
Yeni bölüm geldi bacılar.
Gecikmeler için özür dilerim. Söyle rekor bir yorum sayısı göreyim sizin istediğiniz gibi uzun bir bölüm yazdım.
Satır arası yorumlarda görüşelim konuşalım. Valla özlemişim kızzz.
Erkek okurlarım varsa kusura bakmasınlar lütfen. 🥰
Zelal aktan.
Alkan ve timi askeriyeye gittiğinde, Sıla da bizi annesinin kahve dükkânına götürmek için ikna etmişti.
Hep birlikte hazırlanıp, yürüme mesafesindeki son derece şık ve egzotik olan kahve dükkânına gittik.
Buraya bir kafe diyemezdik çünkü değildi; burası butik bir kahve dükkânıydı.
Dükkânın iki kanatlı kapısı, boydan boya sarmaşıklar ve çiçeklerle sarılıydı. İçeriye girdiğimizde, sıcak ve renkli tonlardaki masalar ve sandalyeler bizi karşıladı.
"Hoş geldiniz." diyen kadın son derece neşeliydi.
"Hoş bulduk annecim!" diyen Sıla, annesinin boynuna sarılmıştı bile.
Nil abla kendini arka bahçeye bakan en geniş masaya bıraktı.
"Neslişim, bebeğim... Acil soğuk kahve!"
Ellerini kendisine yelpaze yaptı.
"Bana buz fırlatın, n'olur."
Nil ablanın sıcak havaya karşı olan nefreti hiçbir şeye benzemiyordu. Gelene kadar güneşe etmediği küfür kalmamıştı.
"Ay geldim ayol!" diye seslenen kadın, Sıla'nın annesiydi.
Nil ablanın önüne koca bir bardak içecek bıraktı. Nil abla, bardağın içindeki pipeti masaya savurdu ve bardağı dudaklarıyla buluşturdu.
"Bu ne kız, Allah canını almaya! Süt ya bu!"
Nil ablanın bağırmasına, turuncu saçlı bir kız çocuğu bahçeden koşarak geldi.
"Niliko!"
Kelimeleri uzatarak kullanması çok tatlıydı. Mavi boncuk gibi gözleri, hepimizin üzerinde usulca gezindi. Sanki birini arıyordu.
"Niliko, Arkın'ım gelmedi mi?"
Masadaki herkes gür bir kahkaha attı. İki kişi hariç tabii. Lâl'in gülüşü sessizdi ama yanındaki Nas'ın bacağına vuruyordu. Sıla ise far görmüş tavşan gibi kız çocuğuna bakıyordu.
"Arkın'ım derken?"
Yüzünde alık bir ifade vardı ama Sıla'yı kimse umursamadı.
"Arkın işte, bebeğim. Mesaj atarız, dönüşte uğrarlar. Olur mu?"
Nil ablanın önerisi küçük kızın hoşuna gitmemiş olacak ki, oflayarak masaya oturdu.
Yan yana oturan Reyhan ve beni fark ettiğinde, mavi gözleri kocaman açıldı.
"Oha, saçlarınız ne kadar güzel!"
Hayran bakışları saçlarımızda ve yüzümüzde gezindi.
"Teşekkür ederiz, fıstık. Sen bizden bile güzelsin." dedi Reyhan.
"Senin gözlerin çok güzel." dedim, uzanıp burnunun ucunu sıkarken.
"Siz ikiz misiniz?" diye sordu merakla.
Henüz biz cevap veremeden elini bana uzattı.
"Bu arada abla, ben Tomris."
Uzattığı minik elini sıktım.
"Memnun oldum Tomris, ben de Zelal."
"İsmin çok güzelmiş." diye mırıldandı.
Bu kez elini Reyhan'a uzattı.
"Senin adın ne? Ben Tomris."
Reyhan gülümsedi.
"Ben de Reyhan."
Birbirlerine olan memnuniyetlerini belli eder tarzda güldüklerinde,
Sıla'nın annesi Neslihan Hanım da bize içecekler ve ikramlar getirmişti.
"Kızlar kusura bakmayın, kahvem kalmadı. Bugün bunlarla idare edin."
Hepimiz "Sorun yok." tarzı şeyler söylediğimiz sırada, Tomris yerinden ayaklanıp Reyhan'ın kucağına koştu.
"Abla, siz ikiz misiniz?"
"Hayır, değiliz."
"Biliyor musun, benim ikizim var."
"Gerçekten mi? O nerede peki?"
"Nafi amcamla markete gitti."
Önümüze konulan kurabiyelerden yerken, derin bir sohbete dalmıştık.
Yaklaşık bir saat kadar sonra Alkan ve timi kapıda belirdi.
"Bu ne sıcak lan? Götümdeki don eridi!"
Kaya'nın gür sesi, kahve dükkânında yankılandığında Tomris'in gözleri büyüdü.
"Arkınikom geldi!"
Reyhan'ın kucağından atlayıp kapıdaki Arkın'ın kucağına koştu. Arkın, küçük kızı kucağına alıp masaya ilerlerken yüzü oldukça asık görünüyordu. Tomris'e bile zoraki bir gülümseme sunmuş, sıkıca sarılmıştı.
Kaya, şapkasını çıkarıp masaya fırlattı. O sırada kendisini de aynı şiddetle sandalyeye bıraktı.
"Armanç, git bana soğuk bir şeyler getir."
Henüz oturamamış olan Armanç, bıkkın bir ifadeyle kasa arkasındaki dolaba ilerledi. Herkese cam şişede kola alıp masaya geri döndü.
"Ne oldu be size? Hepinizin yüzünden düşen bin parça?"
Nil ablanın sorusuyla Alkan iç çekti.
"Bir şey yok, sadece yoruldum."
Nil abla "Öyle olsun." der gibi omuz silkti.
"Arkın, beni çok mu özledin?" diyen Tomris, Arkın'ın kollarının arasından çıkmaya çalışıyordu.
Arkın, Tomris'in saçlarını karıştırdı.
"Özledim, fıstık."
Kafa salladı.
"Ben de özledim, canımcım."
Arkın ve Tomris'in cilveleşmesine Sıla far görmüş tavşan gibi bakıyordu.
Alkan ayağa kalkıp bitkin adımlarla arka bahçeye çıktığında peşinden gitme isteğime engel olamadım.
Kimsenin benimle ilgilenmediğini fark ettiğimde yavaşça ayağa kalktım.
Alkan'ın peşinden dışarı çıktığımda onu büyük ağaca yaslanmış sigara içerken buldum.
"İyi misin?" Geldiğimi fark ettiğinde bana döndü. Yüzünde yorgun bir ifade vardı. Oysa sabah bu kadar mutsuz gözükmüyordu.
Dudak büzdü. "Bilmem."
Koluna girip başımı omuzuna yasladım. "Anlatmak ister misin?"
"Üzgünüm görevle ilgili bilgi veremem."
Sıcak nefesini saçlarımda hissettim.
Kolunu elimden çekip belime doladı. Timin bizi göremeyeceği bir yerde olduğumuz için rahattım.
Saçlarıma art arda öpücükler bıraktı.
Sigarasından bir nefes çektiğinde alttan baktığım yüzü gölgelendi.
"İçimde öyle bir sıkıntı var ki kıvırcığım, hiç hâyr'a alâmet değil."
Alkan’ın sözleriyle derin bir sessizlik aramızda peydah oldu. İçimden, bu durumun sadece görevden ibaret olmadığını haykırmak gelse de sustum.
Sigarasından son bir nefes çekip baş ve işaret parmağı arasında söndürdü.
Dumanı biraz içinde tuttuktan sonra temiz havayla karıştırdı. Alkan’ın durgun tavırları hoşuma gitmemişti. Gülsün, eğlensin, bana sataşsın istiyordum. Kasveti dağıtmak için ayaklarımı kaldırıp saçlarımı çenesine sürdüm.
Erkeksi kıkırtısı kulaklarıma ulaştığında derin bir nefes verdim.
Seviyordum gülüşünü, yüzünü, sesini ve varlığını.
Alkan’a hissettiğim bağ bazen bana bile şaşırtıcı geliyordu. Nasıl olmuştu da ona bu denli alışmıştım?
İşi biraz daha abartıp yüzümü tamamen ona çevirdim. Omuzlarına tutunup kendimi yukarı kaldırdım ve saçlarımı yüzünün her zerresine sürtmeye başladım.
Bir eli belimi öyle hızlı ve sıkı kavradı ki şaşkınlıkla dudaklarım aralandı. Diğer eli çenemi tuttu.
Hafif bir baskı uyguluyordu.
Acıtmayan ancak tutmaktan ziyade sahip olmak gibi bir baskıydı bu.
“Hadi devam et de göreyim,” dedi, kömür karası gözlerini yüzümde gezdirirken. Bakışları öyle derindi ki ne cevap vereceğimi unuttum.
Gözleri sık sık dudaklarıma kayıyor, zor da olsa tekrar gözlerime tırmanıyordu.
“İyi ki geldin bana,” demesi ise asla beklenmedikti. “Bana ne yaptın bilmiyorum ama… Sana öyle yoğun şeyler hissediyorum ki, saçının tek bir teli için dünyayı ateşe verebilirim.”
Ne diyeceğimi bilemedim. Yapabildiğim tek şey, kolları arasındayken sıcaklığına daha fazla sokulmak oldu. Çenemi tutan elini iki elimle tuttum. Beklenmedik itirafları karşısında kal gelmişti sanki.
Benden bir karşılık bekliyor muydu? Bunu bile anlayamıyordum.
Çenemi tutan elini geri çekti ve belime sardı. Öyle sıkı tutuyordu ki, nerede olduğumuzu bilmesem arkamda bir uçurum olduğu fikrine kapılırdım.
Sıcak vücudu bir volkan patlamış gibi daha da ısındığında, kalbinin ritmi duyabileceğim bir seviyeye ulaşmıştı.
Kollarımı boynuna doladım. Bir şeyler söylemek istiyordum ama yapamıyordum. Sertçe kendime çekip boynunu sıkıca sardım.
Yüzünü saklamak ister gibi boynuma gömdü.
Sıcak dudakları boynuma öyle sert bir öpücük bıraktı ki, kasıklarıma giren arsız ağrıyla kendimi ona bastırmak istedim.
Yüzlerimizi birbirine hizaladı.
Bir bütün gibi duruyorduk.
“Sevgilim…” Uzata uzata konuşmaya başladığımda burnunu burnuma sürttü.
“Sevgilin ölsün sana,” dedi iç çeker gibi, “ölmesin sevgilim, hep benimle olsun.” Kara gözlerine baktıkça içine çekildiğimi hissediyordum.
Cevap vermedi ama içli bir soluk çekti içine. Bakışları sürekli dudaklarıma kayıyordu.
Öpse ne olurdu sanki?
Benden bir karşılık mı bekliyordu öpmek için?
Düşüncelerimden arınmamı sağlayan şey, kömür karası gözlerinin örtülmesi ve dudaklarımı saran sıcak dudakları oldu.
Nasıl karşılık vereceğim hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu.
Dudakları dudaklarımın üzerinde dinleniyor gibi kısa bir süre bekledi.
Alt dudağımı ısırdığında canımın acısıyla dudaklarım tamamen aralandı.
Arsız ama yavaştı öpüşleri.
Dudaklarımdan içeri tamamen sızdığında, kalbi tam da elimin altında atıyordu.
O kadar hızlıydı ki avuç içimi dövüyordu sanki.
Tişörtüne rağmen hissettiğim sıcaklığı ise hiç normal bir seviyede değildi.
Gözlerimi kapatıp kendimi ona ve iç gıcıklayan dudaklarına bıraktığımda, kulaklarıma bir ses doldu.
“Zelal!” diyordu Sıla'nın biraz uzaktan gelen sesi. Alkan’ı ittirmeye fırsat bulamadan “Ay çok pardon.” diyen Sıla’nın sesi artık daha yakından geliyordu.
Alkan geri çekildiğinde burnundan sert bir soluk verdi.
Utanç tüm bedenimi esir almış gibiydi. Vücut ısım artmış, bana ait olmayan kalbim göğüs kafesimden çıkmak ister gibi zorlamaya başlamıştı.
Sıla bizden biraz uzakta durmuş, kendi etrafında dönüyordu.
“Yani ben öpüştüğünüzü bilseydim gelmezdim ama şey oldu...”
Alkan’ın sağ eli burun kemerini sıkıyordu. Sıla bizden daha fazla utanmış olacak ki bir türlü dönmeyi bırakıp doğru dürüst konuşamadı.
“Öpüşmenizi bölmek istemezdim gerçekten.”
Alkan sert bir soluk verdi. “Dönme artık yeter.”
Alkan’ın sesi o kadar sert çıkmıştı ki ben irkilirken Sıla aniden durdu.
“Alkan ben özür dilerim ya, gerçekten.”
“Yok arkadaş, benim timle gezen ya havasından ya suyundan kapıyor amına koyayım ya…” diye isyan eden Alkan, Sıla’yla değil de kendi kendine konuşuyor gibiydi.
Utancımdan ağzımı bile açamıyordum. Sıla’nın mahcup bakışları bana döndüğünde kaçıp saklanmak istedim ama pek mümkün değildi sanki.
“Hayır, ne oldu da geldin?” diyen Alkan sinirinden renk değiştirmişti.
“Nil’e… yani Nil ablaya… şeyden, şey haberi… şey etmiş. Ben de o haberi Zelal’e şey edeyim dedim ama pek iyi dememişim… gibi…”
“Neyden neyin haberi ya? Neyden?”
Sıla, utancından kızarmayı geçmiş, artık morarma yolunda ilerliyordu.
“Şeyden… hani biz şeye gidecektik ya… hani… şeye…”
“Şey kim lan?!” diye bağıran Alkan, zavallı kızın olmayan aklını almaya yemin etmiş gibiydi.
“Ay aman bağırma be,” diye çıkıştı Sıla.
Duruma el atmam lazımdı yoksa Alkan, Sıla’yı çiğ çiğ yiyecekti.
“Tamam Alkan, sakin ol.”
“Ya neyine sakin olayım? Ben timimden bıkmışım, bir de bununla mı uğraşacağım?”
“Ama oldu bir kere, olan yani. Ayrıca hatalı olan sensin,” dediğimde Sıla şaşkın şaşkın bizi izliyordu.
Alkan, delirmiş gibi saçlarını çekiştiriyordu.
“Bak yavrum…” dediğinde erimiştim ama belli edemezdim. Sakinleşmesi lazımdı. Hem ne diye herkesin burada olduğunu bildiği hâlde beni öpmüştü ki? Suçlu olan oydu.
“Ne var Alkan, ne var?”
“Yavrum mu dedi lan o? Biri beni tutsun. Bayılacağım…” Arkın’ın sesini duyduğumda kafamı sesin geldiği yöne, yani Sıla’nın tam arkasına çevirdim. Kahretsin, hepsi buradaydı.
Nil abla sarı saçlarını savurup Arkın’ın sırtına bir tane vurdu.
“Oha, bugün 'yavrum' diyen, yarın 'aşkım' der. Doğru yoldayız Arkın, devamkee!”
Alkan, tiksinir gibi kapının önüne dizilmiş ekibine ve ablasına baktığında yüzünde komik bir ifade vardı.
Reyhan, üzerine bayılan Arkın’ı ayakta tutmaya çalışırken cırladı:
“Ya Arkın, mal mısın? Niye üzerime bayıldın? Kaya’nın üzerine bayılsana.”
Sıla, Reyhan’ın üzerine düşen Arkın’ı tokatlarken,
“Ezdi kızı, salak herif!” diye hayıflandı.
Yardıma gelen Armanç, Arkın’ı kucağına doğru çektiğinde, Sıla bizi süzüp Reyhan’ı çimdikledi.
“Alkan ve Zelal’in çocuğunu hayal ettim bir an. Kıvırcık saçlı bir oğlan. Ay çok tatlı olmaz mı Reyhan?”
Kaya, yerde Arkın’ı tokatlamakta olan Sıla’nın poposunu ayağıyla dürttü.
“Ben olmasaydım bu iş olmazdı, biliyorsunuz değil mi?”
Öz güvenle açık kumral saçlarını geriye atıp bıyıklarını eliyle taradı.
“Aşklarını bana borçlular. Oğlanın adı Kaya olmalı.”
“Aman Allah korusun. Sakın öyle bir şey yapmayın Zelal, sonra çocuk buna benzer falan... tuvalet fırçasıyla sevmek zorunda kalmak istemiyorum,” diye cırladı Reyhan.
Alkan ve ben sessizce, karşımızda bizim üzerimizden dönen olayları izliyorduk.
Serdar, baygın Arkın’ı ayağıyla dürttü.
“Arkın, kalksana sende amına koyayım, Feriha mısın sen? Ne diye bayıldın piç?”
Arkın gerçekten bayılmıştı sanırım, çünkü Sıla, Reyhan ve Armanç üçlüsünün attığı sert tokatlara rağmen zerre tepki vermeden yatıyordu.
Atahan, sırtını yasladığı ağacın önünde durmuş sırıtarak sigarasını içiyordu. Göz göze geldiğimizde göz kırpması beni daha da utandırdı.
Sıla’nın yengesi olduğunu öğrendiğim turuncu saçlı kadın,
“Aşıkları yalnız bırakalım,” deyip kısık bir kahkaha attı.
“Mehmet, yardım et, Arkın’ı içeri taşıyın hadi, kocam.”
Mehmet, yani Sıla’nın abisi, Arkın’ı baştan ayağa süzdü ve yardım bekleyen Armanç’a belini işaret etti.
“Kardeşim, bende fıtık var. Arkın’ın da maşallahı var. Siz halledersiniz değil mi?” dedi.
Bu kez zavallı Armanç’ın melül bakışları Serdar’a döndü.
