@zorronezi
|
Yazmakta olduğum ikinci kurgum Kıyameti Zorlamak'dı. İnşallah hepiniz beğenerek okursunuz. İstanbul'da ailece avrasya maratonu yaptığımız eski yıllarda içime düşen bir kurguydu. O köprüyü yürüyerek geçerken "Neden olmasın?" deyip hayal ediyordum. Fakat yazmak aklıma uzun bir süre gelmedi çünkü linç edilmeye açık bir konuymuş gibi geldi. Tabi büyüdükçe fikrim değişti, artık ne pahasına olursa olsun aklımdakileri yazmaya karar verdim ve iki yıldır üzerinde oynamalar yaparak bölüm planlamaları yaptım. Geriye sadece yazmak kalmıştı. Sadece köprüde yürürken aklımdan geçen fikri yirmi bir yaşımda yazma cesareti bulduğum için utanmıyor da değilim. Hepinizi seviyorum, bana verdiğiniz desteklerden dolayı da çooook teşekkür ediyorum. GBV gibi karamsar bir yazıdan sonra yine bir tık karamsar bir tema olacak ama ondan daha az olduğunu söyleyebilirim. Yine çok ciddi biriymişim gibi giriş yazdım bu beni üzdü :((( Çok konuştum artık bölümle baş başa kalın en iyisi :)))
The Neighbourhood - Sweater Weather ***
"Konstantinopolis" Marş müziğini anımsatan melodi bütün salonu dolduruyordu. Kadim şehrimde yanlış melodiler vardı ve buna göz yummak zorundaydık. Bu doğduğumdan beri böyleydi; Yunan marşı dört bir yanı inletirken Türk olmasına rağmen İstiklal Marşı'nı duymamış binlerce çocuk büyürdü habersizce. Etraftaki gururlu gözleri görüp kusmak istedim. Bu muydu yani? Esareti ne zamandan beri kabullenir olmuşlardı? "1980-2039" Parıltılı altın rengiyle yazılmış sayılar kanlı göründü gözüme. Sayılar kayboldu ve belgeselin sesi duyulmaya başlandı. Yüzümü buruşturdum, işkence saatler sürecekti anlaşılan. Bileğimdeki saatin kopçasıyla oynamaya başladım fakat fazla uğraştığımdan zaten derisi yeterince yıpranmış ve neredeyse kopacaktı. "Yeniden buradayız." Kamera İzmir'i gösteriyordu. "Türklerin Yunan'ları kabul ettikleri yerdeyiz. Yani Smyrni." Kabul etmek? Yaptıkları soykırıma rağmen mi? Asla. Bozguncular, elbet bir gün idamla mükellef olacaklardı. Bugün değilse yarın, yarın değilse bağımsızlığımıza kavuştuğumuz bir gün. Ben ve benim gibi düşünenler olduğu sürece üzerinden bir yüzyıl daha geçse yine de kabul etmeyecektik bunu. Bizler özgürlüğüne düşkün bir millettik. Zaten bu yüzden üzerimizde asla tam bir hakimiyet kuramamışlardı. Ekranda İlk Barış Bakanı göründü. Sandalyede oturmuş bir röportaj vermek üzere olduğu görünüyordu. Siyah saçlarının arasında beyazları vardı, kahverengi gözleri ekranda parıldıyordu. 2030'dan sonra doğan her bebeğe Türkçe isim koyma yasağı getiren oydu. Bu adımın öncüsü olarak ilk önce kendinden başlayıp bütün ailesinin adını ve soy adını değiştirmişti. O günden sonra da zaten Türk isimlerine olan nefretleri giderek artmış bazı Türkler sırf korkularına isimlerinden vazgeçmişlerdi. "Gördüğünüz üzere elli yılı aşkın bir süredir birlikteyiz. Bizi ayıramadılar çünkü biz hep beraber büyüdük. Osmanlı'da da beraberdik, yeni ülkemizde de öyle olacağız." Kurmayı