Yeni Üyelik
11.
Bölüm

10. İntikam Alındı

@zorronezi

 

 

Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayalım 💛 iyi okumalarr 😘

Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayalım 💛 iyi okumalarr 😘




***

 

 

"İntikam Alındı"

Işıkları bir bir açıp akşam yemeğini hazırlamak üzere mutfağa geçerken zil çaldı. Gelenlerinee onu tüm bu sahteliğin içinde tek gerçek kılan kişiler olduğunu biliyordu Çağlar. Önce Ender ve Boris ardından birkaç dakika sonra Hira gelmişti. Konstantinopolis'e görev için gönderilen birçok askerden yalnızca dördüydüler.

Tek yön biletlerini ellerine aldıklarında artık dört ayrı beden tek bir kaderi paylaşıyorlardı. Gurbetteydiler ama bir gün bu toprakların gurbet olmaması için buradaydılar.

Boris üzerine sinen alkol ve sigara kokusundan arınmak için ceketini kapıda çıkarırken elindeki baklava dolu poşeti Çağlar'a uzattı. "Kaynanan seviyormuş üsteğmen, al bakalım." Hepsi sanki kendi evleriymiş gibi Çağlar'a aldırmadan salona geçip birer köşeye ayrılmışlardı.

Çağlar salon kapısından üçüne de ters bakışlar attı. "Sırf her gece şu kapıyı açmamak için anahtar çıkartacağım size."

Hira ciddiyetle oturduğu yerden telefonuyla ilgilenirken Ender elini cebine attı. "Bunu bildiğim iyi oldu komutanım. Seni yormamak için ben bir tane çıkarttım da kızarsın diye saklıyordum."

Çağlar kapının hemen yanındaki televizyon ünitesinden eline geçen kumandayı Ender'e doğru fırlattı. Ender kıvrak bir hareketle vücudunu sola yatırdı ama kumanda yine de omzuna sertçe çarpınca "Kötü mü ettim komutanım!" diye yakarışta bulunmadan da edemedi.

"Ulan bakıcınız mıyım ben sizin! Her gün ayrı bir bahaneyle gelip zıkkımlanıp gidiyorsunuz." Yanlış anlamaması adına Hira'ya dönerek "Sözüm meclisten dışarı, senin yerin ayrı." dedi. Sonra işaret parmağını Ender ve Boris arasında gezdirip "Bu andavallar suistimal ediyor." diye ekleme yaptı.

Hepsinin aslında biraz da olsa aile ortamlarını özlediklerinden geldiklerini biliyordu Çağlar. Bu yüzden tam anlamıyla kızamıyordu ya.

"Matmazel Hira'ya incik boncuk, bize kancık muamelesi öyle mi komutanım!"

Çağlar arkasından bağıran Ender'e bulaşmaktan vazgeçip dışarıdan yemek söyledi. Hepsinin aç olduğunu biliyordu. Mutfakta biraz oyalanıp zihnini toparlamaya çalıştı tüm bu karmaşanın içinde.

Eli sürekli sakız paketine gidip duruyor fakat kendini dizginlemesi gerektiğini hatırladığı her an bundan vazgeçiyordu. Çünkü artık tesirini yitiriyordu sakinleştiricilerin tümü. Aklı karışıyordu ve bu gerçekleşebilecek en kötü senaryoydu.

"Adın ne asker!" diye bir ses işitti zihninin derinliklerinden.

"Ali!"

"Adın ne asker!"

"Yavuz!"

"Adın ne asker?"

"Mehmet!"

Çağlar gözlerini yumup ellerini mermere dayadı. Makineden yayılan kahve kokusunu derince çekti tüm bu zihin karmaşasının son bulması için.

İlk büyük görevini aldığında yirmi iki yaşındaydı Çağlar.

"Konstantinopolis'e gittiğinde Yunan- İngiliz Askeri okulunu dereceyle bitireceksin. Komutan Baver amcan olarak seni İtalya'daki görev için gönderecek. Baver'in namını duyduğunu varsayıyorum."

Çağlar o dönemler Baver ismini Türk düşmanlığıyla anılan azılı bir Yunan olarak biliyordu ve yediği ilk darbe onun bir Türk oluşuydu.

Baver Karalis'i ilk gördüğü gün bile nefretle baktı her şeyi bilmesine rağmen. Çünkü namlusunda birçok Türk kanı taşıyordu ve bunu yapabilmesi kanını dondurmuştu. Kendinin de onun bir değişik versiyonuna dönüşeceğini bilmiyordu o günlerde.

"İtalya'da öyle iyi işler başar ki seni Konstantinopolis'e geri istesinler ve emrine düzinelerce asker verecek kadar güvensinler."

"Yanlış bir soruysa affola ama komutanım... Neden ben? Benden daha iyi derece yapmış arkadaşlarım da var."

"Daha önce hiç kimliği çıkmamış, yeryüzünde varlığını kanıtlayamayacak kadar gölgesiz bir asker yerine kim zoru isteyip diğerlerini seçer asker?"

Çağlar'ın o gün cız etti kalbindeki tüm noktalar. Kimsesizliğin de dibiydi bu artık. Ait olduğu hiçbir yer yoktu, kimsenin bir parçası değildi doğduğundan beri. Oysa annesinin anlattığına göre aslan gibi bir babası ve deli dolu bir annesi vardı bir zamanlar. Hastane duvarlarına çizdiği resimleri nasıl unutabilirdi ki?

Okula ilk defa Türkiye Cumhuriyetine geldiğinde gitmişti ve ona rağmen kimliksizdi. Babasının soyadını ve annesinin verdiği ismi kullanıyordu ama kimliği yoktu işte.

Çağlar hiç bilmese de hep o gün için yetiştirilmişti aslında. Bir gün Konstantinopolis'e gönderilecek kusursuz askerlerden biri olduğu yıllar önce biliniyordu aslında.

"Tek yönlü bilet bu, artık kimliğini seçebilirsin asker."

"Çağlar Kuzgun." dedi net bir şekilde. Kuzgun soyadı değildi elbette. Kuzgun babasının lakabıydı. Ona dair bildiği ve unutmadığı şeylerden nadir kalan anıydı bu.

"İtalyancan aksanlı mı Kuzgun?"

"Ana dilim Türkçe olsa da annemle bir süre İtalyanca konuşurduk komutanım. Bir de askeriyede lazım olacağı için erkenden dersler verilmişti, kusursuz bir aksana sahibim."

"İtalya'ya göreve gönderildiğinde Alfonso ailesini de ziyaret et. Annenin akrabaları arkanda olursa işlerin kolaylaşır."

Gözünün önüne buz gibi suya atıldığı günlerden biri geldiğinde vücudu zangır zangır titredi. Yunan askeriyesinden görüntülerler Türk askeriyesindeki görüntüler birbirine giriyordu şimdi de.

Tüm bu karmaşanın içinde burnuna dolan tanıdık koku ayılttı onu. Kahve veya herhangi bir şeyin kokusu değildi bu. İstemsizce sağ omzunun üzerine sürttü burnunu; Efsun'un parfümü karışmıştı üzerine.

Zihni hiç olmadığı berraklığa kavuşmasıyla beraber kahve makinası ötmeye başlamıştı. Kozası tamamen çatladığında Efsun'un neye dönüşeceğini merakla bekliyordu artık. Ve bu kozayı çatlatanın da kendisi olması gerektiğini bildiğinden ona gerçek kişiliğiyle ve tüm içtenliğiyle yaklaşıyordu. Etkisi altına aldığını fark edebiliyordu fakat kozasından çıkıp kelebek olmasını sağlamak için buna mecburdu.

Kahvesini alıp salona geçti, orta sehpaya bıraktı. Kahvenin sıcaklığının hafiflemesini beklemek adına odasına girip üzerini değiştirdi. Künyesini parmakları arasına alıp komodinine bıraktı.

Çağlar Kuzgun.

Kimsesiz Çağlar.

***

 

Ertesi sabaha tertemiz başlamıştım. Çağlar'ın gönderdiği kablosuz insülin aletini dün geceden beri kullanıyordum ve doğrusu özlemişim meğer.

Çalan telefonumdaki bilinmeyen numaraya birkaç saniye bakıp sonunda açtım. "Efsun." Zafer abimin sesini duymamla beraber gözlerim deli gibi dolmaya başlamıştı. "Abi!" dedim heyecanla.

"İyi misin Efsun?"

"Asıl sen iyi misin abi farkında mısın çatışmaların içinde olan sensin!"

"Ağlama ama abicim." Sesimin titreyişinden anlamıştı yine. "Şttt."

"Benim yüzümden yakalandınız abi."

"Zaten elleri ensemizdeydi ne demek senin yüzünden abim! Kaldır bakalım kafanı, bak iyiyim ben."

"Ama-"

"Aması yok... Zamanım az Efsun. Vicdan azabı çekme, beni merak etme diye aradım."

"Çağlar diğer telefonumu aldı, onu sakın arama tamam mı?"

"Çağlar mı?"

"Evet."

Bir süre ses gelmedi.

"Benim şimdi kapatmam lazım, sonra yine ararım tamam mı? Allah'a emanet ol gülüm."

"Sen de."

"Bu arada... Neyse sonra görüşmek üzere."

Gözyaşlarımı elimin tersiyle silip yataktan çıkmayı başardım. Artık yavaş yavaş siliniyordu abimin anılarımdaki görüntüsü. Bana son kez el sallayışı, gizli gizli görüşmelerimiz....

Anne bak Zafer abim bana kağıttan çiçek yapmış!

Bu illet hayatım ne zaman nimete dönüşecekti?

Saat altıya yaklaştığında üzerime elbise giyip paltomu da koluma alıp odamdan çıktım sonunda. Babamın evde olmamasının verdiği rahatlıkla merdivenleri inerken duyduğum ses kanımı dondurmuştu.