Rahattı Serdar. Kolunu yanındaki Nas’ın omzuna atarken:
“Yatırın olduğu yere, o ayılınca bizi bulur,” dedi.
Nil abla, Neslihan Hanım’a sarılmış mutluluğunu paylaşıyordu.
Başak, kucağındaki Tomris ile dışarı çıktığında şaşkındı.
“Lan! Ne oldu burada? Bu mal niye baygın?”
Tomris’in mavi gözleri sulandığında kendini Başak’ın kucağından aşağı attı.
“Arkınım… Ne oldu sana?” Arkın’ın üzerine çıkıp yüzünü avuçları arasına aldığında, Nas ise Başak’a olayları aktarıyordu.
“Kim öldürdü seni aşkım?” diye cırlayan Tomris’in bakışları Alkan’a kaydı.
“Ay, bunu hiç sevmemiştim. Kesin bu yaptı.”
“Bana bak cimcime, zaten sinir tepemden fışkırıyor. Alırım ayağımın altına seni.”
Tomris’in mavi gözleri kısıldı.
“Orospu çocuğu.”
Hepimiz kahkaha attığımızda Alkan, öfkeli adımlarla içeri girdi.
Utancımdan kıpkırmızı olduğuma adım kadar emindim.
“Yenge, bebeğe benim adımı veriyorsun değil mi?” diyen Serdar’a oflayanarak kendimi içeri attım.
Arkın’ın bayılmasının üzerinden yirmi dakika geçmişti ama hâlâ uyanmamıştı. Arkın’ı boylu boyunca bayıldığı yere bırakmışlardı.
Sıla tekrar Arkın’ın üzerine eğilip nabzını kontrol etti.
"En azından hâlâ yaşıyor."
Reyhan, çöktüğü ağacın dibinde kucağındaki Tomris’i sakinleştiriyordu.
Mehmet, Gamze, Alkan, Zelal ve Neslihan Hanım ara sıra bahçeye çıkıyor, Arkın’ı dürtükleyip geri içeri giriyorlardı.
Atahan tekrar sigara paketini çıkartıp bir sigarayı dudakları arasına sıkıştırdı. Başak pakete elini attığında, istemese de vermek zorundaydı.
Sıla’nın doktorluğuna pek güvenmeyen Serdar eğilip Arkın’ın nabzını kontrol etti.
"Nabız var da, guru tükenmiş gibi."
Nas, oturduğu salıncaktan ayaklandı.
"Lâl, bizim kuaför randevumuz var. Hadi geç kalmadan gidelim."
Lâl başını sallayıp Nas’ın peşine takıldığında ekibin geri kalanı yerli yerindeydi. Kaya uzaklaşıp telefonda birileriyle konuşmaya başlamıştı.
Bu gece yola çıkacaklardı ancak bir sorun vardı. Hakkâri girişindeki bir bölgede terör saldırısı gerçekleşmişti. Bu saldırının akşam tekrarlanması olasıydı. Arkın’ın uyanıp istihbarat alması gerekiyordu. Aksi takdirde Alkan, gidişi durdurabilirdi.
Kaya telefonu kapatıp Alkan’la konuşmak için içeri girdiğinde, Zelal’le göz göze geldi. Manidar bir tebessüm edip asıl hedefi olan Alkan’a ilerledi.
Bugünkü sorunlar bitmek bilmiyordu. Alkan’ı dışarı çağırıp kimsenin onları duyamayacağı bir köşede olayı anlattı. Zaten sınırlı olan Alkan, daha da parlamıştı.
"Arkın’ı uyandır. Bölge istihbaratla iletişime geçsin, ona göre bir durum değerlendirmesi yapalım."
Kaya, Neslihan’ı bulup büyük bir kova istedi. Buzlu su doldurduğu kovayla tekrar bahçeye çıktığında Arkın’ın yanında oturan Sıla ve Serdar’ı uyardı.
"Kalkın oradan, üstünüz ıslanmasın."
Sıla ayağa kalkıp kovaya yapıştı.
"Soğuk mu o su?"
Umursamazdı Kaya. "Evet."
"Olmaz," diye cırladı Sıla. "Bu çok tehlikeli."
Gözlerini devirdi Kaya. Kovayı sürüklediğinde sarsılan Sıla yanlışlıkla Arkın’ın üzerine bastı.
"Ani dökülen soğuk su şoka sebep olabilir. Yani bu çok tehlikeli bir şey."
"Yoo, değil."
"Yahu tehlikeli diyorum. Serdar bilir hatta." dedi Sıla, Serdar’a dönerek. Omuz silkti Serdar.
"Yani öyle diyorlar ama bize eğitimlerde çok döktüler, alışkın o. Bir şey olmaz."
Sıla ve Serdar doğru-yanlış didişmesi yaparken Kaya soğuk kovayı Arkın’ın üzerine boca etti.
Ama bir sorun vardı. Arkın hâlâ hareketsizdi. Bu da akıllarda şu soruyu oluşturdu:
Acaba bu salak uyumuş muydu?
Timin aklından geçeni dile döken Başak oldu:
"Lan bu aptal uyumuş olmasın?"
"Buzlu suyla uyanırdı herhalde," dedi Reyhan.
"Uyanmayabilir," dedi Atahan, oturduğu yerden ayaklanırken.
"Nasıl be?" diyen Sıla şaşkındı.
"Bayağı bayağı uyanmama olasılığı var," dedi Atahan.
"Niye, boz ayı mı bu?" diye sordu Sıla.
Bir insan nasıl buzlu suya tepki vermezdi?
Tam o esnada Arkın gözlerini araladı.
"Ne bağırışıyorsunuz lâ?"
"Oh be, sonunda uyandı," diyen Armanç ellerini açıp dua okuyor gibi yaptı ve ellerini yüzüne sürdü.
Arkın, kıyafetlerinin ıslak olduğunu fark ettiğinde kaşlarını çattı.
"Ben niye ıslağım lan? Irzıma mı geçtiniz?"
"Uyan diye ıslattı seni bu hayvan," dedi Reyhan, şikayet eden bir çocuk gibi Kaya’yı gösterdiğinde Tomris, Arkın’ın yanına ulaşmıştı bile.
"Arkıniko, ne oldu sana?"
Armanç da en az Tomris kadar meraklıydı.
"Abi, cidden 'yavrum' kelimesi için mi bayıldın?"
"He la, bir anda duymak bünyemde garip bir sevince yol açtı. Dayanamadım, bayıldım."
Yerinden ayağa kalktığında Kaya kolundan tutup çekiştirmeye başladı.
Sıla arkalarından "Çok çekiştirme!" dediyse de Kaya umursamadı.
Kaya, çekiştirdiği Arkın’ı kimsenin onları duyamayacağı bir köşeye getirip olayla ilgili bilgi vermeye başladı.
"Hakkâri girişinde EYP’li saldırı olmuş. Sabah saatleri olduğu bilgisine ulaştım ancak hangi örgütle bağlantılı olduğunu bilmiyoruz. Saldırının tekrarlanma ihtimali yüksek görülmüş. Olası bir pusuya düşmemek için Alkan dikkatli bilgi almanı istedi."
Arkın ciddileşti. Kumral kaşları, koyu mavi gözlerini gölgeliyecek kadar çatılmıştı.
"Ben çıkıyorum, durum bilgisi geçerim size."
Kaya başını salladı.
Hemen ardından Alkan’ın yanına döndü.
"Arkın iletişim için çıktı. Biz ne yapıyoruz?"
Huzursuzdu Alkan. Bir şey olacaktı, farkındaydı. Ama ne olacağını henüz çözememişti.
"Biz eve geçiyoruz. Kızlara söyle, onlar da oyalanmasınlar."
Başını salladı Kaya. Kızlar da artık burada kalmak istemiyordu. Hepsi bir hayli yorulmuşlardı.
Eve gidip dinlenmek ilk tercihleri oldu. Alkan, Serdar ve Kaya aynı araçtaydılar.
Atahan, Başak ve Armanç ise başka bir araca binmişti. Kızlar yürümeyi tercih etmişti.
Arabayı kullanan Alkan oldukça gergindi. Ve hayır, sorun öpüşürken basılmaları değildi. Sorun çok daha farklıydı. Arkın bugün ona birkaç bir şey fısıldamıştı ve Alkan bunu çözmeye çalışıyordu.
"Kaya, Arkın’ı ara. Alayda mı yoksa evde mi, öğren."
Alkan ciddileşmişti. Bu, ekipteki kimsenin cıvıtma ihtimali ya da şansı yoktu demekti.
Kaya, Arkın’ı aradığında telefon tek çalışta açılmıştı.
"Efendim."
"Neredesin, Arkın?"
"Evdeyim. Sonra arayacağım Kaya, kapat."
Arkın, Kaya’dan bir karşılık beklemeden telefonu yüzüne kapatmıştı. Ekibin ciddiyeti üzerinde olduğuna Serdar da bir hayli gergindi. Alkan’ı ciddi görmeye alışık olsalar da Arkın’ın buz gibi olan sesine hiçbir zaman alışamamışlardı.
"Bir sıkıntı var," dedi Alkan, evin sokağına girdiklerinde.
"Yol riskliyse ne olacak?" diyen Serdar’a omuz silkti Alkan.
"Çıkış yapmaktan başka şansımız yok.
Kızların evrakları yüzünden bir kez iptal ettik zaten. Her şey bölge istihbarata bağlı."
Arkın hariç, timin hepsi Alkan’ın evinde Arkın’ı beklemeye koyuldu.
Hepsi gergindi, hepsi öfkeli.
---
Arkın, bir elinde telsiz, diğer elinde ise yalnızca MİT için kullandığı güvenilir hatlı telefonuyla odasında dolanıyordu. Islak kıyafetlerinden kurtulmak için bile zamanı olmamıştı.
Tişörtünü çıkartmış, odada turluyordu.
Özel ağ bağlantısı kurulduğunda önüne kodlar düşmüştü. Çattığı kaşlarıyla kod bağlantısını da hızlıca halletti.
"Duman 28 konuşuyor. Durum acil. Yarım saat içinde Hakkâri 06 bölgesine ait tüm yerel ve uydu kaynaklı sinyalleri istiyorum. Kod: Beta Lima. Sinyal bozucu olup olmadığını da tespit edin."
Karşıdan gelen ses netti:
"Doğrulama kodu?"
Duraksamadı Arkın, ezbere bildiği kodu tekte aktardı karşı tarafa.
"06-A-Türk-3030"
Saniyeler içinde bağlantı onaylandı.
"Veri akışı başlatılıyor.
Düşman hareketliliği tahmini yüksek.
Birimler tetikte. Duman 28, devam et."
Arkın gözlerini kıstı.
"Son saldırının GPS koordinatlarını canlı olarak istiyorum. Ayrıca geçen hafta iletişimi kesilen sivil gruplarla ilgili raporları da gönderin. Tahliye ihtimali masada olabilir."
Karşıdan gelen cevap kısa ve kesindi:
"5 dakika içinde tüm veriler yolda."
Arkın, bilgisayar başına geçip kulaklığını taktı. Veri akışı gelmeye başlamıştı bile. Gördüğü bilgilendirmelerle kaşları biraz daha çatılmıştı. Mavi gözlerini kıstı.
"Duman 28, tüm koordinatlar canlı şekilde sende."
Arkın onaylayan bir mırıltı çıkarttı.
"Bölge komutanıyla canlı bağlantı kur." Sesi net ve soğuktu.
"Hatta kal, Duman," diyen ses kısık ve tıpkı Arkın gibi netti.
Birkaç dakika içinde telefondan başka bir adamın sesi Arkın’ın kulaklarına doldu.
"Duman 28, dinlemedeyim."
"Operasyon için benden haber bekle," dedi Arkın’ın sert sesi.
Karşısındaki asker, Arkın’dan üst rütbeydi oysa, ama işler karmaşık olduğunda herkes ondan emir beklerdi. Operasyon eğer MİT’le bağlantılı olacaksa, emir komuta doğrudan Arkın’a düşerdi.
"Tamamdır, Duman," dedi sert ses.
Arkın cevap vermeden telefonu kapatıp, masadaki bilgisayarla bağlantılı olan tableti alıp Alkan’ın evine indi.
********
Kapı çaldığında Armanç yerinden fırlayıp kapıyı açtı. Hepimiz, benim evdeki toplanma odasında yaklaşık bir saattir Arkın’ı bekliyorduk.
Arkın çattığı kaşlarıyla kapıda belirdiğinde, Kaya edepsiz bir küfürü ağzının içinde yuvarladı. Arkın ciddi görünüyorsa bir sorun vardır. Bu değişmeyen yazısız bir kuraldı.
"Hepiniz hazırsanız başlıyorum."
"Hazırız Arkın." Sesimde tereddüte yer yoktu.
Tableti odadaki büyük ekrana yansıttı. Bir harita ekranda belirdi. Kırmızı bir noktaya elini koydu.
"Burası ilk saldırının gerçekleştiği koordinat. Sinyal bozucular aktifleştikten 16 saat sonra saldırı gerçekleşiyor." Ciddi sesi toplantı odasını buza çevirmişti.
Kalp atışlarımı hissediyordum. Omuzlarım gittikçe geriliyordu.
Haritanın üzerinde yanıp sönen kırmızı ışığa Arkın iki kez parmağıyla vurdu.
"Asıl tehlikeli koordinat burası. Sinyal bozucular yaklaşık bir saat önce devreye girdi, hava sahası düşman tarafından izleniyor. Kara yolu da pek iç açıcı değil. Saldırı ihtimali yüksek. Hakkâri'ye girmek için bu rotayı takip etmeliyiz." Parmağıyla haritanın üzerinde bir yol çizdi. Yanıp sönen kırmızı ışığın önünde durdu. "Sivil toplulukla içeri gireceğimiz için yol tehlikesi daha da artıyor."
Başak oturduğu yerden ayaklanıp ekranın yanına geçti. Parmağıyla bir yol çizdi.
"Rota değişikliği yapsak ve bu bölgeden girsek nasıl olur Arkın?"
Arkın dikkatle Başak’ın parmağını inceledi. "Çizdiğin rota mantık olarak iyi gözüküyor ama asıl rotadan daha fazla tehlike arz ediyor."
Kaşlarım çatıldı. "Nasıl yani? Neden?" diye sordu Armanç.
Arkın yüzünü Armanç’a döndü.
"Başak’ın çizdiği rota tehlikeli. Yol basküller ve topuk kopartanlarla dolu. Ayrıca en çok pusu kurulan bölgelerden biri bu bölge." Eliyle Başak’ın çizdiği rotanın ortasında bir yeri gösterdi.
Ellerimi iki kez birbirine vurarak ilgiyi üzerime çektim.
"Planın nedir?"
Eliyle yeni çıkmaya başlayan sakalını sıvazladı. "Asıl planı sen belirlersin komutanım ama fikrimi soracak olursan iki hatta üç araçla girmeyi öneririm. İlk araçta sivil olmamalı. Öncüler ilk araçla girer, ikinci araçta siviller olur, üçüncü ise artçılardan ibaret olmalı. Olası bir saldırıyı öncü grup alt edebilir yahut da sivilleri korumak daha kolay olabilir."
Sakallarımı sıvazladım. Nadiren gerilen biriydim. Genelde oldukça soğukkanlı bir adam olsam da sivil toplulukla pusu yiyeceğim bir güzergâha girmek içimi sıkıyordu. Huzursuzca yerimde kımıldandım.
Ellerimi masanın üzerinde birleştirip yerimde dikleştim.
"Arkın’ın sunduğu veriler net. Düşman sinyal bozucuları aktif etmiş. Bunun ne anlama geldiğini hepiniz biliyorsunuz. Sağır ve kör bir giriş yapacağız. Hata payınız yok."
Seslice yutkunup devam ettim.
"İlk araçta öncü birlik yer alacak: Ben, Kaya ve Arkın. İkinci araç sivil grup. Başak ve Armanç sivil topluluğun yanında olacak. Üçüncü, artçı birliği ise Atahan ve Serdar olacak."
Keskin bakışlarım Arkın’ı buldu.
"Sen harita üzerinde rota kontrolü yapacaksın. Her 500 metrede bir risk analizi istiyorum."
"Emredersin komutanım." dedi Arkın'ın sert sesi. Onu nadiren ciddi gördüğüm için bu hallerine alışık değildim.
"Kaya, hava sahasıyla iletişimde ol. Olası bir saldırı için insansız hava araçları hazır olsun. Havadaki en ufak sorundan haberdar olmak istiyorum."
"Anlaşıldı komutanım." Kayanın gür sesi kulaklarıma dolduğunda yüzümde belli belirsiz kibirli bir tebessüm oluştu.
"Başak, sen sivillerden sorumlusun. Araç içinde nere oturacaklarına kadar sen karar vereceksin. Sağlık çantaları hazır beklesin. Olası bir durumda sivillerin en az hasarı almasını istiyorum. Unutmayın, onlar oraya çocuklar için gelecekler."
Başak kafa salladı. "Anlaşıldı komutanım."
"Ata, sen ulaşım bölgesindeki ekiplerle iletişimde olacaksın. Gizli kodla iletişim kur. Şüpheli bir durumda geri çekilme kodunu ver."
Yerinde dikleşti. "Emredersin komutanım."
Avucumu masaya iki kez vurduğumda bu artık serbest oldukları anlamına geliyordu.
Hepsi ayaklandığında büyük salona geçtik. Hepimiz fazlaca gergindik. Başak üçlü koltuğa uzanıp bacaklarını Armanç’ın kucağına uzattı.
"Başak." Mızmızlanmaya hazırlanan Armanç ağzına tekme yemişti.
Yüzü düşen Armanç, Başak’a öldürücü bakışlar atmaya başladığında, Başak zerre umursamadı.