planladıkları yeni ülkeleri. Bunun planını yüz yıldır yapıyor fakat cesaret edemiyorlardı. Onlar da biliyordu eğer bu işgale bir isim verirlerse ayaklanma başlayacaktı. "Bu belgeseli Türkçe duyuyorsunuz değil mi? Elbette öyle olacak, burası Özerk Konstantinopolis. Burada iki ulus beraberiz. Çoğunluğun Türk olması bu belgeselin Türkçe olması için yeterli bir sebep. Yani bütün dünyanın ağzında dolanan dil soykırımının aslında koca bir yalan olduğunu ülkemize gelen herkes anlayabilir." Gözümün önünden geçen haftalarda dinlediğim radyo yayını geçti. "Bu ayki altıncı toplu mezar vakası görenleri korkuttu. Kimlikleri belirlenemeyen büyük bir grubun önü kesilemez bir şekilde kıyım yaptığı tespit edildi. En dikkat çeken nokta ise yapılan otopsi sonucu vefat edenlerin yüzde yüzünün etnik kökeninin Türk olmasıydı. Olayla ilgili bütün bilgiler silinmeye ve üzeri kapatılmaya çalışılıyor. Bu haber, Sulh Radyosunun son yayını olabilir. Yunan ve İngilizlerin siber saldırılarına karşı en kısa zamanda yeni frekansımızı dağıtıma çıkaracağız. O zamana kadar kendinize iyi bakın sayın dinleyiciler. Unutmayın biz hep yurtta sulh, cihanda sulh isteriz." Barış Bakanı'nın görüntüsü gitmiş yerine ülkenin farklı yerlerinin görüntüleri gelmişti. Dış ses konuşuyordu. "Günümüz Konstantinopolis'i bizimle daha da gelişecek. 2040 için büyük planlarımızı, gerçekleştirmeyi ümit ettiğimiz her şeyi ivedilikle hep beraber yapacağız. 1980'de Smyrni'de Türk halkının Yunan'ları alkışlarla karşıladığını herkes biliyor. Sırada Konstantinopolis var." "İstanbul." dedim fısıltıyla. "Burası İstanbul sizi şerefsizler." Onlar için özerk bir devlet olan Özerk Konstantinopolis Devleti'ydi burası. Yıllarca Osmanlı'ya başkentlik yapmış, uğruna binlerce şehidi olan ve dünyanın gözünün üstünde olduğu tek şehirdi burası. Benim için asla bir devlet olmamıştı, olamazdı da! Kalabalık konferans salonunda sesimin duyulmaması için fısıldamak zorunda olmak bile gururumu incitmeye yetiyordu. Saçlarımı omzumdan geri atıp üst balkonda olmanın verdiği rahatlıkla kollarımı birbirine bağlayıp koltukta yayıldım. En öndeki protokol koltuğunda bakanlar pür dikkat izlerken basının kapının dışında olması işime gelmişti. Ekranda tekrar Barış Bakanı Nikolas Zaharyas göründü; gülümsüyordu. "Kadınlara seçme ve seçilme hakkını 1970'da verdik ki bu bizi birçok ülkenin önüne geçirdi. Kim bu tarihten önce savaştan çıkmış, ekonomik krizdeki bir devlette bunu yapabilirdi ki?" İsim mi istiyordu? Bu hak zaten 1934'te Atatürk tarafından verilmişti, onu bizden alıp tekrar verdikleri için mi övünüyorlardı yani? Bir zamanlar, kısa bir süre de olsa Türkiye Cumhuriyeti'ne aitti İstanbul. O günleri görebilmek isterdim. Burası İstanbul'du. Türkiye Cumhuriyetinden geri alınan ilk şehir. Önce İstanbul, ardından Edirne'den başlayıp İstanbul'a kadar uzanan topraklar ve son olarak İzmir; İngiliz ve Yunan işgali altında yeni bir devlet olma yolundaydı yıllardır. Sözde özerk