Yalnızca Çağlar'ın sesini duymayı beklerden kabuslarımın başını çeken o sesi uzun zaman sonra ilk kez duymak başıma çekiç darbesi yaratmıştı.

Babam ve Çağlar karşılıklı kahve içmek üzere tekli koltuklarda oturuyorlardı. Varlığım ikisinin de dikkatini bana çekmişti. Ellerimin titreyişini engelleyemeyerek çantayla gölgelemeye çalıştım.

"Tünaydın güzel kızım."

Kanım dondu. Soğukkanlılığı karşısında gözlerimi ayakuçlarımdan ayıramadan "Sana da baba." dedim yalnızca. Başımı hafifçe kaldırıp çıkmak üzere haber verecekken yüzünün üzerindeki çizikler karşısında donup kaldım.

Sanki bir pençe gibi üç ayrı derin çizik vardı yüzünde. Taze ve kırmızı duruyordu hepsi. Keskin yüz hatları yaraların da etkisiyle iyice ciddi bir hale bürünmüştü.

"Biz geç kalmadan çıkalım." dedi Çağlar. Ayağa kalktığında fazlaca yakınımda olması, özellikle de babamın karşısında yaşanması gerilmeme sebep olmuştu. Birkaç adım gerilerken "Tabii, istediğiniz zaman." sözcüklerini işittim babamdan.

"Ama gitmeden kızımla konuşacağım çok kısa bir şey var. Sen arabayı çalıştırırken yetişir sana."

Çağlar'ın gitmesini bekledim fakat yerinden kıpırdamadı, aksine babamla aramızdaki o boşluğu fırsat bilip önüme doğru geçti ve görüşünün bir kısmını kapattı. "Üzgünüm sayın bakan, kızınız zaten günün çoğunda evde. Bırakın da biraz nişanlısıyla vakit geçirsin, geri döndüğünde bunun için yeterince vakti olacaktır."

İçeride soğuk rüzgarlar esmeye başladı. Babamın kaşları havaya kalkmış ve hayretle Çağlar'ın bu beklenmedik tepkisi karşısında ona bakıyordu. Mimiklerine dikkatli bakacak kadar kaldıramadım başımı.

Düşünceli bir tavırla "Demek öyle." dedi ağır ağır.

Çağlar cevabını beklemeden arkasını döndüğünde bu işten yara alacak olduğumu hissediyordum. "Gidelim Efsun." Bir de onun yanında Türkçe ismimi kullanması...

Bu babama bir savaş ilanı değil miydi?

Babamın karşısında olmak Çağlar için pek de iyi bir yol değildi. Aslında devamlı ittifak içinde olduklarını düşünürdüm her zaman fakat bu ani çıkışı onun bir şeylere öfkelendiğini gösteriyordu nezdimde.

Elini ileri doğru uzatarak önünden yürümemi işaret ettiğinde adımlarımı atıp babamı geride bıraktım.

Anne, bir şeyleri başarıyorum görüyor musun?

"Dik dur Efsun."

Çağlar'ın uyarısını dikkate aldım. Babamın kuralları omuzlarımda ağırlık yaparken omuzlarımın çöküşünü fark edemiyordum. Kilolarca ağırlığın altında ezilip giderken onun tek bir sözü bile güçlenmemi sağlamıştı.

Dış kapıdan çıkar çıkmaz bastıran soğuk karşısında titreyerek ilerledim arabaya. "Hira, sen de bin." diye kısa bir emir verdiğinde zihnimde birkaç tabu devrildi sanki.

Hira, babama karşı beni ispiyonlamamış, Çağlar'la garip bir şekilde birbirlerini yakından tanıyorlardı, her şeye fazla hızlı adapte olmuştu; Hira kimdi?

Çağlar paltosundan çıkardığı anahtarı Hira'ya fırlatırken hızlı bir refleksle tuttu. Üzerindeki ceketine çeki düzen verdi ve arabaya bindi. Çağlar, binmem için arka kapıyı açtığında yüzümde istemsizce şüpheci bir ifade vardı.

"Hira'yı neden çağırdın ki? Boşuna bekleyecek bizi."

"Beklemeyecek, bizimle o da masada olacak."

Aklından geçenleri deli gibi merak ederken arabaya bindim. Ön koltuğa geçmesini beklerken kapıyı kapatmayıp peşimde binmesiyle kaşlarım çatıldı ama ses çıkarmadan kısa yolculuk boyu dışarıyı izledim.

Daha önce gitmediğim bir İtalyan restoranında durduk. Kapımı açıp çıkarken paltomu giymediğim için tüm soğuk siyah elbisemin açıkta kalan noktalarına vurmuştu.

"Ne zorun vardı bu havada böyle bir elbise giymek için?"

Sesini bu kadar yakınımda duymayı beklemediğim için irkilip omzumun üzerinden arkama baktım. Hemen bitişiğimde ellerini cebine atmış ilerlememi bekliyordu. "Estetik görüntü her şeyden önce gelir."

Yüzüme onda daha önce görmediğim sabır dilenir ifadesiyle baktığında hafifçe gülümsedim. İlerleyip restorana girmeden önce Çağlar'ın önüme geçmesini bekledim. Bir mekana ilk gidişimse önden giremezdim hiçbir zaman.

Çağlar sanki inadıma arkamda durup beklediğinde istemsizce döndüm arkamı. "Girmeyecek misin?"

Tek kaşını kaldırdı. "Önce hanımlar."

"Bu hanımefendi önce beyefendinin girmesini istiyor."

Gülümsediğinde içimde daha önce yeşermemiş bir hissin filizlendiğini fark etmem duraksatmıştı beni. Dünkü dokunuşum sırasında elektrik mi çarpmıştı da şimdi kalp krizi geçiriyor gibi atıyordu kalbim?

"Beraber." diyerek yanıma geldiğinde hızla önüme döndüm geri. Yoksa yüzümün renginden kalp krizi eşiğinde olduğumu anlayabilirdi.

"Elimi beline atsam... İçeri öyle girsek."

Ensemden yukarı derin ürpertiler tırmandı. Yutkundum ve kabul edecekken "Tamam, zorlamıyorum." demesi yutkunuşumu kursağımda bırakmıştı. İçeriye eli belimde girmesek de elini sırt hizama getirip Claus'un bizi göreceği noktaya kadar o şekilde ilerledi.

Clause ayaklanıp "Hoş geldiniz." diyerek Çağlar'la el sıkıştı. Ben de elimdeki paltoyu gelen görevliye verip oturdum. Çağlar karşıma geçerken yanımdaki boş yer Hira'ya kalmıştı.

"Bu arada ben fazlaca aç olduğumdan siparişimi erken verdim. Siz söyleyebilirsiniz."

"Hira'yı bekleyelim, veririz." dediğimde Clause'un yüzündeki tanımlanamaz ifade şaşkına uğratmıştı. İkisinin garip bir geçmişi olduğuna artık emindim.

Hira memnuniyetsiz bir ifadeyle içeri girip yanıma oturduğunda kesinlikle gözlerini Clause'dan kaçırıyordu. İkisini seyre öyle dalmıştım ki Çağlar'ın ayağımı hafifçe dürtmesiyle irkilip gözlerimi üzerine diktim.

Garson Clause'a servis yapıyordu. Çağlar rahat tavırlarla arkasına yaslanmış tepkime keyifle gülümsüyordu. Garsona siparişini söylerken harika İtalyancası karşısında resmen ağzımın suyu akacaktı.

"Benim adıma da söyler misin?" dedim. Ne de olsa bir İtalyandı ve ondan daha iyi bilemezdim en güzel menüyü.

Benim adıma da birkaç sipariş verdiğinde Claus "Tüm planı bu yürüyen feminizm de mi duyacak?" derken içeceğinden bir yudum daha aldı keyifle.

Hira bağladığı kollarını açarak öne doğru eğildi. "Bana bir kez daha adım dışında bir hitap kullanırsan gözlerini oyarım yürüyen hafifmeşrep." Sakince geri yaslandığında Clause istediğini almıştı. En başından beri onu kızdırıp konuşturmaya çalışıyordu ve Hira bunun farkında olmayarak öfkesine yenik düşüyordu.

Bir süre sonra "Hafifmeşrep de ne demek?" diye fısıldadığını duydum Çağlar'ın kulağına. Bunun karşısındaki kıkırdarken bizim de siparişlerimiz masaya diziliyordu. "Yeni nesil bir küfür mü?"

"Senin vücut bulmuş halin." diye yanıt verdi Çağlar.

"Artık sadede mi gelsek geç olmadan." dedim.

Clause ciddiyete bürünüp oturduğu yerde dikleşti. Mavi gözleri parıltıyla Hira'nın üzerinde gezinip beni bulduğunda bakışlarımı kaçırdım hep yaptığım gibi. "Konuya iyi kötü hakim olduğunuzu sanıyorum." Ellerini masanın üzerinde birleştirdi. "İnsülin aleti gibi bazı sağlık malzemelerine artık erişimimiz çok düşük düzeyde. Şirketimle bu konuyla ilgilenmeye başladık. Açmayı düşündüğümüz iki merkezimiz var ve ikisinin de mülk sahibi Ofelya Zaharyas. Bu yüzden ona ortaklık teklif ettim. Tabii Bakan'ın bunlardan haberdar olmaması adına paravan biri daha olmalı işin içinde."

Çağlar araya girdi. "Umarım bunun altında başka türlü planlar yatmıyordur Carter."

"Hassas olduğum tek konu sağlık Kuzgun. Kız kardeşim için yapıyorum bunu."

Çağlar'ın yeşil gözleri şüpheyle kısıldı ve Clause'un üzerinde durdu bir süre. Lanet olası yan profilinin mükemmelliği karşısında bir kez daha gafil avlanıp telaşla önüme döndüm. Bu günlerde kuralların neyi var böyle de beni sürekli yıkmaya sevk ediyorlardı!