Birkaç dakika geçtiğinde kapı çalmaya başladı. Gelen hayvan her kimse, zile basılı tutması beni aşırı derecede ayar etmişti.
Serdar kapıyı açmaya giderken edepsiz küfürleri tespih boncuğu gibi sıraladı.
Çok geçmeden içeri Nafi ve Hozan girdi.
"Selamünaleyküm." diyen Nafi’ye kafa salladık.
Arkın’la ikisi el sıkışıp kafa tokuşturdu. Arkın’da anlam veremediğim huylardan bir tanesi de tam olarak buydu; Nafi’nin babası, yani Nail Baltacı, baş düşmanlarımızdan biriydi. Ancak garip bir şekilde herifin ailesiyle çok iyi anlaşıyordu. Sıla’yı saymadım. Çünkü o kızın huyları babasına benziyordu. Tıpkı yüzü gibi.
"Siz hangi ara geldiniz la?" diye soran Arkın’a cevap, saçlarını karıştıran Hozan’dan geldi.
"Ben evde uyuyordum. Uyandığımda bu arkadaş evdeydi. Kendisini tanımıyorum. Sonra zaten Nil abla tarafından kovulduk."
"Oğlum tanıştık ya." diye atarlandı Nafi.
Kendisi Baltacı ailesinin en küçük erkek çocuğuydu. Ve her daim gergin bir tipti.
"Bi adını, bir de Sıla denilen kızın abisi olduğunu söyledin." dedi Hozan esnerken.
Omuz silkti Nafi. "Gayet yeterli. TC mi verecek halim yoktu ya."
Hozan anladığım kadarıyla uykusunu alamamıştı. Ya da Nafi onu germişti. Elini yüzüne sürttü.
"Bi sus." diye mırıldandı.
Arkın, elinde bir soda şişesiyle yere oturduğunda yüzünde piç bir sırıtış vardı. Gelecek olanı tahmin edebiliyordum.
"Bu akşam bi pavyon kaçamağı yapmaya ne dersiniz?" diye sorduğunda fazlasıyla mutluydu.
"Bana fark etmez." diyen Ata’ydı.
Ellerimi havaya kaldırıp hayır der gibi salladım. "Valla ben gelemem kardeşim, benim başım bağlı." diye atıldım lafa.
"Püh Allah seni nasıl biliyorsa öyle yapsın." diyen kişi Serdar’dı.
"Piçe bak sanki otuz yıllık evli." diye onu destekledi Kaya.
"Abim hanımcılığın ansiklopedisini yazacak yakında." diyen Armanç gülüyordu.
Pavyonda yaptığımız tek şey içmek olsa da genelde masaya konslar geliyordu. Gidip de kıvırcığıma ihanet edemezdim.
"Ben sizin gibi şerefsiz değilim. Ayrıca benim babam da hanım köylü bir adamdı. Ben böyle gördüm."
"Ay götüm. Gelmezsen gelme amına koyayım." Arkın bana laf vurup sodasını yudumlarken gözleri diğerlerinin üzerinde gezindi.
"Ben gelirim." diye atıldı ortaya Nafi.
"Serdar’la bana sormanıza gerek bile yok, tabii ki geleceğiz." dedi Armanç.
Sakın eksik kalma küçük bok.
"Ben de gelirim. Eğlence olur." Hozan da kabul ettiğinde ortamı bozan tek kişi ben olmuştum. Kaya ve Başak’ın benim tarafımda olmasını bekliyordum. Başak,
"Ya gece yarısı yola çıkacağız, mal mısınız siz?" diye aşağıladı hepsini. Bu sefer piç sırıtışı benim yüzüme yerleşmişti.
Ve Kaya beklenmedik bir hamle yaptı.
"Bence kızlar da gelsin. Hem fazla içmeyiz, bir kaç duble içer kalkarız."
Vay vay vay seni büyük köpek. Dağlar kızı Reyhan’ı görmek için onlara uyuyordu. Öyle olsundu. Zaten gidemezlerdi. Çünkü hepsine askeriyeyle ilgili bir iş kitleyecektim.
Ama onlar şimdilik bunu bilmeseler de olurdu. Saat zaten yediye gelmişti neredeyse.
††††††††††
Kurt ve Kulaksız, elleri ve gözleri bağlı şekilde sandalyelerde uslu uslu oturuyordu. İstedikleri olmuştu — Çetin onları esir almıştı.
Adım sesleri yaklaştı. Ardından Çetin’in o tanıdık, iğrenç tınılı sesi odayı doldurdu:
“Hoş geldiniz baylar.”
“Bay’ının amına koyayım,” diye mırıldandı Kurt.
Çetin ‘cıkk’ diye kınarcasına ses çıkardı.
“Kurt, çok ayıp. Hiç yakışıyor mu o ağza böyle pis küfürler?”
“Daha güzelleri de var, duymak ister misin?” dedi Kurt, sırıtıp.
Çetin refleksle başını olumsuz yönde salladı.
“Kulaksız, senden ses çıkmıyor?” Bu kez ona döndü.
“Ben görünüyor muyum lan?”
diye alay etti Kulaksız.
Çetin pis bir kahkaha attı.
“Hiç değişmemişsin. O iğrenç şakaların hâlâ yerli yerinde.”
“Ne tesadüf, sen de hiç değişmemişsin. Ben senin beyin nakli geçirdiğini düşünüyordum.”
Çetin’in dişleri gıcırdadı. Adamlarına işaret etti. Kurt ve Kulaksız’ın göz bantları aniden çözüldü.
Kurt, Çetin’i baştan aşağı tiksintiyle süzdü.
“Yıllar yaşlandırmış seni diyeceğim ama… zaten yaşlıydın.”
Çetin sinirle üzerine yürüdü.
“Sen çok mu gençsin?”
Kurt cilveli bir hareketle başını yana eğdi.
“Şu hâlimle bile genç kızlara taş çıkartırım. Kıskanma, götüm.”
Kulaksız, ‘ciddi misin lan?’ dercesine baktı.
Kurt da hemen karşılık verdi:
“Kızlara mı dedim ben?”
Kafa salladı Kulaksız.
“Bak görüyor musun? İçim hâlâ escort.”
Kurt kahkahayı bastı.
“Baş orospu hep sen olacaksın, sıkma canını,” dedi Kulaksız, gülüşünü bastırmaya çalışırken.
Çetin’in yürüyüşündeki aksaklık hâlâ geçmemişti; Asi’den kalan bir hatıra gibi. Sağ gözünde korsanları andıran siyah bir bant vardı — miras yine Asi’dendi.
“Planınız ne?” diye sordu Çetin, iyice gerilerek.
“Valla ben bu yaz Bodrum’a kaçmayı planlıyorum, Kulaksız’ı bilemem,” dedi Kurt.
“Ben huzurevine yerleşeceğim,” dedi Kulaksız, omuz silkerek.
Çetin öfkeyle bastonunu yere vurdu ama ikili onu hâlâ ciddiye almıyordu.
“Yıllar sonra karşıma çıkmanız tesadüf olamaz. Bunu hepimiz biliyoruz.”
“Benim haberim yok,” dedi Kulaksız, göz ucuyla odayı süzerek.
Tanıdıktı burası. Rutubetli duvarlar, köşedeki paslı demir merdiven… Burası bir zamanlar Asi'nin tutulduğu, örgütün ana karargâhıydı.
Kurt cevap vermedi. Esnedi.
“Ben biraz uyuyacağım, siz takılın. Ama sessiz olun ha,” deyip gözlerini kapattı.
“Konuşman için sana süre tanıyorum Kulaksız.”
Kulaksız hâlâ etrafı inceliyordu.
“Sana diyorum,” diye bastırdı Çetin.
“Ha, bana mı? Kusura bak, tek kulakla zor oluyor duymak,” dedi Kulaksız.
Çetin bastonun ucuyla Kulaksız’ı dürttü, sonra aniden sertçe bacağına indirdi.
“Bir daha beni duymamazlıktan gelirsen, öteki kulağını da keserim!”
Kulaksız göz devirdi.
“Sizin örgütte de bir kulak fetişi var arkadaş…”
“Mekanımda ne işiniz vardı?” diye sordu Çetin.
“Genç adamlarız Çetin. Bazı ihtiyaçlar işte,” dedi Kulaksız, gözleriyle pantolonunun önünü işaret ederek.
Çetin’in bastonu bu sefer çok daha sert indi.
Acıyla inleyen Kulaksız, inatla güldü.
“Seninki kalkmıyor diye benimkine ne suç? Kıskanma bu kadar.”
Çetin bir kez daha vurdu. Kulaksız bu kez neredeyse bağıracaktı.
“Kalkarsa kaçacak yer ararsın Çetin. Götünü seviyorsan rahat bırak benim oğlanı.”
“Öt Kulaksız, yoksa seni hadım ederim!” diye kükredi Çetin.
Tam o sırada Kurt araya girdi:
“Lafınızı sikle kesiyorum ama bence de Kulaksız üremesin ya.”
Kulaksız çapkınca sırıttı. Kurt’u işaret etti.
“Piç, benim evden gelen inleme seslerimden rahatsız oluyor. O yüzden beni hadım ettirmek istiyor.”
Kurt güldü.
“Ulan sadece ben mi rahatsızım? Bütün site rahatsız. Bir de her gece gelen hanımefendiler...”
“Hepiniz kıskanıyorsunuz beni,” dedi Kulaksız, burnu havada.
“Kesin zırvalamayı!” diye bağırdı Çetin.
“Sen niye anırıyorsun eşek gibi? Gayet iyi duyuyorum ben,” diye güldü Kurt.
Çetin hâlâ farkında değildi ama Kurt ve Kulaksız onu ustaca oyalıyordu.
Sinirle odadan çıktı. Kapıdaki adamlardan birine döndü, dudaklarından sadece şu kelimeler döküldü:
“Başlayın.”
Kurt ve Kulaksız kahkahalar atarken kapı açıldı. Elinde büyükçe bir çantayla kel bir adam içeri girdi.
“Hoş geldin... Gösteriye hazır mısınız?” diye sordu, sırıtarak.
“Başladı bizim mesai,” diye mırıldandı Kurt.
Kel adam çantayı yere bıraktı, kilidini açtı. İçinden çeşitli işkence aletleri çıkarttı. Bir kerpeten alıp ikilinin karşısına geçti.
“Peki beyler... Kimden başlamamı istersiniz?”
“Benden,” dedi Kulaksız hemen.
“Olur mu lan? Benden başla keltoş,” diye atıldı Kurt.
“Sen yaşlısın. Önce ben.”
“Hoşt köpek,” dedi Kurt cilveyle salınarak.
“Ben daha on sekizlik delikanlıyım.”
“Siktir git!”
“Susun be!” diye bağırdı kel adam, iyice sinirlenerek.
Kurt göz devirdi.
“Senden başlıyorum,” dedi kel adam ve Kulaksız’a yaklaştı.
“Hatırım kalırdı zaten, amına…”
Kulaksız cümlesini tamamlayamadan acıyla inledi. Kerpeten baş parmağına saplanmıştı.
“Ebenin amına koyayım, kel!” diye kükredi.
Kel adam kahkaha attı.
“Nasıl? Güzel mi böyle?”
“Çok iyi,” diye hırıltıyla mırıldandı Kulaksız.
Parmağının koptuğunu sanmıştı, ama sadece tırnağı çekilmişti.
Kel adam yeniden çantasına döndü. Bu kez kabloları çıkardı.
Kurt ve Kulaksız olacakları tahmin edebiliyordu. Kablolar odanın dışına kadar uzandı. Uçlarından biri jeneratöre, diğerleri ikilinin bacaklarına bağlandı.
“Planınızı açıklarsanız elektrikten kurtulursunuz. Ama yok… yine susacağız derseniz... Elektrik sizi yakana kadar durmam.”
Kurt, kablo bileğine dolarken başını hafifçe yana çevirdi.
"Bu kabloyu Migros’tan mı aldınız? Çok güven vermiyor."
Kulaksız oflayarak başını salladı.
"Geçen sefer kıvılcım çıkacağına, prize sinek girdi, dumandan boğuluyorduk."
Kel adam gözlerini devirdi.
"Yorum yapmayı kesin artık."
"Yorum değil bu, kullanıcı deneyimi," dedi Kurt, dişlerinin arasından sırıtarak.
Kulaksız ekledi:
"Bir de puanlama sistemi getirin. Mesela 'elektrik veriş hızı: 3/10', 'acı dengesi: 2', 'insanlık: 0'."
Kel adam elini düğmeye uzattı.
"Son sözünüz var mı?"
Kurt göz ucuyla Kulaksız’a baktı.
"Benim var. Bu sefer sigorta atmasın. Geçen sefer ışıklar gidince biz de gidecek gibi olduk."
Kulaksız burnunu çekti.
"Ayrıca elektrikten sonra gözüm üç gün ışıltılı kaldı. Mahalle beni Avatar sandı."
Düğmeye basıldı. Akım vücutlarında çarpık bir titremeye neden oldu. Kaslar kasıldı, dişler gıcırdadı.
Kurt başını yavaşça kaldırdı, gözleri kıpır kıpır:
"Bak... Bu sefer dilimin ucu yanmadı. Gelişme var."
Kulaksız kıkırdadı.
"Ve ilk defa elektrik sonrası sümüğüm bu kadar simetrik aktı. Sanat gibi."
Kel adam dudaklarını ısırdı.
"Bu ne lan böyle?! Sizi elektrikle değil, fişle boğmak lazım!"
Kurt başını yana eğdi.
"İstersen üçlü priz sok, beraber gideriz."
Kapı açıldı. İçeri iki iri adam girdi. Birinin elinde kutu, diğerinin elinde hareketli bir çuval vardı.
Çuval açıldı, içinden sürüngenler çıktı.
Kel adam ciddiyetle konuştu:
"Korkmazsanız bile içgüdüsel olarak bir şey olur... Bu canlılar... Yılan."
Kurt göz ucuyla torbaya baktı, sonra başını eğip usulca fısıldadı:
"Bak Kulaksız... Bize spa açmışlar lan. Sürüngen masajı."
Kulaksız gevşek gevşek güldü.
"Yılanseverler Derneği selam çakıyor sanırım. Ulan biri piton galiba, ben onu belime alayım, fıtığım açılır."
Yılanlar ayaklarının ucunda kıvrıldı.
Kurt, torbadaki en büyük olanı işaret etti:
"Şu büyük olanın adı kesin Zehra. Tipinden belli, dominant."
Kel adam sinirle:
"Bu hayvanlar ölümcül olabilir."
Kulaksız, başını arkaya yasladı.
"Kel dostum... Biz kendi hayatımızdan korkmuyoruz, bu hayvanlardan mı korkacağız? En son ölümle aynı masada tavla oynadım. Yalan söyledim ama karizmatik durdu, değil mi?"
Çetin içeri daldı o sırada. Gergin, eliyle işaret etti:
"Yeter artık! Konuşmuyorlarsa dillerini kesin!"
Kurt başını usulca kaldırdı.
"Bir şey diyeceğim. Eğer bu yılanlar konuşuyorsa, bence onlardan bilgi alın. Biz sadece muhabbet kuşuyuz."
Kulaksız elleriyle yılanı işaret etti.
"Bunu konuşturmayı denediniz mi? Belki de size gizli şifreyi fısıldıyordur. Mesela: 'Sssuriye'."
Çetin yumruğunu sıktı.
"Bu şakalarla kendinizi kurtaramayacaksınız!"
"Zaten kurtulmak gibi bir derdimiz yok," dedi Kurt.
"Biz sadece keyifli bir ölüme yatırım yapıyoruz."
Kulaksız da ekledi:
"Ve bonus olarak... Her şeyi unutan ama asla korkmayan iki adam olarak tarihe geçiyoruz."
Çetin gözlerini kıstı. O an içeri biri daha girdi. Gömleği koluna kadar sıyrılmış, elinde siyah bir çanta vardı. Gözlüklü, sakalsız, sivil biri. İçerideki herkesin duruşu değişti. Kel adam bile toparlandı.
Kulaksız başını yana çevirdi.
"Bu kim lan? Veteriner mi geldi?"
Kurt alçak sesle mırıldandı:
"Yok... bu başka bir şey. Bu, 'konuşmayanların beynini açarız' tipinden."
Adam çantayı masanın üzerine koydu. Sessizce içinden birkaç şey çıkardı: bir şırınga, bir serum seti, metalik minik bir kutu, bir de cımbıza benzeyen garip bir alet.
Çetin konuştu:
"Bu adam sorgu uzmanı. Konuşturmadığı hiçbir canlı yok. Konuşmayanların bile vicdanını bulup itiraf ettiriyor."
Kulaksız, gözlüğü takan adama baktı.
"Abi seninle 'psikolojiye giriş 101' dersi yapsak olur ha. Ben terapiste gitmeye utanıyorum, seni görünce terapiye bile razıyım."
Adam cevap vermedi. Şırıngayı hazırlamaya başladı.
Kurt boğuk bir sesle sordu:
"Nedir o?"
Çetin:
"Gerçeklik çözülmesi serumu. Bilinçle bilinçdışı arasındaki perdeyi indiriyor. Zihninizde sakladığınız her şey sahneye çıkıyor. İçinizde ne varsa masaya dökülüyor. Hem de isteyerek."
Kulaksız yutkundu.
"Benim içimde çocukluk travması, ortaokul kantin borcu ve bir de hiç gönderemediğim mektuplar var. Ne gerek var şimdi bunlara?"
Kurt kısık gözlerle adama baktı.
"Bu tarz serumlar kişiye göre etkili olur. Mesela senin içine sorsak ne çıkar? Onu düşündün mü hiç?"
Adam durdu. Gözlüklerini düzeltti.
"Benim içim yok. Sadece işim var."