bir devlet adını koymuşlardı fakat artık bu paravanı kaldırıp gerçek planlarını hayata geçirmek istiyorlardı. "Türk halkı da biliyor bazı şeylerin kaçınılmaz olduğunu. Ellinci yılımızda artık adı konmuş olacak her şeyin. Barış için en büyük adımı bizzat bakan olarak ben atacağım ve hep beraber ülkemizi kurup Cumhurbaşkanımızı seçeceğiz." Doğru. Bakanlarımız vardı ama bir cumhurbaşkanımız yoktu. Çünkü ilk kez seçim yapmaya çalıştıklarında büyük bir isyan çıkmış ve bastırmaları aylar sürmüştü. Yalnızca bakanlar vardı ülkemizde. Diğer devletler gibi cumhuriyetle yönetilmiyorduk çünkü bir devlet değildik. Olamazdık da. Kolumdaki saate baktım. Bir saat içinde yetişmem gerekiyordu, radyo yanını için yazıyı hazırlamalıydım. Lanet belgeselin bitmesi neredeyse bir saati bulmuştu ve artık çatlayacaktım. Bir anda sirenler çalmaya başlamıştı, titredim. Yunan marşını duymak için hazır değildim çünkü bunca bakanın olduğu koca salonda elimden bir şey gelmez ve ayağa kalkıp onu dinlemek zorunda kalırdım. Annem bana saygıyı öğretmişti fakat saygı hak edene duyulan bir erdemdi. Buradaki hiç kimse saygıyı hak etmiyordu ve şu an bile soykırıma devam ediyorlardı. Etrafımdakiler çoktan üzerlerine çeki düzen verip ayaklandığında yanaklarımı dişledim. Siyah elbisemi düzeltip ayağa kalktım; yas vakti gelmişti. Fakat beklemediğim bir şey oldu. Dev ekranda bir anda renkli şeritler belirdi, kulakları sağır eden cızırtılar yankılandı. Kaşlarımı çattım ve pür dikkat ekrana odaklandım. Ekran kan kırmızısına büründü, ağır çekimde ay yıldız çıktığında kahkaha atmak istedim fakat sadece tebessüm edebildim. Yalnız değildik. Ansızın kesilen seslerle beraber kulakları daha da sağır edici bir ses yankılanmaya başladı, içimdeki güvercin hareketlendi. "Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak." Dizeleri içimden tamamladım. Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak. O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak; O benimdir, o benim milletimindir ancak. Görevliler etrafta alel acele dolanıp dururken içeri giren ek personellerden biri kabloyu kökünden kesti. Kaos içinde birbirlerine bağırıp duruyorlardı. Kesebilecekleri tek şeyin kablo olduklarını düşündükleri o anda kırmızı konfetiler eşliğinde salondaki kürsünün hemen arkasından aşağı doğru bir bayrak sallandı. Al kırmızı bayrağa gururla baktım, hemen altında bir söz beliriverdi. Bütün ümidim gençliktedir. Duyduğum patlama sesiyle beraber başımı yukarı kaldırırken elimle ağzımı kapattım dehşete düşmüş bir şekilde. Cam tavandan aşağı kırmızı beyaz şeritler ağır çekimde yere doğru düşüyordu. Her biri bakanların ve diğer destekçilerin üzerine yapışıp kalırken bağırış sesleri koca salonu inletiyordu. Birileri bizi çağırıyordu, birileri artık uyanmamızı istiyordu. Birileri yıllar önce başlayan işgali artık bitirmemiz için işaret veriyordu bize. Etraf büyük bir kaos ortamına dönüştü, curcunadan hiçbir şey duyulmuyordu. Trabzanlardan