"Benim burada bulunma amacım tam olarak ne peki?"

Clause keyifle Hira'ya döndü. "Sen sadece figüransın güzelim." Hira tam yumruğunu sıkıp hareketleniyordu ki Çağlar'ın "Aksine," demesi üzerine yerinde kaldı. "Hira senin dublörlüğünü yapacak. Eğer paravan isim olmamı ve masada konuşulanların gizli kalmasını istiyorsan ben Ofelya'nın paravan ismi olurken Hira'da seninki olacak."

Clause biraz bozulmuş bir ifade takınırken hemen ardından tekrar keyiflendi. "Seninki dersen yanlış anlarım Üsteğmen."

"Yok ben daha fazla dayanamıyorum ya kalkıp gideceğim ya katil olacağım."

Hira'nın kolundan tutmak isteyip yeltendiğim an sanki bir ateş parçası yaklaşmış gibi geri çekildim. Kaşlarımı çatıp Clause'a döndüm. "Biraz saygılı olur musun!" diye sitem ederken onun pek de umurunda değildi zira zevkten dört köşe olmuş gibi bir hali vardı.

Çağlar'ın "Hira." diye uyarmasıyla adeta emir alan bir asker gibi yerine sindi Hira. İşte durum gerçekten garipleşiyordu artık. Hira'yı korumam olarak Çağlar'ın aldığına ve tamamen onun adına çalıştığına emindim. Peki ama bunu neden yapmıştı?

Clause sinsi bakışlar eşliğinde sağında oturan Çağlar'a bakış attı. "Beni nasıl savunmasız bırakacağını iyi biliyor. Ama sorun değil, büyük bir proje için küçük bir bedel deyip geçerim."

Bir süre sessizlik hakimken üzerimde dışarıdan gelen bir bakış hissediyordum. Çağlar'ın bana baktığında hissettiğim gibi değil aksine tüylerimi diken diken eden bir histi bu. Etrafıma bakınmak üzereyken Çağlar'ın dudaklarından çıkan küçük bir küfürle dikkatimi ona verdim. Kaşları çatık ve çenesi kasılmıştı.

"O zaman en kısa sürede küçük bir sözleşme imzalamamız gerekecek."

"Sözleşme için tekrar toplanmaya gerek yok, Bakan'dan gizli iş yapmak istemiyorsan tabi."

Çağlar daha da gerilmiş bir ses tonuyla konuşuyordu ama onu bu denli gerip öfkelendiren şeyi anlayamamıştım, daha doğrusu masadaki kimse anlamamış ve garipsemiş gibi bakıyordu.

"Sözleşmeleri bize gönderirsin." der demez öfkeyle masaya yumruğunu vurdu. "Sikerim böyle işi!" Ayağa öyle öfkeyle ve hızlı kalkmıştı ki sandalyesi restoranın mermer zeminine düşüp sessizliği yerle bir etmişti.

Hemen yan masamızdaki adamın yakasına yapıştığını görüp korkuyla ben de kalktım ayağa. "Şerefsizin evladı nereye bakıyorsun iki saattir lan!" Adam korkuyla gerilerken Çağlar tek eliyle yakasını tutup tek eliyle yumruğunu geçirmişti bile.

Clause ondan beklemediğim bir ciddiyetle koşar adım ikisini ayırmak için yanlarına gitmişti. Hira'ysa tam önüme geçip beni onlardan uzak tutmaya çalışıyordu fakat Çağlar'ın öfkesi konusunda endişelendiğimden yerimde duramayarak ben de birkaç adım ilerleyip yanlarında bittim. Zaten tam yan masa olduğundan yakındaydım.

"Ne diyorsunuz beyefendi, neye bakmışım, kime bakmışım? Sizi dava edeceğim!"

Çağlar adamın yakasını bırakmadan öfkeyle soluyordu. "O yalan söyleyen ağzını sikerim senin!"

Adam kanayan burnunu tutarken Clause, Çağlar'ı çekiştirip "Bir sakin olalım önce." deyip duruyordu.

Çağlar adamı sertçe hırpalayıp bir yumruk daha geçirirken çalışanlar da etrafa doluşmaya başlamıştı. Etraf kalabalıklaştıkça sanki nefes almak daha da güçleşiyordu, ellerimi kimseye değmemesi adına birbirne geçirip göğsüm ve boynum arasında sabitledim.

"Görmedim!" diyerek can havliyle kurtulmaya çalıştı adam Çağlar'ın ellerinden. "Yüzüğü olduğunu görmedim! Görsem bakmazdım!"

Söz konusu kişinin ben olduğumu ancak yeni idrak edebilmiştim.

"Yüzüğü olmayan her kadının bacaklarına salyası akmış köpek gibi mi bakıyorsun it!"

Midem bulanmaya başlamıştı. Ömrümde ilk defa böyle bir şey yaşıyordum ve ne düşünmem, nasıl hareket etmem gerektiği konusunda hiçbir fikrim yoktu. Adamın yüzüne bakamıyordum; kurallardan değildi bu gerçekten iğrenmektendi.

"Çıkar kimliğini, çıkar!" diyerek adama bağırdığında çalışanların da yardımıyla ikisi ayrılmıştı. Çağlar nefes nefese ve öfkeyle hemen yandaki sandalyeye geçirdiği tekmesi beni daha da korkutuyordu. O hoş gülüşünün altındaki öfke düşündüğümden daha büyüktü.

Dağılan saçlarını arkaya atarken gözleri beni bulduğunda yüzümdeki korku ifadesi mi yoksa başka bir duygu mu gördü bilmiyorum ama yıkılmış bir vaziyete bürünmüştü. Öfke emareleri öyle aniden yok olup yerini korku almıştı ki şaşkınlıkla yüzünü izlemekten alıkoyamıyordum kendimi.

Göğsü öfkeden inip kalkarken sakinleşmeye çalışır gibi parmaklarıyla şakaklarını ovuşturmaya başladı.

"Çağlar Bey, yaşanan saçmalıktan ötürü gerçekten özür dileriz. Beyefendi ile biz ilgileneceğiz."

Çağlar duyduklarıyla daha da öfkelenerek "Yok öyle bir şey. Bu herif öyle elini kolunu sallayarak çıkamaz buradan. Sabıkası da vardır muhtemelen." dedi.

Çalışanlardan birkaçı adamın cebinden çıkardığı kimliği Çağlar'a uzattığında fotoğrafını çekip birilerine göndermişti. Haberin gelmesini beklerken herkes olduğu yerde duruyor, adam debelenip kaçmaya çalışıyordu.

"Polis yolda, kendisi birkaç ayrı suçtan aranıyormuş zaten." Çalışanlar durumun ciddiyetine henüz varmış gibi adamın kollarını daha sıkı kavradığında Çağlar öfkesini dizginlemeye çalışıyordu hala. Dakikalar sonra siren sesleriyle birlikte gelen polis memurları Çağlar'ı tanıyarak yanında gelmiş ve onunla kısa bir konuşma yapmışlardı. Daha sonra imza vermek adına Çağlar'ı karakola davet ettiklerinde onlara teşekkür etmişti.

Çağlar kalabalığın içinden ayrılıp Hira'nın yanında duran benim yanıma geldiğinde en az onun kadar ben de öfkeliydim. Öfkemin kime veya neye olduğunu kestiremiyordum.

"Efsun." diyerek birkaç adım karşımda dikildi. Gözleri dikkatle beni süzdü, yüz ifademden duygularımı öğrenmeye çalışıyordu.

"Bir an önce eve gitmek istiyorum." dedim ellerimle yüzümü kapatarak. Kalabalıktan nefes alışlarım sıklaşmış ve ellerim terlemeye başlamıştı.

"Tamam, çıkalım o zaman."

Paltomu sandalyenin üzerinden almak için yeltenirken "Başımız büyük dertte." diyen Hira hepimizi odağına almıştı. Baktığı noktaya başımı çevirdiğimde fransız camdan dışarıdaki devasa kalabalık, patlayan flaşlar ve her bir yandan uzanan mikrofonlar başımı döndürmüştü.

Giriş kısmından koşar adım gelen bir çalışanın "Çağlar Bey, basın Barış Bakanı'nın kızının ve sizin burada olduğunuzu öğrenmiş. Onları kapıdan uzaklaştırmaya çalıştık fakat ısrarla sizin çıkmanızı bekliyorlar." demesi üzerine vücudumdaki tüm kan yüzümde toplanmıştı.

Zaten sinirli olan Çağlar kalabalığı gördüğü gibi küfürler savurdu. Etrafımızdaki kalabalık oldukça azalmış ve çalışanların çoğu kapıdaki kalabalığın içeri girmesini engellemeye çalışıyordu.

Çağlar telefonundan birini arayıp bakanlık personellerinden bazısını buraya çağırmıştı. Clause sakinliğini koruyarak olayları dışarıdan izlerken Hira "Benim bir fikrim var ama sonucu nasıl olur bilemiyorum." dedi. Yüzüne ciddi bir düşünce ifadesi takındı. "Neden onlara küçük bir şaşırtmaca yapmıyoruz?"

Herkes cümlesinin devamını beklerken Hira'nın yanına ilerledi. "Kimse Ofelya'nın yüzünü bilmiyor madem. O ve ben sanki sizmişsiniz gibi buradan çıkalım. Siz de fırsattan istifade bulduğunuz herhangi bir yerden çıkın."

Garip ama düşünülebilir bir plandı. Clause bunu çoktan sindirip kollarımdaki paltoyu alıp Hira'nın karşısına dikildi. "Hareketlen biraz Bodyguard."