Kulaksız mırıldandı:
"İçim yok… Abi bu adam Exorcist sahnesi gibi konuştu. Vallahi ben korkmaya başladım."
Şırınga hazırlandı. Adam Kurt’un koluna yaklaştı. Ama o sırada bir şey oldu. Tavandaki eski tip havalandırma kapağı hafifçe titreşti. Ses neredeyse duyulmayacak kadar inceydi ama Kurt’un bakışları oraya kaydı. Kulaksız da fark etti.
Göz göze geldiler. Yüz ifadeleri değişmedi ama gözbebekleri kıpırdadı. Anlamışlardı: biri yukarıdaydı. Belki bir dost, belki bir takipçi. Belki de umutsuzluklarının içinde bir ‘ihtimal’.
Adam iğneyi batırdı. Kurt gözlerini kısmadı bile.
"Ne hissediyorsun?" dedi Çetin, sabırsızca.
Kurt hafifçe güldü.
"Bana çocukken de böyle bir iğne yapmışlardı. Sonra babam gitti, annem susmaya başladı. Sonuç? Şimdi buradayım. İyi gidiyoruz demek."
Kulaksız, yan tarafa yaslandı.
"Serum varsa, limonata da olmalı. Hiç değilse boğazdan yumuşak aksın."
Adam çantasından ikinci şırıngayı çıkardı.
Çetin bağırdı:
"Ne biliyorsanız anlatın! Yoksa zihninizdeki her sırrı kazıyarak alacağız!"
Kulaksız:
"Abi, bizim zihnimiz değil sorun. Hafızamız. Bazen biz bile hatırlamıyoruz ne yaptığımızı."
Kurt başını yavaşça çevirdi.
"Ama bazen… hatırlamak için can vermek gerekir. Bu o seans mı?"
Adam iğneyi batırdıktan sonra monitörü açtı. Kurt’un göz bebeklerini takip eden, nabzını ve EEG dalgalarını okuyan eski bir Sovyet sisteminden bozma cihazlar ekranlara veri akıtıyordu.
Çetin, gözünü monitöre dikti.
"Başlıyor. Dalgalar değişti. Beyin alfa fazına geçiyor."
Kulaksız eğildi, Kurt’a baktı.
"Rüya görmeye başladıysan söyle de ben de dalayım. Senaryo yazalım birlikte."
Kurt gözlerini kırpmadan tavana bakıyordu.
"Boş bir odadayım. Duvarda bir çivi var. Oraya bir şey asılmıştı. Ama şimdi yok. Yalnızlık hissi…"
Çetin gülümsedi.
"İşte bu. Bastırılan duygular dökülmeye başlıyor. Devam et Kurt. Orada ne vardı?"
Kurt yavaşça döndü, başını çevirdi. Gözleri buz gibi oldu.
"Sen vardın Çetin. O çivide senin suratın asılıydı."
Bir anlık sessizlik. Cihaz bip sesleriyle ritmini sürdürürken Çetin’in gülümsemesi dondu.
Sorgucu gözlüğünü düzeltti.
"Deliryum değil bu. Bu… bilinçli bir tepki."
Kulaksız kafasını iki yana salladı.
"Abi dedim size. Kurt’un zihnine inmek istiyorsan bilet alman lazım. O öyle minibüs hattı değil, tek yönlü mezarlık ekspresi."
Kurt birden doğrulmak istedi. Kolları kelepçeli olduğu için sadece hafifçe kıpırdadı ama sesi kararlıydı:
"Bu serum… zayıf iradeyi çözer. Bizim gibileri kesmez. Biz yıllarca beynimizi susturarak yaşadık. Şimdi açmak isteseniz de açılmaz."
Sorgucu monitöre tekrar baktı.
"EEG normalleşti. Nabız düzenli. Bu mümkün değil. Serum etkisiz kalıyor."
Çetin yumruğunu masaya vurdu.
"Yalan söylüyorlar! Kırın zihnini!"
Sorgucu başını kaldırdı.
"Zihni kırılmaz Çetin Bey. Ancak açılır. Ama bu adam… zihnini içeriden kilitlemiş."
Kulaksız usulca konuştu:
"Sen bizim gibi adamlara dürüstlük serumu veremezsin. Çünkü bizde doğrular yok. Yalnızca alışılmış maskeler var."
Kurt, Çetin’e döndü.
"Sen şimdi korkmaya başladın. Çünkü serumun etkisinde olan biz değiliz. O korku, senin içinde."
Kulaksız sırıtıp ekledi:
"Ve kötü haber… o da çıkmak üzere."
O sırada dış koridordan metalik bir ses geldi. Sorgucu irkildi. Gözleri kapıya gitti.
Kulaksız başını yana yatırdı.
"Hani dedik ya... içimizde bir şey var. Sadece anı bekliyor. Belki de o an... geldi bile."
Tam o esnada kapı, metalik bir gıcırtıyla bir kez daha açıldı.
"Sikeceğim ama ha!" diye bağırdı Kulaksız.
"Gelen giden bitmiyor amına koyayım," diye mırıldandı Kurt.
Bu kez içeri bir kadın girmişti.
Otuzlu yaşlarda bir kadın.
Çetin’in kızıydı.
Sarı saçları, tıpkı rahmetli halası Firuze’ye benziyordu.
Yüz hatları da onu andırıyordu.
Çetin, içeri giren kızını gördüğünde bir küfür savurdu:
"Sana alt kata inme demiştim!"
Kız dinlemeden içeri girdi. Monitörün kurulu olduğu masaya kalçasını yaslayıp odada göz gezdirdi.
Gözleri, Kurt ve Kulaksız’ın üzerinde gidip geldi.
"Dağhan Atay..."
Yeşil gözleri, Kurt’un soğuk bakan gözlerine kilitlendi.
Kurt, ruhsuzca karşısındaki kadını süzdü.
"Ne yapmaya çalışıyorsun Sara?"
Çetin, kızına gür bir tonda bağırdığında kendi adamları yerinde irkildi.
Sara dönüp babasına bakmadı bile.
"Dağhan, söylesene... kaç yıl oldu görüşmeyeli?"
Kurt ciddileşti.
"Kapa çeneni Sara!"
Sara başını sağa eğdi. Dikkatle Kurt’a bakıyordu.
"Oğulların nasıl Dağhan?"
Sara’nın ağzından kendi ismini duydukça gerildi Kurt.
Uzun yıllardır kimse ona ismiyle seslenmemişti.
"Ne istiyorsun Sara?"
Çetin, sıktığı dişleriyle kızını izliyordu.
Sara cevap vermedi. Kapıya ilerleyip jeneratörü içeri çekti.
Bir süre gözleri Kurt’un üzerinde gezindi. Üzerindeki siyah gömleği düzeltip, dilini dudakları üzerinde gezdirdi.
"Pars’tan alacağım intikamı..."
Dudaklarından dökülen kelimeleri, düğmeye bastığı parmağı takip etti.
Saliseler içinde, Kurt ve Kulaksız’ın vücutları gelen yüksek akımla kasıldı.
Dişler sıkıldı, gözler kapandı. Ellerindeki metal kelepçeler elektrik akımını yansıttı.
Sara, büyük bir zevkle kasılan iki adamı izledi.
Parmağını düğmeden çekti.
Kulaksız başını düşürdü. Ağzı kurumuş, gözleri boşalmıştı.
Kurt’un başı öne düştü. Omuzları çökmüştü.
Dişlerinin arasından salya ve kan sızdı.
Dudak içleri parçalanmış, dili ısırılmıştı.
Gözleri yarı aralıktı ama içlerinde ışık yoktu.
Boştu.
Boş ama bir şey fısıldıyordu.
Kulaksız, o fısıltıyı duydu.
“Pars… Pars… Oğlum…”
Sara kahkaha attı.
Bir iğrençlik kahkahasıydı bu.
Sonra yürüdü, Kurt’un arkasına geçti.
Saçlarına tutundu, kafasını geriye çekti.
“Yıllar sonra bir daha elektrik yemek nasıl hissettiriyor, Dağhan Atay?”
Kurt cevap vermedi.
Çünkü cevap vermek bile bir lütuf olurdu Sara’ya.
Sara kabloları çözdü.
Kulaksız’ın bileklerinden aldı, Kurt’un bileklerine bağladı.
Kurt baktı.
O anı sezdi.
Ama kaçamadı.
Sara yürüdü. Düğmenin başına geldi.
Kel “Yapma!” diye haykırdı.
“Sara, dur artık! Yeter!”
“Sakın karışma!” diye bağırdı Sara.
Çetin sadece izliyordu.
Olan olmuştu.
Sara, parmağını bir kez daha bastı.
Bu kez gelen elektrik başka bir şeydi.
Bu bir öldürme niyetiyle verilmişti.
Kurt’un tüm bedeni gerildi.
Kaslar patlayacak gibi kasıldı.
Bacakları dizlerinden karnına çekildi.
Omuzları kütür kütür ses çıkardı.
Gözleri kapandı.
Dişlerini sıktı.
Ama bu kez…
Bu kez dişlerinin arasındaki et ezildi.
Dudakları parçalandı.
Kan, salyayla karıştı, ağzından dışarı köpürerek aktı.
Sara’nın yüzünde hayvani bir tatmin vardı.
Kulaksız irkildi.
Oda kokmaya başladı.
Yanık et kokusu.
Bileklerinden çıkan duman yükseldi.
Ten, kelepçeye yapıştı.
Deri yanıyordu.
Parmakları kıvrıldı, avuç içine kilitlendi.
Çözülmedi.
Kasılma durmadı.
Kasılma artık doğal değildi.
İnsani hiç değildi.
Birden bire, bedenin tepki verdiği başka bir seviye başladı.
Kaslar titredi.
Omurga kıvrıldı.
Beden, kontrol dışı bir boşalma yaşadı.
İstem dışı.
Zorla.
Utançla.
Kulaksız’ın bakışları irkildi.
Kel, öne doğru yürüdü.
“Dur artık! Yeter! Bu neyin işkencesi?”
“Sakın!” diye bağırdı Sara.
Ama geç kaldı.
Kapıdaki iki adamdan biri içeri daldı, Sara’yı kolundan yakalayıp dışarı sürükledi.
Kurt’un başı öne düştü.
Gözleri açıldı ama görmüyordu.
Kulaksız bile bakamadı.
Kurt’un vücudu, birkaç saniye daha titredi.
Yavaşladı.
Sakinleşmedi.
Yalnızca tükenmişti.
İçeride utanç, yanık et, salya, kan, sessizlik ve Sara’nın bıraktığı tiksinti kaldı.
‡‡ ‡‡ ‡‡
İntikam timinin iki üyesi dışında hepsi mekruf bir binanın tepesinde kurt ve Kulaksız'ın tutulduğu binayı izliyordu. Dora ve Pars'ın gelmesine dakikar kalmıştı.
"Nereyesuz ula." Diye soran Laz'dı.
Cevap veren ise Pars. Telefonum diğer ucundan bir küfür yükseldi.
"Amcığını siktimin yolu... " Diye bağırıyordu Pars.
"Küfür etmesene!" Diye cırlayan Dora'ydı.
"Ula cevap versenize"
"Geliyoz amına koyayım beş dakika bekleyin."
Şahin umutsuzca elini alnına atıp sıvazladı.
Zemheri bulduğu bir köşeye geçip cebinden sigarasını ve buz desenli zipposunu çıkarttı.
Sigarayı dudağına şıkıştırıp ateşledi.
Zehirden bir duman alıp temiz havayla buluşturdu.
Tam o esnada telefondan tekrar Pars'ın sesi yükseldi.
"Bulacağınız lokasyonu sikeyim lastik patladı amına koyayım ya"
Kör sinirle yükseldi.
"Yahu oğlum, evladım. Sinirleneceğine gelmeye çalışsana."
"He ben oyun oynuyorum çünkü burda dimi amca?"
"Hay içine aydadığımın yolu" Diye bir kez daha gürledi Pars.
Safır ve serçe köşeye geçti. Serçe cebinden binanın krokisini çıkartıp yere serdi. Doranın kahkası kulakları doldurdu.
"Gülme be kapçık ağızlı kızan"
"Neredesiniz tam olarak"
"Bu ses kimin lan?" Diye bağırdı Pars.
"Arhan dedem bu." Dedi Dora heyecanla. Arhan kendisinin en ballı müsterisiydi. Çok kolay kanıyordu herşeye.
"Arhan kimdi lan?"
"Kuzgun amcamın babişkosu."
"He anladım. Öldü biliyordum ben onu ya."
Ofladı Dora, kafası bir hayli karışıktı.
"Bende söyle biliyordum ama ölmemiş."
"Lan nerdesin?" Diye gürleyen kördü.
"İki sokak arkadayız amca geliyoruz."
"Bi gelemediniz." diye söylendi kör.
"Yolları sikeyim antik çağdan kalma taşlı yollar bunlar kolay mı gelmesi?"
Kimse cevap vermedi. Zemheri sigarasından son bir duman çekip ayağının altında söndürdü.
Şahin serçenin yanına ilerledi.
"Ne yapıyorsun?"
"Biz içeriyi ezbere biliyoruz ama çocuklar bilmiyor onlar için kroki hazırladım."
İkili konuşurken bir arabanın anı fren sesi acı bir çığlık gibi patlak verdi.
Hepsi çatının köşesine koştu. Ses bu taraftan gelmişti.
Siyah arabanın burnu tozun içinde belirdi. Arabadan Pars ve Dora indi.
Dora kendini yere atıp birkaç saniye dinlendi Pars ise bagaja ilerleyip. Roketleri ve patlayıcıları çıkardı. Hepsini alıp kavga ederek intikam timinin bulunduğu binaya yöneldiler.
Birkaç dakika sonra kapı sertçe açıldı. Pars sırtındaki eşyalarla söverek içeriye girmişti. "Sizin ben var ya, bulacağınız lokasyonu sikeyim. Amına koyayım kaç saattir zıp zıp zıp midemin amına koyuldu ya. Kusuyordum be!"
Pars tıpkı babası gibi deli dolu bir geçti. O yüzden kimse onun küfür ve hakaretlerini umursamadı. Dora büyük bir gürültüyle içeri girdiğinde yere yapışmıştı. "Ayağım!" Diye inlediğinde Pars ayağıyla dorayı iterek kendinden uzaklaştırdı.
Şu anda bir hayli sinirliydi.
Safir ve arhan, dorayı kaldırdı.
"İyi misin?" Diye sordu safir.
İyi değildi Dora takı safirin boynundan sarkan pırlanta kolyeyi fark edene kadar. "Şu kolyeyi bana verdiğin anda harika olurum."
"Gayet iyi." Diye mırıldandı kör.
Pars umursamadı arkasında dönen olayları zemheriye ilerledi doğrudan.
"Ne durumdayız?"
"İçeriyi göremiyor ve duyamıyoruz. Com bağlantısı vardı ama yolda tamamen koptu."
Alnını sıvazladı pars, Çetin'i yıllardır tanırdı. Çoktan iletişim ağlarını bulup koparmıştır diye geçirdi içinden.
"İçeride kaç kişi olduğunu da bilmiyoruz. Giriş tehlikeli olabilir."
Netti Pars; "biliyorum o yüzden tek gireceğim zaten."
"Ne?" Diye fırladı safir.
"Ula uşak kafayi yedu." Diye söylendi laz.
"Olmaz!" Dedi kör kesin bir dille.
"Size soru sormadım amca tek gireceğim dedim." Parsın mavi gözleri ilkel bir dürtü ile parladı.
"Tek başına Çetinin mekanına girmene izin vermem." Dedi zemheri.
Pars cevap vermeden serçenin açtığı krokiye ilerledi. Kısa bir göz gezdirdi.
"İki ana giriş üç gizli giriş var. Ana girişlerden girersem tuzağa düşerim. Gizli girişlerde gözüme güvenli gelmedi. Çetin illa ki tahmin etmiştir birilerinin geleceğini."
Pars planını anlatmıyordu. Olan yapıyordu. "En güvenli giriş havalandırma. Oradan girip birinci kata sızarım. Sonrasına random karar vereceğim."
"Biz... Biz ne yapacağız bu sırada?" Diye sordu Dora.
Pars Dora ya baktı. Bir ayağını havada tutuyordu. Diğer grup üyeleri ise gözüne fazla yaşlı geldi.
Dudak büzdü. "Sizde burada takılın işte."
Dora, safir ve serçe aynı anda göz devirdi.
Kör sinirle saçlarını çiştirdi.
Bu çocuk onu deli edecekti.
Arhan ve zemheri sessizdi.
Şahin, parsa söz geçiremeyeceğini bildiği için ondan habersiz girecekti.
Laz ise sakinleşmeye çalışıyordu.
"Uşak sen iyicene delu ettun ha bu kafani. Sağa yüz kez mu söyleyeceğuz tek ciremezsin."
Pars öfkesini kontrol etmekte zorlanmaya başladı. Elleri titriyor gözleri kararıyordu.
Hırıltılı bir soluk dudaklarından döküldü. "Bakın kimseyi üzmek yada kırmak istemiyorum. O yüzden bana karışmayın. Çok destek olmak istiyorsanız dışarıyı kolaçan edersiniz. O da bana yeter."
"Sen gir. Destek ihtiyacın olursa haber edersin." Dedi şahin.
"Olmaz!"
Peki dercesine kafa salladı şahin.
"Bende geleceğim." Dedi Dora
"Bakın. Beni çağırdıysanız eğer demek'ki Çetin'e güç yetiremiyordunuz. Yıllardır intikam timi çetin ve örgütünü alt etmeye çalışıyor. Başaramıyor. Ama son birkaç senede çetin benden fazlaca çekiniyor. Yani sizden biri içeri girerse tehlike büyür."