aşağıya baktım, bakanların korumaları tetikteydi. Kim yapmıştı bunu? Bu denli büyük bir organizasyonu hangi büyük topluluk yapabilirdi ki? Arkamı dönüp çantamı omzuma astım. Locadan ayrılmak üzere kapıyı açtım. Korumalardan biri üzerime geldi. "Kimse çıkmıyor, arama yapılacak." Göz devirip çantamdan VIP kartımı çıkarttım, "VIP." deyip acıyan ayaklarımla koridordan çıktım. Topuklarım en nefret ettiğim binada yeri delmek istercesine sesler çıkarıyordu. Elimde olsa benzine tutardım ya. Aşağıda topladığım saçımdaki tokayı çıkarıp parmaklarımla düzelttim. Binadan çıktığımda resmiyetten uzak ve rahat olabilecektim. Kimse bilmezdi benim bakan kızı olduğumu. Babamın üç oğlu olduğunu sanıyorlardı çünkü ben onun utanacağı kızıydım. Ne zaman böyle toplantılar olsa hep bir koltuk ayırtıp katılmamı zorunlu kılardı. Onun deyimiyle milliyetçi damarlarım kabarmalıydı. Ortaokul yaşlarımda adım ve soyadım değişince anlamıştım artık bir şeylerin farklı olacağını. Annemin yaşamayıp bunları görmediğine mutlu oluyordum ama bazen de yaşasaydı babam böyle olmazdı diye düşünmeden de edemiyordum. Koridor da en az içerisi kadar kaosa sarılmıştı. Koluma çarpıp geçenler yüzünden neredeyse nefesim kesilmişti. Dokunmak yok! Kollarımı kendime çektim. Kalabalıktan nefret ediyordum! Zihnimde anılarım canlanıp dururken biri daha omzuma değil geçti. Kolum buz kesti, hissizleşti sanki. Baba görüyor musun, kuralları aşıyorlar! Ben uzaklaşıyorum ama elimde değil. Konuşmak yasak, bakmak yasak, dokunmak kesinlikle yasak! Barış Bakanı Nikolas Zaharyas'ın kızı olmanın bazı kuralları vardı. Erkek doğduysan kurallar yarıya iniyordu ama kızsan hayatın zindandı. Dört yaşıma kadar konuşamadığım için azarlandım, sonra da konuştuğum için. En nihayetinde sessiz olup gözlemleyemeye başladım, annemin ölümünden sonra beni babaannemin ve dedemin yanına gönderip saklamaya çalıştı. Sus, derdi hep. Zaten konuşacağım kimsem yoktu. Ahu vardı bir tek dostum. Bahçeye çıktığımda sonunda nefes alabiliyordum. Eylül sonu soğuğu vardı etrafta, bulutlar çoğalmıştı artık. Güneş batmaya yaklaşmış gökyüzü kızıldı. Telefonumda susmayan bildirimler yüzünden yüzümü buruşturup açtım. Gönderen: Bakan Bu gece eve gel! Misafirlerimiz bir kızım olduğunu biliyor. Elene seni bekliyor. Gözlerimi kapatıp derin nefes aldım, sakin olmalıydım. Göndereren: Ofelya Tamam. Ona karşı gelemezdim, onun karşısında şansım yoktu. Ama bugün çok güzeldi, iyi yanından bakmalıyım. Çoğalıyorduk, toplanıyorduk ve haberimiz bile olmayan büyük bir topluluğumuz vardı. Onları bulmalıydım. Otoparkın girişindeki arabama yerleştim. Torpidodan telefonumu çıkarıp içeride olup biten her şeyi Sulh Radyosuna gönderdim. Bu gece yayında güzel şeyler dönecekti ama ben olmayacaktım. Anne, keşke güzel şeyleri görebilseydin. Sahil şeridinden ilerlerken gözlerim istemsizce karşı yakaya kayıyordu. Bir zamanlar köprüden geçen arabalar olduğunu bilmek bile garip hissettiriyordu. Bugün yanımda