Hira kaşlarını çatıp çıkardığı ceketi Clause'un başına fırlattı, Clause güçlükle yakaladı ve bana uzattı. Çağlar sessizliğiyle durumu kabullenmiş gibiydi ama gözleri üzerimden bir saniye olsun ayrılmadı. Ceketi üzerime geçirdiğimde elbisenin üzerinde oldukça garip durduğu için hoşnutsuzca yüzümü astım.

"Saçların ceketin içinde kalsın." dedi nazikçe. Başımı salladım.

Paltom Hira'ya cuk diye oturmuştu ama bende durduğundan daha kısa olmuştu. Çantamın içinden telefonumu çıkarıp ona uzattım. O çanta taşımadığı için bana verebileceği bir şeyi yoktu bu yüzden beklemedim de.

Çağlar çalışanlardan birini çevirip "Gizlice çıkabileceğimiz bir çıkış daha var mı?" diye sordu.

"Arkada deponun çıkışı var ama orayı da gazeteciler sarmış. İsterseniz yandaki restoranla ortak kullandığımız yangın merdiveni var. Oradan yan tarafa geçerek çıkmanıza yardımcı olabilirim."

Çağlar başıyla onayladığında Hira'dan arabanın anahtarını aldı. Çalışanlardan birine anahtarı uzatıp arabayı çıkacağımız caddeye getirmesini söyledi.

Son defa arkamı döndüğümde somurtmakta olan Hira'ya üzgün bakışlar attım. Clause ile başı büyük bir belaya girecek gibiydi zira çoktan yüzünde muzip bir ifadeyle onu delitmekle meşguldü.

Çağlar öndeki çalışanın peşine ilerlerken ben de hemen ardındaydım. Endişe tüm bedenimi sarmıştı. Şayet bu gece boy boy fotoğraflarımın tüm haber kanallarında çıkması işime gelir mi diye düşünekten endişe ediyordum. Son kozları şimdi patlarsa ne yapabilirlerdi ki?

Fakat artık çok geçti çünkü depo çıkışına yaklaşmıştık. Yangın merdivenine ulaştığımızda çalışan yolu gösterip yanımızdan ayıldı. Çağlar önden ilerleyip yan restoranın kapısını açıp içeri girerken insanların garip bakışlarının odağına girmiştik.

Varlığımdan emin olmak için arkasına dönüp "Yaklaş." dedi. Biraz daha yakınına girip parmaklarımı ceketinin koluna sabitledim. Önüne dönüp ilerleken çalışanların garip bakışlarına karşı "Bak işine kardeşim, çıkıp gideceğiz şimdi." diyerek hızlandı.

Depo kısmından çıktığımızda kısa bir koridorun ardından restoranın içine girerek kapıya doğru hızla ilerliyorduk. Bu sırada çalıp duran telefonum yüzünden sendeleyip hızlıca kendimi toparladım.

Dışarı attığımıza ilk adımda yan taraftan yayılan curcuna sesleri aniden yükselmeye başlamıştı. Caddede hemen önümüzde duran arabaya adeta koşar gibi ilerliyorduk. Çağlar'ın kolundan elimi çekip yan koltuğa otururken "Eyvallah." diyerek arabayı getiren çalışana minnetini de iletmişti.

Nefes nefese koltuğa başımı yaslayıp soluklanmaya çalıştım. İnsanların hakkımda yapacağı haberler gerçekten korkutmaya başlamıştı. Kim bilir neler yazacaklardı?

Çağlar arabaya biner binmez telefonu sesli bir şekilde çalmaya başladı. Öfkeyle direksiyonu sıkarken arabayı çalıştırıp gaza bastı. "Dikkatim çok dağınık telefonumu cebimden çıkarır mısın?"

Çenesinin geriliminden de kavrayabildiğim öfkesinin büyümemesi adına korkarak parmaklarımı ceketinin cebine attım. Fakat benim tarafımdaki değil diğer taraftan geliyordu ses. Biraz daha yakınına girdiğimde gözlerinin üzerimde olduğunu hissedebiliyordum. Nefesimi istemsizce tutup telefonu cebinden çıkardığım gibi uzaklaştım ama kokusunu burnumdan uzak tutacak nefesi alamadan da edemedim.

Arayan babamdı.

"Babam arıyor."

"Hoparlöre al."

Hoparlöre alıp telefonu ona doğru yaklaştırdım.

"Çağlar."

"Sayın Bakan."

"Ofelya yanında mı?"

"Evet... Eve doğru geliyo-"

"Hayır, hayır. Eve gelemezsiniz. Her yer gazeteci kaynıyor, herhangi bir yerden görülmemeli. Nereden çıktılar kahrolasıca illetler bilmiyorum. Bir şey duyup gelmiş olmalılar."

"Az önce oturduğumuz restoranın kapısı da gazeteci kaynıyordu, biz de zor kaçtık."

"Birşeyler dönüyor. Büyük şeyler döüyor ama çözeceğim... Ofelya'yı atacağım otele bırakır mısın? Geceyi orada geçirsin."

Çağlar kırmızı ışıkta ani bir frenle durduğunda neredeyse öne sendeleyecektim. Kaşlarımı çatıp yüzümü ona çevirdim. Dışarıya öyle odaklı bakarak düşünüyordu ki aklından geçenleri deli gibi merak etmeye başlamıştım.

"Otellerin pek de güvenli olduğunu düşünmüyorum, Sayın Bakan. Efsun'u kendi evime götürüyorum."

"Buna katiyen izin ver-"

"Sesiniz kesiliyor."

Elimdeki telefonda babamın cevap vermesini beklemeden kapama tuşuna bastığında ağzım açık izledim onu. "Bunu neden yaptın?" dedim dehşetle. Tek kaşını kaldırıp "Sana bir günlük özgürlük veriyorum, teşekküre gerek yok." dedi.

"Ama... Yani... Gereği yok, boşuna-"

"Ofelya." diye uyararak böldü sözümü.

Çağlar'ın evinde ne işim vardı ki benim!

Kırmızı ışığın sönmesiyle gazlayıp bilmediğim yollara girmeye başlamıştı bile. Telefonumu açıp deli gibi yağan mesaj seslerini durdurmak adına tuşladım. Hepsi babamdandı...

Bakan: O lanet insülin pompanı takmadın mı?

Aklını mı kaçırdın, telefonlarım neden açılmıyor?

Ofelya!

Dudaklarımı dişleyip korkuyla cevap verdim.

Ofelya: Çağlar'ın getirdiği yeni aleti taktım. Telefonla da eşledim sana mesaj gelmiş olmalıydı.

Kısa süre içinde cevapladı.

Bakan: Bunun için izin verdiğimi hatırlamıyorum! Benim verdiklerim dışında bir daha kullanmayacaksın.

Nedenini bile soramadan sadece olumlu bir yanıt verdim. Bunu bana neden yapıyordu ki? Küçücük bir alet bile neden dert olurdu bir insana?

Yüzüm düşmüş ve yine kara bulutlar etrafımı sarmıştı. Çağlar'ı izlemek üzere başımı çevirmek üzereydim ki çoktan arabayı park edip el frenini çektiğini henüz farkedebilmiştim.

Garip bir hava dolanıyordu aramızda. Sanki benim kadar o da gerilmişti ama onun gerilmesini gerektirecek bir şey de yoktu ortada.

Bahçede yanımızdan geçmekte olan site güvenliğine başıyla selam verip ilerlerken on yedi numaralı kapıya vardığımızda anahtarını çıkarıp açmıştı bile. Pratik tavırlarla kapıyı sonuna kadar açıp eliyle beni içeri buyur etti.

Girer girmez soft ve düzenli bir hava almıştım evden. Salonu az eşyalı ve olabildiğince ferah durması için çabalanmış gibiydi. İçerisi sıcacıktı ve evde hissetmediğim kadar rahatlamış hissediyordum.

Üzerimdeki ceketi çıkardım. Çağlar elimden alıp kendininkiyle beraber asarken sessizlik hakimdi aramızda. Bu bir erkekle aramdaki ilk gerilimdi.

"İstediğin gibi takıl. Koridorun sonundaki banyoda duş alabilir ya da salonda, orada burada takılabilirsin."

Dudaklarımı dişleyip saate baktığımda dokuza yaklaştığını gördüm. Aslında duş almak istiyordum fakat o zaman insülin aletini geri takamazdım bu yüzden sadece "Şey..." dedim çekinerek. "Bana verebileceğin rahat kıyafetin varsa... Yani belki kız arkadaşının falan."

Kaşları çatıldı. "Kız arkadaşımın?" Dediğim şeyi idrak etmek ister gibi tekrarladı. "Efsun sence kız arkadaşım olsaydı seninle nişanlanır mıydım?"

"Bilmem. Erkeklerin ne yapacağı belli olmuyor."

Kollarını göğsünde birbirine bağladı. "Hep yanlış adamlara denk gelmiş olabilirsin ama benim dünyamda böyle şeylerin yeri yok. Bir kadın seninse başka bir kadınla herhangi bir ilişkin olamaz. Aynı şey kadınlar için de geçerli."

Bunu söylerken aklımdan hiç böyle bir cevap vereceğini düşünmemiştim. Çünkü zihnimdeki Çağlar'a göre bu ev her gece sevgilisiyle takıldığı, hatta belki de birkaç kızla takıldığı bir yerdi. Çünkü bu güne kadar hep öyle lanse etmişti kendini.

"Boş versene." dedi. Cidden buna sinirlenmişti. "Takip et beni." diyerek koridora daldığında peşinden ürkek adımlarla ilerledim. Cidden bu adamın geniş omuzları tam olarak ne kadar uzunluktaydı merak etmeye başlıyordum. Öyle çok arkasından ilerler olmuştum ki bana yön göstermesi hoşuma gitmeye başlamıştı.