Pars bir bakıma haklıydı. Çetin'in, yeğeni Asi'den sonra çekindiği tek kişi yer altı dünyasına kılçık adıyla nam salmış olan parstı.
Parsın yer altı dünyasındaki yeri kolay kazanılacak bir yer değildi. Hele ki sıfırdan gelmiş bir asker çocuğu için. Tahtını bizzat kendisi inşa etmişti. Çetin her yıkmak istediğinde bir can aldı ondan. Böylece Çetin'e korku salmayı başardı.
"Çetin'in benden korktuğunu iyi biliyorum. Bana karşı kartlarını açması onu öldürür. Ha sanmayınki kartların kapalı olması onu yaşatacak.
Günü geldiğinde alacağım kellesini ama herşeyin bir zamanı var. Şimdi herşey anlaşıldıysa geri çekilin ve şampiyonlar ligi'ni bana bırakın."
Buraya yalnızca babasını kurtarmaya gelmemişti. Bu onun Çetin'e karşı açtı bir savaşın ilk atağıydı. Bir roketi çantasından çıkartıp kurmaya başladı. "Ne yapıyorsun?" Diye soran Dora ya cevap vermedi.
"Kılçık o ne?" Diye sordu Dora. Pars roket atarı omuzuna alıp pozisyon aldı. "Roket işte."
Sinirlendi Dora. "Yahu sen salak mısın? Babamla, baban içeride nereye atacaksın onu?"
Umursamazdı Pars duymuyor gibi nişan aldı. Ve bingo!
Çetin'i silahlarını sakladığı ikinci ana bina bir roketle patlamaya başladı.
İçerideki patlayıcılar gelen ısıyla aktifleşti. Dakikalar içinde örgütün ana binasının 6 kilometre ilersindeki depo binası patlamaya ve yok olmaya başladı. Parsın yüzünde gaddar bir gülümseme yer edindi.
Çetin'in elindeki mühimmat yok etmesi saniyelerini almıştı. Şimdi babasını ve amcasını o cehennemden geri alacaktı.
Zemheri şaşkındı. Yaşlı yüzü şaşkınlıkla şekil aldı. Gizlemekte zorlandı. Onların dahi bilmedi mühimmat binasını nasıl olurdu da körpe bir genç oğlan bilirdi.
"Mühimmat binasını nereden biliyordun?" Diye sordu safir. O da oldukça şaşkındı.
Kibirle güldü Pars.
"Benimde var yerin altında gezen böceklerim."
Çetin'in hedefi şaşmıştı. Kurt ve Kulaksız'ı bırakmış çoktan yan binanın kim tarafından saldırıya uğradığını arıyordu. Adamlarını yan binaya yönlendirdi. Bu en büyük hataydı. Kılçık geliyordu.
Pars hızla bir palaska çıkartıp beline taktı. Kargo pantolonunun ceplerini yedek jerjörlerle doldurdu.
Belinin her köşesine farklı bir silah ve bıçak yerleştirdi. En son üzerindeki siyah tişörtü çıkarıp attı. Çantadan çıkardığı beyaz gömleği giydi.
Artık tam anlamıyla hazırdı.
Gözü kara bir oğlan çocuğuydu. Her ne kadar babasına kırgın ve küskün olsa'da özlüyordu onu. Gururunu ezip sarılamıyordu. Bazen uzaktan izliyor, bazen ise hakkındaki söylentileri işitiyordu.
Geliyorum baba! Dedi içinden.
Geliyordu.
Yıllar sonra...
Hızla olduğu binayı terk etti.
Babasının tutulduğu örgütün ana binasına usul adımlarla yaklaştı.
Ön kapıdan girmek gibi bir aptallık yapmayacaktı. Havalandırma boşluğu binan sol yanında kalıyordu. Sessiz adımları yaklaşan tehlikeyi gizliyor. Kendisini izleyen intikam timinin adrenalin seviyesini yükseltiyordu.
Havalandırma boşluğunun önünde sigara içen adamı fark ettiğinde duraksadı. Bacağına bağlı olan bıçağı çıkarıp elinde bir cellatın soğuk kanlılığıyla döndürdü.
Çalıların arkasında gözükemeyecek kadar çömelmişti.
Çalıları büyük bir hayvan gibi salladı.
Sigara içen adamın bakışları boş arazinin ortasındaki çalılara takıldı.
Köpek yada başka bir hayvan olabileceğini düşündü.
Görünen birşey yoktu ancak çalılar hızla bir sağa bir sola yatıyordu.
Usulca sigarayı yere atıp adımladı.
Eli belindeki silaha uzandı. Çekmedi sadece hazırda bekliyordu. Adım sesleri Pars'a yaklaştıkça Pars'ın nefesi düzensizleşti.
Son bir kaç adım dedi içinden. Yalnızca son birkaç adım.
İyice çalıların arasına yattı. Gözükmediğine emindi. Adamın ayakları görüş hizasına girdiğinde çevik bir hareketle ayaklandı. Adamın silahındaki elini kavrayıp ensesine doğru kaldırdı.
Acıyla inleyen adamın sesini kesen şah damarına saplanan bıçak oldu.
Kan Pars'ın yüzüne ve çalılara sıçradı.
Birkaç saniye can çekişti adam.
Pars bıçağı çektiğinde yarım bir soluğu zar zor verdi.
Dünyaya verdiği son soluktu. Gözleri yarım açık bir şekilde veda etti dünyaya.
Pars kucağında geberen adama son bir göz atıp yere yatırdı. Üzerindeki telsizi ve telefonu aldı.
Adamın boynundan sızan kana parmağını değdirdi. Cesedin alnına yalnızca büyük bir K harfi çizdi.
Cesedi bulan Çetin'e söyleyecekti.
Çetin ise onun geldiğini anlayacaktı.
Sadist bir gülümsemeyle adamın yanından ayrıldı.
Havalandırmadan içeri sızdı yavaşça
İri cüssesi havalandırmanın dar alanına sıkıştı. Durmadı. Ağır usul sızdı içeri
Çetin'in dikkati dağılmıştı.
Kurt ve Kulaksız'ı çoktan unutmuş, yan binaya saldıranların kim olduğunu çözmeye çalışıyordu. Adamlarını yönlendirdi, hepsini.
Bu yaptığı en büyük hataydı.
Çünkü Kılçık geliyordu.
Pars hazırlanıyordu.
Bir palaskayı hızla çıkarıp beline taktı. Kargo pantolonunun ceplerine yedek şarjörleri tıkıştırdı.
Belinin her köşesine bir silah, bir bıçak yerleştirdi.
Sonra üstündeki siyah tişörtü çıkarıp attı.
Çantasından çıkardığı beyaz gömleği giydi.
Sessizdi.
Karanlıktı.
Hazırdı.
Gözü kara bir oğlandı.
Babası hâlâ içindeydi, hem kırgın hem küskün. Ama özlüyordu.
Gururu izin vermiyordu sarılmaya.
Bazen uzaktan bakıyordu, bazen hakkında konuşulanları duyuyordu.
"Geliyorum baba," dedi içinden.
Geliyordu.
Yıllar sonra.
Binayı terk etti.
Babasının tutulduğu örgütün ana binasına usulca yaklaştı.
Ön kapıdan girmek gibi bir aptallık yapmayacaktı.
Sol yanda, havalandırma boşluğu...
Adımları sessizdi.
İntikam timi uzaktan izliyordu, nabızlar fırlamıştı.
Havalandırma önünde sigara içen bir adam...
Pars durdu.
Bacağına bağlı bıçağı çekip elinde çevirdi. Sessizce.
Çalıların arkasına çömeldi. Gözükmüyordu.
Çalıları bir hayvan gibi salladı.
Adam dikkat kesildi.
Boş arazide, hareket eden çalılara baktı.
Köpek mi? Belki başka bir hayvan?
Bir şey gözükmüyordu ama... çalılar hareket ediyordu.
Sigarayı yere attı.
Yavaşça yaklaştı.
Eli silahına gitti ama çekmedi.
Adım sesleri Pars’a yaklaştıkça, Pars’ın nefesi düzensizleşti.
"Son birkaç adım..."
İçinden saydı.
Çalıların içine iyice gömüldü.
Adamın ayakları görüş hizasına girince, bir gölge gibi fırladı.
Silah tutan eli kavradı, yukarı kıvırdı.
Enseden bastırdı.
Adam inledi ama sesi boğazındaki bıçak susturdu.
Pars, şah damarına sapladı bıçağı.
Kan fışkırdı.
Yüzüne, çalılara, toprağa.
Adam bir süre çırpındı.
Pars bıçağı çektiğinde, adam yarım bir soluğu zar zor verdi.
Son soluğuydu.
Gözleri yarı açık, dondurulmuş gibi kaldı.
Pars onu sessizce yere yatırdı.
Telsizi ve telefonu aldı.
Parmağını adamın boynundan akan kana batırdı.
Alnına büyük bir K harfi çizdi.
Bu cesedi gören Çetin ne demek istediğini anlayacaktı.
Pars’ın geldiğini hissedecekti.
Yüzünde sadist bir gülümsemeyle uzaklaştı.
Havalandırmaya yöneldi.
Yavaşça içeri süzüldü.
İri vücudu dar metal duvarlara sürtündü.
Ama durmadı.
Sıkıştı, direndi, sızdı içeri.
Karanlık yutuyordu. O ise karanlığa göz kırpıyordu.
Metal duvarlar daraldıkça nefesi sertleşti.
İçerisi karanlık, havasız, rutubet kokuyordu.
Ama o, bu kokuyu seviyordu.
Çünkü bu, ölüme yaklaşan adamın kokusuydu.
Çıkış menfezine geldiğinde yavaşladı.
Altında koridor vardı.
Nöbet tutan iki adam.
Menfez kapağını parmaklarıyla yokladı.
Gıcırtı yoktu.
Zaten olsaydı da umurunda olmazdı.
Sertçe itti, kapağı sessizce açıldı.
Bir gölge gibi indi koridora.
Adamların biri telefonla ilgileniyor, diğeri ise uyukluyordu.
Telefonla ilgilenen adam daha yakındı.
Sessizce bıçağını çıkarıp sinsice yaklaştı. Adamın boğazını kesmesi yalnızca saniyeler aldı.
Adamın boğazını kestiği anda kan fışkırdı. Fışkıran kan duvarları ve Pars'ın yüzünü boyadı. Uyuklayan adam aniden sıçradığında Pars bu kez susturucu takılı olan silahına uzandı.
Saniyeler içinde adamın boynuna iki adet mermiyi fişekledi.
Boynundan kanlar fışkıran adam yere yığıldı. Yutkunmaları ve nefes alışları hızlandı. Boğuluyordu. Hem de kendi kanında.
Pars, ardında iki ceset daha bırakıp merdivenlere ilerledi.
Çetin hızla Kurt ve Kulaksız’ı tuttuğu odaya girdi.
Kurt bu kez ellerinden tavana asılmıştı. Başı önüne düşmüş, ağzından kanla karışık salyalar akıyordu.
“Hanginizin oyunu lan bu?!” Çetin adeta kükrüyordu.
Kurt başını kaldırmadı, gözlerini aralayacak gücü dahi kalmamıştı.
Kulaksız gelecek olanı tahmin edebiliyordu. Rahatsız edici tiz bir kahkaha attı. Çetin daha da sinirlendi.
“Gebertirim sizi!”
Kulaksız’ın gülüşünde tehlikenin sirenleri çalmaya başladı.
“Lütfen elini hızlı tut. Eğer buradan çıkarsam, gebermek için seni yalvartırım.”
Çetin’in gözlerindeki öfke ve korku birbirine karıştığında, Kulaksız başını geriye yasladı.
Alt kattan bir el tiz silah sesi yayıldı. Susturucu takılı bir silah olduğunu anlamak zor değildi.
Çetin öfkeyle adamlarına dönüp Arapça emirler yağdırdı.
Kurt yeniden uykuya çekildiğinde, Kulaksız umursamazca ıslık çalmaya başladı.
Alt katlardan tekrar silah sesleri yankılanmaya başladığında Çetin’in yüzü korkuyla tekrar kasıldı.
Adamlarına ardı ardına sayısız emirler yağdırdı. Gelenin kim olduğunu bilmediği için hâlâ rahat sayılırdı.
Eğer Pars’ın geldiğini bilseydi, şimdiye çoktan tüymüştü.
Dakikalar sonra dışarıdan gür bir kadın kahkahası yayıldı. Hoş ve tehlikeli bir tondaydı.
Kulaksız sesi tanıdı. Kızı, babasını kurtarmak için gelmişti.
“Bu kim lan?!” diye bağıran Çetin’e Kulaksız tepki vermedi.
Yüzündeki alaycı ifade kesildi.
Aniden, soğuk bakışları odada buz gibi bir rüzgar estirdi.
Koridordan adım sesleri yankılanmaya başladığında bir adam koşarak içeri girdi.
Uzun koridorun karanlığı Pars’ı kamufle ediyordu.
Tek bir el silah sesi, bu kez koridorun sonundan patladı.
İçeri giren adam, kafasının arkasına yediği mermiyle yere yığıldığında, Çetin’in korku dolu gözleri karanlığın içinde bir silüet aradı.
Kahrolası koridorun zifiri karanlığı yüzünden hiçbir şey görünmüyordu.
Koridorun sonundan metalik bir mırıltı hafifçe duyulmaya başladı.
Adım sesleri artık daha gürdü.
“Bi küçücük aslancık varmış...”
Elinde tuttuğu bıçağı duvara sürterek ve vurarak ritim tuttu Pars.
Artık Çetin, gelenin kim olduğunu anlamıştı.
Kulaksız, saatler sonra ilk kez rahat bir nefes aldığında, Pars’ın sesi rutubetli duvarlar arasında yankılandı:
“Çöllerde ko-ko-koşar oynarmış...”
Sanki bir çocuk şarkısı değil de Azrail’in gönderdiği bir mektubu okuyordu.
Sesi soğuk ve metalikti.
Bir el silah sesi yankılandı.
Çetin kapıdan uzaklaştı. Yumruklarını sıktı.
Böyle anlarda hissederdi insan en çok kalp atışlarını.
“Abisi onu pek çok severmiş...”
Kurt, dakikalar belki de saatler sonra gözlerini araladı.
Oğlu, onun için geldiğini belli etmek ister gibi,
tıpkı küçükken Kurt’un ona söylediği çocuk şarkısını söylüyordu.
Çetin’in sert çıkarmaya çalıştığı sesi yankılandı odada:
“Ne o, Kurt’un küçük köpeği, burayı anaokulu mu sandın?”
Tiz bir kahkaha attı.
Umutsuzca devam etti Pars:
“Sen benim ca-ca canımsın dermiş...”
Kafasını sağa eğdiğinde, odadan yayılan kısık ışık yüzünün bir tarafını hafifçe gölgeledi.
Kurt, zar zor gözlerini aralık tutmaya çalışıyordu.
Eğer burada ölecekse, göreceği son yüz oğluna ait olmalıydı.
Geleceğini düşünmemişti… ama gelmişti.
Pars içeri girerken, bir elinde tabanca diğer elinde kanlı bir bıçak tutuyordu.
Şarkısına devam etti:
“Aslan abi harpte vurulmuş...”
Artık sesi, Çetin’in iliklerine kadar işleyen bir korku salıyordu.
Her kelime, rutubetli duvarlarda yankılanıyor, odanın içindeki havayı daha da ağırlaştırıyordu.
Ağır adımlarla Çetin’e yaklaşırken sözlerini yineledi:
“Aslan abi harpte vurulmuş...”
Çetin’in karşısında, “Kılçık” namıyla anılan Pars Atay vardı.
Ancak bakışlarında…
Mavi bakışları, tıpkı Çetin’in lanetler okuduğu yeğeni Asi Çakır Soykan’a ait gibiydi.
Pars, yüzündeki vahşi gülümsemeyle Çetin’e yaklaştı.
Çetin bir adım geriledi.
Pars biraz daha yaklaştı.
Mavi gözlerini Çetin’den ayırmadan, son kez şarkıyı mırıldandı:
“Küçüğü çö-çö… çölden kovulmuş.”
Çetin sesli bir şekilde yutkunduğunda Pars gülümsedi.
Çetin, Pars’tan ürküyordu… çünkü onu Asi’ye benzetiyordu.
O lanet olası yeğeni de, tıpkı Pars gibi ondan küçüktü.
Ancak vahşi bir yırtıcı gibi davranırdı.
Ona her baktığında, her göz göze geldiğinde,
yırtıcı bir hayvanla göz göze gelmiş gibi hissederdi.
Her defasında onu yıkmak için daha ağır işkencelere başvururdu.
Ancak Asi, bu işkencelerden etkilenmek yerine her defasında daha vahşi bir velete dönüşürdü.
Pars aniden gür bir kahkaha attı.
“Nasıl ama, beğendiniz mi?”
Büyük bir alkış tufanına tutulmuş gibi gururla hafifçe eğilerek selam verdi.
“Alkışa gerek yok. Teşekkür ederim. Ben de sesimin harika olduğunu biliyorum.”
Gülerek, babası ve amcası gibi gördüğü Kulaksız’a döndü:
“Ulan ne bu hâliniz? Yaşlı başlı adamlar oldunuz, hâlâ 'bi aman, bi işkence göreyim de geleyim' kafasında ilerliyorsunuz.”
Sonra Çetin’e döndü.
“Hadi canısı, çöz bizim bunakları da bu iş uzamadan alayım gideyim. Vallahi uğraşacak mecalim kalmadı.”
Ses tonu umursamazdı, ancak gözleri… tehlikenin alt metni gibiydi.
Silahını beline yerleştirdi.
Çetin, daha fazla bu saçmalığa tahammül edemedi.
Kendi mekânında, hiç kimse ona böyle davranamazdı.