bir koruma veya şoför olmadığından dikkatli izleyememiştim karşıyı. Araba sürmede hala iyi değildim bu yüzden çok dikkatli olmaya çalışıyordum. Plakayı tanıyan görevliler içeriye çoktan haber gönderip kapıları açtılar. Valeye verdiğim anahtarın ardından çiçeklerle dolu bahçeden geçip kapıya vurdum. Yeni gelen görevlilerden biri açtı, direkt salona geçtim. Elene oradaydı, babamın ikinci karısı. Tam bir Yunan milliyetçisiydi, gözlerim kısa bir an onunla buluştuktan sonra ayrıldı. Sarı saçlarını dalgalandırmış ve omuzlarından kesmişti. Oturduğu tekli koltuktan kalkıp elindeki dergiyi sehpaya fırlattı, "Hoş geldin, Ofeli." dedi yapmacık bir sesle. "Cenazeden mi geldin?" "Sayılır." deyip yürümeye başladım. Televizyonda son ses bir haber kanalı açıktı. Gözlerim Elene'ye bakmaktansa televizyonu tercih ettiğinden oraya kaydı. Kasklı bir rallici görünüyordu ekranda. Siyah ralli kıyafeti içinde kaskından açıkta kalan gözleriydi yalnızca. Yok denecek kadar aksanlı Türkçesiyle "Yakın zamanda görüşmek üzere Türk halkı!" diye tamamladı bir önceki cümlesini. Bahsettiği Türk halkı biz miydik yoksa Anadolu muydu? "Alfonso lakabını kullanarak girdiği yarışların çoğundan zaferle ayrıldığı ve İtalya'da oldukça ünlü olduğu bilinen rallicinin Türkçe konuştuğu video trendlerde bir numaraya yükseldi. Alfonso'nun kimliğini ortaya çıkarmak neredeyse imkansızlaşmış durumda. Zira kendisinin dört yıllık geçmişine rağmen yüzünün göründüğü bir fotoğrafı bile yok. Durumla ilgili Dış işleri Bakanının efsanevi ralli pilotunu makamına davet ettiği öğrenildi. Henüz Türkiye Cumhuriyetinden bir ses çıkmadı." "Görüyor musun?" dedi Elene, Yunan aksanıyla. "Yakında bir ralli pilotumuz bile olacak. Artık devlet olmamıza az kaldı." Keyifli bir kahkaha patlatıp dudağının kenarındaki sinsi gülümsemeyi ortaya çıkardı. Tek kelime edersem alacağım cezaları düşündüm. Gözlerine bakmadan yılın bir kısmını geçirdiğim odama çıktım. Yatakta krem rengi bir elbise boylu boyunca serili beni bekliyordu. Ayakkabı, açık renk yatağımın köşesinde, takılar elbisenin yanındaydı. Yatağın kenarına oturdum, elbiseye dikkat etmeye çalışıyordum. Sessizliğimde boğulurken zihnimin susmayışlarının başımı ağrıttığını fark ettim. Akşamı beklemeden uyumak istiyordum ama yapacak çok da işim vardı. Çantamdan radyo ile haberleştiğim telefonumu çıkardım, kanalı tuşladım. "...söyledi. Olayı milli bir başarı olarak alıyor ve gün boyu yayınımızda bahsetmekten gurur duyarak teşekkür ediyoruz. Bizlerle iletişime geçmeleri için kendilerine ulaşacağımızdan hiç kuşkunuz olmasın." Olay çoktan yankı uyandırmaya başlamıştı bile. Görüntülerin sızıp sızmadığını kontrol etmek için sosyal medyaya göz attım. Çoktan trendlerde yükselmişti olmasını dudaklarımdan silinmeyen gülümsemeyle izledim ve keyifle radyoyu dinlemeye devam ettim. *** Gönderen: Ahu Kapıda İngiliz askerleri var, çıkamıyorum. Beni gelip alman gerek. İngiliz askerleri hep bela olmuştur hayatımıza. Yunan