Odanın kapısı açılır açılmaz onun olduğuna yemin edebileceğim koku salınmıştı. Hep sıktığı parfümü değildi bu. Hani her evin bir kokusu olurdu ya; işte Çağlar'ın odasının kokusu vardı.

Koyu renk dolabın önüne geçip çoğu siyah olan kıyafetlerin arasından birkaç parça çıkarıp kollarıma koydu. "Burada giyinebilirsin." diyerek çıktığında istemsizce derin bir soluk verip bir süre etrafa göz attım. Duvarında grinin tonlarında dünya haritası, birkaç küçük çerçeve vardı.

Hiçbir yerde küçüklük fotoğrafı veya ailesine dair bir izin olmayışı buruk hissettirmişti. Komodininin üzerinde küçük bir tütsü ve mum da şaşkına uğratmıştı. Bir de fincanın dibinde papatya taneleri vardı tabi. Sakinleştirici etkisi olduğunu biliyordum ama öyle çok doldurmuştu ki bir fincan için dört beş tane yeterken onunki yarıdan fazla doluydu.

Üzerime verdiği kısa kollu tişörtü geçirip pijamayı da giydim. Hiç açılmamış çorap bile verdiğini henüz kavrayabilmiştim.

Kendimden asla beklemediğim bir hamleyle burnumu tişörte sürtüp derin bir nefes çektim. Yalnızca yumuşatıcı kokuyor olması neden beni hayal kırıklığına uğratmıştı?

İstemsizce etrafı karıştırmak istiyordum ama bunun ne kadar yanlış olduğunu ve etik olmadığını da içimden geçirmeden edemiyordum. Sonunda merakıma yenik düşüp komodinini kurcaladığımda sıkıcı bir erkek odasında olduğumu idrak etmiştim.

Bir dolu yüzük dışında bir şey yoktu. Çekmeceyi kapatıp kokusu oldukça ağır olan tütsüyle burnumu kırıştırdım. Neyin kokusuydu bu böyle?

Odada fazla oyalandığımı fark edip çalan zille beraber sıçradım. Hızla elbisemi katlayıp sandalyeye bıraktım. Koridora çıktığımda kesilen elektriklerle beraber olduğum yere mıhlandım.

Çağlar'ın "Teşekkür ederim." dediğini ve hemen ardından kapanan kapıyı duyabilmiştim. Zifiri karanlıkta ürperdim, kollarım diken diken oldu. Karanlıktan korkuyor değildim ama tedirgin olmadan da edemiyordum.

"Efsun."

Sesi çok yakınımdaydı, kokusundan da hissedebiliyordum bunu. Çakmak sesiyle beraber aydınlanan koridor sayesinde tam karşımda durduğunu görebiliyordum. Elinde mum tutuyordu.

"Trafo patlamış. Birkaç saatliğine karanlıktayız."

Yutkundum. Mumu yaktı ve çakmağı söndürdü. Kızıl ışıkta gözleri koyulaşmıştı ve öyle güzeldi ki uğruna birkaç dize okunurdu. Yüzümdeki tedirginliği görmüş olacak ki "Ne o prenses, ilk kez mi elektrikleriniz kesiliyor yoksa?" diyerek yumuşatmaya çalıştı.

Gülüşü. Gülmemeliydi çünkü kalbim her seferinde patlayacak gibi oluyordu ve ben bu hissin adını sesli dile getirmek istemiyordum.

"En son lisede şahit olmuştum."

"Çok da eski sayılmaz."

"Yaklaşık sekiz yıl. Bilmiyorsan yirmi dört yaşımdayım." Aslında yirmi beş olmuştum bile, doğum günüm geçmişti.

Gülüşü soldu. "Yaşını söyleme kendimi yaşlı hissediyorum." Hemen ardından arkasını dönecek gibi olduğunda kıkırtımı işitip olduğu yerde kaldı. "Bir an hiç gülmeyeceksin sandım." dediğinde donakaldım.

Keyfimce gülüyordum. Şaka değil gerçekten söylediği şeylere gülüyor ve rahat tepkiler veriyordum. Benim zorum neydi böyle! Kuralları altüst ediyordum.

"Hadi, salona geç. Birazdan ev soğumaya başlar, kapıyı kapatalım."

Mumu yana doğru tutup önümü aydınlatıyordu. İkili koltuğa geçip misafir edasıyla oturduğumda mumu orta sehpaya bıraktı. Geri kapıya yöneldiğinde gideceğinden korkup "Nereye?" dedim endişeyle. Yüzü karanlıktan gölgeli görünüyordu.

"Hemen geliyorum sakin ol."

"Karanlıkta nasıl göreceksin?"

"Askerim ben Efsun. Arada bir hatırla. Ayrıca..." Elindeki çakmağı çaktığında aptallığıma lanet ettim. Onun yanında asla yapmayacağım tüm hataları da yapıyor oluşum beni hayrete düşürüyordu.

Bir süre sonra üzerini değiştirmiş ve elinde kalın bir battaniyeyle dönmüştü. Onu böyle rahat kıyafetlerle ilk görüşümdü ve muazzam vücut ölçüleri olduğu gerçeği canımı sıkmıştı. "Prensesi yarın evine hasta uğurlarsam Bakan beni öldürebilir."

Emin ol umurunda olmaz, demek istedim fakat boğazımda düğümlendi tüm sözler. Buruk bir gülümsemeyle üzerime doğru bıraktığı battaniyeyi iyice açıp koltuğun diğer ucuna, ona doğru uzattım.

Anlık halimize kısa bir kahkaha attığımda kaşları havada döndü bana doğru. "Kusura bakma ama çok abes göründüğümüzü düşünüyorum." Dudaklarımı birbirine bastırıp gülüşümü engelledim.

Rahat olmak adına ayaklarımı yerden kaldırıp ona doğru dönerek karnıma çektim ve ellerimi dizimin etrafından geçirdim. Çağlar da ikili koltuğun çok da uzak olmayan diğer ucundan bana doğru dönerek kolunu koltuk başlığına attı. Mumun aydınlattığı yüzünün solu muazzam kıvrımlarla dans ediyordu.

"Neden gülüşünü her seferinde bastırıp duruyorsun Ofelya?"

Bu defa Efsun değildim. İçimi burkmuştu.

"Farkında olmadan oluyor. Refleks gibi." Çünkü bir zamanlar gülümsemek bile yasaktı Efsun için.

"Böyle reflekslerinden vazgeçmelisin." Parmakları yavaş hareketlerle saçlarıma doğru uzandığında ürkektim ama en azından eskisi gibi dehşete düşmüyordum. "Gülümsemek bir sanat eseri olsaydı yaratıcısı sen olurdun." Omzumdan salınmış bir tutam saçımın ucunu kavrayıp parmakları arasında okşadığında göz kapaklarım ağırlaşmıştı. Bir yerlerden melodi yayılıyordu sanki.

Kadınlar iltifat aldığında buna nasıl karşılık veriyordu? Şimdi ona ne demeliydim ki? Mahcup hissediyordum ve sözleri karşısında hafifçe gülümsemiştim. Gülüşüme karşılık vermedi hatta tersine öyle dikkatli baktı ki bir kusur aradım kendimde.

"İtalya nasıl bir yer? Ne yapıyordun orada?"

Garip havayı dağıtmak için sorduğum soru karşısında parmaklarını çekmedi. Bir tutam saçımın ucunda dans edip durdu parmakları. Yeşil hareleri gözlerimin içinden ayrılmadı. "Yaz akşamları gibi bir yer." dedi.

"Neler yapıyordun mesela?"

"Görev dışındaki hayatım öyle güzeldi ki kelimeler yetmez anlatmaya. Her gün gezdim, yarıştım. Hayatımın en keyifli görev yıllarıydı." Saçlarına dokunmak istedim, onun benimkine dokunduğu gibi.

"Görevin... Küçücük anlatabilir misin?"

Meraklı tavırlarım ilgisini çekmiş gibi dikleşti. "Hmm." diye bir ses çıkarırken boştaki eliyle çenesini sıvazlıyordu. "Bir Türk ajanının peşindeydim diyelim. İtalya'da ralli yarışlarıyla ilgilenen biriydi."

"Başarılı oldun mu peki?"

Keyifle gülümsedi. "Sence?"

Vicdan azabından gözlerimi kaçırıp dışarıda yağan yağmura baktım. Karanlığa rağmen ay ışığının aydınlattığı kadar görünüyordu yalnızca. Fakat sesi tüm odayı dolduracak kadar güçlüydü.

"Annen mi İtalyan'dı baban mı?"

Yüzünde keyifli bir gülüş oluştu. Ailesi hakkında konuşmak hoşuna gidecekmiş gibi dudaklarını dişledi. "Annem İtalya'da ünlü bir mafya ailesinin kızı." Şaşkınlıkla ağzımı açtım. "Mafya mı!" Şaşkınlığımdan keyif alıyor gibi gülüşü genişledi ve ben oracıkta eridim.

Gözlerindeki ince yeşil, kehribar harelere dikkatle baktım. "İtalyan Mafyalarını hep kitaplarda okumuştum. Büyük patron falan oluyordu, ona boyun eğmek zorunda kalıyorlardı. Doğru mu yani bunlar?"

Kahkahalarla başını arkaya attı. "Kitaplardakinden daha sert. Ayrıca senin tabirinle büyük patron genelde genç ve yakışıklı olmuyor." Koltuğun başında parmaklarıyla ritim tutmaya başladı.

"Sıra sende prenses." Parmaklarının saçlarımdan ayrıldığını hissettiğim an yüzüm düştü. "Neden insanları zehirlediğini sanıyorsun?"

Hızlıca çıkıştım. "Sanmıyorum tamam mı! Öyle." Kollarımı bacaklarımdan çekip göğsümde birbirine bağladım.