Korkusunu içine gömüp, bastonunu sertçe yere vurdu:
“Kes şebekliği! Niye geldin?
Babandan ölümüne nefret ettiğini bilmeyen yok senin, Kılçık!
Bana oyun oynamayı bırak!”
Pars, ilerleyip babasının işkence gördüğü sandalyeyi çekip oturdu.
Yapışkan bir ıslaklık pantolonuna yayıldığında rahatsızca kıpırdandı.
“Ne döktünüz lan buraya, bunak tayfa?”
Bu kez gülme sırası Çetin’e geçti.
Kulaksız’ın yüzü, derin bir öfkeyle kasıldı.
Kurt, utancı bu kez tüm bedeninde hissetti.
Oğlunun bu hâlini fark etmemiş olmasına sevinmişti oysa… Şimdiyse…
“Sevgili babacığına dikkatli bakarsan ne olduğunu anlarsın,” dedi Çetin.
Tehlikeli bir gülümseme yüzüne yayılmıştı.
Pars, gerildiğini belli etmeden babasına döndü.
Gözleri baştan ayağa babasını taramaya başladı.
Utançla başını eğmişti babası.
Çenesi, ağzından sızan kanla kaplanmıştı.
Sakalları kırmızıya boyanmış gibiydi.
Terden üzerindeki gömlek ıslanmıştı.
Açıkta kalan bel çevresi ve hafif göbeği, siyah renkteki yanık izleriyle çevriliydi.
Gözleri kasıklarından aşağı indiğinde, rahatsızca yutkundu.
Boğazına bir yumruk yemiş gibi hissetti.
Midesi, öfke ve babasına karşı hissettiği mahcubiyetle kasıldı.
Onu bu hâlde gördüğü için içten içe özür diledi.
Babasıyla göz göze gelmemeye çalıştı.
Kurt’un ne denli utandığını tahmin dahi edemiyordu.
Eğer şimdi ani bir öfke patlaması yaşarsa,
onu daha da utanç verici bir duruma düşüreceğinin farkındaydı.
Gözlerini kaçırır gibi yaptı,
ama sonra istemsizce yeniden pantolonuna baktı.
Babası işkence görmüştü.
Ama yaşadığı şeyin boyutu, pantolonunun önündeki kararmış izlerden belliydi.
O an, boğazındaki yumruyu yutmak ister gibi bir kez daha yutkundu.
Ciğerlerine derin bir nefes çekmeye çalıştı.
Ama içine dolan sadece rutubet ve paslı demir kokusuydu.
Aldığı nefes göğsüne battı.
Ağırdı.
Kesikti.
Yüzünü sabit tutmaya çalışarak Çetin’e döndü.
Bakışlarında bu kez ne öfke ne de gülümseme vardı.
Sadece derin bir karanlık, dipsiz bir boşluk…
Pars, bir süre sabit tuttuğu yüz ifadesiyle Çetin’i izledi. Çetin’in yüzündeki o tehlikeli sırıtışa tiksintiyle baktı. Ardından dudakları belli belirsiz kıvrıldı. Elini sertçe dizine vurdu.
“Oğlum, madem kerhane açtınız, beni niye çağırmıyon amına koyayım?”
Rahatça geriye yaslandı.
“Aynı tarifeden bir tane de ben alayım.”
“Sikik ahmak!” Çetin tükürür gibi konuştu. “Baban gördüğü işkenceler yüzünden orgazm oldu... Mal!”
Pars, bu sözlerle birlikte ayağa kalkıp babasına doğru birkaç adım attı.
“BDSM yanlısı biri olduğunu bilmiyordum baba!” dedi, sesi duyulacak kadar yüksek ama hafife alır bir tonda.
Kulaksız kahkahayı bastıramadı, gür bir şekilde güldü.
Pars, başını iki yana sallayarak “Çetin’i sikeceğim” derken şaka yaptığını sanmıştım. Meğer ciddiydin...”
Kısa bir duraksamayla Çetin’e döndü. Kulaksız’ın gözlerine bakmamaya çalıştı, zira bir bakarsa kendini tutamayacağından emindi.
“Yani... Gerçekten çeşitli fantezilerle Çetin’i sikeceğini düşünmemiştim,” dedi dudaklarını kıvırarak.
Kurt’un utancı, denize atılan taş gibi içini sarsarak yayıldı. Ama sonra, utancını bir kenara bırakıp belli belirsiz kıkırdadı.
Oğluna ulaşan o erkeksi kıkırtı, Pars’ın yüzüne neredeyse fark edilmez bir mutluluk ifadesi yerleştirdi.
Çetin, yapılan açık imalara daha fazla dayanamadı.
Bıçak kemiğe dayanmıştı.
Belindeki silaha uzanıp mermiyi namluya sürdü.
“Aynı tarifenin bir üstünü ister misin, Kılçık?”
Son kelimeyi öyle baskın söyledi ki Pars, bu gece buradan birinin ölü çıkacağını o anda hissetti.
Pars güldü. “Ne o? Yoksa diğer gözünü de benim almamı mı istiyorsun?”
Kanlı bıçağını parmak uçlarına sürterek ağır ağır ayağa kalktı.
“Eğer beni öldürecek kadar adam olsaydın, sana daha önce verdiğim sayısız fırsatı kaçırmazdın, Çetin. Ama sen de biliyorsun ki eğer ben ölürsem…”
Cümlesinin devamını getirmedi.
Açık tehdidin ucunu kırpıp içeriye sakladı.
İntikam timinden herhangi biri bu cümlenin sonunu bilmemeliydi.
Tam o anda koridorun sessizliğini yırtan tiz bir kadın çığlığı duyuldu. Ardından içeri Sara girdi.
“Heh, bir sen eksiktin. Ali Kambersiz düğün olmazmış, gel hoş geldin.”
Pars’ın kinayeli tavrı, uyuşturucu maddenin etkisinde olan Sara’yı daha da çileden çıkardı.
“Benden aldığın canlar için senin derini yüzeceğim, Kılçık!” diye bağırdı.
Pars umursamazca gözlerini devirdi.
“Aynen canım, bana da bir sade kahve. Lütfen.”
Sara için bardak taşmıştı.
Üç yıl önce bu adam yüzünden âşık olduğu sevgilisini ve doğmamış bebeğini kaybetmişti.
"Her şey senin yüzünden!"
Sara’nın çığlığına yüzünü ekşitti Pars.
Bağırmasına ne gerek vardı ki?
“Siz niye ailecek anırarak konuşuyorsunuz amına koyayım? Kulağım sikildi.”
“Sen benden her şeyimi aldın!”
Sara bir adım attı Pars’a doğru.
“Güldürme beni Sara, 'her şeyim' dediğin bamyalar bamyası bodur bir herifti.”
Çetin henüz olayları tam idrak edememişti.
Kızının Pars’a duyduğu düşmanlığı bilse de, açık sebebini ilk kez öğreniyordu.
“Onlar benim ailemdi!” diye yineledi Sara.
“Onlar senin ailen falan değildi, Sara! O herif seni hiçbir zaman sevmedi.”
Pars’ın planı her geçen saniye değişmek zorunda kalıyordu ve bu durumdan oldukça rahatsızdı.
Sara, artık dayanamıyormuş gibi ellerini saçlarına attı ve çekiştirdi.
“Sus!”
Ortama şaşkın bakışlar atan Kulaksız, yanındaki Kurt’u dürttü.
“Lan bana bak, ne oluyor?”
Kurt, kafasını zar zor ayakta tutuyordu.
Kendini sarhoş gibi hissetmesi normal değildi.
Omuz silkti. “Ne bileyim amına koyayım...”
Pars, Sara’ya döndü.
“Madem buraya kadar geldin, o halde gerçekleri bir de benden duy.”
Pars’ın yüzü, derin bir öfkeyle şekil aldı.
"O piç seni zerre sevmedi!"
Pars'ın sesi artık buz gibiydi.
"Tek amacı bana yaklaşmaktı ve bu uğurda seni kullanmaktan çekinmedi. Çünkü yer altı dövüşlerini sen yönetiyordun! Eğer şu an yaşıyorsan, o sikik hayatını bana borçlu olduğunu unutma!"
Her kelime ağzından bir zehir gibi akıyordu.
Sara daha fazla dayanamayarak Pars’ın üzerine koştu.
"Geber artık!"
Pars çevik bir hareketle geri çekildi, Sara’yı saçlarından yakaladı.
"Yanlış ata oynuyorsun, Sara!"
Sara, saçlarında hissettiği acıyla inledi.
"Benden bebeğimi aldın..." dedi, tükürür gibi.
"Bebeğini senden alan ben değildim."
Pars'ın sesi tok ve kırıcıydı.
"İçtiğin uyuşturucular yüzünden o sabi çok güçsüzdü. Anladın mı?"
Sara’nın saçlarını biraz daha sert çekti, Sara acıyla yeniden inledi.
"Sakın beni bebek katili olmakla suçlama."
Çetin’in kulaklarına dolan geçmiş sırlar, bedeninin istemsizce kasılmasına sebep oldu.
Kulaksız, şoke olmuş bir hâlde gerilerek ortamı izliyordu.
Kurt ise kesik kesik uykuya çekiliyor, sonra tekrar uyanıyordu — zihni bulanıktı, bilinci gidip geliyordu.
Sara ağlamaya başladığında Pars, dişlerini gıcırdatacak kadar sert sıktı çenesini.
O sırada Kel, Dora’yı kolundan tutmuş zorla içeri soktu.
Ciddiyetsiz Dora ise kahkaha atıyordu.
"Ay kusura bakmayın, tikime dokundu bu keltoş."
"Senin burada ne işin var, aptal?!" diye gürledi Pars, sesini sakınmadan.
Dora, çok komik bir şey varmış gibi bir kahkaha daha attı.
"Ay bağırma be... kulaklarım çınladı."
Pars, sinirle saçından tuttuğu Sara’yı bir hamlede savurdu.
Savrulmanın etkisiyle yere düşen Sara, başını demir masanın ayaklarına çarptı.
Can acısıyla ağlamaları arttı, hıçkırıkları odayı doldurdu.
“Hepinizden nefret ediyorum!”
Ellerini yere vurarak geçirdiği krizi tavırlarıyla da destekledi.
“Bağırma, sikerim seni!”
Pars’ın sesi ilk kez bu denli yüksek çıkmıştı.
Kurt, o an daldığı uykudan sıçrayarak uyandı.
Kulaksız ise hâlâ olayların şokunu atlatamamıştı.
Tam o sırada Çetin, Pars’ın omzuna nişan alıp tetiğe bastı.
Silahın sesi yankılandı.
Dora’nın kahkahası bir anda kesildi.
Kel’in gözleri neredeyse yuvalarından fırlayacak gibi açıldı.
“Bubanın eşeklerini sikeyim, Çeto!”
Pars, bedenine aniden yayılan acıyla Trakya ağzına kaydı.
Kurt, başını iki yana sallayıp mırıldandı:
“Bu çocuğu Trakya’dan çıkardım, Trakya’yı bu çocuktan çıkartamadım...”
Pars’ın sağ omuzundan akan kan, beyaz gömleğini hızla ıslatıyordu. Beklenmedik bir fişek yarası almıştı. Bu, planın bir parçası değildi.
Derin bir nefes aldı; ciğerleri yanıyordu.
Kanın sıcaklığı bedenine yayılırken omzundaki yanma, kemiklerine kadar işliyordu. Acıya rağmen yıkılmadı. Yorgun ama zoraki bir gülümsemeyle Çetin’e baktı.
"Ulan... kabul ediyorum. Beklenmedik bir şeydi."
Çetin özgüvenle güldü.
"Seni er ya da geç geberteceğimi bile bile geldin buraya, Pars."
Pars hafifçe başını eğip tısladı.
"Geç kaldın, Çetin."
Belinden çektiği silahı saniyeler içinde doğrulttu. Tetiği çektiğinde kurşun, Sara’nın uyluğuna saplandı. Genç kadının çığlığı odayı delip geçti.
Bu kez Dora sırıtarak kel adama döndü.
"Elli kez söyledim di mi, omuzlarımdan tikim var elleşme diye!"
Dediği gibi, kelin yüzüne öyle sert bir kafa attı ki adam geriye sendeleyip demir kapının önüne yığıldı.
Burnundan akan kan, yere damlıyordu.
"Kellerin kafasını niye bu kadar sert ya?!" diye bağırdı Dora.
Ellerini acıyan alnına bastırdı.
"Aptal herif, çok acıdı!"
Çetin, Dora’nın bu hamlesiyle deliye dönmüş gibiydi. Silahını ikinci kez ateşledi.
Bu kez inleyen Kulaksız oldu.
Mermi karın boşluğunu delmişti. Bağlı olduğu koltukta iki büklüm olup kıvranmaya başladı. Dora'nın gözleri bir anlığına dondu. O anın ardından kaos, tekrar ivme kazandı.
Pars bu kez namluyu doğrudan Çetin'e çevirdiğinde, alt kattan yükselen ve ardı arkası kesilmeyen silah sesleri binayı inletti. Çetin bir adım geri attı, ama artık her şey için çok geçti.
İki el silah sesi odayı doldurdu. Bu kez çığlık atan Pars değil, Çetin oldu. Gür bir inleme boğazından fışkırdı. Sakat bacağına isabet eden iki mermi, dizlerinin üstüne çökmesine ve oradan yere yığılmasına neden oldu.
Kurt, ellerine bağlı zincirleri öfkeyle zorladı, ama nafileydi. Demir onu bırakmaya niyetli değildi.
Tam o sırada içeri genç bir teknisyen hızla girdi. Nefes nefeseydi.
“Çetin… birkaç dakika sonra Şahin Timi pusuda!” dedi.
Oda bir anda sessizliğe büründü. Herkes donmuş gibiydi.
Çetin’in yüzünde beliren pis sırıtış, odadakilerin midesini bulandırdı.
Pars bir saniye bile kaybetmeden cebinden telefonunu çıkardı. Henüz ekranı açabilmişti ki… ikinci bir kör kurşun havayı yardı ve bedenine saplandı.
Omzuna mı? Göğsüne mi? Bilmiyordu. Sadece bir acı. Derin, kemik sarsan bir acı...
‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡
Şahin Timi’nin son hazırlıkları da tamamlanmıştı. Birkaç dakika içinde yola çıkacaklardı.
Arkın’ın sinirli ve alaycı bakışları Alkan’ın üzerinde gezindi.
“Bir izin vermedi şerefsiz. Gitmeden son bir kezcik pavyon göreydik.”
Başak gözlerini devirdi. Nafi ise Arkın’ı desteklercesine mırıldanarak güldü.
Son dakika çıkan bir aksilik nedeniyle Nil Soykan, birkaç saat gecikmeli yola çıkmak zorunda kalmıştı. Sanki bir daha kardeşini göremeyecekmiş gibi sıkıca sarıldı ona. Geniş omuzlarını, alnını, yüzünü öptü. Hatta bir ara kendini kaptırıp ellerini ve kollarını bile öptü.
Alkan, ablasının bu abartılı vedalaşmasından sıkılmıştı. Derin bir nefes alıp onun kollarından kurtulmaya çalıştı. Ama Nil bırakmadı, bir kez daha kardeşinin siyah saçlarını kokladı, öptü. Belki de gerçekten, o kokuyu son kez bu kadar derin içine çekiyordu. Kim bilebilir ki?
“Abla... Bokunu yiyeyim, sal beni artık,” diye mızmızlandı Alkan.
Nil, kardeşinin bu duygusal anı bozmasına sinirlendi. Omzuna bir sille patlatıp, canı acımıştır diye düşünerek aynı omzunu hemen öptü. Oysa Alkan, yediği tokattan zerre etkilenmemişti.
Nil burnunu çektiğinde, Alkan ofladı.
“Abla, sence de fazla abartmıyor musun? Hani sadece birkaç saat ayrı kalacağız ya.”
Nil gözyaşlarını elinin tersiyle sildi, sonra başını Alkan’ın göğsüne yasladı. Bu, kardeş sevgisiydi. Başka bir şeye benzemiyordu. Bazen bırakmak çok zor geliyordu işte. Ama hayvandan hallice olan erkek kardeşi, bu duygusal bağı anlamakta epey zorlanıyordu.
Alkan, umutsuzca ağlayan annesine döndü.
“Anne, yalvarırım… şu sülük kızını benden uzaklaştır!”
Nilay Hanım, oğluna bir hıçkırıkla cevap verdi. Alkan ise saçlarını yolmamak için kendini zor tutuyordu.
Bu sırada Arkın’ın ablaları Ebru ve Nazende de onları uğurlamaya gelmişti. Nazende, abisine sarıldı.
“Geri dön… tamam mı?” dedi burnunu çekerek.
“Döneceğim,” diye mırıldandı Arkın.
Nazende yeniden burnunu çekip abisinin göğsüne sokuldu. Arkın’ın en nefret ettiği anlar tam da bu tür duygusal sahnelerdi.
“Nazende, bir şey diyeceğim,” dedi Arkın.
Nazende hüzünle başını kaldırdı.
“Söyle abim.”
Arkın’ın koyu mavilikleri muzurca parladı.
“Kafana kuş sıçmış lan.”
Nazende, göğsüne bir yumruk atarak abisini kendinden uzaklaştırdı.
“Allah belanı versin abi, hiçbir şeyi hak etmiyorsun!”
Arkın kısık bir kahkaha attı. Ardından, annelerine bıkkın bakışlar atan yeğenlerinin yanına ilerledi.
Annelik duygusuna kapılan Ebru, Serdar'ın etrafını sarmış, ağlayarak vedalaşıyordu. Serdar iç geçirdi, başını iki yana sallayarak söylendi:
“Abla gözünü seveyim... ne var bu kadar ağlayacak? Sanki ölüme gidiyoruz.”