askerleri işgale başlar başlamaz en büyük desteği onlara İngilizler vermişti elbette. Ve o günden beri her yere mıhlanmış, bozgun çıkarır olmuşlardı. Tek yaptıkları halkı asimile etmekti ve bunu zamanla başarmaya başlamışlardı bile. Mesajdaki konuma tekrar tekrar baktım. Neredeyse gelmiştim. Çantamı omzuma astım fakat ellerim çoktan titriyordu. Sakin ol Efsun, sakin. Ahu'yu çıkarmalıydım, elindeki kayıt cihazıyla ve USB bellekle yakalanması sonumuz olurdu. Fakat benim için öyle zordu ki kalabalığa girmek. Kimsenin umurunda değildim, biliyordum ama kalp atışlarım öyle demiyordu işte. Ritmi hemen bozulmaya başlıyordu. Kalabalığı geçtim ama temas... Titrek ellerle ilerlerken avucumda kartım duruyordu. Kapıda olay yaşanmış gibi İngiliz üniformalı askerler diziliydi, içeri girmek için kartımı yüzümün hizasına kaldırdım. Renginden tanımışlardı. Neredesin Ahu, dedim kendi kendim. Elimi yumruk yapıp kalbime birkaç darbe indirdim. İçerisi havasızdı dahası kalabalıktı. Telefonum çaldı. "Efsun neredesin?" "Ahu yapamayacağım ben... çıkıyorum." "Efsun hayır, sakın! Bak geri dönüşü olmaz. Barmenlerin olduğu yerde beni bekle. Her yer asker dolu sensiz şu kapıdan çıkamam-" Ahu sözlerini bitiremeden telefonum kapandı, terli parmaklarımı koyacak yer bulamadım. Kollarımı kendime sardım, açıkça titriyordum. Elbisemin açıkta bıraktığı tenime çarpan sigara dumanlarının kokusunu bırakmasından korktum. Akşama kadar bu kokudan ve her şeyden kurtulmalıydım. Tekli sandalyeye oturdum, yüzüm içi dolu raflara dönüktü. Yanıma benim parfümümle çarpışacak kadar yakın biri geldi. Yüzüm tezgaha dayadığım ellerimde olmasına rağmen karartıdan heybetli bir gölge oluştuğundan anlamıştım yakınlığını. Barmen parlatmakla meşgul olduğu bardağı bırakıp benden önce yanımdaki adama baktı. "Önce hanımefendi." dediğini duydum yanımdaki adamın. Başımı kaldırmadım, söyleyeceğim kelimeleri içimden tekrar etmekle meşguldüm. "Alkolsüz bir içeceğiniz var mı?" diye sordum bakışlarımı en azından parmaklarının hizasına kaldırabilmiştim. "Meyve suyu?" Başımı sallayıp parmaklarımdaki kapalı telefonuma odaklandım. Tam da sırasıydı! Yanımdaki karartı kıpırdandı. "Seni daha önce burada görmedim." Şiir gibi kuruyordu sanki cümlelerini. Veya bir marş da olabilir. Nazım Hikmet'te böyle yazıyordu bazen; irkildim bu farkındalıkla. Başımı sağa doğru kaydırdım, motorcu ceketinin cebinden anahtarlık sarkıyordu. Son hecesi –lar olan yazılı bir anahtarlık. Parmaklarını cebine götürüp içeri attı. Cevap vermeyişimin altını eşeledi. "Marka kıyafetler, çantadan sarkan araba anahtarı, yüksek ego." Kaşlarım çatıldı çünkü saydıklarının hiçbirine aslında sahip değildim. Yirmi beş yıllık ömrümde sahip olduğum tek şey hayal gücümdü. Çocukluğumdan beri elimden alınamayan tek şeydi. Konuşma gereği duyan bu kez bendim ve "Alkol kokuyorsun." dedim yalnızca. "Alkol alan birinin cümlelerini ciddiye almam." Bakışlarım yüzünü teğet geçtiğinde tek görebildiğim