"Efsun." dedi muhtemelen ona bakmam için. "Bazı gerçek sandığın hatta gerçekliğinden emin olduğun şeyler hiç göründüğü gibi olmayabilir. Sana bunu kanıtlamak istiyorum. Hatta istemekle kalmayıp direkt göstereceğim."

Gözlerimi hızla ona çevirdiğimde "İstemediğim hiçbir şey yaptıramazsın." dedim.

Hızlıca "İstemeni sağlarım." dedi neredeyse fısıldar gibi. İsterse birçok şeyi yapabileceğimi anladığım o an bunu ona hissettirmemeye çalıştım.

"Ofelya-"

"Bana neden bir Efsun bir Ofelya diyorsun?"

"Ne diyeyim, güzelim, gülüm falan mı? Aklıma gelen isminle sesleniyorum."

Gülüm.

Gözlerimin bile titrediğine emin oldum. Yıllar sonra bu kelime duyuyor oluşum muydu bu denli kalbimi attıran. Gözlerimin dolduğunu fark etmiş olmalı ki şaşkınlık emareleri belirdi gözlerinde.

Yutkundum.

"Biliyor musun annem hep gülüm derdi bize."

Birine ilk kez bu denli açıyordum her şeyimi. Çırılçıplak hissettirdi; sanki tüm kıyafetlerim çalınmıştı üzerimden. Ama bir o kadar da rahattı.

Genişçe gülümsedim ve hevesle anlatmaya başladım. "Hayatımın en güzel yıllarıydı annemle geçirdiğim zamanlar. Çalışırdı ama kalan tüm zamanlarını bizimle geçirirdi. Abilerim annem yokken benimle ilgilenirdi daha doğrusu hepimiz birbirimizle ilgilenirdik. Babam bazen uğrar halimize bakar, ilgileniyormuş gibi yapar giderdi. Pek ihtiyaç duymazdık da ona. Hep, hep, hep annemle olmak isterik. Kocaman bahçemiz vardı içinde gül yetiştirirdik, bize kitaplar okurdu. Üçümüze bir dünya yaratmıştı o bahçede, evde. Hiç çıkmak istemedik oradan. Annemi tanısan gördüğün en büyülü insandı, bizim yaşımıza iner bizimle öyle güzel ilgilenirdi ki hepimizin arkadaşıydı."

Farkında bile olmadan sesim yükselmeye başlamıştı ve heyecanla anlatıyordum. Sonra bakışlarındaki parıltı ve merak beni utandırmış ve derin bir soluk verip konuşmama devam etmeme kararı verdim.

"Öyle işte."

Gülüşü bir kahkahaya dönüşüp "N'olur susma." dediğinde daha da utanıp kızarmaya başlamıştım. Sesi gerçekten içten bir yakarış gibiydi. "İlk kez bu kadar uzun cümleler kurup böyle hevesle anlatıyorsun bir şeyi."

Hafifçe bana doğru kaydığını fark etmiştim ama bunu umursamadan "Söz konusu annem olduğunda saatlerce konuşabilirim." dedim. Az önceki heyecanımı yatıştırmaya çalışıyordum çünkü daha önce kimseye annemi anlatma fırsatım olmamıştı.

Ahu'nun ailevi sorunları vardı ve ona oturup annemin ne kadar harika bir kadın olduğunu anlatmak canını yakacağını düşünüp hiç bahsetmemiştim. Ama şimdi Çağlar'ın beni gerçekten dinlediğini ve umursadığını hissettiğimden ona her şeyimi dökebilirdim ki bu asla yapmamam gereken bir şeydi.

Dirseğini koltuk başlığına dayayıp başını avucuna dayadı. "Annen diyordun en son."

Ben de onun gibi dirseğimi koltuk başlığına dayayıp başımı avucuma yasladım. "Anlatacak çok bir şey yok ki. Mutluydum ve huzurluydum işte o kadar... Biraz da konuşkan ve biraz da hareketli. Belki -belki diyorum- çok azıcık da yaramaz. Sürekli yeni şeyler denemek isterdim. Mesela bir süre balerin olmak istediğim için annemin başının etini yemiştim. O zamanlar vakti olmadığı için beni ertelediğinde evdeki tüllerden birini kesip belime bağlamıştım. Aklımca balerin olmuştum ve annem işten döndüğünde biraz kızmıştı... Kızmıştı dediğim sitem etmişti çünkü annem çocuklarına sesini bile yükseltmezdi. Hatta sonradan hem benimle dans etmişti hem de harçlığımı biriktirip yeni bir tül alma cezası vermişti. Zafer ve Devran Abim de bana yardım ettiği için üç gün boyunca çiçek sulama cezası almışlardı."

"Yaramaz Efsun'u görmek isterdim."

ikimizin de uykusu gelmiş gibi baygın bakıyordu gözleri. Saat daha on bile olmamışken mayışmıştık.

"Annemle beraber gitti o Efsun." Dudaklarım bir yay gibi aşağı gerildi. "Yedi Ekim'den sonra yaşadığımı hissettiğim çok az an oldu. Babannem ve dedemin yanında da başlarda güzeldi. Sessiz ve sakindik en azından."

Bakışlarım camda takılı kaldı, dondu. "Sonra kıyamet koptu ve." Kelimeleri getiremeden yutkunmak zorunda kaldım. "Ondan sonrası hep kopuk kopuk. Devran abim, dedem ve babannem aynı gün öldüler." Yüzüme iğrenir gibi gir gülüş yayıldı. "Ölmediler. Zehirlendiler hem de sırf onlara dokunduğum için... Zafer abim büyüktü ve babam onu yatılı okula gönderip beni yanına aldığında anladım artık mutluluğun kara bir trene binip uzaklaştığını."

Sanki transtan çıkmış gibi irkilip Çağlar'a döndüğümde çenesi gerilmiş ve kaşları çatılmıştı. "Kimse bir dokunuştan ölmez."

"Sıradan bir dokunuş değil. Benim dokunuşum zehirli. Daha günler önce Güzide kollarımda can verecekti! Sırf... Sırf ona dokunduğum için."

Bu ellerin zehirli! Parmakların hatta her yerin zehirli. Sen dokunduğun için öldüler hepsi!

Çağlar başını avucundan kaldırıp koltukta bana yaklaştı ve tam kaşımda dikleşti. "Sen. Kimseyi. Öldürmedin." Aramızdaki battaniye olmasaydı teni tenime değecekti. Bacaklarım bir bariyer gibi durduğundan onları aşağı doğru itip bana biraz daha yaklaştı ve nefesim kesildi.

Kendimi geri çekip dudaklarımı sertçe birbirine bastırdım. Başımı olumsuz anlamda salladım. "Sen orada değildin, görmedin bile. Güzide de gözlerimin önünde kan kustu Çağlar. Ve bu ilk değildi." Gözlerim doldu, aynı anda onunkiler öfkeyle titriyordu. "Kollarımda üç kişi can verdi ve hepsinde de ben dokunuyordum onlara. Babam üzerini kapatmasaydı belki de... Belki de beni-"

"Ştt!" diyerek beni susturdu. Parmakları havalanıp yüzüme doğru yaklaştığında başımı biraz geriye doğru attım. Dokunmadı, birkaç milim uzaklıktan yanağımın hemen yakınında asılı kaldı avucu.

"Gözlerini açtığımda bana teşekkürünü en zarifinden bir öpücükle vermeyi unutma."

Birini öpmek.

Sahte gülüşümü duydu. Daha sarlamıyorken birini öpmenin düşüncesi bile geçmiyordu aklımdan.

Kapının deli gibi çalınmasıyla olduğum yerde sıçrarken parmaklarını yanağımın çevresinden çekmemiş olsaydı değecektim.

Çağlar hızla kalkarken burada yeniden yalnız kalacak olmak beni ürpertince ben de ayaklanıp salonun kapısında dikildim. Hemen karşıdaydı zaten giriş kapısı da.

Dudaklarından sesli bir soluk çıktı kapı deliğinden bakarken. "Bir gece de rahat verin ulan!" Kapıyı sertçe açtığında en arkada duran Hira ile göz göze geldiğimiz an ikimiz de kaşlarımı çatıp birbirimize şaşkınlıkla bakıyorduk.

"Senin burada ne işin var?" diye sordum. Yanında Ender ve siması pek de yabancı olmayan biri daha vardı.

Çağlar şakaklarını ovuşturup kendine gelmeye çalışarak sırtını dikleştirdi. Ender ve yanındaki büyük bir hata yapmış gibi dudaklarını kemirirken Hira öne çıkıp "Ben daha fazla saklayamacağım. Özür dilerim Çağlar." diyerek içeri adımını atmıştı bile.

Çağlar'ın yüzü öfkeyle parlarken ititraz etmesine fırsat vemeden "Beni işe alan Bakan Zaharyas değil Çağlar'dı. Onunla daha önceden iş üzerinde tanışıyorduk bu yüzden bana güvendiğini söyleyip iş teklif etti ve ben de kabul ettim. Yani... Özür dilerim. Sana daha önceden söylemeliydim... Yani size." dedi tek nefeste. Yüzünde gerçek bir mahcubiyet ve hüzün vardı.

Bana yalan söylediği için kızmak isterdim ama yapmadım çünkü bunun onun işinin bir parçası olduğunu biliyordum. Korumam olması için onu işe alan Çağlar'dı ve asıl hesap sormam gereken kişi de oydu.

"Sana kızmadım ya da kırılmadım Hira." Çağlar'a döndüm. "Kırıldığım kişi o."

Henüz neler olduğunu bile anlayamadan tanımadığım o adam "Biz gidelim en iyisi. Hadi iyi akşamlaaar. İyi eğlenceler. İyi koklaşmalar... Aman pardon konuşmalar diyecektim." dedi.