Ebru tokat gibi bir şaplak patlattı yüzüne.
“Sus be! Duygulandım!” dedi.
Serdar gözlerini devirdi. Yaklaşık bir saattir herkes birini dövüyor, birini uğurluyordu...
Kaya, çalan telefonuyla birlikte kendisine yapışmış halde olan Nas ve Lâl’den birkaç adım uzaklaştı. Derin bir nefes aldı. Ekrana baktığında arayanın babası olduğunu gördü.
“Söyle babam,” dedi hemen, sesi yumuşaktı ama içinde hafif bir titreme vardı.
Telefonun diğer ucundan yaşlı, titrek bir ses duyuldu:
“Beni aramışsın oğul. Duymadım, kusura kalma.”
Kaya’nın yüzünde içten bir tebessüm belirdi. Gözlerinde, geçmişin gölgeleri titredi bir an.
“Ne kusuru babam… Hakkâri’ye yola çıkacağım ya. Sana bahsetmiştim. Bu çocuklar için olan kampa gitmeden bir sesini duyayım, bir de helâllik alayım istedim.”
Karşıdan derin bir iç çekiş geldi. Babasının boğuk sesi, zamanın yükünü taşır gibiydi:
“Hakkım sana her daim helâldir yiğidim.”
Kaya’nın sesi çatlamamak için direndi:
“Benim hakkım da sana helâldir, babam…”
Bir an sessizlik oldu. Ardından Kaya, gözlerini ufka dikti. Sesini sertleştirmeye çalışarak sordu:
“Ayağın nasıl? Sen nasılsın babam? İyi misin?”
Yaşlı adam zorla bir kahkaha attı:
“İyiyim merdom, iyiyim. Sen kendine dikkat et yeter. Bu yaştan sonra benim neyim olacak? Önemli olan sensin oğul…”
Kaya’nın gözlerinin ardı sızladı. Göz kapaklarının içinde bir yangın vardı. Babasını kaybetme düşüncesi bile yüreğine zehir gibi aktı.
“Deme öyle babam… Sen olmazsan ben de olmam.” dedi sessizce. Dudakları titredi, gözleri nemlendi ama ağlamadı. Kaya ağlamazdı.
Babası bugün her zamankinden daha duygusaldı. Kaya, içini çeken bir sıkıntıyla ofladı.
“Yakma içimi oğul…” dedi yaşlı adam sadece. Ardından bir kez daha, daha kısık bir sesle ekledi:
“Yakma.”
Kaya’nın gözleri bu kez daha derinden yandı. Yaş dökmeyi kendine yasaklamıştı; nefesini tuttu, göz kapaklarını kırpmadan ileriye baktı.
“Allah yazgısına direnemem ki babam…” dedi, yenilgiyi kabullenmiş bir sesle.
Karşıdan gelen yaşlı ses, yılların yükünü taşır halde sertleşti:
“Senin adını boşa Kaya koymadım ben, merdo. Bu eve bir kez daha ateş düşürmemek için direneceksin.”
Kaya, babasının sesinde uzun zaman sonra ilk kez bir otorite hissetti. Kırılganlıkla karışık bir ağırlık çöktü omuzlarına. Bir kez daha sessizce mağlup oldu.
“Direnirim, babam…” dedi usulca.
Birkaç dakika daha konuştular. Ancak Kaya, gözlerinin acısına artık dayanamayacağını anladığında, babasına sevgisini fısıldadı ve telefonu kapattı.
İçine peydah olan sıkıntıyı bastırmaya çalıştı. Ayakta, gözlerini bir süre yere dikti, sonra derin bir nefes aldı. Kendini toparlayarak arkadaşlarının yanına döndü.
Bu kez boynuna sarılan kişi Nil oldu.
“Vallahi bıktım… Billahi bıktım!” diye mızmızlandı. Ağzına acıtmayacak yumuşak bir tokat yedi.
“Abladan bıkılmaz,” dedi Nil, tatlı bir ciddiyetle.
“Ama ben bıktım!” diye bağırdı Kaya.
“Sus!” dedi Nil, burnunu çekerken.
Kaya homurdandı:
“Abla, biz sanki seninle vedalaşmıştık diye hatırlıyorum?”
Nil, umursamazca başını Kaya’nın adı gibi, sert göğsüne sürttü.
“Bi’ daha vedalaşırız,” diye mırıldandı.
O sırada Baltacı ailesinin bitmek bilmeyen kavga sesleri duyulmaya başladı.
“Halam Arkın’la gidiyor da ben niye gidemiyorum!” diye isyan etti Tomris.
“Ne Arkın’mış arkadaş…” diye patladı Sıla.
“Babam, ben de gideyim n’olurrr…” diyerek uzata uzata sordu Tomris.
İsyankâr ve ikiz kardeşinden bıkmış olan Timur, babasının bacağına yapıştı:
“Baba, bırak gitsin. Lütfen.”
Mehmet sıkıntıyla eşine baktı. Gördüğü manzara: Eşi, Arkın’a sarılmış halde ağlıyordu.
O an, çocuk sahibi olmanın ne kadar berbat bir şey olduğunu bir kez daha hatırladı.
“Ananıza sorun. O izin verirse ben karışmam,” diyerek, pek sevgili evlatlarını eliyle kışkışladı.
Tomris hızla annesine doğru koşarken, Timur baştan savıldığını anlayıp yere çömeldi ve balık krakerle ağzını doldurdu.
İnsanın ikizi olması berbat bir şeydi.
Zelal ve Nilay Hanım sıkıca sarılıp vedalaşırken Kaya hâlâ Nil’den kurtulmaya çalışıyordu. Yanında duran Reyhan’ın hüzünlü bakışları dikkatini çekti. Nil, hâlâ Kaya’ya yapışıktı.
Kaya, Nil’in kulağına eğildi.
“Sen Reyhan’la vedalaşmadın. Bak kız nasıl üzgün… Hadi biraz da ona sarıl.”
Nil, son bir kez Kaya’nın yanaklarını öpüp bıyıklarını sevdi. Ardından Reyhan’a doğru koştu.
Reyhan, ikinci kez kendisine gelen Nil’e bıkkın bir bakış attı.
Kaç kere daha vedalaşacaklardı?
Nil ve Reyhan sarıldığında, geride kalan herkesin vedalaşmasını Alkan’ın sert sesi böldü.
“Evet, vedalaşmamız bu kadardı. Şimdi, gelecek olanlar araçlara binsin. En acil şekilde yola çıkıyoruz.”
Armanç, Başak’ın rehberliğinde Zelal, Reyhan, Hozan ve Sıla’yı büyük araca bindirdi.
Şahin Timi’nden öncü grup olan Alkan, Kaya ve Arkın ise ilk araca yöneldi.
Şoför koltuğuna Kaya geçti. Yan koltukta Alkan, arka koltukta ise Arkın vardı.
Serdar ve Atahan, artçı grup olarak en arkadaki araca ilerledi.
Bu kez direksiyonda Atahan Çevik oturuyordu.
Alkan, son bir kez ardında bıraktıklarını ve evini süzdü. Ardından aracına bindi.
İlk araç Hakkâri’ye doğru yola çıktı.
Peşlerinden, Armanç’ın şoförlük yaptığı ve sivilleri taşıyan araç ilerledi.
En sonda, artçı grup olan Serdar ve Atahan’ın aracı yola koyuldu.
Kimse belli etmese de, hepsinin içinde amansız bir sıkıntı vardı.
Araçlar uzaklaşırken, geride kalan ailelerin gözleri yaşlıydı.
Ama Nil Soykan daha büyük bir sıkıntıyla baş etmeye çalışıyordu.
Altıncı hisleri her zaman kuvvetliydi.
Şeytan ona hep sol kulağından üflerdi — olacakları, gerçekleri, kan kokusunu...
Bu gece kanlı bir gece olacaktı.
Giden araçların arkasından yere çöktüğünde, Ahmet Albay yanına adımladı.
Babacan bir tavırla omzuna ve sarı saçlarına dokundu.
“Nil, yapma böyle kızım. Yarın akşam, bu saatlere kalmadan biz de yola çıkacağız.”
Genç kadını telkin etmeye çalışıyordu.
Nil buruk bir gülümsemeyle karşılık verdi.
“İçimde bir sıkıntı var. Şeytan bana akacak kanları fısıldıyor...” diyemedi.
Yorgunca ayağa kalktı.
Gamze, üzgün aile bireylerine baktı.
Kendisinin de canı sıkkındı. Görümcesi Sıla’yı epey severdi.
Arkın, çocukluk arkadaşıydı, onun için de içi buruktu.
Ama herkesin moralini yükseltmek için neşesini toparlayıp araya girdi.
“Ben diyorum ki... Hep birlikte Neslihan annemin dükkânına mı gitsek?
Hem moralimiz düzelir. Nasıl fikir?”
Nas ve Lal heyecanla kafa salladı.
Nilay Hanım, kızının koluna girdi, omzunu öptü.
“Aferin kızım, iyi düşündün. Hadi, gidelim,” dedi.
Nil, anne bildiği kadına sokulup mırıldandı.
“Gidelim.”
Herkes, araçlara dağılıp yürüme mesafesindeki dükkâna doğru yola çıktı.
Araçlar yola çıktığında, derin bir sessizlik uzun bir süre boyunca üç aracı da esir almıştı.
Sivil topluluğun bulunduğu aracın telsizinden Alkan’ın sert ve otoriter sesi duyuldu.
“Şahin’den diğer Şahin’lere, durumu geçin.”
Başak telsizi eline alıp mandalladı.
“Durum stabil, Şahin. Tamam.”
İkinci ses Atahan’a aitti.
“Durum stabil.”
Sivil topluluk, neyin sorulduğunu anlamasa da, Şahin Timi üyeleri çok iyi biliyordu.
Bu, irtibatta oldukları birimlerle ilgili bir aksaklık olup olmadığını kontrol etmek içindi.
Alkan ve Kaya sessizliklerini korurken, Arkın çeşitli birimlerden gelen bilgi aktarımını yürütüyordu.
Kulağında büyük mikrofonlu bir kulaklık, kucağında ise bir laptop vardı.
Kaya gergince alnını sıvazladı.
Saniyeler dakikaları, dakikalar saatleri kovaladı.
Birkaç saatin sonunda Arkın kulaklığını çıkardı, çatık kaşlarını rahatsızca düzeltti.
“Oğlum çok sıkıldım ya...” diye dertlendi.
Kaya ve Alkan’la yolculuk yapmaktan hoşlanmıyordu.
“Sus amına koyayım,” diye tersledi Kaya.
Alkan ise kendi düşüncelerinde boğulmakla meşguldü.
Son günlerde arka arkaya abisi ve babasının geçmişiyle ilgili bir yığın gereksiz bilgi öğrenmişti.
Arkın yine dayanamadı.
“Kaya, senin saçlarının rengi mi açılıyor, bana mı öyle geliyor?”
Yüzünde muzır bir ifade vardı.
“Sikerim belanı senin,” diye homurdandı Kaya.
Arkın, sataşma pozisyonuna geçerek laptop ve tabletini koltuğa yerleştirdi.
Poposunu koltukta öne doğru kaydırıp, iki koltuğun arasından kafasını uzattı.
Tam anlamıyla ailenin yaramaz küçük çocuğu gibiydi.
“Lan bana bak... Yoksa sen saçını mı boyuyon?”
“Ananı boyarım, Arkın. Beni çileden çıkartma,” diye gürledi Kaya.
Arkın bu kez küskünce Alkan’a döndü.
“Şuna bi’ şey de. Anamı bu davaya karıştırmasın.”
Alkan, umutsuzca başını iki yana salladı.
Cebinden telefonunu çıkardı, Zelal’e kısa bir mesaj yazdı.
Zavallı Arkın, Alkan’dan hayır gelmeyeceğini anladığında, kayanın kafasına bir sille indirdi.
“Anamı karıştırma, göt.”
“Ölmüş babana mı söveyim?” dedi Kaya, ters bir tavırla. Başında anlamsız bir ağrı, göğsünde devasa bir sıkıntı vardı.
Arkın, Kaya’nın saçlarını karıştırdı.
“Huysuz piç,” diyerek gülerek sevdi arkadaşını.
Göz ucuyla Alkan’ın telefonuna süzüldü:
“Selam söyle Zelal yengeme,” dedi imayla.
Alkan imayı havada kaptı.
“Seni de göreceğiz,” diye homurdandı.
İçindeki huzursuzluk yalnızca Zelal’in yanındayken dağılıyordu.
"Aşk sarhoşu" dedikleri belki de böyle bir şeydi.
O sırada Arkın’a bir sinyal geldi. Anında geriye yaslanıp tabletini ve laptopunu kucakladı. Bilgi akışı yeniden başlamıştı.
Sivil grubun olduğu araçta, Armanç ve Hozan tek erkek varlıklardı.
Armanç araba kullanıyor, yola dikkatle odaklanıyordu.
Olası bir tehlikeye karşı her an tetikte olması gerektiğini sık sık kendine hatırlatıyordu.
Zelal, liseli kızlar gibi sırıtarak manitasıyla yazışıyordu.
Sıla ve Reyhan ise kendi aralarında bol kahkahalı, tipik bir kız muhabbetine dalmıştı.
Hozan anlamasa da, sohbeti takip etmeye çalışıyordu.
Konu saçtan açılmıştı.
Sıla, yaptırmayı düşündüğü ombreyi anlatmıştı.
Hozan konuya uzak olsa da, gösterilen saç fotoğraflarına bakıp yorumda bulunmuştu.
Sonra sohbet bir anda tırnak modellerine kaydı.
Balerin, badem derken Hozan’ın aklı iyice kaymıştı.
Şimdi ise Sıla’nın yaptırmak istediği burun ve meme protezine dair koyu bir sohbet dönüyordu.
Hozan anlamsızca sohbeti dinliyor, küçük bir çocuk gibi nadiren anladığı yerlerde heyecanla dahil oluyordu.
Ama her defasında kızlardan biri “Sen anlamazsın,” diyerek onu bozguna uğratıyordu.
“Bak Reyhan, geçen sene arkadaşım bu doktora dudaklarını yaptırdı,” dedi Sıla, telefondan birkaç fotoğraf açarken.
Reyhan heyecanla telefonu Sıla’dan alıp bakmaya başladı:
“Ya aslında dudaklarımın büyüklüğü hoşuma gidiyor ama azıcık şekil verdirmeyi düşünmüyor değilim,” dedi Reyhan.
Hozan, yüzündeki şoke olmuş ifadeyle Reyhan’a ters bir bakış attı.
“Oha Reyhan! Kocaman ağzın var, daha ne kadar büyüteceksin?”
Reyhan, gözlerini devirip Hozan’ın koluna sertçe vurdu.
“Sen karışma,” diye terslendi.
“Tamam be, tamam,” diye daha da ters bir tavırla cevap veren Hozan, geriye yaslanıp yolu izlemeye başladı.
Bu sırada Başak, küçük ekip aracının arka tarafına ilerledi.
Alnındaki ter damlalarını elinin tersiyle silip, Hozan’ın koltuğunun altından tüfeğe ait olan çantayı çıkardı.
Hozan, bakışlarını aniden yanında beliren kadına çevirdi.
Başak, çıkardığı çantayı hızla açtı ve uzun menzilli keskin nişancı silahını kurmaya başladı.
Hozan, pür dikkat karşısındaki genç kadının ellerini izliyordu.
Saniyeler içinde profesyonelce silahı kurdu, ardından omzuna yerleştirip dürbün kontrolü yaptı.
“Maşallah...” diye mırıldanan Hozan’ı duyan Başak, kafasını kaldırıp içten bir tebessüm etti.
"Bir sorun mu var?" diye sordu Hozan, kısık bir sesle.
"Küçük bir önlem," diyerek geçiştirdi Başak.
Bu sırada Serdar, başını cama yaslamış, arkın'dan gelen kodları çözmeye çalışıyordu.
"Ya bu amına koyduğumun salağı MİT’e atacağı şeyleri bana mı yolluyor, anlamadım ki?" diye homurdandı.
Homurtuya karşılık Atahan kaşlarını çattı.
"N’oldu lan, ne gönderdi?"
"Baksana... öyle bir koordinat attı ki rotayı çözemiyorum amına koyayım."
Atahan yorgunca gülümsedi. Yıllardır Arkın’ın MİT’le çalıştığını bilirdi. Ama bu salak gibi görünme ısrarı yüzünden her seferinde şaşırırdı.
"Arkın kadar aklın yok mu Kavak?" diye dalga geçti Serdar’la.
"Siz onu salak görmeye devam edin," diye homurdandı Serdar.
"Herife fırsat verseler, dünyayı birbirine katar; sonra geri çekilip rakısını içerken nasıl yandığını izler."
Zekiydi Arkın.
Hem de delirecek kadar çok zekiydi. Ama hayat felsefesi “salağa yatmak”tı. Ve bunu profesyonelce yapıyordu.
Kardeşleri onun hiçbir lafına inanmaz, güvenmezdi. Salak sanırlardı.
Hatta abisi, özel kuvvetlere nasıl girdiğini bile sorgulamış, altında bir torpil ya da hata aramıştı.
MİT’te olduğunu bilse, olduğu yerde şoktan ölürdü.
Serdar kodları çözmeye çalışırken, Arkın aynı anda üç şeyle meşguldü: Kod tarıyor, veri akışı alıyor ve telefonda açtığı Barbie giydirme oyununda barbisine sinemaya uygun bir kombin hazırlıyordu.
Alkan’ın telefonu çaldığında Arkın önce laptop ekranındaki veri akışına, ardından tek eliyle yazdığı kodlara göz gezdirdi. Sonra hiç acele etmeden Barbie’sine mavi bir gömlek seçti.