kısa, kahverengi saçlarıydı. Loş ışığa rağmen yüzünün parıldadığını ve biçimli parmaklarının tezgahta birbirine geçtiğini sonradan görmüştüm. Bana her türlü şey için yasaklar koydular, susturdular, kızdılar fakat gem vuramadıkları bir şey vardı. Gözlemlemek. Konuşmaya konuşmaya, susa susa izlemeyi öğrenmiştim. Ona da iznim yoktu fakat engel olamadığı tek şeydi o; izlemek, gözlemlemek, bakmak. Boğuk bir kahkaha yayıldığını duydum güç bela. Beklemediğim bir şekilde başımın ondan tarafa dönük olmasını fırsat bildi ve ani bir hareketle ceketinin önünü açıp açık renkle lekelenmiş beyaz tişörtünü gösterdi. Parmakları zarifçe havada süzülüyordu sanki. "Çünkü... Döküldü şişeler." dedi. Sonra sanki kendi kendine konuşur gibi "Başka şartlar altında... Başka bir yerde..." dedi. Kaşlarımı çattım ve önüme dönüp sessizce bekledim. Gözlerim ayak uçlarımdan ayrılmıyordu. Ne varsa ayak uçlarında vardır, gökyüzü lekeli, demişti babam. Geçmişimden akan cümleler zihnimin etrafındaydı hep. Ezberlemem gereken bir marş gibi, tekrarlamam gereken bir dua gibi, unutmamam gereken bir bilgi gibilerdi. Hiçbirini oraya ben koymamıştım ama bir şekilde tekrarlanmaya devam ediyorlardı. "Güzelliğini mi örtmeye çalışıyorsun sessiz kalarak? Veya farklıymış gibi mi davranmaya çalışıyorsun yoksa zaten farklı mısın?" Gözlerini kıstı, yalnızca bir saniye bakmıştım oysaki. "Bilemedim." Kaşlarım hayretle havalandı. "Tanımadığı bir kadına rahatça iltifat eden erkeklere ne denir bilir misiniz?" diye sordum. Bu kez konuşmayı tercih ediyordum. Yüzüne bakmaya cesaret ettiğim o iki saniyede dudağının kenarındaki çapkın ifade kaşlarımı çatmama sebep olmuştu. Dudaklarımdan "Zampara." sözcüğü çıkmıştı. Aslında çok düşünmeden söylenmiş bir şeydi fakat buna güldüğünü gösteren bir homurtu çıkardığında daha da sinirlenmiştim. "Hımm." deyip derin düşüncelere dalmış gibi parmaklarını çenesinde birleştirip gözlerini bana dikti. "Çapkın da diyorlar bazen. Flörtöz, hovarda, serseri. Ama zamparayı ilk kez bir kadından duyuyorum." dedi. "Genelde senin gibi kızlardan değil tabi." "Çünkü genelde benim gibi kızlar yok." deyip kestirip attım. Bir daha görsem tanıyamayacağım bir adamla neden konuşmaya devam ettiğimi anlayamadım. Kuralları çiğniyordum, bu çiğneyişlerin cezaları olurdu. Yanımdaki yabancı kıpırdandı, içeceğini bile söylemeden ayaklandı. "Neyse ki kaybettiğim ilk iddiam değilsin." deyip barmene birkaç kağıt para bıraktı. "Başka sefere kardeşim." diye karşılık verdi. Kaşlarım çatıldı, konuşsam söyleyecek çok şeyim vardı özellikle bir iddia konusu olmuşken. İğrenir gibi kaldırdım başımı. Çantamdan onunkinden daha fazla birkaç yüzlük çıkarıp tezgaha bırakıp omzuma astım ve ayaklandım. Sessiz kalmak hep daha güzel cevaplar doğururdu; fakat konuşmayı da çok isterdim. Arkamı dönüp adımlarımı atmıştım ki "İddia sen değildin güzellik. Ama istersen seninle de bir iddia konusu olabiliriz?" diye seslendiğini duydum. İşte bu beni