Hira yüzünü düşürerek adımını dışarı attığında Çağlar sert bir şekilde kapıyı hepsinin yüzüne şak diye çarpmıştı. Kaşlarımı çatıp önüne geçtim ve kapıyı geri açtım. Hepsinin şaşkın yüzü hala öylece duruyordu.

"İçeri gelin lütfen, benim yüzümden çekinmeyin."

"Kimse içeri girmiyor."

Çağlar'ın emriyle hepsi kapıda dikilmeye devam etti. Dudaklarımı birbirine sertçe bastırıp Çağlar'a döndüm ve dişlerimin arasından "Onlar senin askerlerin değil, böyle emir veremezsin!" diye sitem ettim.

Önce Ender'den garip bir gülüş homurtusu yükseldi. Ardından Hira ciddiyetini koruyamayarak hafifçe gülecek gibi oldu ama kendini tutup ciddi ifadesine kaldığı yerden devam etti.

Hala yerlerinden kıpırdamadıklarını fark edip tekrar sağıma döndüm. "Onları içeri almazsan ben çıkarım."

Bunu neden yaptığımı bilmiyordum ama Çağlar tehtidim üzerine gafil avlanmış gibi isteksizce "Girin." diye kısaca emretti hepsine. Gözleri bir saniye bile yüzümden ayrılmadı ve ben de çekmedim bakışlarımı. Aramızdaki garip tansiyon gece boyu devam edecekti anlaşılan.

Hepsi sanki yaramazlık yapıp da yakalanmış çocuk edasıyla pıtı pıtı salona geçerken Çağlar omzunun üzerinden kulağıma doğru yaklaştı. "Bilgin olsun diye söylüyorum sabrımın sınırları var ve bu gece fazlasıyla doruğa ulaştı." Nefesi kulağıma ulaştığında ürperdim. Belki de iç geçirmiştim.

"Şu sakızlarından birini atabilirsin ağzına."

"Onları es geçiyorum bir süredir." Her zamanki çapkın edasıyla yarım ağız gülümsedi. "Daha etkili bir sakinleştirici buldum." diyerek göz kırptığında olduğum yere mıhlanmıştım. Sanırım bir erkekte en sevdiğim şey artık göz kırpışıydı.

Arkasıdan bakakalıp kendimi toparladıktan sonra ilerledim. Hira ve diğerleri koltuklara yerleşmiş sessizlik içinde oturuyorlardı. Battaniyeyle kaplı koltuğa geçtiğimde ev artık soğumaya başlamıştı ama yine de battaniyeyi kenrara itip boşluğa oturdum.

Çağlar ittiğim battaniyeyi aramızdan alıp koltuğun başından arkaya doğru sarkıttı ve koltukta biraz daha yayıldı.

Salonda ölüm sessizliği vardı ve bunun benim varlığımdan olduğu açıkça belliydi. Dudaklarımı kemirip dururken sonunda "Lütfen... Lütfen ama lütfen benim yüzümden rahatsız hissetmeyin. Eğer varlığım sorun yaratıyorsa-" derken lafımı kesen Ender olmuştu.

"Hayır, hayır. Ondan değil. Sadece garip hissettirdi yani sen Bakan kızısın ve biz... Anlarsın ya."

"Benimle rahat konuşun. Zaten hayatım kasıntı insanlarla çevrili."

"Ha öyle diyorsan, o iş bizde. Ondan iyi bildiğimiz şey yok."

Çağlar sahte bir şekilde öksürdü. "Rahat dedi diye bokunu çıkarmayın. Özellikle de ikiniz." Onlarla devamlı olarak uyarıcı bir tonla konuşuyordu ve bu onun kişiliğine hiç uymuyordu.

"Boris'le tanışmamıştın." dedi Ender.

Başımı salladım. Yüzüne bakma cesareti gösterdiğim o kısacık saniyede tanıdık simasının nereden geldiğini anlamam bir olmuştu. "Sen." diyerek şüpheli gözlerle baktım. Çağlar'ı ilk gördüğüm gece kulübündeki çalışandı. Üzerime iddia oynadıkları o günü çok net hatırlıyordum.

"Yeni tanışmış gibi yapabilir miyiz yenge."

Yüzümü buruşturdum. "Yenge demezsen olur."

Çağlar yayıldığı yerden kalkıp odadan çıktığında arkasından izledim bir süre. Sonra Hira'nın üzerini değiştirdiğini fark edip "Clause ile kolay çıkabildiniz mi?" diye sordum.

Yüzünde iğrenir gibi bir ifade vardı. "Hatırlatma bile."

***

Ofelya ve Çağlar'ın uzaklaşmasının hemen ardından Hira üzerinde delici bakışlar hissetmeye devam ediyordu. Clause ile göz göze gelmemeye çalıştığı her saniye daha da burnunun dibine girip kendini göstermeye çalışmasına karşın ciddiyetini korumaya devam ediyordu.

Clause dikkatini bir türlü çekemediği Hira'nın tam karşısına geçip başını hafifçe aşağı eğdi. Hira'nın boyu zaten oldukça uzun olduğundan pek de eğilmesine gerek kalmıyordu.

"Tekme mi yumruk mu?"

Clause bu garip soru üzerine kaşlarını kaldırdı. "Çok arada kaldım. Sarışın mı esmer mi gibi bir soru oldu." Düşünür gibi bir ifade takınıp tekrar dikleşti. "Hadi daha fazla uzatmadan toz olalım şuradan."

Hira onunla yakın temasa geçmesi gerektiğini biliyordu fakat olabildiğince en aza indirmek istedi bunu. Gerçekten saf bir nefret besliyordu Clause'a karşı. Ciddiyetten yoksun, laubali ve kadın düşkünü erkeklerden nefret ediyordu. Aslında liste daha uzundu ama şimdilik bir kısmını hatırlasa yeterliydi.

Clause kolunu Hira'nın omzuna attığında dayanamayarak neredeyse dirseğini karnına geçirecekti. "Sana sıkı bir yumruk geçirmek için elimin kaşınması normal mi?"

Clause gerçekten içten bir kahkaha attı. "Hislerimizin benzer olmasına sevindim bodyguard. Çünkü ben de kolumun senin vücuduna karşı aşırı bir alerjiyle kaşındığını hissediyorum." Dudaklarınıa kolunun altındaki kızın kulağına yaklaştırdı. "Fazla kıpırdanma yoksa kalabalığın içinde alerjik reaksiyonlar gösterebilirim."

Hira'nın dudaklarından duyduğu sessiz bir küfürle keyiflendi. İnsanları delirtmeye bayılıyordu, özellikle dişi varlıkları.

Kolunun altındaki beden her ne kadar uzun olsa da onun boynunun ve vücut yapısının yanında küçük kalmıştı ve bu daha da keyiflendirmişti Clause'u. Adımlarını seri bir şekilde atıp çıkış kapısına geldiklerinde "Yüzünü saklanmaya çalışıyor gibi kapatsan iyi edersin." dedi.

Hira'nın ilk kez sözünü dinlemesi karşısında hayretle kaşlarını havaya kaldırdı.

Hira kısık bir soluk verdiğinde kapı açıldı ve hiç beklemediği kadar büyük bir kalabalıktan flaşlar patlamaya başladı. Clause'un kolunun onu iyice kendine çektiğini hissettiğinde karşı koyamacakları bir yerde olduğundan kıpırtısızca itaat etti.

"Seni öldüreceğim." diye fısıldadı. Kalabalığın ortasından ilerlemeye başladıklarında her bir ağızdan farklı sorular yükseliyordu. Hira elini yüzüne siper ediyordu, bilerek ilgi çekmeye devam ediyorlardı ve sesszliklerini koruyarak Ofelya ve Çağlar için boşluk oluşturuyorlardı. Kalabalık onları otoparka kadar takip etmeye devam etmişti.

Clause kalabalığın Hira'yı iyiden iyiye sıkıştırdığını fark ettiğinde sanki mümkünmüş gibi onu daha da çektiğinde solukları duyulacak kadar yakındılar. Boştaki eliyle arabanın kilidini açıp kapıyı kavradı ve sorulan soruları yanıtsız bırakarak Hira'nın binmesine yardımcı oldu. Kalabalık Hira'nın camına toplanmıştı.

Seri bir şekilde kendisi de arabaya bindiğinde derin bir soluk verdi. Gazeteciler arabanın önünü bile kapatmış ve camlardan hala sorular yöneltmeye devam ediyorlardı. Arabayı çalıştırıp kalabalığa dikkat ederek caddeye çıktığında Ofelya ve Çağlar'ın ortadan kaybolduğunu umdu. Böyle aptalca bir oyuna onay verdiyse en azındna işe yaramış olması gerekirdi.

***

Efsun hayatının en değişik muhabbetlerine şahitlik ediyordu. Ender o gün evde görüğü halinden eser yokmuş gibi hunharca konuşuyor, Hira arkadaşlarının ortamında rahat tavırlarla oturuyordu.

Bakışlarım Çağlar'ı bulduğunda gülmekten kısılmış gözlerine hayranlıkla baktım bir süre. Kolu yine koltuğun baş kısmındaydı, parmaklarıyla ritim tutuyordu. Diğer elindeki kahvesinden bir yudum alıp Boris'e meydan okurcasına bir bakış attı. "Onu anlatmak istemezsin kardeşim."

Boris gerilip yaptığı hatanın farkına varmış gibi "Ulan!" diye çıkıştı. Gürültü alışkın olmadığım bir şey olduğundan kaşlarım hafifçe çatılmıştı istemsizce ama hemen düzlettim. "O yarışta ben seni izlemeye gelmiştim doğru ya!"

Ender, Boris'i omzundan dürttü. "Adamın nişanlısının yanında açma istersen o konuyu."

Kaşlarım bu kez de imalar yüzünden çatıldı. "Hangi konuyu?"