Tam o sırada Serdar’ın öfkeli sesi arabayı inletti.
“Komutanım, şu geri zekâlıya bir sorar mısınız? Bana neye göre kod yolluyor Allah aşkına?”
Alkan telefonu hoparlöre aldı.
“Kiraz, Kavak kodları çözememiş galiba.”
“Gidiş rotası koordinatlarıyla olası tehlike bölgeleri.” diye bağırdı Arkın, hâlâ oyun ekranına bakarken.
Serdar öfkeyle patladı.
“Yarrağım! Sik gibi kod yollamış. Ömrü hayatımda böyle kod görmedim!”
Alkan sinirle burun kemerini sıktı.
“Ben size ne dedim son toplantıda? Kodları adam gibi kurun, hata istemiyorum demedim mi?”
Arkın umursamazca Barbie’sine beyaz çanta seçerken mırıldandı.
“Ben bu kodları bin kez anlattım komutanım. Anlamamış olmaları benim suçum değil.”
Arkın’ın umursamaz cevabı Serdar’ı daha da kudurtmuştu.
“Arkın! Senin kafanı şu kodların arasına sıkıştırır, beyninden veri aktarımı yaparım! Adam gibi kod gönder lan, yarrak kürek iş yapma!”
Arkın, Barbie’sine beyaz topuklu ayakkabılar seçerken bıkkınlıkla göz devirdi.
“Tamam, düzenliyorum...” dedi umursamazca.
Serdar telefonu kapattı.
Arkın yeni verileri yazarken bir yandan da ekranındaki Barbie’sine son dokunuşları yapıyordu.
Bu kez cidden cıvıtmıştı ama yüzünde şeytani bir sırıtış belirdi.
“Bak şimdi Serdar’ı nasıl kudurtuyorum.”
Alkan, Arkın’ın bu hallerine alışık olduğundan tepki göstermedi.
Zaten onun o tehlikeli ciddiyeti yerine bu salak maskesini tercih ederdi.
İşini layığıyla yaptığı sürece, Alkan hiçbir zaman karışmazdı.
Yeni kodlar sisteme düşeli daha bir dakika olmadan Alkan’ın telefonu yine çaldı.
Cevaplamadan önce yüzünü buruşturdu.
“Söyle Kavak.” dedi, otoriter ve sabırlı bir tonda.
“Komutanım... sizde hatırım varsa, şu beynini siktiğimin kafasına bir vurur musunuz rica ediyorum?”
Alkan, Arkın’ın yine bir hinlik yaptığını sezmişti. Hafifçe güldü.
“Yine ne oldu?”
Serdar öfkeyle patladı.
“Arkın beynini sikeyim... Kodlara emoji koymuş bu amına koyayım!”
Arkın kahkahayı patlattı. Kaya, boğuk ve kısa bir kıkırtı çıkardı.
“Daha kolay anla diye.” dedi Arkın, sırıtarak.
“Amcık! Kodda bana göz kırpan emoji ve disko topu var lan! Ne bu, görev mi parti mi?”
Arkın kahkahayı bastırmaya çalışırken açıklamasını yaptı
“Göz kırpan emoji rahat ve sorunsuz bölgeleri işaretliyor. Disko topu ise keşif ekiplerinin bulunduğu noktaların referansı... Yola çıkmadan önce şöyle bir pavyon göremedim ya, içimde ukde kaldı. Hatıra niyetine koydum.”
Bu son sözle birlikte Kaya kendini tutamayarak kahkahayı patlattı.
Açık telsizden yankılanan kahkahalar, sivil ekip tarafından da duyulmuştu.
Bir anlık sessizlikten sonra, oradaki kızların kahkahası da araçta yankılandı.
“Senin ben hatıra anlayışına sokayım Arkın.” diye homurdandı Serdar, ama sesinde öfkenin yerini almış eğlence vardı.
Arkın gür kahkahasını bastıramadı, ses araçta yankılandı. Serdar oflaya puflaya telefonu kapattı.
Alkan ise bu kez dayanamadı, boğuk ve tok bir kahkaha bıraktı dudaklarından. Gerginliğin içinde sızan kısa bir ferahlık gibiydi.
Yolun gerisinde araçlar sakindi. İçerideki havaysa pusluydu; sanki herkes nefesini tutmuş, bir şeylerin başlamasını bekliyordu.
Arkın’ın yüzü hâlâ gülümsüyor gibi görünse de, gözlerinin derinliklerinde bir gölge gezinmeye başlamıştı. O ciddileşmişti artık.
Tehlikeli bir rotaya girdiklerinin farkındaydı. Ama bu stresi kimseye yansıtamazdı. Kendisiyle sessizce cebelleşiyor, dışarıya hala "salağım ben ya" maskesini taşıyordu.
Ekrana bakarken, yüzü bir an soldu. Veri akışı hızlanmıştı. Sinyal sıçramaları, kod çözülmeleri, karışık dosya aktarımları... Hepsi üst üste biniyordu.
Ama parmakları tereddüt etmeden klavyede dans ediyordu.
Alkan göz ucuyla Arkın’a baktı. Ciddileştiğini anlamıştı ama ses etmedi. Çünkü o, Arkın’ın en tehlikeli olduğu hâlin bu “civık” maskenin düştüğü an olduğunu bilirdi.
Arkın, telefondaki Barbie oyununu sessizce kapattı.
Son baktığı kıyafet mavi bir gömlekti. Beyaz topuklularla tamamlamıştı kombini.
Ona kısa bir bakış attı. Sonra başını hafifçe yana çevirdi, kendi kendine mırıldandı:
“Güzel oldun... belki bir gün gidersin sinemaya.”
Sesi neredeyse duyulmayacak kadar kısıktı.
Laptop ekranına döndüğünde ifadesi donuktu.
Şifreli sinyalin biri yanıp sönmeye başlamıştı.
Gerginlikle alnını sıvazladı Arkın. Araç sessizdi ama içindeki gerilim tok bir davul gibi yankılanıyordu. Kaya, dikiz aynasından dikkatle Arkın’ı süzdü.
Geliyordu... Gelmekte olan.
İnsan, bazen içine doğan felaketi hissederdi. Kaya da hissediyordu. Yalnızca bekliyordu. Sakince, sessizce, teslim olmuş gibi.
O an, babasının sesi kulaklarında yankılandı.
"Ocağıma ateş düşürme, oğul."
Söz vermişti Kaya.
Ama belki de ilk kez o sözü tutamayacaktı.
“İleride tehlike var, komutanım,” dedi Arkın, sesi bu kez ciddiyetin ve alarma geçen sezgilerin yankısıydı.
Alkan’ın omuzları refleksle gerildi. Telsizi eline aldı, sesi tok ve netti.
“Tüm Şahinlerin dikkatine! Yolun ilerisinde tehlike var. Hazırlıklı olun.”
Araçların içinde bir uğultu başlamadı bile.
Sadece ani bir hazırlık doğdu.
Sessiz, disiplinli, alışılmış bir refleksle...
Arkın laptop ekranını kapatırken eli otomatik şekilde silahına uzandı.
Tetikteydi artık. Gözleri, biraz önce Barbie’ye kıyafet seçen adamdan çok uzak, bambaşka birine aitti.
Kaya belinden beylik tabancasını çıkardı, hazır konuma getirdi ve iki bacağının arasına sıkıştırdı. Sessizce nefes aldı.
Alkan zaten hep hazırdı. Elini sadece usulca silahının kabzasına koydu.
Sanki o an, tüm savaş sessizliğin içinde gizliydi.
Armanç, tek eliyle silahını hazırlayıp yanına bıraktı.
Başak’ın elindeki keskin nişancı tüfeğinin kurma kolundan gelen metalik klik sesi, araçta kısa bir yankı bıraktı.
O ses sivillerin yüreğine gizli bir korku saldı. Tehlike henüz gelmemişti ama nefesi çoktan hissedilmişti.
Zelal’in kalbine ansızın saplanan o sızı...
Sebebini kimse bilmiyordu.
Ama uzaklarda, gökyüzünde birden irkilen kuşlar hissetmişti olanı.
Armanç’ın telefonu çaldı. Hızla uzanıp ekranına baktı.
Pars.
Kaşları bir anda çatıldı.
Normalde bu iki kardeşin birbiriyle konuşması söz konusu bile değildi.
Telefona hemen açtı.
“Efendim?”
Sesi sert ve kontrollüydü. Ama karşıdan gelen hırıltılı solukla sarsıldı.
”Pars?”
“Abi!”
Kısa, kesik, kaygı dolu bir çığlık gibi geldi ses.
Sonrası boğuk… Parçalı… Anlamsız.
“Ne oldu oğlum?! İyi misin?!”
Armanç’ın sesi bu kez çaresizdi. Ayakları frene dokunmuştu bile. Araç yavaşlamaya başladı.
Bunun şimdiye kadarki en büyük operasyonel hatası olacağından habersizdi.
Pars’ın sesi bir daha geldi. Bu kez boğulmuş gibiydi.
“Saldırı!”
Ve bağlantı koptu.
İki araç arasındaki mesafe açılmıştı.
Tam o anda, tek bir silah sesi havayı yırttı.
Kayanın kullandığı öncü araç kontrolden çıktı.
Süratle sağdaki sık ağaçlık alana doğru kaydı.
Bir ikinci atış daha yankılandığında, Armanç acıyla irkildi.
Kurşun, sağ omzuna saplandı.
Ateşin vücudunda yayılmasıyla birlikte, parlayan bir acı yüzüne vurdu.
Başak, gözünü kırpmadan nişan aldı ve tetiğe bastı.
Öncü aracın içi, saniyeler içinde mahşer yerine dönmüştü.
Kaya’nın sol göğsünü delip geçen mermi, onu bir anda bilinçsizliğe itti.
Üzerlerindeki hücum yelekleri hafifti; koruma değil, hız için tasarlanmıştı.
Ama o yelek şimdi hiçbir işe yaramıyordu.
Arkın, hızla kapıyı açıp kendini dışarı attı.
Tüfeğini kavradı ve gözünü bile kırpmadan açılan ateş yönüne doğru mevziyi taramaya başladı.
Kayanın başı direksiyona düşmüştü.
İkinci bir fişek sesiyle vücudu bir kez daha sarsıldı.
Alkan, kazanın etkisiyle başını sertçe çarpmıştı. Ama umursamadı. Gözleri Kaya’ya kilitlendi.
“Kaya!”
Sesi bir çığlık gibi yükseldi.
Telsizden haykırır gibi emir verdi Alkan.
“Mevzi alın!”
Ardından daha sert bir tonla:
“Koltukların altına girin!”
Başak’ın sesi, kızların çığlıklarını bastırdı.
Hozan, panikleyen sivilleri korumak için hızla harekete geçti. Kızları yere yatırmaya çalışıyordu.
Kaya araç içinde sıkışmıştı.
Alkan, Arkın’a aracın güvenliğini sağlamasını emredip kapıyı zorlamaya başladı.
Kayanın yüzü kan içindeydi.
Alkan, tokatlar savurdu. Bağırdı.
Sarsmaya çalıştı.
Ama o an, Kaya gözlerini araladığında karşısında tim komutanını değil…
Babasını gördü.
Babasının dudakları kıpırdıyordu.
Ama Kaya’nın kulağında sadece uğultu vardı.
Ne dediğini anlayamıyordu.
Alkan, onu güçlükle sağ koltuğa çektiğinde Kaya’nın gözleri yeniden buğulandı.
Görüşü karardı.
Bilinci bir kez daha sönüp gitti.
"Uyansana lan!"
Alkan’ın sesi bu kez yalnızca bir abinin çığlığı değil, timini toparlamak isteyen bir komutanın sertliğiydi.
Arkın telsizi kavrayıp düğmeye bastı, sesi keskin ve netti:
“Sıfır altı bölgesine acil destek! Mevzi saldırı altında!”
Serdar ve Atahan çoktan öncü aracı çevreleyip güvenliği almıştı.
Siviller kontrol altındaydı.
Başak, konumunu değiştirmeden tek başına baskı ateşiyle düşmanı geri püskürtüyordu. Araçlara yaklaşmaya çalışanlara göz açtırmıyordu.
Armanç, kendini aracın kapısıyla siper alarak ateşe katıldı.
Tetiği bırakmadan, açılan mevziye kurşun yağdırıyordu.
Başak, Arkın ve Armanç'ın koordineli baskı ateşi bir nebze de olsa işe yaramıştı.
Düşman konvoyu, yaklaşmaya cesaret edemiyordu artık.
Atahan hızla sürücü kapısını açtı.
Kaya, kanlar içinde sıkışmıştı.
Atahan dikkatle bedenini çekip çıkardı. Henüz farkında değillerdi ama Kaya'nın vücudu sayısız kurşunu göğüslemişti. Adeta siper olmuştu.
Alkan, telsizden sivil araçlarla ilgili emirler yağdırıyordu.
“Arka hattı kapatın! Sivil konvoy geri çekilsin! Korumayı sıklaştırın!”
Bu sırada Başak, pozisyonunu değiştirdi. Araçtan ayrıldı, bir metre öteye geçip oraya konuşlandı.
Tüfeğini sabitledi, nişan aldı ve tekrar ateşe başladı.
Armanç, hâlâ araç dibindeydi. Kendini kapıyla örtüp sürekli ateş açıyordu.
Ter ve kan alnına karışmıştı.
Ama durmuyordu.
Ateş hattında kalmak pahasına savaşmaya devam ediyordu.
Arkın, bir adım öne çıkıp yakınlardaki bir ağacın arkasına sığındı.
Tüfeğini kaldırdı ve hız kesmeden ateşe devam etti.
Kurşun sesleri, bağırışlar ve telsiz cızırtıları birbirine karışıyordu.
Alkan, emir üstüne emir veriyor; timiyle saldırıyı savuşturmaya çalışıyordu.
Daha fazla kayıp vermemeliydi.
Serdar, Kaya’nın yanına çöktü.
Parmaklarını boğazına bastırdı.
Şehadet parmağının altında yavaşlayan bir nabız hissetti.
Çok zayıftı. Ama hâlâ vardı.
Atahan hemen harekete geçti.
Kayanın koluna hızla turnike bağladı.
Diğer eliyle kalbinin üzerindeki kurşun yarasına baskı yapıyordu.
Tüm bedeni kan içindeydi.
Sürücü koltuğu ve Kaya’nın yattığı alan, küçük birer kan gölüne dönmüştü.
Kaya’nın gözleri, belli belirsiz aralandı.
Kulaklarında, abilerinin şehadet haberleri buğulu bir ses gibi yankılandı.
Gözleri, bulanık ve karanlık gökyüzüne kilitlendi.
Başını çeviremiyordu.
Sol üst kaburgasını parçalayan bir kurşun, içini yakarak geçmişti.
Tüm bedeni tarifsiz bir acıyla, sanki alev alev yanan bir yangınla sarmalanmıştı.
Ateş topuna dönmüş bedenine karşı kontrolünü yitirmişti artık.
“Ba…”
Zorla çıkan, boğuk bir hece dudaklarından süzüldü.
Atahan, hızla yüzünü avuçladı.
“Yorma kendini, aslanım. Buradayız. İyi olacaksın.”
Kaya’nın titreyen eli, yavaşça Serdar’ın bacağına uzandı.
Serdar göğsüne bastırdığı tamponla hâlâ kanamayı durdurmaya çalışıyordu.
Gözleri kaymaya başladığında Serdar ile Atahan’ın bakışları birleşti.
Serdar, başını yavaşça iki yana salladı.
O an, Atahan’ın gözlerinin ardı sızladı.
Arsız bir damla, kirpiklerinin arasından süzüldü…
Ve Kaya’nın kanla kaplı yüzüne düştü.
Kaya’nın buğulu, boş bakışları…
Artık dolu gözlerinin ardına saklanmıştı.
Gözlerini kapamadan önce kesik bir soluk verdi.
Ağzına dolan kanı yutmaya çalıştı.
Yarım kalmış bir yutkunmaydı bu…
Geri kalan kan dudaklarından dışarı fışkırdı.
Gözünden süzülen tek bir damla, şakağına doğru kaydı.
Göz kapakları yavaşça kapandı.
Başı, sol omzuna doğru hafifçe eğildi.
Bedenini tamamen salıverdi.
Artık acıyı hissetmiyordu.
Atahan, öfkeyle sarstı çuvaldan farksız hale gelmiş kanlı bedeni.
Serdar, bir umut damar yolu açmış, kanamayı durdurmaya, ilaç vermeye çalışıyordu.
Alkan, uzaklarda ateşin hafiflemeye başladığını fark etti.
Ama gözlerini timinden ayıramıyordu.
Telsizden çaresizce emirlerine devam etti.
Ne yaparsa yapsın, bir şeyleri durduramıyordu.
Ve o an...
Bir kurşun, Başak’ın bedenine saplandı.
Sivillerin çığlığını yırtan metalin sesi, ağaçlık arazide yankılandı.
“Zelal!”
diye cırladı Reyhan.
Çığlığını bastıran, Hozan’ın büyük avucu oldu.
Ama sesi çoktan göğe savrulmuştu.
Bu gece, hepsinin zihnine kazınacaktı.
Kanlı bir kabus gibi…
Bir daha asla silinmeyecekti.
Bir lanet gibi omuzlarına binecek,
ömür boyu içlerini kemirecekti.
Bölüm sonu...
Bölüm sonu hakkında konuşmak istemiyorum.
Yeni olan; beni kim duyuyor? İsimli kurgumada size zahmet bi göz atın derim limon çiçeklerim.
Eminim onuda çok seveceksiniz.
Wp kanalı açtım anam orayada bekleniyorsunuz...
Bölüm sonunu yazan zeze ektedir.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 13.69k Okunma |
1.09k Oy |
0 Takip |
31 Bölümlü Kitap |