”
Sıkılı yumruklarım avuçlarıma ateş dökülmüş gibi açıldı. Zelal...
Alkan'ın aşık olduğu kadın. Belki de gerçekleri duyduğunda nefret edip kalbini yerinden sökeceği kadın.
Aşk ve nefret. Birbirinden çok farklı ancak sonucu aynı yere çıkan duygular.
Alkan'ın birkaç gün önce toplantıda söylediği o sözler beynimde tekrarlandı.
“Eğer bir gün abimin kalbini almak için onu öldüren o kişiyi bulursam, o kalbi yerinden sökerim.”
Alkan abisinin kalbini verdiği kişiyi gizlilik dolayısıyla bulamıyordu. Ama abisinin ölümündeki çelişkiyi anlamıştı. Atahan yanlışlıkla kuzgunun ölümünün normal bir ölüm olmadığını öğrenmiş ve bunu dakikasında Alkan'a yumurtlamıştı.
Evet, yanlışlıkla diyorum çünkü bu sırrı timde benim dışımda bilen tek bir kişi bile yoktu. Atahan bunu nasıl öğrendi asla bilmesem de bulmalıydım. Sıkıntı içinde alnımı sıvazladım.
“Ama Alkan'ı alt etmek o kadar kolay değil. Bu yüzden ilk önce onu çeşitli çelişkilere sürüklemesi gerekiyor.”
“Yani?” diyen kişi Pars'tı.
“Alkan'ın aklıyla oynayıp ona hatta yaptıracak.”
Bu ihtiyar herif neden salağa anlatır gibi döndürüp döndürüp aynı yemeği sunuyordu. “İyide bunu nasıl yapacak?” diye sordum. Resmen burnumdan soluyordum.
“Babası Arhan Soykan'ın mezarını açtıracak.” Tüm sorun bu muydu cidden?
İlk başta Alkan'ın bu olaya nasıl tepki vereceğini düşündüm. Babasına kırgın ve kızgın olduğunu biliyordum. Ama mezarın açılması onu öfkelendirebilirdi.
“İyide Alkan neden hata yapmaya sürüklensin ki?” Aklımda canlanan şeylerle yutkundum. Tükürüğüm boğazımdan bir bıçak gibi kaydı. “O mezarda ne saklı? O herif o mezardan neyi bulup çıkaracak?”
Zehir Şef başıyla Akrep'e bir işaret verdiğinde içeriye girdiğimiz kapı aniden kapandı. Sikeyim. Bu aşağılık yerde neler oluyor?
Kapının önünde bekleyen Ayı içeri girdi. Tam arkamda yerini aldığında histerik bir kahkaha attım. “Ne oluyor Şef, beni mi vuracak bu ikisi?”
“Hayır abi. Tutmak için.” Ayı'nın hırıltı dolu sesi kulaklarımı doldurduğu sırada karaltıda duran adam hareketlendi. Eş zamanlı olarak Şefin ağzından o zehir dolu sözler, is, pas kokan tozlu odaya yayıldı. “Sorun mezarda bulacağı şey değil Arkın. Asıl sorun... bulamayacağı şey...”
Duyduğum sözlerle kuruyan dudaklarımı ıslatma gereği duydum. Karşımda bir gölgeyi andıran adam yavaş yavaş ışığa yaklaşırken dudaklarımı yaladım.
Adam tam ışığın altına gelip durduğunda gözlerim kısıldı. Yaşlı yüzünü aydınlatan florasan lambası gözlerini kısmıştı. Siyah saçlarının arasına dökülen beyazlar yer yer grilik oluşturmuştu. Gözleri... Gözleri Alkan'a benzese bile onun gibi bakmıyordu.
Büyük oğlu, dedi içimden bir ses. Büyük oğlu gibi bakıyor. Kuzgun gibi bakıyor. Hayatım boyunca Kuzgun'u yalnızca bir kez görmüş olsam da o cellat gözlerini hiçbir zaman unutmamıştım.
Bu adam Arhan Soykan'dı. Tıpkı büyük oğlu Asi Çakır Soykan gibi bakıyordu. Sessiz ve kimsesiz bir cellatın soğuk yüzüydü.
Kime sorarsanız sorun: Herkes Alkan'ın babasıyla ikiz gibi gözüktüğünü söylerdi; ancak öyle değildi. Asi Çakır Soykan, büyük abi... Nefret duyduğu babasının bir kopyasıydı. Karşımdaki adamın gözleri eğer mavi olsaydı... Şüphesiz onun Kuzgun olduğunu söylerdim.
Yalan, sırlar ve geçmiş. Hepsi harmanlanmış birer ömür. Dost dediğim adama giydirilen ipek bir kaftan.
Duyular, duygular ve hisler. Hepsi yerle bir olmaya mahkum bir ömrün ipeğinden kaftanı. Ateşini ipekle saklayan bir maskeydi...
Bölüm sonu.
Bölümün neden kısa olduğuyla ilgili mini açıklama.
Bir sonraki bölüm 3 gün öncesinden başlayacak ve bu bölüm 3 karttan oluşacak. Diğer bölüm alzele doyacağız.
Neden bölümde arkının parttının daha uzun olduğunu bir sonraki bölümde öğreneceksiniz..
Whatsapp kanalına davetlisiniz...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 13.69k Okunma |
1.09k Oy |
0 Takip |
31 Bölümlü Kitap |