"Kot kafalı bu herif ya!" diye çıkıştı Ender.

"Siz ne kadar garip kelimelerle konuşuyorsunuz öyle. Kot kafalı da ne?" Gülümseyişim genişledi fakat benim aksime Ender'in yüzü gerildi. "Eski bir deyim gibi düşün." Hira'nın iğneleyici bakışları altında ezilip sessizce "Ağzımdan kaçtı ne yapayım." dediğini duydum fakat anlam veremedim.

"Konuyu saptırdınız." diyerek itiraz ettim. Çağlar dakikalar sonunda ilk kez bana döndü. "Boş ver. Eski meseleler." Yüzümdeki memnuniyetsiz ifade daha da yayıldı. Çağlar bakışımın karşılığında bana doğru yaklaşıp kulağıma eğildi. "Eskisinden daha çok konuşup sorular sormanı sevdim." Sesi hiç olmadığı kadar naifdi. "Ama o hoş sesininden daha güzel sorular duymak isterdim."

Dehşete düşmüş bir ifadeyle kaşlarımı çattım. "Edepsiz." Geri çekilirken yüzündeki muazzam ifadesi bir anlığına kaşlarımı gevşetmeme sebep olacaktı ki kendimi toparladım. Onun gibi pervasız ve ağzına geleni kolayca söyleyebilen biri olmak isterdim.

Çağlar sehpadaki bardığını aldıktan hemen sonra ayağa kalktı ve salondan çıktı. Onun hemen ardından Ender de kalkıp adeta peşine koşturduğunda Boris ve Hira'nın telefondan bir şeyler izlediğini gördüm.

"Bak bak, şu dönüşün keskinliğine bak. Yağ gibi aktı herif."

"Cidden ralli pilotluğu için yaratılmış."

İkisinin izlediği şeyi dehşet gibi merak etsem de tuvalete gitmem gerektiği için ayaklanıp salondan çıktım. Başımı koridorda bir sağa bir sola döndürdüm tuvaleti aramak adına. Fakat hemen yan taraftaki mutfaktan gelen fısıltılı sesler daha da cezbedici geldiğinden hareketsiz kaldım.

Çağlar, Ender'e kızıyor gibiydi. "... ulan. Nereden çıkardın şimdi? Altı sendir elimi sürmedim, yanıma almadım benen kötü senaryoyu düşünüp."

Ender'in hiddetle nefes verdiğini duydum. "Artık İtalya'da değilsin!" Sesini yükselttiğini fark edip sustu. "Ölüm ensende ulan, ensende." Küçük bir hareketlilik duyuldu ama ne olduğunu anlayamadım."Al şunu, üzerinde bulunsun. Boynuna tak demiyorum, üzerinde kalsın be abi."

Çağlar'dan ses gelmediğinde artık uzaklaşmam gerektiğini hissedip tekrar salona girdim hızla. Ne hakkında konuştuklarını algılamaya çalıştım. Altı senedir elini sürmediği bir şey... Üstelik ölümle ilgili.

Dalgın dalgın koltuğa oturmak üzereyken "Ofelya!" ismimi duymamla irkildim. "Nereye daldın öyle, iki saattir sesleniyorum." dedi Hira.

Elinde tuttuğu telefonla yanıma gelip oturdu. "Hiç öyle... Gazetecileri düşünüyordum. Siz ne izliyordunuz öyle?"

"Ben de onu gösterecektim. Çağlar'ı izledin mi hiç ralli yaparken."

Başımı olumsuz anlamda sallarken telefonunu bana çevirip videoyu oynattı. Arka planda sunucunun İtalyan'ca coşkuyla konuşmaları duyuluyordu. Mavi, beyaz, siyah renklerin karşımından oluşan araç engebeli arazide adeta uçuyordu. Yüksek hızda tümsekten geçerken dört tekeri birden havada kaldığında ağzım kocaman açık kaldı. Rallide genelde işler böyle yürüyordu ama içindeki sürücünün Çağlar olduğunu bilmek daha da heyecan vericiydi. İçimdeki kıpır kıpır bir duygunun o arabanın içinde olmak istediğini hissediyordum. Sıradan sokak yarışlarından daha ciddi ve heyecanlı olduğuna emindim.

"Vay canına!" derken buldum kendimi. Virajlar öyle sertti ki hepsinden rahatlıkla sıyrılışı karşısında hayranlık duydum. Arabalar konusunda pek bilgim olmasa da bu yaptığı hareketlerin hayranlık uyandıcı olduğunu sokaktan geçen sıradan bir insan bile fark ederdi.

"Bir kere canlı izlemek isterdim." dedi Hira. "Ama artık resmi bir şekilde oynayamaz."

"Neden ki?"

"Çünkü o bir asker ve ralliyi sadece görevi için yapıyordu. Artık yapamaz."

Bu üzücüydü. Sevdiğim şeylerden daha önce birçok kez vazgeçmiştim ve ne demek olduğunu çok iyi anlayabiliyordum.

Ender'in kapı ağzından "Hadi çıkıyoruz!" diye seslenmesi üzerine ikisi de ayaklanıp salondan çıkmıştı. Ben de peşlerinden kapıya vardım.

"Tanıştığıma memnun oldum." dedim. "Hepinizle." diye ekleyerek Hira ve Ender'in yeni yüzünü de kastetmek istedim. Çünkü ne Ender bizim evdeki gibi davranıyordu ne de Hira. İkisi de aradıkları gerçek tadı bulan bal arıları gibiydiler.

Hira mahçup bir edayla gülümsedi. "Biz de." diyerek kapıyı artlarından kapatır kapatmaz evin içine sessizlik çöktü.

Çağlar, Ender'le konuşmasının ardından yüzü tuhaf bir haldeydi. Kapıyı kapatır kapatmaz "Ben sana temiz çarşaf vereyim." diyerek odalardan birine ilerledi. Peşinden gidip gitmemekde tereddütte kalıp koridorun sonuna doğru ilerledim.

Lavabonun kapısını açık görüp işlerimi halletmek için girdim. Kısa süre içinde çıkıp Çağlar'ın olduğu odaya ilerlediğimde hala kafası karışık duruyordu. Odada baza, dolap ve komodin dışında bir şey yoktu. Misafir odası gibi düzenlenmişti.

Çarşaf henüz geçirilmiş ve mis gibi kokuyordu. "Teşekkür ederim. Her şey için." Sözlerimle beraber bana doğur döndü. Gözlerindeki perdeyi tekrardan takınıp hafifçe gülümsediğinde dikkatini toparlamış gibiydi sonunda.

"Teşekkür etmene gerek yok Efsun." Yastığı düzeltip geri yerine koyduğunda ben de ne yapacağımı bilemeyerek elimdeki telefonun kılıfıyla oynuyordum. "Dinlen artık. Uzun ve kötü bir gündü."

Başımı salladım. "Hira bir video izletti." diyerek gözlerinden kaçınmak için pencereye ilerledim. "Harika bir ralli pilotu gibi görünüyordun." Perdeyi çekip dışarıyı izlemeye başladığımda camdan yansıması görünüyordu. "Neden ralli kariyerine devam etmek yerine asker olmayı seçtin."

Sahte bir gülüş duydum arkadman. Ardından adım sesleri neredeyse ensemde bitti. "Çünkü asker olmak için doğdum." Ellerini cebine atıp rahat tavırlarla arkamda durduğunu yine penceredeki yansımadan görüyordum. "Askerlik senin gözünde hangi mertebede bilmiyorum ama benim için bir ülkenin en üstündeki kişilerdir."

Askerler hep en üsttedir. Ama senin gibi insan öldürenler değil, demek istedim. Fakat onun yerine sadece sahte bir gülüş atıp tüm donukluğumla baktım yansımasına.

"İtalya'da mafya ailen var ama gelmiş burada askerlik yapıyorsun." Bu kez gülüşü buruklaştı. Sormaktan en çok korktuğum o soruyu soracak takatim kalmamıştı ama kalbimdeki derin sızı iyice tetiklenerek beni buna itmeye başladı.

"En son," dedim sessizce. "Kimi öldürdün?" Arkamı dönüp yüzündeki bakışı görmek istedim. Bir Türk'ü öldürdüğünü söyleyecekti elbette. Ama bundan zevk mi almıştı yoksa vicdanı el vermeden mi yapmıştı görmek istiyordum bakışlarında.

Yeşil gözleri koyulaştı, çenesi kasıldı. "Neyi duymak istiyorsun Ofelya." Artık Ofelya'yı öfkelendiğinde kullandığını düşünmeye başlıyordum.

"En son kimi öldürdüğünü veya ölüm emrini verdiğini duymak istiyorum."

"Telefonunu açıp sosyal medyadaki gündeme bir göz at. İçlerinden biri bu gece benim."

Parmaklarım arasında terden ıslanan ekranı açtım. Bir yanım korku doluyken diğer yanım dualar edip yalvarıyordu Allah'a. Küçük bir ışık görsem tutunacağım o andaydım. Yaklaşık on beş kadar konu gündemdeydi ve ben ilk bakışta anladım hangisinin Çağlar olduğunu.

#İntikamAlındı

Mavi şeritli hastage bastım ve olanlar oldu. Toplu mezarlarla ilgili bir haberde günler önce yapılan patlamadan sorumlu tutulan Türk isimleri vardı. Buruşturulmuş kağıt parçasında adamların toplu mezara gömülmesi kadınınsa sınır dışı edilmesi emri yazılıydı.

Parmak uçlarım dondu, kalbim sıkıştı. Gözlerimin önündeki bu çehrenin sahibi miydi tüm bunları yapan?

***

 

 

Sonraki bölüm için takipte kalın 💛 Görüşmek üzere, hepinizi öptüm 😘

 

Loading...
0%