utandırabilirdi! "Kadınlar üzerine iddiaya girmeyiz." diye eklediğinde sesi yakınımdaydı. Sağ omzumdan görünüp birkaç adım önüme geçip karşıma dikildi. Ona bakmadığımın farkındaydı bu yüzden olduğu yerde eğildi. "Yunan mısın?" "Türküm!" dedim aceleyle. O an anladım beni sinirlendirip ona bakmamı sağlamaya çalıştığını. Bu adam insanlarla oynamayı çok iyi biliyordu! "Yazık olmuş. Oysa bir Yunan güzelliğine sahiptin." Kıvrılan dudakları geri inip eğildi yerden doğruldu. Kahverengi gözlerinin o an farkına varabilmiştim. Kaşlarım çatıldı ve ona iğrenir gibi baktım, hafif bir aksanı vardı. "Gurur duyduğum tek şey Türk oluşum. Gerisi teferruat ve ben teferruatları sevmem. Sizin aksinize Yunan veya İngiliz yalakalığı da yapmam." dedim dişlerimin arasından. Üç cümleyi tek nefeste kurdum, anne görüyor musun nasıl çiğniyorum kuralları! "Şimdi." dedim gözlerimi indirip. "İzin verir misiniz?" Donup kaldığı yerde dikleşti. Kaşlarını kaldırıp itiraf edemeyeceğim kadar hoş bir hareketle önümden çekilip elini geçmem için uzattı. Hafif aksanlı bir şekilde "Güzel Türk kızları için izin her zaman vardır." dediğinde sanki farklı biriydi. Erkekleri asla çözemeyecektim! Uzun zaman sonra ilk kez bu kadar uzun konuşuyordum. Uzaklaştım ondan, adımımı attığımın ikinci saniyesinde Ahu'nun sesi yankılandı diğer uçtan. "Efsun!" diye. Üzerinde kot pantolonu ve beyaz gömleği vardı. Yanık tenine yakışmış gümüş bir kolye takmıştı. Kaşlarımı çattım ve ayaklarımı yere sertçe vura vura yanına ulaştım. "Sen neredesin! İki dakikaya geliyordun güya. Delinin tekiyle on dakikadır yan yana duruyorum, senin yüzünden! İnanamıyorum bana bunu yaptırdığına! Ne işin var burada ayrıca?" "Muhbir burada buluşmak istedi. Sen iyi misin, bu kadar kelimeyi ne zamandan beri bir araya getirir oldun?" Kaşlarımı çatıp dışarı çıkmak üzere döndüğüm an beklenmedik yakınlıkta yine onu gördüm. Elini cebine atmış, ağzında çiğnediği sakızıyla gözünün tekini kırptığında donup kalmıştım. Göz kırpış bana değil Ahu'ya ulaşmıştı tabi. Ben hep görünmez olandım, arkada kalan ve silik olandım her zaman. Merdivenleri üç dört adımda bitirip gözden kaybolduğunda Ahu kulağıma yaklaştı. "Bu muydu?" dedi fısıldayarak. "Bu dehşet şeyle konuşmak için bin euro basardım." Yan gözle bakıp çıkışa geldiğimizde etraf daha da kalabalıklaşmıştı. "Yayına yetişsek iyi olur." dedi yakınıma girip temas etmeden. Çantamın gözünden kartımı çıkarıp kapıya geldiğimizde uzaktan işaret edip seri adımlarla çıktık. Ahu derin bir nefes verdi, alnında stres terleri vardı. Arabaya bindik ve onu radyonun yakınına bırakıp eve geçmek üzere yola çıktım. Güneş batmış, akşam olmuştu. *** Okuduğunuz için teşekkür ederimm Umarım beğenmişsinizdir ve kafanız fazla karışmamıştır. Çünkü özellikle tarihler ve işgal konusunu açık açık anlatmaya çalıştım. İlerleyen bölümlerde temsili görseller bulmaya çalışacağım böylece biraz olsun karışıklık olmuşsa belki aklınızda birkaç şey canlanabilir.
|
0% |